27 Nisan 2016 Çarşamba

Yeni Rejim

AHMET KUYAŞ

Cumhuriyetin ilanıyla Cumhuriyetin kurulması aynı şey değildir. 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet ilan edildiğinde yeni bir devlet ortaya çıkmıştır gerçi, ancak, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nda yapılan birkaç değişiklikten başka bir şey de olmamıştır o akşam. Yeni devlet, anayasasını ertesi yıl kabul edecektir. Öte yandan, Cumhuriyetin ilanı fiili bir durumun tescili olarak da görülebilir. Nitekim TBMM, padişah iradesinin dışında ve büyük çapta söz konusu iradeye karşı toplanmaya çağrılmış, 20 Ocak 1921'de egemenliğin "kayıtsız ve şartsız milletin" olduğunu söyleyen bir Teşkilat-ı Esasiye Kanunu çıkarılmış, son olarak da 1 Kasım 1922'de saltanat kaldırılmıştı. Hatta saltanatın kaldırılmasına ilişkin TBMM kararını yeterli görmeyen Gazi Mustafa Kemal ve yakın arkadaşları 15 Nisan 1923'te Hıyanet-i Vataniye Kanunu'nda bir değişiklik yaptırmış ve saltanat yönetimine geri dönmek istemenin vatana ihanet suçu sayılmasını sağlamışlardı.

"Türkiye Cumhuriyeti" dendiğinde akla gelen birçok yeniliği yaşama geçiren rejimin kurulması, tartışmalı ve olaylarla dolu bir dönem ve olağanüstü kanunlar gerektirmiştir. Gazi Mustafa Kemal'in, muhalif II. Müdafaa-i Hukuk Grubu'nu tümüyle saf dışı bırakarak oluşmasını sağladığı II. TBMM, öncelinin onaylamaya pek yatkın olmadığı Lozan Antlaşması'nı onaylamış (24 Temmuz 1923), Cumhuriyete karşı yeni bir saltanat tehlikesi olarak gördüğü hilafeti kaldırmış ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nu çıkarmışsa da (3 Mart 1924), ne kadınlara seçme ve seçilme hakkı vermeye, ne de Latin harflerini kabul etmeye hazırdı.

1924 Anayasası'nı tartışırken de, daha sonraki dönemin fiili özelliklerini andıran bir dizi öneriyi geri çevirmiştir. II. Meclis, Gazi Mustafa Kemal ve yakın çevresinin uygulamak istediği köktenci siyasete o kadar güçlü bir muhalefet göstermiştir ki, Kasım 1924'te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulduğunda bu partiye yalnızca otuz iki milletvekilinin katılması, söz konusu partiye sempati besleyen çevrelerde şaşkınlık yaratmıştı.

Cumhuriyet rejiminin köktenci siyasetini uygulamaya koyması, biraz da kendi iradesi dışında gelişen olayları fırsat bilerek olağanüstü önlemler almasıyla mümkün olmuştur. Böylesi olayların ilki 1925 Şubat'ında patlak veren Şeyh Sait isyanıdır. Söz konusu isyanı kolaylıkla bastırabilme gerekçesiyle çıkarılan ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde en önemli dönüm noktalarından biri olan Takrir-i Sükûn Kanunu (4 Mart 1925), yürütmeye neredeyse sınırsız yaptırım gücü tanıyarak, Meclis'in büyük ölçüde arka plana itilmesine neden olmuş, basın ve yayın yoluyla muhalefet olanağını da tümüyle ortadan kaldırmıştır. 1929 Mart'ına kadar geçerli kalacak bu kanun döneminde yalnızca muhalefet susturulup Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılmakla kalmamış, bazıları yeni Türkiye'de artık tartışılmayan, bir bölümü ise hâlâ tartışma konusu olan bir dizi kanun çıkarılmıştır. Bunlar arasında ilk akla gelenler, şapka giyilmesine (25 Kasım 1925), uluslararası takvimin kabulüne (26 Aralık 1925) ve yeni Türk alfabesine (1 Kasım 1928) ilişkin kanunlarla Medeni Kanun'dur (17 Şubat 1926). Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'na 29 Ekim 1923 akşamı konan ve 1924 Anayasası'na da alınan devlet dinine ilişkin madde de bu dönemde kaldırılmıştır (10 Nisan 1928).

Bu tür ikinci bir olay da, 1926 İzmir ve Ankara istiklal Mahkemeleri'ne yol açan, Gazi Mustafa Kemal'e İzmir'deki suikast girişimidir. Partileri kapanmış olsa da Meclis'te bağımsız bir muhalefet grubu oluşturmayı sürdüren eski Terakkiperverlere yeni bir gözdağı verme olanağı edinen rejim, suikast girişimini kullanarak ittihat ve Terakki Cemiyeti'nin hayatta olan ve kendisine muhalif gizil bir güç olarak gördüğü önemli üyelerini de saf dışı bırakmıştır. Böylece yeni seçimlere muhalefetsiz giren Cumhuriyet rejimi, Gazi Mustafa Kemal'in arzu ettiği gibi edilgin bir Meclis'le ülkenin geleceğini belirleme olanağına 1927'de büyük ölçüde kavuşmuştu. III. Meclis'in açılışından önce toplanan CHP Kongresi'nde (15-23 Ekim 1927) Gazi Mustafa Kemal, Nutuk'u okuyarak, gerek ittihat ve Terakki Cemiyeti'yle, gerek Milli Mücadele döneminde etkin rol oynadıktan sonra kendisine muhalefet eden Müdafaa-i Hukuk önderleriyle tarihi bağları koparmıştır. Ancak, kısa süre sonra etkileri ülkeyi iyice saran uluslararası iktisadi bunalım Cumhuriyetin önüne bir yol ayrımı daha çıkardı.

Cumhuriyet rejimi ittihat ve Terakki'nin giriştiği ulusal burjuvazi yaratma siyasetini sürdürmekte kararlıydı. Ancak, ittihatçıların yarattığı hem sanayi yatırımcılığından çok, ticarete ve bankacılığa yönelmiş, hem de işgali fırsat bilip Milli Mücadele'ye pek bir katkıda bulunmamış olan yeni sınıftan hiç de memnun değildi. Ulusçuluğu çok daha keskin olan yeni rejim, korumacı bir iktisat siyasetiyle sanayileşme niyetindeydi ve ulusçu tercihleri ağır basan, Ankara'ya bağlı, girişimci bir sınıf yetiştirmek istiyordu. Bu yolda ilk adımlar, Türkiye iş Bankası'nın kurulması (26 Ağustos 1924) ve Ankara'yla yakın ilişkileri olanları kayıran, tekelci bir iktisat politikasının uygulamaya konmasıyla atıldı, İttihat ve Terakki tehlikesi ortadan kalktıktan sonra iş Bankası, yapay bir sermaye artımına giderek ittihatçı sermayenin kalesi İtibar-ı Milli Bankası'nı satın almış (29 Haziran 1927) ve Ekim 1927'de hazırlanan CHP'nin ilk tüzüğüne, partinin ülkedeki tüm meslek kuruluşlarının yönetim kurullarını denetim altında tutacağına ilişkin bir madde konmuştur.

Sermaye çevreleri üzerinde egemenliğini kuran yeni rejim sanayileşme atılımı için hazırdı. 28 Mayıs 1927'de yeni bir Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarılmış, devleti de sanayide etkin kılabilmek için Sanayi ve Maadin Bankası kurulmuştu (19 Nisan 1925). Ama Lozan Antlaşması'yla 1929 sonuna kadar gümrük tarifelerini yükseltmekten alıkonan Türkiye ithal ikameci bir sanayileşme siyaseti için 1930'u beklemek zorundaydı. Lozan'da ayrıca, Osmanlı devlet borçlarının da 1929'dan sonra ödenmeye başlaması karara bağlanmıştı. Ancak, dış ticaretteki açık, Türk lirasının kıymetinin düşmesine neden olduğundan, gümrük tarifelerinin artırılmasıyla birlikte (1 Haziran 1929), Menkul Kıymetler ve Kambiyo Borsaları Kanunu (16 Mayıs 1929) ile dışalıma kota sistemini getiren Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu çıkarıldı (20 Şubat 1930). Bu önlemler ticaret burjuvazisini rejimden uzaklaştırmak için yeterliyken, bir de gümrük tarifelerinin yükseltilmesi öncesinde mal yığma yoluna giden birçok şirket, uluslararası iktisadi bunalımın ülkeye yansıması sonucunda umduğu satışları yapamadığı ve kredi bulamadığı için zor durumda kalmış, hatta iflas etmişti.

Bütün bu nedenlerden dolayı hoşnutsuz olan ticaret çevreleri, gene 1929 sonu ve 1930 başlarında ortaya çıkan devletçilik kavramının zihinlerde uyandırdığı sosyalizme geçiş fikriyle tedirgindi, iktisat Bakanı Şakir Bey (Kesebir) 1929 Haziran'ında iktisadi bir "program" üzerinde çalışmaya başlamış, çalışmanın "program" mı, "plan" mı, yoksa yalnızca bir "rapor" mu olduğuna ilişkin epey spekülasyon yapıldıktan sonra, hükümet 1930 Nisan'ında bir "iktisadi Program" yayımlamış, rejimin sözcülüğünü yapan Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde ise "devletçilik" konusunda başmakaleler yayımlanmaya başlamıştı. Bu yüzden rejimin, iktisadi bunalımın sıkıntıya düşürdüğü ülkede bir de devletin girişimciliğe kalkışmasının doğuracağı tepkileri yatıştırması gerekiyordu. 1927'ye kadar ülkedeki her tür etkinliğe el koymaya çalışıp bütün muhalefet odaklarını söndüren rejimin 1930'da Serbest Cumhuriyet Fırkası 'nı kurdurmaya karar vermesini, ancak, tasarlanan bazı önlemlerin sosyalizm korkusu da yarattığı bu iktisadi bunalım ortamı açıklayabilir. Nitekim rejim "devletçilik" sözcüğünü ilk kez 1930 Mart'ında ortaya atmış olmasına karşın, iktisat politikasının "mutedil devletçi" olduğunu resmen Serbest Fırka kurulduktan sonra açıklayacaktır.

Serbest Fırka'nın (12 Ağustos-17 Kasım 1930) Türkiye'de yeniden çok partili siyasal yaşama geçiş için atılmış ciddi bir adım olmadığı açıktır. Yeni partinin gerektiğinde kapatılabileceğine ilişkin ipucu niteliğinde bir dizi önlem daha kuruluş aşamasında alınmış olduğu gibi, rejimin önderlerinin, değil iktidarı devretme fikrine, eleştirilmeye bile tahammüllü olmadıklarını gösteren birçok veri vardır. Ne var ki girişim, başta İzmir ve Samsun olmak üzere, iktisadi bunalım dolayısıyla iyice sıkıntıya düşmüş ticaret merkezlerinde yurttaşlarca ciddiye alınmış ve Serbest Fırka rejim açısından tehlikeli görülerek kapatılmıştır. Böylece siyasal yaşamda pek kısa bir süre kalan Serbest Fırka, getirdiği eleştirilerle pek bir değişiklik sağlayamadıysa da, halktan gördüğü destek nedeniyle rejim için bir uyarıcı oldu. 1927'den beri denetimsizlik rehavetine kapılmış olan rejim, artık Milli Mücadele'deki zaferin getirdiği siyasal meşruluğun yeterli olmadığını, kendine çeki düzen vererek halkla bir biçimde iletişim kurması gerektiğini anlamıştı.

Cumhuriyetle neredeyse yaşıt olan Halk Fırkası (10 Kasım 1924'ten sonra Cumhuriyet Halk Fırkası; 10 Mayıs 1935'ten sonra Cumhuriyet Halk Partisi) bağrında derin görüş ayrılıkları olmayan bir siyasi parti hüviyetine kavuşabilmek için çok bekleyecek, bu niteliğe belki de ancak 1960'ların ikinci yarısında kavuşacaktır. CHP 23 Temmuz 1908 sonrasındaki İttihat ve Terakki gibi çok başlı bir örgüt değildi gerçi, ama siyasi misyonunu ussallaştırıp kimlik edinme konusunda onun kadar geç kalmıştır. Serbest Fırka dönemine kadar programı bile olmayan CHP, tıpkı ittihat ve Terakki Cemiyeti gibi, kendi kendini önderlerinin eylemlerini onaylamayanlardan yavaş yavaş temizleyerek oluşturmuştu. 1927 sonrasındaki hükümet sultası ise TBMM'nin, dolayısıyla da partinin anlamını iyice yitirmesine neden oldu. Milletvekilleri Ankara'da iş takipçiliği yaparken, partinin tümüyle işlevsiz, bu yüzden de atıl olan yerel örgütleri kişisel çıkar peşindeydiler. Serbest Fırka dönemi gelişmelerinden ders alabilmiş olan Gazi Mustafa Kemal ve yakın çevresindeki bir avuç devrimci olmasa bu durum daha da sürüp gidebilirdi.

Hem Cumhuriyet, hem de CHP tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri CHP'nin 1931 kongresidir. Serbest Fırka'nın kapanmasından hemen sonra, söz konusu partiye halkın gösterdiği ilginin nedenlerini anlamak için üç aydan fazla süren bir yurt gezisine çıkan Gazi Mustafa Kemal 1931 Mart'ında erken seçim kararı almıştı. Seçimlerden sonra ise 10 Mayıs 1931'de CHP'nin büyük kongresi toplandı. Parti örgütünün ciddi bir hazırlıktan sonra karşısına çıktığı kongre CHP'nin ilk programını ve bu programın özünü oluşturan "Altı Ok"u kabul etti. Cumhuriyetçilik, ulusçuluk, halkçılık, devletçilik, laiklik ve devrimcilik ilkelerini simgeleyen Altı Ok'un, rejimin 1931'de varmış olduğu siyasi bilinç düzeyini göstermek bakımından en önemlisi, o günkü dille "inkılapçılık" olarak ortaya atılan, devrimciliktir. Zira devletçilik ve devrimcilik dışındaki dört okun simgeledikleri, 1931 Türkiye'sinde artık yeni ilkeler değildi. Devletçilik ise 1930 Ağustos'undan beri rejimin politikası olmuştu. Ayrıca, devrimcilik ilkesinin gönderme yapabileceği ve ister gerçekleştirilmiş olsun, ister tasarı biçiminde olsun, diğer beş okun tanımladığı eylem alanlarının dışında kalan bir eylem dizisi düşünebilmek olası değildir.

Devrimler seferber edebildikleri halk kitleleri sayesinde yaşar ve başarıya ulaşırlar. Türkiye'deki Cumhuriyet rejimi ise başlangıçta halk desteğini Milli Mücadele'nin askeri ve diplomatik başarısı sayesinde arkasına almış, ama sonrasında bu desteğin sürekliliğini sağlama yolunda pek bir şey yapamamıştı. Devrim'i sırf ilke düzeyinde sahiplenebilecek burjuva sınıfı henüz pek zayıftı ve
rejimle arası iyi değildi. Kırsal alanda ise, Güneydoğu Anadolu dışında, toprak sorunu yoktu. Toprak mülkiyetinin büyük çoğunluğu küçük ve orta boy birimlerden oluşuyordu. Yani rejimin, el değiştirmesine önayak olarak kendine toplumsal destek sağlayabileceği bir mülkiyet zenginliği yoktu ülkede. Birinci Dünya Savaşı sonrası koşullarında üretimin artmasıyla zenginleşme diye bir şey de söz konusu olamazdı. 1931'e gelindiğinde, tarımsal üretim ancak savaş öncesi düzeyine çıkabilmişti.

Aşarın bu toparlanma döneminde kaldırılmış olması (17 Şubat 1925) ise normal koşullarda kaldırılmasının yaratabileceği olumlu psikolojik etkiyi gölgede bırakmıştı. Kısacası, başta demiryolu yapımı gelmek üzere, devlet ihaleleri dışında, Ankara'nın Türkiye halkına sağlayabildiği herhangi bir kitlesel zenginleşme fırsatı yoktu. Bu durumda ise ulusun Devrim'e bağlılığı ancak ideolojik düzeyde sağlanabilirdi.

1931'de bu bilinçle harekete geçen rejim büyük çaplı bir propaganda ve eğitim hamlesine girişti. Amaç Cumhuriyetin gerektirdiği toplumu kurmaktı, İtalya ve Sovyetler Birliği'ndeki rejimlerden epey esinlenen CHP, söz konusu rejimlerin yaptığı gibi olur olmaz nedenlerle kitleleri sokağa dökmeye pek yanaşmadıysa da, ulusal bayram günlerinin gösterişli geçit törenleriyle kutlanmasına önem vermiştir. Özellikle Cumhuriyetin onuncu yıl kutlamalarına pek hararetle hazırlanılmış, kutlamalar da gayet görkemli olmuştu. Ancak, ulusun rejimle kucaklaşmasını simgeleyen bu tür kutlamalar, başka bir meşruluk temeli oluşmamış olduğundan, hep Milli Mücadele'ye gönderme yapılarak, askeri bir seferberlik havasında tasarlanmıştı. Nitekim Cumhuriyetin başarılan, meşhur Onuncu Yıl Marşı'nda da, "açık alınla çıkılan savaşlar" biçiminde betimlenir. Aynı yaklaşım, 1931'de Eğitim Bakanlığı'nca liseler için çıkarılan Tarih IV adlı Cumhuriyet tarihi kitabına da yansımıştır. Günümüzde de süren bu yaklaşım, ulusçuluğun parçası olarak vatandaşlara haklı bir övünç aşılamakla birlikte, Devrim'in Kurtuluş Savaşı'nın gölgesinde kalmasına neden olarak, Cumhuriyetin gerektirdiği vatandaşın eğitilmesi sürecinde önemli bir zaaf olarak kalmıştır.

Devlet istatistikleri eğitim alanında da 1931'de başlayan ciddi ve rejim açısından anlamlı bir atılım gösterir. Okul ve öğrenci sayılarında 1931 yılından ikinci Dünya Savaşı başlarına kadar yaklaşık on yıllık bir dönemde genel ve sürekli bir artış gözlenmekle birlikte, bu sayılardaki en yüksek artış oranları ortaöğretimde gerçekleşmiştir. Bunun nedeni, 1931'de varılan bilinç doğrultusunda rejimin varlığına en çok ihtiyaç duyduğu şehirli orta sınıfı yetiştirme arzusuydu. Eğitimin içeriği ise aynı dönemde "Türk Tarih Tezi"ni ortaya atan Birinci Türk Tarih Kongresi'nin toplanması (2 Temmuz 1932) ve Türk Dil Kurumu'nun oluşturulmasıyla (12 Temmuz 1932) başlayan ulusçu seferberliğin istediği doğrultudaydı. Bu içeriği, okul yaşının üzerindeki halk kesimine de, 19 Şubat 1932'den itibaren kurulmaya başlayan halkevleri aracılığıyla ulaştırmaya çalışılmıştır. Ancak, söz konusu seferberliğin üniversiteye zararı dokunmuştur. Bilimsel kuşkuyla göreli bir siyasi muhalefetin doğal barınağı olan özerk üniversite bu tür seferberliklere pek katılmadığı için rejimin gazabına uğramış ve 1933'teki "Üniversite Reformu"yla İstanbul Darülfünun'u İstanbul Üniversitesi'ne dönüştürülürken birçok öğretim üyesi işini yitirmişti.

Ulusal devletin kendi ulusunu yaratması diye özetlenebilecek bu propaganda ve eğitim çabalarının, rejime sağladığı yararlar yanında, etkileri uzun vadede görülecek bir dizi zaafı da vardı. Örneğin, dilin yabancı sözcüklerden arındırılması yolunda girişilen halkbilim çalışmaları ulusçu romantizmin de etkisiyle bir tür "folklorizm"e yol açmış, dilin ulusal düzeyde standartlaşmasını kösteklemiştir. Öte yandan, sanayileşme yoluyla toplumsal akışkanlığın sağlanamadığı, halkevlerinin de daha çok şehirli kesime erişebildiği bir ortamda, Cumhuriyet rejiminin sinema ve radyo gibi önemli propaganda ve eğitim araçlarını kırsal kesimde, alçakgönüllü boyutlarda bile olsa, kullandığı söylenemez. Bunun bir nedeni, özellikle Şeyh Sait isyanından sonra karşıdevrimci bir hareketin ancak kırsal kesimden gelebileceği inancıyla, rejimin köye ulaşma konusunda gösterdiği çekingenliktir. Ulusun eğitilmesi çabasında görülen coğrafi dengesizliklerin de nedeni budur. 1930'ların sonlarına gelindiğinde, Güneydoğu Anadolu'nun birçok il merkezinde halkevi bir yana, henüz CHP teşkilatı bile yoktu.

Ulusçu propaganda atılımının uzun vadede en çok zararlı olan yanı, hiç kuşkusuz, katışıksız bir Orta Asya Türklüğüne uygarlık tarihinde tanınan merkezi rol olmuştur. Gerçi 1932'den itibaren oluşturulmaya başlanan Türk Tarih Tezi'ne benzer kuramlar, ulusçuluklarının romantik evresinde olan bütün ulus-devlet birimlerinde görülen geçici eğitsel çabalardır. Ancak, Türkiye'de ulusal bilincin laikleştirilmesi açısından da yararlı olan Türk Tarih Tezi, Türkiye Türklerinin 11. yy öncesine yalnızca Orta Asyalı bir soy ağacı çıkartması nedeniyle Türkiye kültür tarihini anlama çabalarını güdük bırakmış, ayrıca, aşırılıkları yüzünden bilimsel çevreleri soğutarak Türkoloji ve İslamiyet alanlarını giderek aşırı ulusçu ve dinci çevrelerin tekeline teslim etmiştir.

Cumhuriyet rejimi, iktisadi devletçiliğe geçişle birlikte, iktisadi gelişme atılımına da girişmiştir. Devletin de, özellikle ithal ikameci sanayide yatırımcılık rolü üstlendiği bu dönemin belirgin iki özelliği, dışalımlardaki kısıntılar yoluyla sağlanan dış ticaret fazlası ve planlı sanayileşmedir. Planlı iktisadi büyüme konusunda da İtalya ve Sovyetler Birliği'nden esinlenen rejim, Başbakan ismet Paşa’nın (İnönü) 1932'de bu iki ülkeyi ziyareti sonrasında bir Sovyet heyetine Türkiye'nin iktisadi olanakları üzerine rapor hazırlatmıştır. Söz konusu rapor, gene Sovyetler Birliği'nden edinilen krediler ve teknik yardımla birlikte, hem dokuma sanayiindeki devlet sektörünün habercisi olacak, hem de ilk Beş Yıllık Sanayi Planı'nın (1 Aralık 1933) çekirdeğini oluşturacaktır. Kaynakları devlet bütçesindeki dolaylı vergi girdilerinden ayrılan pay ve dış kredilerle sağlanan ve yatırımları 3 Haziran 1933'te kurulan Sümerbank aracılığıyla gerçekleştirilen sanayi planı 1934'te uygulamaya konmuş ve mütevazı hedefleri çerçevesinde başarılı da olmuştur. Ancak, bu başarı üzerine hemen 1936'da hazırlanmaya başlayan ikinci sanayi planı ikinci Dünya Savaşı nedeniyle uygulanamayacaktır. Sonraki dönemlere azımsanamayacak bir sanayi altyapısı hazırlayan devletçi iktisada geçiş döneminin sanayileşme yoluyla ülkede bir büyüme ve toplumsal dönüşüm yarattığı söylenemez, ikinci Dünya Savaşı başlarına gelindiğinde Türkiye hâlâ bir tarım ülkesiydi ve tarım sektöründe de, şeker pancarı gibi birkaç sanayi hammaddesinin üretim artışı dışında önemli bir gelişme olmamıştı.

İdeoloji ve eğitim seferberliğinin yanı sıra, başlatılan bu iktisadi gelişme atılımının da yavaş gitmesi, rejimin topluma kuşkuyla bakmasını sürdürmüştür. Bu tavrın başta gelen belirtisi, CHP'nin giderek "partinin Devlet'le özdeşleşmesi" olarak tanımlanabilecek bir süreç başlatmasıdır. Partinin devletçi kanadının önderi, Başbakan ve CHP Genel Başkan Yardımcısı ismet İnönü’nün 1931 dönemecinde CHP genel sekreteri olan Recep Peker'le ortaklaşa fikir babalığı yaptığı bu süreç doruk noktasına valiliklerle parti il başkanlıklarının aynı kişiye verilmesiyle ulaşmıştır (18 Haziran 1936). Bu uygulamaya 1939'da son verilecektir gerçi, ama söz konusu özdeşleşme sürecek, hatta bir ölçüde yasallaşacaktır da, çünkü CHP'nin Altı Ok'u 5 Şubat 1937'de Anayasa'nın 2. maddesine eklenmiştir. Dolayısıyla rejimin, 1931'de çıkarttığı Matbuat Kanunu ya da tekke ve zaviyelerden mason localarına ve kadın derneklerine kadar bütün toplumsal ve mesleki kuruluştan kapatması ve/veya denetimi altına alması gibi uygulamaları da göz önüne alındığında, bir diktatörlük rejimi olduğunu teslim etmek gerekir.

Söz konusu diktatörlüğe devrimlerin olmazsa olmaz bir özelliği gözüyle bakılsa bile, Cumhuriyetin Atatürk'lü yıllarının geleceğe devrettiği olumlu miras, siyasi kültürden çok, bir dereceye kadar ulusal coğrafya ve ekonomiyi bütünleştiren altyapı yatırımlarında, ama daha çok ilkeler düzeyinde, hukuki yatırımlar biçiminde kendini gösterir. Cumhuriyet rejimi 1938 sonlarına kadar ulus-devletin tüm önemli ilkelerini kanun yoluyla uygulamaya koymuştu. Vatandaşlık haklan ve bütün siyasi haklar Aralık 1934'e kadar bütün yurttaşlara tanınmış, laiklik ilkesinin 1928'e kadar yaşama geçirilmesi de devlet düzeninde, hukukta ve eğitimde dinin bir ayrıcalık kaynağı olarak kullanılma olasılığına kuramsal düzeyde son vermişti. Bütün bunların on beş yıl içinde bir ulus yarattığını ileri sürmek çok abartılı olur gerçi, yöresel kültürlerin iç içe geçmesiyle ulusal bütünleşmenin ancak 1980'lerde gerçekleşebildiğini söylemek daha doğru olur. Ancak, eğitim yoluyla vatandaşlara aşılanacak İlkeler yerli yerine konmuştu. Öte yandan, çağdaş vatandaşın eğitim yoluyla yaratılmasında dönemin pek de başarılı olduğu söylenemez. Gerek devlet bütçesinin, gerekse yurttaşların öncelikleri Türkiye'de bir eğitim patlamasını mümkün kılacak durumda değildi 1930'larda. Gene de eğitim seferberliğinden azımsanamayacak sonuçlar alınmış, Cumhuriyet rejiminin gereği katılımcı bir siyasal yaşamı isteyecek ve iyi kötü işletebilecek bir kitle, kısıtlı sayıda da olsa, 1940'lara gelindiğinde oluşmuştu. Aynı biçimde, devlet desteği olmadan kendi başına ayakta durabilen, bir ölçüde de devletin artık iktisat alanından çekilmesini savunan girişimci bir sınıf da bu dönemde yavaş yavaş ortaya çıkmıştır. Denilebilir ki, Cumhuriyetin ilk on beş yılı modern bir ulusal devletin hukuki, iktisadî ve bir dereceye kadar eğitsel temellerini atmış, bu temeller üzerinde yükselecek yapının kurulmasını zihniyette gerçekleşecek bir devrime bırakmıştır.

****

Doç. Dr. Ahmet Kuyaş

İstanbul, 1952 doğumlu Ahmet Kuyaş, Saint-Joseph Lisesi'nde okudu. Haute-Bretagne (Rennes, France) Üniversitesi'nden tarih lisansı ve McGill (Montreal, Kanada) Üniversitesi?nden tarih doktorası aldı. Princeton Üniversitesi'nde okutmanlık ve Mount Holyoke College'da (South Hadley, Massachusetts) öğretim üyeliği yaptı. 1996'da katıldığı Galatasaray Üniversitesi'nin Siyaset Bilimi Bölümü'nde halen doçent olarak çalışmaktadır. Boğaziçi Üniversitesi'nin Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü'nde de sürekli olarak ders vermektedir. Genel ilgi alanı geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet tarihleridir. Yayınları arasında Gençler İçin Çağdaş Tarih (2004) ve Tarih 1839-1939 (2006) kitapları bulunan Kuyaş’ın en son yayınlanan makalesi, "II. Meşrutiyet, Türk Devrimi Tarihi ve Bugünkü Türkiye" (Doğu Batı, 2008) bulunmaktadır.

Kaynak: YKY Cumhuriyet’in 75 Yılı, I. Cilt, giriş yazısı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder