20 Haziran 2019 Perşembe

Hint Mitolojisinde Maya

Heinrich Zimmer
Escher, Waterfall
Maya kavramını temsil etmenin çağdaş bir yorumu olarak da düşünülebilir
Gerçek ve yanılsama..
Paradoksal bir gösteri
Maya sözcüğü etimolojik olarak "ölçme"yle bağlantılıdır. "Ölçmek ya da çizmek (örneğin bir binanın zemin planını ya da bir şeklin dış çizgilerini çizmek gibi); üretmek, biçimlendirmek ya da yarat­mak; göz önüne sermek" anlamına gelen ma kökünden türemiştir. Maya, biçimlerin ölçülmesi, yaratılması ya da sergilenmesidir; maya bir yanılsama, hile, kurnazlık, aldatma, el çabukluğu, sihirbazlık ya da büyücülüktür; yanıltıcı bir imge veya görüntü, hayal, göz aldan masıdır; maya aynı zamanda her türlü  diplomatik hile veya kandırma amacıyla yapılan her türlü siyasal kurnazlıktır. 

Tanrıların maya'sı, kendi kurnaz özlerinin çeşitli yönlerini istedikleri zaman sergileme yoluyla çeşitli biçimler alma güçleridir. Ancak tanrıların kendileri de daha büyük bir maya'nın -başlangıçta farklılaşmamış, her şeyi yara­tan ilahi Töz'ün kendiliğinden dönüşümünün- ürünüdür. Bu büyük maya yalnızca tanrıları değil, onların etkinlik gösterdiği evreni de üretir. Uzayda aynı anda varolan ve her biri zaman içinde birbirinin yerine geçen tüm evrenler, varlık düzlemleri ve bu düzlemlerin gerek doğal gerek doğaüstü yaratıkları, varlığın bitip tükenmez, özgün ve ebedi kaynağından gelen tezahürlerdir ve maya'nın bir oyunuyla tecel­li ederler. Tezahür etmediği dönemde, kozmik gecede maya çalışmayı bırakır ve gösteri sona erer.

18 Haziran 2019 Salı

Kafkas Halkları

Georges Dumiezil
Aşağıdaki lejanta bakarak inceleyiniz
age


Hazar Denizi ile Karadeniz arasında uzanan ve Kafkas­ya'yı oluşturan dağlık dar kara parçasında çok sayıda de­ğişik halk grupları yaşamaktadır. Kimileri burada eski­den beri yaşarken, kimileri de değişik zamanlarda çıktık­ları seferler sırasında ya da kuzeyde ve güneyde uzanan ovaları işgal edenlerin önünden kaçarken buralara gel­mişlerdir. Ne var ki sıradağların iki yamacı; ırklar ve kültürler açısından belirgin bir farka sahiptir. Bunlar, dağla­rın Karadeniz'e bakan tarafında ve merkeze yakın bazı bölgelerde, 19. yüzyılda Vladikavkaz ve Tifüs arasında ulaşımı sağlayan meşhur Gürcü askeri yolunun geçtiği bölgelerde az çok birbiriyle karışmaktadır.

Kafkasya'nın kuzeyi 19. yüzyılın ikinci yarısında Rusya tarafından ilhak edilinceye kadar, ilk başta kapsamlı bir Çerkez halkları birliğinin yurdu olmuştu. Bu birliğin üye­si  olanlar, batıdan doğuya doğu Abhazlar (Abxaz), Abazalar, Karadeniz kıyısındaki Ubıhlar (Ubix) ve bir de iç bölgede Dağıstan'ın kuzeyine kadar uzanan bölgede ya­şayan gerçek Çerkezlerdir) (ya da Adiğeler). Çerkezler, çok sayıda kavmin (Abaza, Şapsuğ, Natuhay, K'emirgoy, Bjeduh vs.) oluşturduğu Batı Çerkezleri ve Doğu Çerkezleri (Besleney, Kaberdey) olmak üzere kendi içinde iki büyük gruba ayrılmaktadır. 1864 yılından sorıra Batı Çer­kezlerinin büyük çoğunluğunu oluşturan Ubıhlar ile Besleneylerin neredeyse tamamı, pek çok Abhaz ve Kaber­dey Hıristiyan fatihin saldırılarından korunmak için Tür­kiye'ye, özellikle Anadolu'ya göç etmişlerdir. Çerkezler, yeni yurtlarında henüz tam olarak asimile olmamışlardır. Abhazca, Ubıhça ve Çerkezce birbirinden çok farklı, fa­kat yine de birbiriyle yakın akraba dillerdir. Bunlar, belli ölçüde Çeçence ve Dağıstan dilleriyle uzaktan akraba da sayılırlar. Bu dillerin yapısı ile Bask dilinin yapısı arasın­da garip bir benzerlik vardır ve üstelik aralarında akrabalık olduğuna dair bir kanıt da yoktur.

16 Haziran 2019 Pazar

Taş Kesilmiş Niobe


Manisa Sipil Dağı'ndaki Ağlayan Kaya, mitolojik kahraman Niobe ile özdeşleştirilmiştir.
İzmir-Manisa karayoluna yakın olduğu için oradan geçerken dahi görülebilir. Karşıdan değil de
profilden bakınca başı önüne eğik bir kadına benzer. Bir sanat yapıtı mı yoksa aşınmış bir kayanın doğal
olarak aldığı biçim mi olduğu Antik Çağ'dan beri tartışılmaktadır.
Eski Yunan yazarlarının yapıtlarında da sözü edilen bu kayanın Zeus'un taşa dönüştürdüğü
efsanevi Niobe olduğuna inanılır.
Pelops'un kız kardeşi ve aynı zamanda Thebes'in kralı Amphion'un eşi olan Niobe, evliliğinden yedi erkek ve yedi kız çocuğu dünyaya getirmiş­ti. Kızlarının güzelliği ve oğullarının cesurluğu ile her fırsatta övünen Niobe, daha da ileri giderek işi, Leto'yu sadece iki çocuk -Apollon ve Artemis- sa­hip olmakla aşağılamaya kadar götürmüştü.

Sınırları aşan bu kadının söyle­diklerini duyan ve babası Teiresias gibi ünlü bir kahin olan Mante, yaşanacak felaketi tahmin ettiğinden Thebesli kadınları Leto ve çocukları için ibadet et­meye ve kurbanlar sunmaya ikna etti. Bunun üzerine kadınlar Olymposlu­ların gazabına uğramamak için tütsüler yakıp saçlarına defne ağacı yaprakla­rından taçlar taktılar. Tütsü kokusu havaya yayıldıkça orada bulunanlar da dualar etmeye başlamışlardı. Olan biteni öğrenen Niobe kısa bir süre sonra yanına aldığı insanlarla beraber kadınların toplanmış olduğu alana geldi. Gi­yinişinde ve yürüyüşünde bile tanrıçalara benzemek isteyen bir eda ile, sade­ce iki çocuğu olan bir kadına ibadet etmektense birbirinden güzel on dört ço­cuğu olan ve Zeus ile bir zamanlar Titanların lideri olan Atlas'ın torunu olan ve aynı zamanda Kadmos Krallığı'nda kraliçe olan bir kadına tapmalarını söyledi onlara. Hakaretlerinde ve aşağılamalarında o kadar ileri gittik ki, Ar­temis'in bir kızdan çok erkeğe, Apollon'un ise bir erkekten çok kıza benzedi­ğini bile söyledi. Niobe'ye göre on dört çocuktan birkaçını kaybetmesi ondan çok fazla bir şey almayacaktı. Fakat Leto'nun böyle bir felaketle karşılaşması durumunda tamamen yapayalnız kalacağını da ekledi konuşmasına.

14 Haziran 2019 Cuma

Klasik Bir Resmi Picasso Nasıl Çizerdi?

Sanatçılar:
Diego Velàzquez
Picasso
Kübist akımı anlamak için iyi bir çalışma. Aşağıdaki klasik tarzda yapılmış bir tablo ile aynı tablonun Picasso tarafından yapılan bambaşka bir şekilde tasarlanmış bir versiyonu; karşılaştırarak anlamak için çok kullanışlıdır.
'Las Meninas' [solda], Madrid'deki del Prado müzesinde sergilenen İspanyol Altın Çağ'ın önde gelen sanatçısı Diego Velàzquez'in 1657 tarihli resmidir.

Picasso
'nun ilgi çekici çalışmalarından biri olan Las Meninas (sağda), klasik İspanyol ressam Diego Velázquez'in aynı isimli eserinin yeniden yorumlanmasına dayanan 58 resimden oluşan bir seridir. Orjinal resmin 45 ayrı tasvirinden ve ayrıntılarından oluşur. Picasso'nun bir arada düzenlendiği bu seri, sanatçının kendisi tarafından 1968'de Barselona'daki Picasso Müzesi'ne, o yıl vefat eden sanatçı  Jaime Sabartés anısına bağışlanmıştır.



13 Haziran 2019 Perşembe

Altın Dal Üzerine

Kitaptan bir görsel
age,  s. 97
...
Frazer'ın başlangıçtaki amacı alçakgönüllü bir şeydi, eski bir İtalyan halk töresini açıklamak­ istiyordu. Kaçak bir köle, özel bir altın ağaçtan bir dal kopara­bilirse, Nemi' deki kutsal ormanın kralıyla ölümüne dövüşmeye ve de ormanların ondan sonraki kralı olmaya hak kazanırdı. İlginç fakat şaşırtıcı olmayan bir töre, diye düşünebilirsiniz. Fakat Frazer, Nemi'deki altın dalın, Vergilius'un epik şiirindeki kahraman Aeneas'a yeraltına girme iznini veren ve onun yeraltının gizlerini öğrenmesini sağlayan altın dalla benzerliği üzerinde uzun uzun düşündü.

Frazer buradan yola çıkarak, altın dalın, kralın ve onun için verdiği savaşın, ölümünün ve yerine bir başkasının geçişi­ anlama geldiğini açıklamaya çalışırken, geçmiş söylencelerin başından günündeki ilkel halkların uygulamalarına kadar tüm mit ve dinsel tören dünyasının kapılarını açmış oldu. Uygar toplumun­ töre ve boşinanlarının ilkel halkların inançları ve uygulamalarıyla birçok bakımdan karşılaştırılabilir olduğunun keşfi, Frazer'ın kültüre bağımlı dünyası için şaşırtıcı bir keşifti.

Frazer, ilk kez, hem kolay anlaşılır hem de biçem bakımından güzel bir dille, daha o zamandan küçülmeye başlamış olan bir dün­yada gezginlerin rastgele edindikleri gözlemlerini bize sunuyor ve dünyanın en ücra köşelerinden dönen her gün daha çok sayıdaki bilimsel gözlemcinin düşüncelerini, yorumlarını ortaya seriyordu. Sonuç, yeni bir bilim dalı olan antropolojinin ilk zaferlerinden biri oldu.
Frazer'ın kendi dünyasının kültürlü okurlarına önerdiği şey, geri ve ilkel halkların edimlerinin anlaşılabilir şeyler, hatta kendi anlayışlarıyla akla uygun şeyler olduğu idi. Fakat bundan daha devrimci bir şey vardı ortada: Frazer, bizim ''yabanıllar"dan öğrenebileceğimiz şeyler olduğunu bildiriyor ve ilkel kurumların incelenmesi­ kendi toplumumuz üzerine ışık tutacağını söylüyordu.

11 Haziran 2019 Salı

Çatalı, Avrupa'ya Bizanslı Bir Prenses Getirdi

Norbert Elias
17. yüzyıla ait bir çatal
Kaynak için bkz. 

11. yüzyılda bir Venedik kontu Rum bir prenses ile evlenir. Prensesin yetiştiği Bizans kültüründe çatal kullanıldığı anlaşıl­maktadır. En azından, yiyeceği ağzına "iki dişli altın çatal ile"[1] götürdüğü anlatılır. Bu durum Venedik'te büyük bir skandala yol açar. "Bu yenilik öylesine aşırı bir kibarlık olarak değerlendirildi ki, prenses Tanrının gazabını dileyen rahipler tarafından sert bir dille lanetlendi. Bir süre sonra ağır bir hastalığa yakalanınca, Kutsal Bonaventura bunun Tanrının ona verdiği bir ceza olduğunu söylemekte gecikmedi."

İnsanlar arasındaki ilişkilerin değişerek, çatal kullanımının genel ihtiyaç haline gelebilmesi için beş yüzyıl daha geçmesi gerekiyordu. 16. yüzyıldan itibaren İtalya'da ortaya çıkan çatal, önce Fransa'ya sonra İngiltere ve Almanya'ya geldi ve bir süre katı yiyeceklerin tepsiden alınması için kullanıldıktan sonra, en azından üst tabakada , zamanla bir yemek aracı ola­rak kullanılmaya başlandı. Çatal Fransa'ya Ill. Henri tarafın­dan, büyük ihtimalle Venedik'ten getirildi. Yemekteki bu "gös­terişli" tavırları nedeniyle, saray mensuplarıyla önce alay edil­di; aslında bu yeni aracı kullanma konusunda pek de becerikli değillerdi. En azından, çatalla alınan yiyeceklerin yarısının tabaktan ağza götürülürken masaya döküldüğünden söz edil­mektedir. Küçüklükten itibaren bu toplumun standartları için­ de yetiştiğimiz ve davranış kazandığımız için bize son derece doğal gelen şeyler, o toplumda çok zahmetli ve çok yavaş kazanılacak ve benimsenecektir. Çatal gibi önemsiz ya da küçük görülen bir konuda olduğu gibi, bize daha büyük ve önemli görülen konularda da aynı kural geçerlidir.  [2]

10 Haziran 2019 Pazartesi

Oidipus Kompleksi (Ödipal Karmaşa)

Veysel Atayman
Önsöz Bölümü
Oidipus'un Sfenksle karşılaşması 1864
Sanatçı: Gustave Moreau

Tuhaftır, ama Sophokles’in bu ünlü tragedyasından yüzlerce yıl sonra, Avusturyalı bir ruh hekimi, “Oidipus” tragedyasının akraba ilişkilerini kültür ve psikoloji tarihinin vazgeçilmez “öyküsü” olarak belleklere kazıyacaktır. Tuhaftır çünkü Sigmund Freud,[1] Oidipus kompleksi modeline, doğrudan bu tragedyayı seyrettikten sonra değil de, bir başka büyük tragedyayı, W. Shakespeare’in[2] Hamlet’ini seyrettikten sonra şekil vermeye başlar. Babasını öldüren ve annesi ile evlenen amcasından intikam almaya kararlı genç Danimarka prensi Hamlet’in amcasını öldürmeyi en sona bırakmasını, Freud çok ilginç yorumlar: Hamlet de annesi ile kendisi arasındaki bastırılmış, yasak (ensest) ilişkinin dolaylı etkisi altındadır.

Psikanalizin bu kavrayışına göre, çocuğun gelişiminde kızların babalarına, erkeklerin annelerine cinsel ağırlıklı aşırı ilgi duyup onları sahiplenme isteği belirleyicidir. Bu nedenle kızlar anneyi, erkek çocukları babayı kendilerine rakip görürler. Ayrıca Yunan mitolojisinde ve bu mitolojiyi temel alan oyunda Elektra, Orestes ile birlikte kendi öz annesinin öldürülmesine yardımcı olur. Bu mitolojik örnek de, “Elektra kompleksi” diye bilinen psikanalitik olaya adını vermiştir.

Oidipus kompleksi’nin 3 ile 5 yaş arasında gelişip ortaya çıktığını ileri süren Freud, erkek çocuğun babası ile özdeşleşmesi ve giderek cinsel dürtülerini bastırmasıyla, annesini de artık bir cinsel obje olarak görme eğiliminden kurtulduğunu, dolayısıyla “ödipal sürecin” sağlıklı bir biçimde sona erdiğini varsayar. Anne-baba ile çocuk arasındaki ilişkinin aşırı yasaklayıcı, men edici olması durumunda, çocuk bu evreyi pek sağlıklı geçiremezse, gelişen “nevroz” ileride uç vermeye başlayacak, gelişkinlik döneminde psikanalitik sorunlara yol açabilecektir.

9 Haziran 2019 Pazar

Zincire Vurulmuş Prometheus

Azra Erhat
Felice Giani bu eserinde Prometheus'u insanı yaratırken göstermiş.
Efsanenin bir de bu yanı var ki bu durum Prometheus'u Sümer tanrısı Enki (Ea) ile
özdesleştiriyor.  Prometheus'a yardım eden tanrıça ise Athena'dır.
Kaynak

Zincire  Vurulmuş  Prometheus  başlığıyla  Türkçeye  çe­virdiğimiz tragedyanın  Yunanca adı Prometheus  desmotes, yani Bağlanmış Prometheus'tur. Aiskhylos, Prometheus  ko­nusunu üç tragedyada  işlemiştir. Zincire Vurulmuş  Promet­heus bu üçlüğün birinci ve elimize geçen tek piyesidir. Öbür ikisi  yitirilmiş,  yalnız  adlan  kalmıştır:  Birinin Kurtulmuş Prometheus, öbürünün Ateş Taşıyan Prometheus olduğu bir oyun listesinde yazılıdır.

Prometheus'un  ne yıl oynandığı da  bilinmez. Tragedya­nın  biçimini  ve  dilini  inceleyen bilginler  onun  Perslerden sonra  ve  Orestia  üçlüğünden  önce,  yani  İÖ  472  ile  458 yılları arasında  yazıldığını  ileri  sürerler.  Bu  oyunda  yalnız tanrıların  ve tanrısal  kişilerin  rol aldığına  dikkati  çekenler de  vardır.  Oysa  Prometheus'un  asıl  konusu  insan,  oyna­nan  dram da  insanlığın  dramıdır.  İnsan  dostu,  tanrı  düş­manı Prometheus,  Aiskhylos'tan  bu yana, en çok da  bizim çağımızda  insanı  özü  özelliğiyle  temsil eden  bir  kahraman olarak benimsenmektedir.  İnsan  nedir?  İnsan  olmaya  ne zaman  başladı?  diye soruldu  mu, günümüzün düşünürleri hep  bir ağızdan  ve sözleşmiş  gibi: İnsan  başkaldıran  yara­tıktır derler. İnsan doğanın ya da geleneğin kurulu düzenine karşı ayaklandığı an insan olmuştur, insanlığını da hep yeni baştan başkaldırdıkça sürdürebilir derler. Bu görüşü biz öylesine benimsedik  ki, bin yılların alacalı bulacalı pılı pırtılar gibi sırtımıza giydirdiği gelenek ve görenek süslerini atıyoruz üstümüzden,  kulak  vermez  olduk  dinlerin, inançların ister tanrıdan, ister insandan gelme avutucu  ninnilerine. Umuda karşı da ayaklandık: Bugün ve bu dünyada  yaşamak istiyo­ruz.  Ötelerin  ve  yarınların  aldatıcı  çekiciliğine  kapılmakla
nerelere sürüklenebileceğimizi denedik,  biliyoruz  artık.  Ne pahasına olursa olsun insanlığımızı
gerçekleştirelim diyoruz. Tek ülkümüz insan olmak. Bu ülkü uğruna göze almayaca­ğımız çaba,
katlanamayacağımız cefa yoktur. Bu ülkünün ilk temsilcisi Prometheus'tur.

2100'deki Yaşamdan Bir Gün

Michio Kaku
Michio Kaku
görselin kaynağı 
1 Ocak 2100, 06: 15 

Yılbaşı gecesindeki ağır bir parti gecesinden sonra, mışıl mışıl uyumaktasınız. Birden duvar ekranınız aydınlanır. Dost ve tanıdık bir yüz ekranda belirir. Bu, yeni satın aldığınız yazılım programı Molly' dir. Molly neşeli bir şekilde, " Uyan John. Ofiste sana ih­tiyaç var. Bizzat. Bu önemli." der. "Dur bakalım, Molly! Şaka yapıyor olmalısın." diye homur­danırsınız. "Bugün yılbaşı ve ben akşamdan kalmayım. Hem bu kadar önemli olan şey ne olabilir ki?"

Yavaş yavaş yataktan kendinizi dışarı sürüklersiniz ve isteksizce banyoya yönelirsiniz. Yüzünüzü yıkarken, ayna, tuvalet ve lavaboda saklı yüzlerce DNA ve protein alıcısı sessizce hare­kete geçer, nefesinizden ve vücut sıvılarınızdan yayılan mole­külleri analiz ederler, herhangi bir hastalığın moleküler seviye­ de en ufak bir belirtisi olup olmadığını kontrol ederler.

Banyodan çıktıktan sonra, başınızın etrafına, evinizi telepatik olarak kontrol etmenizi sağlayan telleri takarsınız. Zihinsel olarak dairenin sıcaklığını yükseltirsiniz, rahatlatıcı bir müzik açarsınız, mutfaktaki robot aşçıya kahvaltıyı ve biraz kahve ha­zırlamasını söylersiniz ve manyetik aracınızdan garajınızdan çıkmasını ve sizi almaya hazır olmasını istersiniz. Mutfağa gi­rerken, robot aşçınızın mekanik kollarının tam da sizin sevdiği­niz şekilde yumurta hazırladığını görürsünüz. Sonra kontakt lenslerinizi takar ve internete bağlanırsınız. Gözünüzü kırpınca, gözünüzün retinası üzerine düşen interneti görürsünüz. Sıcak kahvenizi içerken, kontakt lenslerinizde beli­ren haber başlıklarını taramaya başlarsınız.

5 Haziran 2019 Çarşamba

II. Mehmet'in İstanbul'u Yeniden İnşa Etmesi

Halil İnalcık


Fetihten önce İstanbul ancak ölü bir şehirdi. Fatih Mehmed onu, tek­rar siyasi ve iktisadi bir imparatorluk merkezi yapmak için büyük bir ener­jiyle çalıştı; bunun neticesinde, şehrin yeniden inşaasında olduğu kadar hızla iskan edilmesinde de hayli mesafe katetti.

Çok sayıda kaynaktan elde ettiği güçlü delillere dayanan A. M. Schneider(1), istanbul'un, 1204'te Latinler tarafından işgalinden sonra nasıl uzun bir gerileme dönemine girdiğini, işgal süresince nasıl bir köy durumuna geldiğini, bağların ve tarlaların şehir surları içindeki geniş bir sahaya nasıl yayıldığını gösterir. Osmanlılar tarafından zaptından önce şehrin nüfusu, azami 50.000 olarak tahmin edilmekteydi. 1454'te Patrik yapılan Scholarios, lstanbul'u o zaman «büyük bir kısmı boş, yoksullukla perişan olmuş harabe bir şehir” olarak tasvir eder.

1453'te Fatih Mehmed, müstakbel başkentinin, ellerine harabe bir şehir olarak düşmesini istemediğinden, nihai umumi taarruzu yapmaya karar verdiğinde İmparatora, şehri yağmadan korumak için teslim etmesi gerektiğini teklif ve buna karşılık kendisine Mora despotluğunu vaat eden bir elçi göndermişti. Fethin ardından, İmparatordan sonra en nüfuzlu adam olan Lukas Notaras'ı huzuruna çağırmış ve öfkeli bir şekilde, şehri teslim etmesi için niçin imparatoru ikna etmediğini sormuş; bu yapılmış olsaydı şehir, pek çok zarardan, tahripten ve bir o kadar can telef olmaktan kurtulmuş olacaktı demişti.(2) Notaras ise şehri teslim etmeye niyetlenmiş olduklarını, ancak müdafaaya iştirak eden Latinlerin böyle bir teşebbüse şid­detle karşı çıktıklarını belirterek, ne imparatorun ne de kendisinin bunu yapacak güce sahip oldukları karşılığını vermişti(3). Nihayet Fatih, umumi taarruz ve yağma husunda verdiği, kararı orduya ilan etmişti. İslam huku­kuna göre, bu kaçınılmazdı. Bu hukuk, teslim tekliflerini reddeden ve mukavemete kalkışan düşmanın esir alınması gerektiğini ve mallarının, Müslüman muhariplerin helal kazancı sayılmasını amirdi. Fatih, yağmaya müsaade ederken hiç bir yapının tahrip edilmemesini kat'i şart koş­muştu. Üç günlük yağmanın sona erişinden hemen sonra büyük bir ener­jiyle şehrin  muhafaza ve restorasyon meselesine başladı. Fatih'in sara­yında yaşamış olan çağdaş tarihçi Kritovoulos, onun fetihten sonra "ilk iş olarak, şehri sadece eski haline getirmek için değil, fakat mümkün oldu­ğunca daha mükemmel bir şekilde imar ve iskan etmek için plan yaptığı­nı" bize bildirmektedir.

4 Haziran 2019 Salı

Apokaliptik Politikalar: Binyılcı İnanışlar ve Hala Süren Etkisi

John Gray
Hong Xiuquan Göksel Taiping Ordusu'nun lideri.
İsa'nın küçük kardeşi olduğunu savunmuştur. 

Dünyayı Dönüştürmeyi Amaçlayan Ütopyalar, Binyılcı Hıristiyan İnançlarının Seküler Bir Uzantısıdır

"Yeni bir cennet ve yeni bir dünya: Çünkü, ilk cennet ve ilk dünya sona erdi" deniyor, Vahiy kitabında. "Cennet" sözcüğünü çıkarın ve yalnızca "yeni bir dünya"yı bırakın. İşte, tüm ütopyacı dizgelerin sırrı ve reçetesi elinizdedir.
E. M. Cioran[2]


Modern devrimci hareketlerin dini kökleri dizgeli bir biçimde ilk defa Norman Cohn'un The Pursuit of the Millennium (Binyılın Peşinde) adlı yaratıcı çalışmasında ortaya çıkarılmıştır.[3] Yandaşları açısından komünizmin birçok bakımdan din işlevi gördüğü çokça belirtilmiştir. Bu olgu düş kırıklığına uğramış eski komünistlerin makalelerinden oluşan ve Soğuk Savaş'ın başlangıcından hemen sonra yayımlanmış ünlü bir derlemenin başlığına da yansımıştır: The God that Failed (Sınıfta Kalan Tanrı).[4] Cohn benzerliklerin, ayırdına varılandan daha çok olduğunu gösterdi. Yirminci yüzyıl komünizmi en parlak döneminde Ortaçağ sonlarında Avrupa'yı sarsmış olan binyılcı hareketlerin birçok özelliğini yineledi. Sovyet komünizmi modern bir binyılcı devrimdi ve Nazizm de keza; bununla birlikte, birçok Nazi'yi harekete geçiren gelecek tasavvuru bazı açılardan daha olumsuzdu.

Bazı kilit terimlere açıklık getirmekte yarar olabilir. Kimileyin chiliast denilen binyılcılar  –chiliad bin parçadan oluşan herhangi bir şeydir ve Hıristiyan binyılcılar İsa'nın Yeryüzü'ne döneceğine ve yeni bir krallık kurup bin yıl boyunca hüküm süreceğine inanırlar–  apokaliptik bir tarih görüşüne bağlı kalırlar. Günlük dilde "apokaliptik" sözü bir felaketi ifade eder ama kutsal kitap dilinde bildirmek anlamındaki Yunanca bir sözcükten gelir; apokalips, göğe yazılmış sırların zamanın sonu geldiğinde açığa çıktığı bir vahiydir ve Seçilmişler açısından bunun anlamı felaket değil, kurtuluştur.