12 Mart 2024 Salı

Milli Mücadele'de İttihatçılık

[ Bu yazı, başlıkla aynı isimle yayımlanmış olan kitabın sonuç bölümüdür. Yazar Eric Jan Zürcher'dir. ]


Ahmet Rıfkı'nın bir karikatürü. Zümrüdüanka dergisinde 18 Ekim 1923 tarihinde yayımlanmış. (cumhuriyetin ilanına 11 gün var) Karikatürdeki yazıların Türkçe harflerle yazılması; bu karikatürü düzenleyerek yeniden yayınlayanlara ait bir tasarruftur (Turgut Çeviker?). Bilindiği üzere Latin harflerinin kabulü 1928 yılında gerçekleşmiştir. DK

***********************************

SONUÇ

1918 yılında, yaklaşan yenilginin farkında olan ittihat ve Terakki Cemiyeti hem başkentte hem taşrada ulusal bir direniş hareketini örgütlemeye yönelik ilk adımları attı. Bunu iki düzeyde gerçekleştirdi: Gizli olarak, bir yeraltı ağı oluşturdu ve açık olarak, Türkiye'deki kamuoyunu uyarmaya ve barış konferansında Türk ulusunun haklarının tanınmasına yönelik siyasal örgütler kurdu.

Gizli örgütlenmenin başlıca aracı, bugüne kadar ulusal direniş hareketindeki önemli rolü göz ardı edilmiş olan Karakol Cemiyeti idi. 1918 Ekim'inde İttihatçı lider kadronun kurduğu bu örgüt, eski ittihatçıları çatısı altında topladı, direniş şebekeleri kurdu ve Anadolu'ya adam ve malzeme kaçırdı. Bu iş için, Enver'in 1914'te kurduğu Teşkilât-ı Mahsusa'nın kaynaklarından ve uzmanlığından geniş ölçüde yararlandı. ittihatçılar siyasal düzeyde, eski İTC'nin doğrudan devamı olan siyasal partiler (Teceddüt Fırkası, Osmanlı Hürriyetperver Avam Fırkası) ve İTC'yle güçlü bağları olan kültürel ve sosyal örgütler aracılığıyla kamuoyunu  harekete geçirmeye çalıştılar. İttihatçıların ve başkalarının ulusal bir siyasal cephe oluşturma girişimleri, İttihatçı karşıtı Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın, eski İTC üyeleriyle işbirliği yapmayı reddetmesi yüzünden sonuçsuz kaldı.

Anadolu ve Trakya vilayet merkezlerindeki İTC yerel şubeleri, çoğu zaman başkentteki bölgelerinin mebuslarıyla yakın işbirliği içinde, ulusal ajitasyonu başlattılar. Bu, ilk direniş merkezleri olan Kars, Trabzon, Erzurum, İzmir ve Edirne'de böyle olmuştur. Ulusal eylemciler Birinci Dünya Savaşı'nın son evresinde Teşkilât-ı Mahsusa'nın yaptığı gizli silah ve malzeme depolarından yararlanabilirlerdi, gerçekten yararlanmışlardır.

1 Mart 2024 Cuma

Zerdüştiliğin Önemli Metinlerinden Ardavirafname'de Ensest İlişki, Akraba Evliliği Meselesi

 

Ardâvî­râf, Mezdiyesnâ din adamları ve mûbedler üst kurulu tarafından seçilerek dinsel konulara dair birtakım bilgiler getirip dindaşları­na sunması amacıyla metafizik evrenin cennet, cehennem ve araf denilen bölgelerine, bir başka ifadeyle “diriler dünyası”ndan “ölüler diyarı”na gönderilmiş bir kutsal, bir azizdir.

 


Ardâvîrâf’ın yedi kız kard
eşi vardı ve bu yedi kız kardeş onun hanımları gibiydi. Onlar Avesta’yı ezbere biliyor, yeşt ve dua okuyorlardı. Bu olayı duyduklarında kabul etmek onlara çok ağır geldi. Ağlayıp feryat ettiler. Mezdiyesnâ yüksek konseyine çık­tılar. Selam verdiler ve kurul üyelerinin huzurunda ayakta dua etti­ler. 

Yalvararak şöyle dediler: “Bu işi yapmayın ey Ahura Mazda’ya inananlar! Çünkü biz yedi kız kardeşiz ve bir tek erkek kardeşimiz var. Yedi kız kardeş de o erkek kardeşimizin eşleriyiz. Bir çatının yedi direğinin altında temel olan tek sütun kaldırılır­sa bu yedi direk yıkılır. Biz yedi kız kardeşin tek bir erkek kardeşi var. Hayatımız onun yaşamasına bağlı ve bizim koruyucumuz o! Bize tanrıdan ve kutsallardan sonra her iyilik ondan gelir. Siz, onu zamanı gelmeden önce bu diriler şehrinden o ölüler diya­rına gönderiyorsunuz! Bize sebepsiz yere zulmediyorsunuz!

Ahura Mazda inanırları bu sözleri duyduklarında yedi kız kardeşi ikna ederek rahatlattılar. Ardından da, “Biz Vîrâf ı tam yedi gün sonra size sağ salim teslim edeceğiz, bu kutlu ad da onun ola­cak” dediler.  Bunun üzerine kız kardeşler ile kurul üyeleri an­laştılar.

 

 Ardavirafname. Çeviren Nimet Yıldırım, s. 79-80. Pinhan Yayıncılık. 2011/1.

 NOT: Aynı adet, İlkçağda, başka halklarda da görülmektedir. 

 ------------------------------


Yayının Giriş (Ardaviraf ve Eseri Hakkında) kısmında yer alan aynı konuyla ilgili açıklama bölümünden bir alıntı...


"a k r a b a l a r l a  e v l e n m e : Avesta’da xvaetvadada, Pehlevicede  xvetökdas,  xvedö-das ve benzeri şekilleriyle bilinen sözcük terim olarak “yakın ve kan bağı olan akrabalarla evlenme” anlamını ifade eder.

Zerdüşt dinsel kitaplarında, yakın akrabalarla evlenmenin çok sevap kazandıran bir gereklilik ve yükümlülük olmasının ya­nı sıra çok yararlı bir evlilik türü olduğu, bunu terk etmenin hem dünya hayatında hem de ölüm sonrası hayatta insanı büyük cezalarla karşı karşıya getireceğine inanılır. Mînû-yi Hired'e göre, yakın akraba evliliğini yapmayan büyük günah işlemiş ka­ul edilir. Guzîdehâ-yi Zâtsperem'e göre, bu evlilik türü nesli devam ettirmenin en iyi yolu olarak ifade edilir. Eski İran’da Zerdüşt inanışının egemen olduğu çağlarda yakın akrabalarla evlenmek nesli devam ettirmenin iyi yolu olarak kabul edilir ve güzel gelenekler arasında yer alırdı.

3 Ocak 2024 Çarşamba

YAVUZ SELİM HALİFELİĞİ DEVRALDI MI?

 

FARUK SÜMER

Son Osmanlı Halifesi ve kızı

M. Le Baron C. d'Ohsson'un tanınmış iki eserinden birinin Tableau general de l'Empire Othoman (Osmanlı imparatorluğunun genel tablosu) olduğu malumdur.  Yedi ciltten müteşekkil olan bu eserin ilk cildi 1788 de yayınlanmış, son cildi ise ancak 1824 yılında çıkabilmiştir. Müellifin bu eseri bilhassa Osmanlı devletinin teşkilatı, müesseseleri ve gelenekleri ile XVIII. Yüzyıldaki kibar halkın yaşayışı konularında değerli bir kaynaktır. Çünkü, Ermeni asıllı olan Baron d'Ohsson İstanbul’da doğmuş, büyümüş, yine orada İsveç maslahatgüzarı olarak vazife görmüştür. D'Ohsson eserinin I. cildinde İslam dininin esasları hakkında bilgi verirken imâmet meselesi üzerinde durmuş ve bu arada şu sözlere de yer vermiştir:

 “Her zaman bütün Arab oymaklarının en asili sayılmış olan Kureyşliler’in, en eski ortak ataları Fihr-Kureyş’tir. Yerli müellifler onu İbrahim’in oğlu İsmail’den indirirler. İşte Muhammed bu oymağa mensup dedesinin babasının adıyla anılan Hâşim kolundan dünyaya gelmiştir. Bu aileye ait soy kütüğünde görüleceği gibi, ilk halîfeler ile Emevî ve Abbasiler, farklı kollardan olmak üzere Fihr-Kureyş’den inerler.

Halbuki Osmanlı hânedanı halifelik (imamet) hakkına sahip olmak için şeriatın istediği bu oymaktan gelmek şerefinden mahrum bulunmakta idi. Bununla beraber, şimdiki fakihlerin birlik içinde paylaştıkları görüşe göre 923 (1517) yılında Mütevekkil ‘Alal-lâh denilen Ebu Cafer XII. Mu­hammed, Selim’in şahsında hakimiyet süren bu hânedan lehine kesin ola­rak feragat ederek bu hak Osmanlı hânedanına kazandırılmıştır. Bu, Ab­basî halîfelerinin sonuncusu idi. Mısır’da Çerkeş Memlükleri’nin hakimi­yetini yıkan darbe Abbasî halîfelerinin de varlığına son vermiştir. Aynı yıl içinde Mekke şerifi Ebu’l-Berekât I. Selim’e tâbiliğini bildirmiş ve oğlu Ebu Numey vasıtasiyle bir gümüş tepsi içinde Mekke’nin anahtarlarını takdim etmişti.”

M. D’ohsson’un vermiş olduğu bu haber, bir hakikat gibi kabul edi­lerek, kendisinden sonra Avrupa ve Türkiye’de yazılmış olan eserlerde tek­rar edilmiştir.

Fakat Rus âlimlerinden W. Barthold, 1912 yılında yayımladığı bir makalede, bazı Türk kaynağı ile Mısırlı îbn İyas ve İbn Zünbül’e dayana­rak Yavuz’un halifeliği el-Mütevekkil ‘Alal-lâh’dan devralmadığını ortaya koymuştu. [3]

Barthold’un bu mütalâası tam bir tasviple karşılandı ve halifeliğin devralındığı haberi Avrupa ilim âleminde, geniş ölçüde veya tamamıyla değerini kaybetti. Bu arada Alman âlimlerinden C.H.Beckerde Bart­hold’un mütalâasını da teyid eden halifeliğin tarihi hakkında uzunca bir makale yayımlamıştır[4]

Ülkemize gelince az yukarıda işaret edildiği gibi, orada da D’Ohsson’un verdiği haber en küçük bir şüpheye yer verilmeden benimsenmiş[5] ve adları geçen incelemeler yayımlandıktan ve muhtevaları tanındıktan sonra da benimsenme devam etmiştir. 1990-1991 yıllarında yayımlanan eserlerde de hâlâ Yavuz’un halifeliği devraldığından söz edildiğinin görülmesi, konunun bir mütehassısça ele alınıp Türk aydınlarına gerçeğin ne olduğunu geniş ve açık bir şekilde anlatmasının gerekli olduğunu orta­ya koymuştur.

Fakat H. Edhem Eldem sonra başka bir kitabında Yavuz Selim’in halifeliği devralma­dığını, esasen buna da ihtiyaç olmadığını açıkça yazmış ve bu devralma rivayetine inandık­ları için Tarih-ı Enderun müellifi Ata’yı, Müverrih Hayrullah Efendi ile Vatan Şâiri Namık Kemal’i tenkid etmiştir (Mısır’ın son Memlûk sultanı Melik Tumanbay II. adına Çorlu’da bulunan bir kitabe, İstanbul, 1935, s. 37-46).

İşte bu makale sadece bu düşünce ile kaleme alınmıştır. Değilse halifelik, yakın ilgi sahama giren bir konu değildi. Olmamış bir hadisenin olmuş gibi anlatılmakta ve yazılmakta devam etmesi gerçeği yakından bilen bir tarihçi olarak beni daima rahatsız ediyordu.