31 Aralık 2021 Cuma

Türk Siyasal Düşüncesinin Son Yüz Yılında Üç Ana Yönelimin Ortak Çıkmazı Dogmatizm[1]

 

Türkiye yüz yıldır, sırasıyla İslâmcı, Pozitivist-Batıcı ve Sosyalist olmak üzere üç düşünce ikliminde yaşamıştır dersem, sanırım, çok yanlış bir genelleme yapmış olmam. Bunların bağdaşmaz olduk-larını, birbirleriyle eşit ağırlık taşıdıklarını, Türk düşüncesinin bu evrelerden birini tamamladıktan sonra ötekine girdiğini, üçünün benzer ölçülerde yaygınlık kazandığını, yüz yıldan beri başka hiç-bir düşünce akımı doğmadığını söylemek istemiyorum. Yalnızca, bunları ana yönelişler olarak ayırmak bana önemli göründü.

Türk düşüncesi, en azından yüz yıldır, hemen hiçbir alanda gerçek anlamıyla yaratıcı olmamıştır –ne özgün bir kuramsal yapı ortaya koyabilmiş, hatta ne de yabancı kökenli bir düşünceyi yerli koşullara uyarlamakta ciddî bir başarı gösterebilmiştir. Aydınlarımız genellikle, epigon[2] olmaktan ileri gidememiştir.

Bu iki tespiti şöyle bağlayacağım: Çağdaş Türk düşüncesindeki üç ana akım içinde, dogmatizm ortak bir parantez meydana getirmektedir. Düşünürlerimizin benimsedikleri görüşlere dogmatikçe bağlanmaları, eleştirici ve dolayısıyla yaratıcı olmamalarına yol açmıştır. İşte, burada savunmaya çalışacağım tez, en sivri bir biçimde böyle özetlenebilir.

Hemen söyleyeyim ki, bu bir çeşit özeleştiridir. Bununla, Türk düşüncesine karşı haksızlık etmeyi amaçlamıyorum. Hatta nedenini ve çarelerini araştırarak dogmatiklikten kurtulabileceğimiz gibi, safdilce bir umudum da var.

Önce, dogmatizmden ne anladığımı açıklamaya çalışayım.

8 Aralık 2021 Çarşamba

Jean Genet ve Dışlanmışlar..

 

Genet'nin en popüler oyunları olan Hizmetçiler ve Sıkıgözetim'de çelişik duyguların, keskin ikilemlerin ve kimlik bölünmelerinin yansımalarını görü­rüz. Bu oyunların kurgulanışı "gerçekçi" bir anlatımın tamamen dışındadır.

Daha ziyade anlatım, yoğun bir duygusallığın üzerine kurulur: Nefret ve im­renme duygularının tasviri, "marjinal" figürler, sapkınlar, yeraltına kapanmış suçlular, muhalifler; hapishaneler ve kerhaneler gibi göstergeler yığını içinde algılanır. Bunlar, Genet'nin dışlanmışlığın söylemini sabit mekânlara konum­landırdığı "kurumlardır". Genet'nin "işaret"lerinin (anlamının) oynaklığı ve boşluğu vahşet ve saldırganlık içeren bir belirsizlik atmosferini de beraberinde getirir. Böyle bir atmosferde beliren çelişik, uyumsuz, eğreti biçimlerin tümü derinden derine rahatsız edici bir şiddet hissettiren uyumlu bir yapıya dönüşür.

Jean Genet'nin gençlik hali

Açıkça görülmeyen ve varlığı oldukça keskin bir biçimde hissedilen şiddet at­mosferi seyirciyi rahatsız eder veya çileden çıkartır, onlara kendi kimliklerini huzurla sabitledikleri alanın oynaklığını hissettirerek korku ve huzursuzluk ya­ratır, utanç ve infial duyguları uyandırır. Genet'nin "ifade biçimi" için nispe­ten "absürd" diyebiliriz çünkü bu ifade biçimi alışık olduğumuz herhangi bir mantık dizgesine oturmayabilir.

Genet'nin anlatımı, Kartezyen (Descartçı) fel­sefenin rasyonel mantığına tamamen ilgisizdir. Dönüşümlü kompozisyon bi­çimleri, parçalama ve dağıtma teknikleri, sunuş biçimleri arasında sık sık gidip gelmeler, bir metaforlar yığınını seyircinin tahayyülüne meydan okuyan bir şe­kilde yapılandırır. Anlamın tezahürü, bilinçli bir temsil etme istemi sonucu ol­maz. Genet'nin "mantıklı olmak" ve/ya "anlamlı olmak" gibi bir kaygısı yok­tur. Öte yandan, istemsiz ve gelişigüzel olmakla beraber, Genet belli bir nokta­da kendi toplumdışı olma hayalini yücelterek bir şekilde bir anlam ya da karşı anlam yaratır ki, bu da, Genet'nin karşısında olduğu kutsal toplumun kendisi­ne bakışını doğrulamasını, onların "toplum", kendisinin de "dışı" olduğunu kabullenmesini, meşrulaştırmasını getirir. Bu nedenle uçuşup duran metaforlar ve işaretler, bir nefret, hâkimiyet kurma ve öldürme İsteği ile yerlerini bulur ve anlam kazanırlar. Bu tamamen aşağılanmayı kabulleniş ile birlikte gelen saldır­ganlıktır. Sıkıgözetim adlı oyunun içeriği, genel olarak bir cinayet ideali ve ha­pishane olgusuna farklı bir bakış olarak değerlendirilebilir. Genet ilk oyunla­rında iğrenç ve "yasaklanmış" üslupları kullanarak kendi varoluşunun anlamını bir zamana ve mekâna "kapatmak" istemiştir ve her defasında bu "kapatma­nın" imkansızlığı ile yüzleşmek zorunda kalmışar. "Dışlanmış", "toplum dışı" olmanın iç yapısını anlamak açısından Genet'nin oyunlarına bir göz atmakta fayda görüyorum.

28 Kasım 2021 Pazar

Panoptikon, Panoptisizm

 

Panoptikon, İngiliz sosyal teorisyen ve filozof Jeremy Bentham tarafından 1780'lerin sonlarında geliştirilen bir hapishane modeliydi ve daha sonra dünya çapında hapishane tasarımı ve inşasında uygulandı.[1] Panoptikonun tasarımı, her şeyin (pan) her an görülebileceği ve gözlemlenebileceği (opticon) şekildeydi. Bir sosyal teori olarak panoptisizm, 1970'lerde güç, gözetleme ve toplum arasındaki ilişkileri teorileştirmenin bir yolu olarak ortaya çıktı. Michel Foucault'nun ünlü Disiplin ve Ceza kitabından oldukça etkilenen panoptisizm, gözetim ve iktidarın yakından iç içe geçtiğini ve teknolojik icatlarla bağlantılı belirli prosedürler ve aygıtlar aracılığıyla tezahür ettiğini iddia eder. Panoptisizm, bu prosedürlerin, aygıtların ve teknolojilerin nihayetinde toplumu disipline etmeye hizmet ettiğini ve gözlem yoluyla kafa karışıklığını ortadan kaldırdığını savunur.

hapishanenin görüntülerini Fotoğrafçı Romain Veillon çekmiş.


Bentham'ın Panopticon'u

Bentham, yaşamı boyunca yaptığı çalışmaların çoğu sosyal reform ve faydacılığın ortaya çıkışı etrafında dönse de, en çok panoptikon hapishane modelinin geliştirilmesiyle ünlüdür. Panoptikonun temel tasarım modeli, yapının merkezinde, çevredeki tüm mahkûm hücrelerinin gözlemlenip not edilebileceği bir kule öngörüyordu; bu kule de yapının geri kalanından daha karanlık tutulmuştur. Bentham, bu tasarımın sadece sürekli gözetimi sağlamakla kalmadığını, aynı zamanda mahkûmlara sürekli gözetleniyormuş gibi hissettirdiğini, böylece bireyleri iletişime katılanlar yerine gözetim nesnelerine dönüştürdüğünü kaydetti.

Merkezi gözetleme kulesinin etrafındaki dairesel hizalanmış hücreler, gardiyanın her yerde bulunmasına ya da en azından öyleymiş gibi görünmesine izin veriyordu. Mahkûmların bu sürekli gözetim altında olma hissi ve gardiyanın her yerde hazır bulunma duygusu, gücün mahkûmların günlük yaşamlarına nasıl sızdığının bir örneğidir. Foucault'nun odaklandığı şey tam da bu endişedir.

24 Kasım 2021 Çarşamba

Epistemoloji: Ne Bildiğinizi Nasıl Biliyorsunuz?

Kenneth L.  Feder 


Şeyleri Bilmek

Epistemoloji kelimesi, bilginin incelenmesi anlamına gelir - ne bildiğini nasıl biliyorsun. Bunu düşün. Herhangi biri bir şeyin doğru veya gerçek olduğunu nasıl bilebilir? Arkeolojide veya başka herhangi bir bilgi alanında gerçeği fanteziden nasıl ayırt ederiz? Herkes bir şeyler biliyor, ama bunları gerçekten nasıl biliyoruz?

Burada on yedinci yüzyıldan kalma bir gravürde tasvir edilen "Lamia"nın gerçek bir yaratık, memeli ve balığın ve görünüşe göre erkek ve dişinin iğrenç bir bileşimi olduğu varsayılmıştı. İnsanlar aslında Lamia'yı gördüklerini iddia ettiler. 

Örneğin, sizden “dünyanın en yüksek dağı” adını vermenizi istediğimi varsayalım. Çoğunuz, eminim ki, Tibet'in yerli halkının Chomolungma (Evrenin Tanrıçası) dediği dağa Batılı bir isim vererek, "Everest Dağı" cevabıyla kendinden emin bir şekilde yanıt verirsiniz. Çoğu insan Everest'in "dünyanın en yüksek dağı" olduğunu bilir ve bazılarınız yüksekliğinin deniz seviyesinden yaklaşık 29.035 fit (8.850 metre) olduğunu bile biliyor olabilir. Bununla birlikte, Everest'in zirvesi dünyadaki en yüksek noktayı temsil etse de, bir dağın yüksekliğini "deniz seviyesinin üstü" yerine tabandan zirveye olan mesafe olarak tanımlarsanız, bunun gezegenimizin en yüksek dağı olmadığını biliyor muydunuz? Bu ayrım, zirvesi tabanından 33.476 fit (10.203 metre) daha yüksek olan, su altında derin ve dolayısıyla deniz seviyesinin çok altında bulunan Hawaii'deki bir dağ olan Mauna Kea'ya aittir. Mauna Kea, aslında, Everest'ten 1.441 fit (1.354 metre) şaşırtıcı bir şekilde daha uzun.

Her ne kadar “en yüksek dağ” olarak tanımlasanız da gerçek şu ki hiç Tibet'e ya da Hawaii'ye gitmedim. Everest'i kesinlikle ölçmedim; aslında görebildiğim tüm dağların üstünde olduğumu doğrulamak için zirvesine tırmanmadım. Bu nedenle, Everest veya Mauna Kea ile karşılaştırmak için diğer yüksek zirvelerin hiçbirini ölçmedim. O halde en başta, hangisinin daha az veya en yüksek dağlar olduğu hakkında bir şeyi nasıl bilebilirim?

 Mauna Kea

Dağlar konusunda Connecticut'ın kuzeybatı köşesindeki Ayı Dağı'nın tepesinde harap bir taş anıt var. Anıt on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru inşa edildi ve eyaletteki “en yüksek zemini” işaret ediyor  Anıt, bu en yüksek ve uğurlu zirveleri anmak için inşa edildiğinde - dağın tamamı deniz seviyesinden 2.316 fit (706 metre) yüksekliktedir - insanlar bunun eyaletteki en yüksek nokta olduğunu biliyorlardı ve bu gerçeği anıtla belirtmek istediler.

22 Kasım 2021 Pazartesi

AY'DAKİ ADAM, MARSTAKİ YÜZ

 Carl Sagan


By NASA *
Mars Reconnaissance Orbiter'ın HiRISE kamerasıyla "Face on Mars" (2007) görüntüsü
Sağ alt köşedeki Viking Orbiter görüntüsü (1976).

Her bilim dalı için söz konusu ayrı bir sahte bilim bulunuyor. Jeofizikçilerin düz Dünyaları, çukur Dünyaları, sürekli batıp çıkan karaları yerine oturtmak için durmaksızın inip kalkan baltaları olan Dünyaları, deprem kâhinleri; botanikçilerin tutkulu duygusal yaşamları yalan dedektörleriyle izlenebilen bitkileri; antropologların hâlâ yaşayan maymun-adamları; zoologların soyu tükenmiş dinozorları; evrimci biyologların böğrüne çökmüş İncil uzmanları; arkeologların antik astronotları, eski Cermen ve İskandinav uygarlıklarından kalma dövme demir yazmaları, sahte heykelleri; fizikçilerin devridaim makineleri, göreliliğin yanlış olduğunu iddia eden amatörler ordusu, hatta soğuk füzyonları; kimyacıların ise hâlâ simyası vardır. Ruh çözümlemesi ve parapsikoloji ruhbilimcilerin başının derdi. Ekonomistler, uzun vadeli ekonomik tahminle uğraşıyor. Meteorologların, (uzun vadeli iklim tahmini başka bir konu olmasına karşın) Güneş lekelerine dayanılarak hazırlanmış Farmer's Almanac (Çiftçinin Yıllığı) gibi uzun vadeli hava tahminleri bulunuyor. Gökbilimin kökeni sayılan, bugünse en başta gelen sahte bilimsel versiyonu olan yıldız falcılığı olabildiğine yaygın. Bu sahte bilim örnekleri kimi zaman birleşerek ortalığı iyice karıştırıyor (Atlantis'in gömülü hazinelerini aramak için telepati kullanılması ya da yıldızlardan ekonomi tahminleri gibi).


Bilinen en eski devridaim makinesi 1150 yılında Hint matematikçi ve gökbilimci Bhāskara'nın geliştirdiği dişli çark sistemidir. Devridaim makineleri termodinamiğin birinci ve ikinci yasalarına aykırıdır. [1]


Ben asıl olarak gezegenler üzerinde çalıştığını ve dünya dışı yaşam olasılığı üzerinde durduğum için, kapımın önüne park eden sahte bilim arabaları genellikle diğer dünyalar ve günümüzde artık sözlüklerimize bile girecek kadar sıklıkla kullandığımız "uzaylılar"la ilgili oluyor. İzleyen sayfalarda, yeni ve bazı bakımlardan birbiriyle ilintili iki sahte bilimsel öğretiyi konu edinmek istiyorum. Bu iki öğreti, insanın algısal ve bilişsel yetersizliklerinin, son derece önemli konularda yanılgıya düşülmesine yol açabileceği olasılığı üzerinde duruyor. İlki, Mars'ın kumları arasından dev bir taş-yüzü çağlardır ifadesizce bize bakmakta olduğunu öne sürüyor. İkincisi ise uzak dünyalardan uzaylıların Dünya'ya sonuçsuz kalan ziyaretler yaptıkları yolunda.

19 Ağustos 2021 Perşembe

Millî Tarih ve Devlet Mitosu

 Tanıl Bora

 


Devlet Mitosu
 adlı ünlü eserinde Ernst Cassirer[1], siyasal düşüncede devlet telâkkisini, mitsel[2] düşüncenin Aydınlanma akılcılığına ayak direyen mirasının önemli bir hücresi olarak teşhis eder. Romantizmin tarihe (bir “şanlı geçmişe”) olan derin tutkusu ve Hegel’de doruğuna varan modern metafizik düşünce eşliğinde, Devlet kavramı, 20. yüzyıl modernizminin mitos üretiminde ayrıcalıklı bir mevkiye gelmiştir. 1. Dünya Savaşı sonrası Batı toplumlarını saran gelecek ve anlam bunalımı, devlet mitolojisine ve bu mitolojiyi kitleselleştiren faşizme yatak açmıştır.

Türk modernleşmesinde de, Cassirer’in ikiliğini (onun rasyonalizmi ‘katıksız’ algılayışını bir yana bırakarak) kullanırsak, rasyonel düşünce-mitsel düşünce çatışmasında devlet kavramı kritik bir yerde durur. Türk milliyetçiliğinin modern ulus-devleti inşâ sürecinde Aydınlanmacı ideallerin en ‘pürüzsüz’ göründüğü evrede bile, mitsel (ve kutsallaştırıcı) düşüncenin etkisi güçlüdür. Mitsellik veya kutsallık, tarihe bakışta, tarihin mitolojikleştirilmesinde kendini bariz biçimde gösterir. Mitosun çekirdeği, devlettir. Türklüğün tarih içindeki tözü, Türk nomos’u[3] olarak telâkki edilen Töre, ezelden gelip ebede giden bir varlık gibi düşünülen “Türk Devleti”nde cisimleşir. Şu ‘Atatürk sözü’, zımnen neredeyse devletin millete takaddüm ettiği kabulünü içeren bu tasavvurun özeti sayılabilir: “...çok derin geçmişlerde bile Türk milletini benliğinden çıkaran bir teşkilat vardı ki ona devlet veya hükümet teşkilatı derlerdi.” (Söylev ve Demeçler’den aktaran Atatürkçülük: 27) “Türk Devleti”, böylelikle, başka devlet yapılarıyla karşılaştırılması pek anlamlı olmayan, devlet yapılarını tahlil etmeye yarayan genel kavramların yetersiz kalacağı, biricik bir vaka gibi düşünülür. “Türk Devleti” teriminin, örneğin Türk Tarihinin Ana Hatları - Methal’de ve birçok metinde, isim haliyle, bir “nitelik” gibi anılması bu düşüncenin yansımasıdır. Cumhuriyet ideologlarından Necmeddin Sadak, Sosyoloji (1937) kitabında, “her devletin bir beşeri ideali, tarihine, mizacına göre bir anlayışı vardır” der. (12 Eylül sonrasında Genelkurmay’ca bastırılan Atatürkçülük kitap dizisinde de “Türk devletinin ilkelerinin taklit olmadığı” vurgulanacaktır.) Türkçü literatür de Türk devletinin kuramının da kendine özgü olduğunu söyler. (örn. M. Niyazi)

Söylemeye gerek var mı: Cumhuriyetin kuruluş dönemindeki bu tarihsel devlet mitosu, doğrudan doğruya güncel devlet mitosunun inşâsına dönük bir pratiktir.

Baştan vurgulamamda yarar var: Mitos kavramını seçmekle, tarihsel vakalar ve verilerin ötesinde, bu vakaların ve verilerin tahayyül edilme, anlamlandırılma biçimleri üzerinde duracağımı vurgulamış oluyorum. Eski Türk devletlerinin mâhiyetini değil, bunlarla ilgili tasavvurları tartışıyorum. Yaptığım, amatör bir tarihçilik bile değil, bir ideoloji tarihi okuması.

Türk millî tarihçiliğinde Devlet Mitosunun inşâsını ele alırken, öncelikle cumhuriyetin kuruluş dönemini, yani resmî millî tarihi, “Türk Tarih Tezi”ni[4] esas alıyorum. Resmî tarihin oluşum sürecini sanırım iki evreye ayırabiliriz: Doruğunu 1. Türk Tarih Kongresi’nin (1932) oluşturduğu “romantik” denebilecek evre ile; 2. Türk Tarih Kongresi’nden (1937) başlatabileceğimiz, 1950’lere kadar uzanan ikinci evre. İlk evrede kadim Türk tarihinin idealleştirilmesi ve etnisist bir tarihçilik hâkim. İkinci evrede ise tarihsel mitos üretiminde bir “durulma” söz konusu; mamafih Devlet Mitosu tahkim ediliyor ve ilk evrede üzerinden atlanan Osmanlı tarihi daha fazla içeriliyor.

Resmî millî tarih hikâyesi ve Türk Tarih Tezi, 1930’lardaki enerjikliğinden ve iddialılığından kaybetse de, temel kalıpları ve kurgusu itibarıyla bugünlere kadar devretmiştir. Gerek devletin “sahibi” kabul edilen “çekirdek devlet” kurumlarının, başta TSK/MGK’nın ideolojisinde, gerekse ilk-ortaöğretimde ve popüler tarih algısında, bütünlüklü bir şekilde vaz’edilmese de Türk Tarih Tezinin temel kaziyeleri [5] geçerliliğini koruyor. En azından Devlet Mitosuyla ilgili olarak bunu söyleyebiliriz. Ayrıca, resmî tarihten ayrışan Türkçü-Turancı ve milliyetçi-muhafazakâr tarih mitolojileri de, hem tematik yönünden hem de temel karakteristik kalıplar yönünden aynı anlayışı sürdürmüşlerdir.[6]

Kullandığım malzeme, kimi temel resmî tarih metinlerinin yanısıra, yaygın kabul görmüş popüler metinler ve siyasal-ideolojik metinlerdir.

15 Ağustos 2021 Pazar

Bedrettin Cömert

saygıyla..

Bedrettin Cömert
Öldürüldüğünde sadece 38 
yaşındaydı

1. Yazı: Biyografik Tanıtım

Bedrettin Cömert; 27 Eylül 1940 tarihinde Vezirköprü'de doğdu. İlkokuldan sonra, altıncı ve yedinci sınıfları, Kangal ve Gürün'de okudu. Yoksulluk çekerek büyü­yen Bedrettin ortaokul üçüncü sınıftan başlayarak Sivas Lisesi’ne geçti, parasız yatılı sınavını kazanmış ve orta eğitimini güvence altına almıştı artık.

Bedrettin Cömert lisede okurken gerek düz yazı gerekse şiir olarak edebiyatla uğraşmaya başlamıştı. Bu yıllarda yazdığı ilk şiirleri Varlık dergisinde yayınlandı. 1960 yılında Liseyi bitirdi ve bir devlet bursunu kazanarak İtalya'ya gitti. İtal­ya'da ilk iki yıl Perugia Yabancı Üniversitesi'nde İtalyanca ve Latince okudu. Daha sonra Roma Üniversitesi İtalyan Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girdi. 1965 yılında Maria Augostino ile evlendi. 1966 yılında büyük oğlu Ergun doğdu. Bir yandan Türk edebiyatında yapıtlar vermeyi sürdürürken bir yandan da 1967 yılında Roma Üni- versitesi'nden lisans diplomasını aldı. 1970 yılında Türkiye'ye dönen Bedrettin Cömert, Haziran ayında Hacettepe Üni­versitesi Sanat Tarihi Bölümü’ne asistan olarak girdi. Burada Sanat Tarihi ve Estetik konularındaki çalışmaları yürütürken, 1971 yılında Roma Üniversitesi Felsefe Ensti- tüsü’nde, "Son Elli Yılda Türkiye'de Sanat Eleştirisi" konusundaki tezi ile estetik doktoru derecesini aldı. 1972 yılında Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nde Öğretim Görevliliğine atandı. 1973 yılında küçük oğlu Kemal doğdu.

Sanat Tarihi konusundaki araştırmalarını, edebiyat ve eleştiri çalışmaları ile bir­likte sürdüren Bedrettin Cömert, ikinci doktorasını, Hacettepe Üniversitesinde verdi. "Giotto ve San Francesco Geleneği" konusunda yaptığı tez ile Sanat Tarihi doktoru da oldu. Aynı yıllarda, Türk televizyonu için "Leonardo da Vinci" adlı yapıtı çevirmişti.

27 Temmuz 2021 Salı

Pompeii'nin Son Günleri

 C.W Ceram 

Pompei'nin Son Günleri
Ressam Karl Briullov

İsa'nın doğumunun 79. yılı Ağustos ayında, daha önceleri de sık sık olduğu gi­bi Vezüv'ün patlayacağını anlatan ilk belirtiler görüldü. Fakat ayın 24'ünde, o za­mana dek hiç görülmedik bir felaketin başladığı açıkça anlaşıldı.

Korkunç bir gök gürlemesi ile dağın tepesi yarıldı. Fıstık ağacı biçiminde bir duman gök kubbesine yayıldı. Gümbürtüler ve çakan şimşekler arasında bir taş ve kül yağmurudur boşandı, güneşi kararttı. Kuşlar havadan ölü düştüler, insan­lar bağrışa çağrışa kaçıştılar, hayvanlar öteye beriye sokuldular, bu arada, gökten mi, yerden mi geldiği bilinmeyen seller yolları bastı.

Her iki kent güneşli bir günün sabah çalışmalarına dalmıştı. Onların so­nu iki türlü oldu. Küller, sel gibi bir yağmur ve lavdan oluşan bir çamur yığını Herculaneum'un üzerine yuvarlandı, caddelere ve sokaklara doldu, yükseldi, büyüdü, damları örttü, pencere ve kapılardan içeriye taştı, kenti, bir süngeri su­yun doldurduğu gibi doldurdu ve onu, çarçabuk kaçarak kurtulanların dışında ne varsa hepsi ile birlikte örttü.

Pompei'nin sonu başka türlü oldu. Buraya önünden kaçmaktan başka görü­nür çıkar yolu olmayan bir çamur seli gelmedi, önce hafif bir kül yağmuru baş­ladı. İnsanın üzerinden silkeleyebileceği gibi bir kül yağmuru ardından lapil­li[1] yağdı, sonunda her biri birkaç kiloluk süngertaşı parçaları da araya karıştı.

Ancak yavaş yavaş tehlikenin büyüklüğü ortaya çıktı ama o zaman da artık iş iş­ten geçti. Kükürt buharları yere çöktü, bütün aralıklar ve deliklerden sızdı, gittik­çe güç, daha güç soluk alabilen insanların yüzlerine sardıkları bezlerin altına dol­du. Kurtulmak ve hava alabilmek için dışarı fırlarlarsa başlarına lapilliler öyle sıkı yağıyordu ki, dehşet içinde geri çekilmek zorunda kalıyorlardı. Ama daha evlerine girer girmez tavan çöküyor ve onları altına gömüyordu. Bazıları kısacık bir sü­re için kurtuldular. Merdiven direklerinin ve revakların[2] altında korku içinde ya­rım saatçik büzülüp kaldılar. Sonra kükürt buharları usul usul, sürüne sürüne gel­di, bunları da boğdu.

16 Temmuz 2021 Cuma

Roma'nın İlk "Soysuz" İmparatorları; "Toplumlar, Ölü Balıklar Gibi Baştan Ayağa Doğru Bozulur!"

 "Balık Baştan Kokar"


Tiberius'un imparatorluğunun kontrolünü prefect Lucius Aelius Sejanus'a bırakarak hayatının son 

dönemlerinin çoğunu geçirdiği Capri'deki Villa Jovis'in kalıntıları.


Toplumların, ölü balıklar gibi baştan ayağa doğru bozulduğu söylenir. Gerçekten ilk imparatorların listesinde fazlasıyla soysuz vardır.

Augustus'un evlatlığı İmparator Tiberius (yönetim dönemi, MS 14-37), zalimliklerini ve sapıklıklarını uygulamak için erkenden Capri’ye çekilmiştir. Onun döneminde, öldüresiye çalışan muhbirlerin (delatores) alevlendirdiği kitlesel mahkûmiyetler modaya dönüşmüştür.

Caligula (yönetim dönemi MS 37-41), yaşadığı sürece kendisini tanrılaştırmış ve atını konsüllüğe atamıştır. Suetonius*[biyografi yazarı] "Üç kızıyla birden sırayla ensest yapmak onun alışkanlığıydı ve bü­yük ziyafetlerde karısı onun üzerine uzandığı zaman, o da kızlarını sırayla altı­na alırdı" der ve devam eder: "Dazlak ve köse olduğu için hangi koşulda olur­sa olsun keçilerden söz edilmesini en büyük suç ilan etmişti. Kendisine çok yakışacak bir şekilde, cinsel organlarına yönelik bir suikast sonucu öldürül­müştür.

Messalina ve Agrippina adlı iki katil kadınla evli olan Claudius (yöne­tim dönemi MS 41-54), mantar yemeğine karıştırılmış zehirli mantar sosuyla zehirlenerek öldürülmüştür.

Güzel sanatlara, lükse ve zevke düşkün İmparator Neron (yönetim döne­mi MS 54-68), başarısız bir suda boğma girişiminden sonra bıçaklayarak anne­sine tecavüz etmiştir. Teyzesini, çok kuvvetli bir müshil ilacı vererek, ilk karı­sını yanlış bir zina suçlaması üzerine, hamile ikinci karısını tekmeleyerek öldürmüştür. Suetonius  "Özgür doğmuş oğlanları ve evli kadınları iğfal et­mekle yetinmeyip, Ocak Tanrıçası Rahibesi Bakire Rubria'ya da tecavüz etmiş­tir" diye anlatır ve sürdürür; "Sporus adlı oğlan çocuğunu, hadımlaştırarak kıza dönüştürdükten sonra, onunla evlenmek için bütün Saray mensuplarının katıldığı, çeyiziyle, gelinliğiyle, duva­ğıyla tam bir evlenme töreni düzenledi; sonra onu eve getirdi ve bir eş gibi dav­randı. (...) Nero'nun babası Domitius da aynı tür bir eşle evli olsaydı dünya daha mutlu bir yer olurdu."  Nero, sonunda “Qualis artifex pereo” (İçimde ölen... Ne müthiş bir sanatçı!) sözleriyle intihar etmiştir.

15 Temmuz 2021 Perşembe

Avrupa'da Eski Roma'dan İtibaren İsim ve Soyadı Verme Geleneği

 


Klan ve aile, Roma'nın kişi adları sisteminin temelini oluşturur. Patrici  sınıfı üyesi bütün erkeklerin üç adı vardır. Praenomen veya birinci ad genellikle on iki adlık kısa bir listeden seçilir ve genellikle kısaltılmış olarak yazılır:

1.       C (G) = Gaius

2.       Gn = Gnacus

3.       D = Decimus

4.       Fl = Flavius

5.       L = Lucius

6.       M = Marcıus

7.       N = Numerius

8.       P = Publius

9.       (Q) = Ouintus

10.        R = Rufus.

11.        S = Sextus.

12.        T = Titus

Nomen kişinin klanını, cognomen ise ailesini yösterir. Dolayısıyla "C. Julius Caesar” Juliler klanından (gens), Caesar ailesinden (domus) Gaius demektir.

Aynı soylu klan üyesi bütün erkekler, aynı nomen (klan adı) paylaşırlarken, onların baba tarafından bütün erkek akrabaları da, hem aynı nomen’i hem de aynı cognomen’i (aile adı) paylaşırlar. Dolayısıyla herhangi bir anda, ortalarda dolaşan ve her biri ancak kendi praenomen’i ile ayırt edilebilen birçok Julius Caesar vardır. Ünlü generalin babası L. Julius Caesar'dır. Aynı ailenin birçok üyesinin üç adı da aynı ise ek sıfat  veya lakaplarla ayırt edilirler:

P. Cornelius Scipio Tribun. MÖ396-395

P. Cornelius Scipio Barbatus (Sakal) diktatör 306

P. Cornelius Scipio Asina (Dişi Eşek) konsül 221

P. Cornelius Scipio konsül 218  Africanus’un babası

P. Cornelius Scipio Africanus Major (Yaşlı Afrikalı 230-184) General konsül 205. 194 Hanninal’e karşı zafer kazandı

P. Cornelius Scipio Asiaticus (Asyalı) Africanus'un erkek kardeşi

P. Cornelius Scipio Africanus Minör (Genç Afrikalı) Africanus Major'un oğlu

P. Cornelius Scipio Aemilianus Africanus Minör Numantinus (Numanth MÖ 184- 129). Africanus Minör'ün kabul edilmiş oğlu. Kartaca’yı yıkmıştır.

P. Cornelius Scipio Nasica (Burun), konsül 101

P. Cornelius Scipio Corculum (Küçük Kalp), Pontifex Maksimus 150

Marius veya M. Antonius gibi pleblerin nomeni yani klan adı yoktur.

12 Temmuz 2021 Pazartesi

Göbekli Tepe Posteri

Tıklayarak büyütebilirsiniz. Bilim ve Teknik dergisinin 2014 yılında çıkardığı bir ek. Eğitimde ders aracı olarak kullanılabilir. Posterin incelenmesi ve buradan üretilecek sorularla etkili ve zevkli bir ders işlemek mümkün. 


Kaynak  https://ekitap.site/tr/details?no=42059&c=4u158

şu da kullanılabilir  https://ekitap.site/tr/details?no=165662&c=4100

21 Nisan 2021 Çarşamba

Domesday Book: "Kıyamet Kitabı"

 

Bayeux işlemesi üzerinde Hastings Muharebesi sırasında Harold'ın ölümünün resmedilmesi

İngiltere’de 11. Yüzyılın ortalarına kadar hükümranlık süren Kral Edward'in hiç çocuğu olmamıştı. Bu yüzden ülkenin çeşitli yörelerinde yaşayan pek çok soylu taht üzerinde hak iddia etmeye başlamıştı. Normandiya Dükü William bunlardan sadece biriydi.

Dar bir geçit olan Manş geçidi ile İngiltere'den ayrılmış olan Normandiya bir zamanlar Şarlaman tarafından yönetiliyordu. Ölümünden hemen sonra Avrupalıların İskandinav dediği kuzeyden gelen denizciler Normandiya'yı işgal edip, burada bir dukalık kurmuşlardı.

Aslına bakılırsa İskandinav kökenli William'ın taç için hiç umudu yoktu. Bu yüzden bereketli toprakları ve otlakları olan İngiltere'ye bir sefer düzenlemeye karar verdi. Gemiler yaptırdı, silah ve yiyecek toplattı, iyi şövalye ve okçulardan oluşan donanımlı bir ordu kurdu. Hazırlıklarını tamamlayan William, Manş'ı geçip, 1066 Eylülünde İngiltere'ye ulaştı. İki hafta sonra Hastings Limanı'nda İngilizlere karşı bir zafer kazandı. Böylelikle İngiltere'yi fetheden William, Fatih William şanıyla anılmaya başlandı.[1] Artık Fatih William adıyla İngiltere kralıydı. William başa geçer geçmez yerli halka toprak dağıttı. Kendisini kabul etmeyen tüm köylüleri de öldürttü. Ülkenin en verimli arazilerine el koydu. Ülkenin soylularını etrafına topladı. Böylece iktidarını sağlamlaştırmış oldu.

Krallıkta yaşayan herkes düzenli olarak vergi ödemekle yükümlü olacaktı. İnsanlar, ne kadar çok araziye sahipseler o kadar çok vergi ödemekle mükelleftiler. Ödenecek vergileri düzenleyebilmek için derhal işe başladılar. Öncelikle el koyduğu hazinenin ne kadar olduğunu ve kimlerden ne kadar vergi alacağını bilmek istiyordu.

25 Mart 2021 Perşembe

Fantastik Edebiyat ve Fantazi Edebiyatı Nedir?

[Yazar aşağıdaki metni, 1002. Gece Masalları'na sunuş olarak yazmıştır.]

Bülent Somay

SANIYORUM bu seçki Türkiye'de bir ilk: Fantastik öyküler derlemesi. Aslında başka dillerde de çok sık görülen bir şey değildir fantastik öykü derlemeleri; çünkü fantazi (kapı komşusu bilimkurgudan farklı olarak), öyküden ziyade romana yatkındır; koca bir dünya kurmak için yere ve zamana ihtiyaç vardır ne de olsa. Ancak bu seçkideki bütün öyküler, kabaca Tolkien ile başlatabileceğimiz Fantazi Edebiyatı kategorisine girmiyor. Öte yandan hepsinin ortak bir yanı var, o da anlatı yapılarının "fantastik" bir çekirdek çevresinde kurulmuş olması. Demek ki daha genel bir kategoriden, Fantazi Edebiyatını da içeren bir "Fantastik"ten söz ediyoruz burada.

Belki daha başta bir an durup "Fantazi Edebiyatı" ile "Fantastik" kavramını birbirlerinden tam olarak ayırmaya çalışmamız gerek: Fantastik, her zaman, her yerde, yazının ve konuşmanın söz konusu olduğu her durumda karşımıza çıkacaktır. Odysseus'un Sirenleri, Lukianos'un bilinmez denizlere yolculuğu, Gulliver'in akıllı atlan, Cyrano de Bergerac'ın güneşe ve aya gidişi, Doktor Frankenstein'ın yaratığı, Dorian Gray'in yaşlanan portresi, Doktor Jekyll'm Mr. Hyde'ı, Wells'in görünmeyen adamı, Gregor Samsa’ nın dönüştüğü böcek, her boy ve soydan vampirler, hortlaklar, hayaletler, bunların hepsi "Fantastik" kavramının çerçevesi içinde yer alırlar. Yazarın "bugün ve burada"sında deneyimle(ye)mediği, geçmiş bilgilerinden çıkarsayamayacağı, ancak varolan bilgiyi kendi hayal gücüyle harmanlayarak türetebileceği şeylerdir muhayyelenin yaratı(k)ları.

12 Şubat 2021 Cuma

Bilimsel Yöntem

 Brian Cox (Manchester  Üniversitesi Fizik Profesörü)



Rivayete göre, 1612 yılında bir gün İtalyan biliminsanı Galileo, Pisa Kulesi'nin tepesine tırmanıp iki cismi oradan yere bırakmış ve çok farklı ağırlıklarda olmalarına rağmen bu iki cisim aynı anda yere düşmüş. Sarsıcı ve mantığa aykırı olan bu buluş, o zamanlar akade­mi dünyasına egemen olan Aristoteles öğretilerini tamamen çürüttü. 

Her ne kadar Pisa Kulesi hikayesi muhtemelen yüzlerce yıllık abartı ve süslemenin bir sonucu olsa da, Aristoteles'in yerçekimi­nin nasıl işlediğine dair görüşlerini çürütmek amacıyla Galileo'nun deneyler yaptığına şüphe yok. Bu durum Galileo'yu sonradan "Bi­limsel Yöntem" diye bilinecek alanda öncü haline getirmişti. Bilim­sel yöntem bir hipotezin kurulmasını, ardından bu hipotezi sınamak için deney yapılmasını ve nihayet deneyden çıkarımlara ulaşılmasını öngörüyordu. Bu yöntem, Aristoteles'in, gerçekliğin kusurlu dün­yasının soyut ideaların mükemmel dünyasıyla bir ilgisinin olama­yacağına inandığı için uzak durduğu dünyayı anlamaya yönelik bir yaklaşımdı. Aristoteles'e göre birtakım bilgiler ancak apaçık olgu­lardan tümdengelim yoluyla elde edilebilirdi ve bunun için deneye gerek yoktu. 

Günümüzde Galileo'nun yolundan giden bizler farklı düşünüyo­ruz. Doğa yasaları ve onları açıklayan bilimsel kuramlar, gerçek dün­yada yapılan gözlemlerden çıkarsanan genellemelerden doğar. Bu yönteme "tümevarım" adı verilir. Bir kuramın bilimsel olabilmesi için öne sürdüğü şeyin, fiziksel olarak gözlemlenip ölçülebilen kanıt­larla desteklenmesi gerekir. Bilimsel kuramlar dikkatlice yapılandı­rılmış dünya modelleridir ve hem gözlemlenmiş olguları açıklamaya hem de deneyle test edilebilecek tahminler yürütmeye çalışırlar. İşte bu "olmazsa olmaz deneyler" bir bilimsel kuramın kaderini belirler.