12 Mart 2024 Salı

Milli Mücadele'de İttihatçılık

[ Bu yazı, başlıkla aynı isimle yayımlanmış olan kitabın sonuç bölümüdür. Yazar Eric Jan Zürcher'dir. ]


Ahmet Rıfkı'nın bir karikatürü. Zümrüdüanka dergisinde 18 Ekim 1923 tarihinde yayımlanmış. (cumhuriyetin ilanına 11 gün var) Karikatürdeki yazıların Türkçe harflerle yazılması; bu karikatürü düzenleyerek yeniden yayınlayanlara ait bir tasarruftur (Turgut Çeviker?). Bilindiği üzere Latin harflerinin kabulü 1928 yılında gerçekleşmiştir. DK

***********************************

SONUÇ

1918 yılında, yaklaşan yenilginin farkında olan ittihat ve Terakki Cemiyeti hem başkentte hem taşrada ulusal bir direniş hareketini örgütlemeye yönelik ilk adımları attı. Bunu iki düzeyde gerçekleştirdi: Gizli olarak, bir yeraltı ağı oluşturdu ve açık olarak, Türkiye'deki kamuoyunu uyarmaya ve barış konferansında Türk ulusunun haklarının tanınmasına yönelik siyasal örgütler kurdu.

Gizli örgütlenmenin başlıca aracı, bugüne kadar ulusal direniş hareketindeki önemli rolü göz ardı edilmiş olan Karakol Cemiyeti idi. 1918 Ekim'inde İttihatçı lider kadronun kurduğu bu örgüt, eski ittihatçıları çatısı altında topladı, direniş şebekeleri kurdu ve Anadolu'ya adam ve malzeme kaçırdı. Bu iş için, Enver'in 1914'te kurduğu Teşkilât-ı Mahsusa'nın kaynaklarından ve uzmanlığından geniş ölçüde yararlandı. ittihatçılar siyasal düzeyde, eski İTC'nin doğrudan devamı olan siyasal partiler (Teceddüt Fırkası, Osmanlı Hürriyetperver Avam Fırkası) ve İTC'yle güçlü bağları olan kültürel ve sosyal örgütler aracılığıyla kamuoyunu  harekete geçirmeye çalıştılar. İttihatçıların ve başkalarının ulusal bir siyasal cephe oluşturma girişimleri, İttihatçı karşıtı Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın, eski İTC üyeleriyle işbirliği yapmayı reddetmesi yüzünden sonuçsuz kaldı.

Anadolu ve Trakya vilayet merkezlerindeki İTC yerel şubeleri, çoğu zaman başkentteki bölgelerinin mebuslarıyla yakın işbirliği içinde, ulusal ajitasyonu başlattılar. Bu, ilk direniş merkezleri olan Kars, Trabzon, Erzurum, İzmir ve Edirne'de böyle olmuştur. Ulusal eylemciler Birinci Dünya Savaşı'nın son evresinde Teşkilât-ı Mahsusa'nın yaptığı gizli silah ve malzeme depolarından yararlanabilirlerdi, gerçekten yararlanmışlardır.

1 Mart 2024 Cuma

Zerdüştiliğin Önemli Metinlerinden Ardavirafname'de Ensest İlişki, Akraba Evliliği Meselesi

 

Ardâvî­râf, Mezdiyesnâ din adamları ve mûbedler üst kurulu tarafından seçilerek dinsel konulara dair birtakım bilgiler getirip dindaşları­na sunması amacıyla metafizik evrenin cennet, cehennem ve araf denilen bölgelerine, bir başka ifadeyle “diriler dünyası”ndan “ölüler diyarı”na gönderilmiş bir kutsal, bir azizdir.

 


Ardâvîrâf’ın yedi kız kard
eşi vardı ve bu yedi kız kardeş onun hanımları gibiydi. Onlar Avesta’yı ezbere biliyor, yeşt ve dua okuyorlardı. Bu olayı duyduklarında kabul etmek onlara çok ağır geldi. Ağlayıp feryat ettiler. Mezdiyesnâ yüksek konseyine çık­tılar. Selam verdiler ve kurul üyelerinin huzurunda ayakta dua etti­ler. 

Yalvararak şöyle dediler: “Bu işi yapmayın ey Ahura Mazda’ya inananlar! Çünkü biz yedi kız kardeşiz ve bir tek erkek kardeşimiz var. Yedi kız kardeş de o erkek kardeşimizin eşleriyiz. Bir çatının yedi direğinin altında temel olan tek sütun kaldırılır­sa bu yedi direk yıkılır. Biz yedi kız kardeşin tek bir erkek kardeşi var. Hayatımız onun yaşamasına bağlı ve bizim koruyucumuz o! Bize tanrıdan ve kutsallardan sonra her iyilik ondan gelir. Siz, onu zamanı gelmeden önce bu diriler şehrinden o ölüler diya­rına gönderiyorsunuz! Bize sebepsiz yere zulmediyorsunuz!

Ahura Mazda inanırları bu sözleri duyduklarında yedi kız kardeşi ikna ederek rahatlattılar. Ardından da, “Biz Vîrâf ı tam yedi gün sonra size sağ salim teslim edeceğiz, bu kutlu ad da onun ola­cak” dediler.  Bunun üzerine kız kardeşler ile kurul üyeleri an­laştılar.

 

 Ardavirafname. Çeviren Nimet Yıldırım, s. 79-80. Pinhan Yayıncılık. 2011/1.

 NOT: Aynı adet, İlkçağda, başka halklarda da görülmektedir. 

 ------------------------------


Yayının Giriş (Ardaviraf ve Eseri Hakkında) kısmında yer alan aynı konuyla ilgili açıklama bölümünden bir alıntı...


"a k r a b a l a r l a  e v l e n m e : Avesta’da xvaetvadada, Pehlevicede  xvetökdas,  xvedö-das ve benzeri şekilleriyle bilinen sözcük terim olarak “yakın ve kan bağı olan akrabalarla evlenme” anlamını ifade eder.

Zerdüşt dinsel kitaplarında, yakın akrabalarla evlenmenin çok sevap kazandıran bir gereklilik ve yükümlülük olmasının ya­nı sıra çok yararlı bir evlilik türü olduğu, bunu terk etmenin hem dünya hayatında hem de ölüm sonrası hayatta insanı büyük cezalarla karşı karşıya getireceğine inanılır. Mînû-yi Hired'e göre, yakın akraba evliliğini yapmayan büyük günah işlemiş ka­ul edilir. Guzîdehâ-yi Zâtsperem'e göre, bu evlilik türü nesli devam ettirmenin en iyi yolu olarak ifade edilir. Eski İran’da Zerdüşt inanışının egemen olduğu çağlarda yakın akrabalarla evlenmek nesli devam ettirmenin iyi yolu olarak kabul edilir ve güzel gelenekler arasında yer alırdı.

3 Ocak 2024 Çarşamba

YAVUZ SELİM HALİFELİĞİ DEVRALDI MI?

 

FARUK SÜMER

Son Osmanlı Halifesi ve kızı

M. Le Baron C. d'Ohsson'un tanınmış iki eserinden birinin Tableau general de l'Empire Othoman (Osmanlı imparatorluğunun genel tablosu) olduğu malumdur.  Yedi ciltten müteşekkil olan bu eserin ilk cildi 1788 de yayınlanmış, son cildi ise ancak 1824 yılında çıkabilmiştir. Müellifin bu eseri bilhassa Osmanlı devletinin teşkilatı, müesseseleri ve gelenekleri ile XVIII. Yüzyıldaki kibar halkın yaşayışı konularında değerli bir kaynaktır. Çünkü, Ermeni asıllı olan Baron d'Ohsson İstanbul’da doğmuş, büyümüş, yine orada İsveç maslahatgüzarı olarak vazife görmüştür. D'Ohsson eserinin I. cildinde İslam dininin esasları hakkında bilgi verirken imâmet meselesi üzerinde durmuş ve bu arada şu sözlere de yer vermiştir:

 “Her zaman bütün Arab oymaklarının en asili sayılmış olan Kureyşliler’in, en eski ortak ataları Fihr-Kureyş’tir. Yerli müellifler onu İbrahim’in oğlu İsmail’den indirirler. İşte Muhammed bu oymağa mensup dedesinin babasının adıyla anılan Hâşim kolundan dünyaya gelmiştir. Bu aileye ait soy kütüğünde görüleceği gibi, ilk halîfeler ile Emevî ve Abbasiler, farklı kollardan olmak üzere Fihr-Kureyş’den inerler.

Halbuki Osmanlı hânedanı halifelik (imamet) hakkına sahip olmak için şeriatın istediği bu oymaktan gelmek şerefinden mahrum bulunmakta idi. Bununla beraber, şimdiki fakihlerin birlik içinde paylaştıkları görüşe göre 923 (1517) yılında Mütevekkil ‘Alal-lâh denilen Ebu Cafer XII. Mu­hammed, Selim’in şahsında hakimiyet süren bu hânedan lehine kesin ola­rak feragat ederek bu hak Osmanlı hânedanına kazandırılmıştır. Bu, Ab­basî halîfelerinin sonuncusu idi. Mısır’da Çerkeş Memlükleri’nin hakimi­yetini yıkan darbe Abbasî halîfelerinin de varlığına son vermiştir. Aynı yıl içinde Mekke şerifi Ebu’l-Berekât I. Selim’e tâbiliğini bildirmiş ve oğlu Ebu Numey vasıtasiyle bir gümüş tepsi içinde Mekke’nin anahtarlarını takdim etmişti.”

M. D’ohsson’un vermiş olduğu bu haber, bir hakikat gibi kabul edi­lerek, kendisinden sonra Avrupa ve Türkiye’de yazılmış olan eserlerde tek­rar edilmiştir.

Fakat Rus âlimlerinden W. Barthold, 1912 yılında yayımladığı bir makalede, bazı Türk kaynağı ile Mısırlı îbn İyas ve İbn Zünbül’e dayana­rak Yavuz’un halifeliği el-Mütevekkil ‘Alal-lâh’dan devralmadığını ortaya koymuştu. [3]

Barthold’un bu mütalâası tam bir tasviple karşılandı ve halifeliğin devralındığı haberi Avrupa ilim âleminde, geniş ölçüde veya tamamıyla değerini kaybetti. Bu arada Alman âlimlerinden C.H.Beckerde Bart­hold’un mütalâasını da teyid eden halifeliğin tarihi hakkında uzunca bir makale yayımlamıştır[4]

Ülkemize gelince az yukarıda işaret edildiği gibi, orada da D’Ohsson’un verdiği haber en küçük bir şüpheye yer verilmeden benimsenmiş[5] ve adları geçen incelemeler yayımlandıktan ve muhtevaları tanındıktan sonra da benimsenme devam etmiştir. 1990-1991 yıllarında yayımlanan eserlerde de hâlâ Yavuz’un halifeliği devraldığından söz edildiğinin görülmesi, konunun bir mütehassısça ele alınıp Türk aydınlarına gerçeğin ne olduğunu geniş ve açık bir şekilde anlatmasının gerekli olduğunu orta­ya koymuştur.

Fakat H. Edhem Eldem sonra başka bir kitabında Yavuz Selim’in halifeliği devralma­dığını, esasen buna da ihtiyaç olmadığını açıkça yazmış ve bu devralma rivayetine inandık­ları için Tarih-ı Enderun müellifi Ata’yı, Müverrih Hayrullah Efendi ile Vatan Şâiri Namık Kemal’i tenkid etmiştir (Mısır’ın son Memlûk sultanı Melik Tumanbay II. adına Çorlu’da bulunan bir kitabe, İstanbul, 1935, s. 37-46).

İşte bu makale sadece bu düşünce ile kaleme alınmıştır. Değilse halifelik, yakın ilgi sahama giren bir konu değildi. Olmamış bir hadisenin olmuş gibi anlatılmakta ve yazılmakta devam etmesi gerçeği yakından bilen bir tarihçi olarak beni daima rahatsız ediyordu.

11 Ağustos 2023 Cuma

PLATON'UN MAĞARASI



Duyular Karşısında Bilgi 

En çok bilinen metinlerinden biri olan Devlet'te Platon insan algısının, kimse İdeaların varlığının farkında olmasa bile nasıl var olduğunu ve doğru bilginin nasıl sadece felsefe aracılığıyla kazanıldığını ispat et­meye girişir. Duyular aracılığıyla bilgi edinilmez, sadece fikir edinilir. 

Mağara Kinayesi* Sokrates ile Platon'un erkek kardeşi Glaukon arasın­da bir konuşma olarak geçer. Diyalogda Sokrates, Glaukon'dan yanıl­samanın sanki gerçekmiş gibi algılandığı bir dünya tasavvur etmesini ister. Konuya daha bir açıklık kazandırmak için şu örneği kurgular: içinde bir grup mahkumun doğduklarından beri kapalı tutul­duğu bir mağara vardır. Mahkumlar hareket edemezler. Boyunları ve bacakları hareket ettiremeyecekleri ya da döndüremeyecekleri şekilde zincirlenmiştir ve ancak önlerinde bulunan bir taş duvara bakabilmektedirler. Mahkumların arkasında, yüksekçe bir yerde yanan bir ateş ve ateş ile mahkumlar arasında ise birtakım kişilerin başlarında taşıdıkları şeylerle yürüdükleri bir duvar vardır. Ateşin ışığı, mahkumların önündeki duvara nesnelerin gölgelerini düşür­mektedir. Mahkumların görebildikleri tek şey bu gölgelerdir. İşittik­leri sesler sadece mağaranın yankılarından ibarettir. 

Dolayısıyla, bu mahkumlar gerçek nesnelerle hiç karşılaşmadık­ları ve tüm yaşamları boyunca yalnızca gölgelere tanık oldukları için, bu gölgeleri gerçekliğin kendisi sanmaktadırlar. Mağaranın yankıları, onlara göre, gölgelerin yarattığı gürültülerdir. Söz gelişi, bir kitabın gölgesi belirecek olsaydı, bu mahkumlar kitap gördük­lerini iddia ederlerdi. Mahkumların gerçekliğinde gölge diye bir şey bilinmediği için, onlar bunun bir kitabın gölgesi olduğunu söyle­mezlerdi. En sonunda, mahkumlardan biri bu dünyanın mahiyeti­ni anlardı ve bir sonraki gölgenin hangisi olduğunu kestirebilirdi, böylelikle diğer mahkumların övgüsünü ve takdirini kazanırdı. 

Şimdi diyelim ki, mahkumlardan biri serbest kalır. Birileri o mahkuma gerçek bir kitap gösterecek olsa, mahkum o nesneyi ta­nıyamaz. Mahkumun gözünde kitap, duvara vuran gölgedir. Bir ki­tabın yansısı, kitabın kendisinden daha gerçek görünür. 

Sokrates sözlerini sürdürerek, özgür kalan adam sonra dönüp ateşe baksa ne olacağı konusunda fikir yürütür. Mahkum kesinlikle o kadar parlak ışıktan başını çevirir ve daha gerçek sandığı karanlık gölgelere geri dönerdi. Peki, durum bir adım daha ileriye götürüle­rek mahkum dışarıya çıkmak zorunda bırakılsa ne olurdu? Mahkum öfkelenirdi, gerginleşirdi ve önündeki gerçekliği göremezdi, çünkü ışık gözlerini kamaştırıp kör ederdi.

Yaygın Kültürde Platon'un Mağara Kinayesi 

Eğer bu öykü size belli belirsiz tanıdık geliyorsa, bunun sebebi başka bir çeşitlemesini daha önce görmüş olmanız olabilir. Gişe rekorları kıran 1999 tarihli Matrix adlı film, geniş anlamda Platon'un Mağara Kinayesi'ne dayanmaktadır. Keanu Reeves'in canlandırdığı Neo ka­rakterinin deyişiyle, "Vay be." 

Bununla birlikte, mahkum kısa süre sonra uyum sağlar ve ma­ğaradaki gerçekliğin yanlış olduğunu anlardı. Güneşe doğru bakıp mevsimleri, yılları ve bu dünyada görülebilen her şeyi yaratanın bu varlık olduğunu (hatta kendisinin ve mahkum arkadaşlarının ma­ğarada gördüklerine de belirli bir ölçüde onun neden olduğunu) kavrardı. Mahkum, mağarada geçirdiği günlere hoş anılarla dönüp bakmazdı; çünkü önceki algısının aslında gerçeklik olmadığını artık anlardı. Özgürleşen mahkum, ondan sonra mağaraya dönmeye ve diğerlerini de serbest bırakmaya karar verir. Mahkum geri döndü­ğü zaman, mağaranın karanlığına uyum sağlamak için cebelleşir. 

Diğer mahkumlar bu davranışı ürkütücü bulurlar (çünkü mağara­nın karanlığı hala onların tek gerçekliğidir) ve övgüde bulunmak yerine, özgürleşen mahkumu aptal yerine koyarlar, onun söyledik­lerine inanmazlar. Mahkumlar, kendilerini serbest bırakırsa onu öl­dürecekleri tehdidini savururlar. 

10 Ağustos 2023 Perşembe

THESEUS'UN GEMİSİ



Bir Gemi Ne Zaman Aynı Gemi Olmaktan Çıkar? 

Klasik bir paradoks olan Theseus'un gemisi paradoksunu anlamak için, ilk önce paradoksun ne olduğunu anlamak gerekir. 

Felsefi Tanımlar: PARADOKS: Felsefede paradoks, görünürde doğru bir önermey­le başlayan bir ifadedir; ama daha derinlemesine sorgulanınca, o doğru görünen önermenin gerçekte yanlış olduğu sonucuna varılır. 

Theseus'un gemisi paradoksuna ilk kez Antik Yunan filozofu (ve Platoncu) Plutarkhos'un yazılarında rastlanır. Plutarkhos, The­seus'un (Atina'nın kurucu kralı) uzun bir deniz yolculuğundan dö­nüşünü anlatır. Yolculuk boyunca, geminin yapılmış olduğu ahşap tahtaların eskiyenleri, çürüyenleri denize atılıp yeni, sağlam tahta­larla değiştirilmiş. Öyle ki, Theseus ve mürettebatı en sonunda yol­culuktan geri döndükleri zaman, geminin yapılmış olduğu ahşap tahtaların tamamı yenilenmiş durumdaymış. Dolayısıyla, şöyle bir soru akıllara takılır: Farklı ahşap kısımları tamamen yenilenmiş olsa bile, geri döndükleri gemi, yola çıkarken bindikleri geminin aynısı mıydı? Gemide ilk ahşap parçalardan biri hala dursaydı ne olurdu? 

Gemide hala iki parça ahşap olsaydı ne olurdu? Bu durum, verile­cek yanıtı değiştirir miydi? 

Meseleye bakmanın bir başka yolu da şudur: Eğer Theseus'un yolculuğa çıktığı gemi A ve yolculuğunu ta­mamladığı gemi B ise o zaman A = B midir? 


THOMAS HOBBES'UN KATKISI 

Çok daha sonra, ünlü on yedinci yüzyıl filozofu Thomas Hobbes bu paradoksu bir adım ileriye taşıdı. 

Farz edelim ki, Theseus'un gemisini bir çöp toplayıcı takip edi­yor. Theseus'un mürettebatı eski tahtaları güverteden attıkça, çöp toplayıcı onları sudan alıp kendi gemisini inşa ediyor. İki gemi li­mana varıyor: Biri Theseus ile mürettebatını taşıyan, yeni ahşaptan yapılma gemi; diğeri ise Theseus'un mürettebatının güverteden attığı eski ahşaptan yapılma gemi. Bu senaryoda, hangi gemi The­seus'un gemisidir? 

23 Haziran 2023 Cuma

Sümerlerde Adı Geçen ME'ler Nedir? VE URUK Bugün Nasıl Bir Durumda?




İnanna'nın sırtında taşıdığı nesneler silah olarak yorumlanmıştır. Farklı yorumlamalara da açıktır kanımca.
 

Özet
Alıntı, tanrıça İnanna'nın tanrı Enki'den "gök gemisi" adı verilen değerli bir eşyayı almak için Erek şehrine seyahat ettiği eski Sümer'den mitolojik bir hikayeyi anlatıyor. İnanna'ya Erek'e olan yolculuğuna yürüyerek devam etmesi için izin verilir, ancak Enki fikrini değiştirir ve gök gemisini ondan geri çalmaları için deniz canavarlarını gönderir. İnanna, gök gemisini geri almasına ve deniz canavarlarından kaçmasına yardım eden yardımcısı tanrı Ninshubur'u çağırır. Hikaye ayrıca Sümer uygarlığının temel unsurları olarak anlaşılan "ME" kavramından da bahseder, ancak birçok ME'nin anlamı bilinmemektedir. Hikayenin çoğunun geçtiği Uruk şehri, Sümer uygarlığının önemli bir merkeziydi, ancak bugün kaderine terk edilmiş durumdadır.

Summary
The excerpt describes a mythological story from ancient Sumer in which the goddess Inanna travels to the city of Erek to retrieve a valuable item called the "skyship" from the god Enki. Inanna is given permission to continue her journey to Erek on foot, but Enki changes his mind and sends sea monsters to steal the skyship back from her. Inanna calls on her aide, the god Ninshubur, who helps her retrieve the skyship and escape from the sea monsters. The story also mentions the concept of "ME," which are understood to be foundational elements of Sumerian civilization, but the meaning ME remains unknown. The city of Uruk, where most of the story takes place, was an important center of Sumerian civilization, but today it is abandoned to its fate.

I. Alıntı: Kramer'den

"Ne var ki, İnanna mitlerinin tümü Dumuzi'yle ilgili değildir. Ör­neğin bir tanesinde, tanrıçanın insanın ve uygarlığının kurumlarının bağlı olduğu yasaları, yani me'leri hileyle nasıl ele geçirdiği anlatılır.

Bu mit antropolojik açıdan hayli önemlidir, çünkü yazarı, öyküyle bağlantılı olarak, me'lerin tam bir listesini vermeyi ve kendi algıladı­ğı haliyle uygarlığı yüzden fazla kültür özelliğine ve komplekse ayır­mayı gerekli görmüştür. Bunlar, insanlığın siyasal, dinsel ve toplum­sal kurumlarıyla, müzik ve müzik aletleriyle ve çok çeşitli entelektü­el, duygusal ve toplumsal davranış modelleriyle ilgilidir (bkz. s . 1 56-1 57). 

Kısaca özetlenecek olursa, bu bilgilendirici mit şöyledir: 
Göğün kraliçesi, Erek'in (Uruk)* koruyucu tanrıçası lnanna, kentinin refah ve zenginliğini artırmayı, onu Sümer uygarlığının merkezi yapmayı ve böylece kendi ismini ve ününü yüceltmeyi çok istemektedir. Bu nedenle, "tanrıların yüreğini bilen" bilgelik tanrısı Enki'nin oturduğu su dolu dipsiz derinliklerin, yani Abzu'nun bulunduğu, Sümer kültü­rünün eski merkezi Eridu'ya gider; çünkü uygarlık için temel olan bütün ilahi buyruklar Enki'nin sorumluluğu altındadır. ister dürüst­lükle ister hileyle olsun, bunları ele geçirip Erek'e götürebilirse, hem kentin hem de kendisinin şanını gerçekten de artık hiç kimse geçeme­yecektir. Eridu'daki Abzu'ya yaklaşırken, büyük olasılıkla lnanna'nın çekiciliğine kapılan Enki ulağı lsimud'u çağırarak şöyle der:

11 Haziran 2023 Pazar

Tarihsicilik Nedir?

  • Richard Kroner



Bu çalışmayı üç kısma ayıracağım.. İlk olarak şu soruyu soracağım: Tarihsicilik nedir? Daha sonra, tarihsiciliğin iki türü arasında bir ayrım yapacağım. Son olarak da, tarih ve aktüalite arasındaki ilişki ile ilgili zor problemi aydınlatmaya çalışacağım.

Tarihsicilik nedir? Terim, tarihsel bakışa, mutlak olarak aşırı bir biçimde değer vermeyi imler. Bütün insan hayatının her zaman tarihsel bir ruha sahip olduğu gerçeğini vurgulayıp, bundan dolayı da tarihin, bize, insanın kaderi ile ilgili muammanın sırrını çözebilecek anahtarı verebileceğini söylersek, tarihsiciliğe kurban gitmiş oluruz. Tarihsel köken, tarihsel nedenler, tarihsel etkenler ve tarihsel evrim sorunlarının, zihin felsefesinin merkezinde bulunan sorunlar olduğunu varsayarsak, eninde sonunda tarihsiciliğe gidecek olan bir tarih yöntemine önem atfetmiş oluruz. Diğer bir deyişle tarihsicilik, tarihsel bakışın aşırı gelişiminden kaynaklanan kötü bir felsefedir.

Fakat tarihin önemine gereğinden fazla değer biçmek mümkün müdür? Tarihsel nazarın ve kavrayışın sınırını aşmak imkan dahilinde midir? Bütün insan varlığının mutlak bir biçimde tarihsel olduğu doğru değil midir? İnsan varlığı ve tarih terimleri özdeş midir? insan hayatı daima değişen, hareket eden; geçici koşullara, modalara, ihtiyaçlara ve arzulara bağlı bir şey midir? İnsanın kendi tarihsel döneminin demir zincirinden hiçbir zaman kurtulamadığı, kaçınılmaz bir biçimde kendi çağının çocuğu olduğu, döneminin ve çağdaşı olduğu toplumun düşünüş şekline uygun olmayan herhangi bir doğruya, başarıya, görüşe ve inanca ulaşamayacağı doğru değil midir? Eğer tüm bunlar doğruysa, insanın doğasını, kaderini, değerini ve kapasitesinin sınırlarını açığa çıkarma iddiasında bulunabilecek olan şey, kaçınılmaz olarak tarih, yalnızca tarih değil midir? Bu tür bir tarihsel perspektif de, en azından insanın ne olduğu problemi ile ilgili en iyi felsefi perspektif değil midir?

Bu soruya olumlu cevap verirsek, tarihsiciliğe teslim oluruz. Bugün, tarihin neredeyse objektif ve pozitif bir bilim olarak görüldüğü, bilimin de tek yetkin ve güvenilir bilgi kaynağı olduğuna inanıldığı bir çağda, bu teslimiyet eğilimi çok güçlüdür. Bilimsel bilgiye gereğinden, fazla değer vermek, tarihsiciliğin önkoşulu ve kaynağıdır. Bilimin, ulaşabileceğimiz bütün gerçeğin tek ölçüsü, doğrunun ölçütünün yalnızca bilimsel metotlar ve ilkelerle elde edilmek zorunda olduğu ve bunun ötesinde, değerlerin her halükarda bilimsel kanıtlar tarafından desteklenmesi gerektiği şeklindeki batıl önyargıya saplanıp kaldığımız, mevcut pozitivizmin ve bilimciliğin bu iddialarını kabul ettiğimiz takdirde, geri dönülmez bir biçimde tarihsiciliğin tuzağına düşeriz.

Tarihsicilik, daha önce naturalizmin sahip olduğu konumu elde etmiştir. Hem tarihsicilik hem de naturalizmin ortak olduğu nokta, her ikisinin de gerçeğin doğal olarak bilimsel olduğu dogması üzerine kurulmuş olmalarıdır.