Suavi AYDIN
Yılmaz Selim ERDAL
Antropoloji en kısa tanımıyla insan çeşitliliğinin bilimidir. İnsanı kültürel, toplumsal ve biyolojik çeşitliliği içinde anlamaya; insanların başlangıcından beri çeşitli koşullara nasıl uyarlandığını, bu uyarlanma biçimlerinin nasıl gelişip değiştiğini, çeşitli küresel olayların bu uyarlanmaları nasıl dönüştürdüğünü görmeye ve göstermeye çalışır.
Bu nedenle yerküreyi bir bütün olarak ele alır ve insanlığı bütünlüğü içinde görmeye çalışır. Bu yönüyle antropoloji hem bütüncül hem de farklılıkları vurgulayıcı bir doğaya sahiptir. Bu açıdan bakıldığında, antropoloji için insan hem yerküreyi düzenleyen, tasarlayan hem de yerkürenin koşulları tarafından düzenlenen, biçimlendirilen bir varlıktır. Yerkürenin koşulları onu hem kültürel, toplumsal ve biyolojik bakımdan çeşitlendirmiş; hem de yerküre kültürel, toplumsal ve biyolojik olarak çeşitlenmiş, insanın müdahaleleriyle bu uzun süreçte dönüşmüştür. Belki de bu dönüşümün en yakın ve yakıcı sonucu bugünkü küresel ısınma sorunu olmuştur. Bu geniş ele alış biçimi antropolojiyi farklı bir yaklaşıma sahip kılmıştır. Bu yaklaşım yine insana eğilen diğer bilimlerle antropoloji arasındaki farkı da açıklar.
Yılmaz Selim ERDAL
Antropoloji en kısa tanımıyla insan çeşitliliğinin bilimidir. İnsanı kültürel, toplumsal ve biyolojik çeşitliliği içinde anlamaya; insanların başlangıcından beri çeşitli koşullara nasıl uyarlandığını, bu uyarlanma biçimlerinin nasıl gelişip değiştiğini, çeşitli küresel olayların bu uyarlanmaları nasıl dönüştürdüğünü görmeye ve göstermeye çalışır.
1422 yılında Floransalı bir haritacı olan
Cristoforo Buondelmonte
tarafından yapılan İstanbul Haritası |
Bu nedenle yerküreyi bir bütün olarak ele alır ve insanlığı bütünlüğü içinde görmeye çalışır. Bu yönüyle antropoloji hem bütüncül hem de farklılıkları vurgulayıcı bir doğaya sahiptir. Bu açıdan bakıldığında, antropoloji için insan hem yerküreyi düzenleyen, tasarlayan hem de yerkürenin koşulları tarafından düzenlenen, biçimlendirilen bir varlıktır. Yerkürenin koşulları onu hem kültürel, toplumsal ve biyolojik bakımdan çeşitlendirmiş; hem de yerküre kültürel, toplumsal ve biyolojik olarak çeşitlenmiş, insanın müdahaleleriyle bu uzun süreçte dönüşmüştür. Belki de bu dönüşümün en yakın ve yakıcı sonucu bugünkü küresel ısınma sorunu olmuştur. Bu geniş ele alış biçimi antropolojiyi farklı bir yaklaşıma sahip kılmıştır. Bu yaklaşım yine insana eğilen diğer bilimlerle antropoloji arasındaki farkı da açıklar.
Antropolojinin Yaklaşımı ve İlkeleri
Yukarıdaki tanımlama denemesine dayanarak antropolojinin
yaklaşımını oluşturan altı temel ilkeyi çıkarabiliriz.
Bütüncülük:[1] Antropoloji bütün insanî olguları bütünlüğü
içinde görmeye çalışır. Diğer insan bilimler ve biyolojik bilimler ise insanın
bir yönü üzerine yoğunlaşır. Siyaset bilimciler toplumsal düzeni kuran iktidar,
otorite, çıkar grupları ve onların siyasal organları ve bunların karşı karşıya
geldikleri çatışmacı ortamlar üzerinde durur. İktisatçılar, toplumsal düzenler
içindeki üretim ve tüketim kurumlarıyla, dağıtım sorunlarıyla uğraşır. İnsan
biyologları, insanın biyolojik varlığına yönelir.
Oysa antropologlar, inceledikleri toplumun iktisadî kurumlarıyla
siyasal örgütlenmeleri, dinleriyle kimlik sorunları, statü sistemleriyle
dilleri, teknolojileriyle sanatları, çocuk yetiştirme uygulamalarıyla fiziksel
çevreleri, evrimiyle biyolojik farklılıkları arasındaki bütün varoluş
biçimlerini, bir öncelik sonralık ilişkisi kurmadan bir bütün içinde görmeye çalışır.
Bu bütünlük içinde kapsayıcı bir insanlık tarihi kurmaya uğraşır ve bütün bu
olguların birbiriyle ilişkilerini anlamaya çalışarak bütüncü bir kültür kuramına
yönelmeyi amaçlar.
Evrensellik: Antropoloji insanın evrenselliğini savunur. Bu
bakış açısına göre bütün toplumlar ve kültürler tümüyle ve eşit biçimde
insanîdir. Buna göre hiçbir insan grubu maymuna daha yakın sayılamaz ya da
hiçbir halk geri bir kültüre sahip ya da kültürsüz değildir. Böylelikle
Kalahari çölünde avcı-toplayıcı bir yaşam süren Kung! halkıyla sanayi toplumu eşiğinde
yaşayan Kuzey Amerikalılar arasında insanî yaratım ve değerler bakımından tam
bir eşitliği ve incelemeye değer olmayı öngörür.
Antropolog için hiçbir insan
topluluğu çok küçük, çok uzak, çok büyük, çok gelişmiş, çok geri, çok eski değildir.
Bütün toplumlar, insan çeşitliliğinin farklı yönlerini ve görünümlerini
sunarlar. Bu bakımdan bütün toplumlar insanlık mirasının değerli örnekleridir
ve bu çeşitliliği yansıtan her yaşam biçiminden öğrenecek çok şey vardır. Çok şey
öğrenirken, bir taraftan da insan türünün olanaklarını, yeteneklerini, neleri
yapıp-yapamayacağını ve sınırlılıklarını da öğreniriz. Hatta canlılar dünyasındaki
yakın akrabalarımız olan iri maymunlardan bile kendimiz hakkında hâlâ öğreneceğimiz
çok şey vardır.
Uyarlanma: İnsan tıpkı diğer hayvanlar gibi içinde
bulundukları çevrenin baskısı altındadır. İklim, yağış miktarı, toprak gibi
fiziksel çevre[2] etkenleri ile yaşadıkları yere özgü bitki ve hayvan varlığı gibi
yaşamsal çevre[3] etkenleri onların yaşam biçimlerini belirler. Bu etkenlere bir
de kendi yarattıkları mekânsal çevrenin[4] etkisi eklenir. Dolayısıyla belirli bir
yaşam biçiminin oluşmasında bu çevresel etkenlerin baskısı birincil derecede
rol oynar. Belirli bir insan topluluğunun devamlılığı ve istikrarı, bu çevresel
etkenlere uyarlanabilme yeteneğine bağlıdır. Bu açıdan başarılı olanlar, yani
çevresel etkenlere başarıyla uyarlanabilenler kararlı, sürekli ve güvenli bir
yaşam biçimi oluştururlar. Bu yüzden insan topluluklarının özgül kültürleri, büyük
ölçüde bu uyarlanmanın sonucu olarak görülür.
Bütünleşme: Belirli bir kültürün ögelerinin birbiriyle
bütünleşmesi, o kültürün ayakta kalmasında, istikrarında ve sürekliliğinde
belirleyici bir rol oynar. Din, akrabalık, iktisadî yaşam, siyasal örgütlenme
gibi ögelerin birbirlerini destekleyici bir bütün oluşturması, kültürlere bu açıdan
yarar sağlar. Öte yandan bu bütünlüklü kültür anlayışı, belirli bir topluluğu
inceleyen antropoloğa o topluluğu anlamasında yardımcı olur. Ayrıca antropolog,
bir topluluk için bu bütünlüğü varsaydığında kültürel ögeler arasındaki
uyumsuzlukları, değişme karşısındaki uyum güçlüklerini ve yine değişme sırasında
ortaya çıkan çatışmaları daha kolay gözlemleyebilir.
Ancak bu bütünlük varsayımı görece küçük ölçekli topluluklar
için geçerli bir varsayımdır. Toplumun ölçeği büyüdükçe ve toplum karmaşıklaştıkça
çatışmalı ögeler artar, toplumun katmanları arasında çıkar ayrılıkları ortaya çıkar,
bu katmanlar toplumu kendi istekleri doğrultusunda dönüştürmeye çalışırlar.
Dolayısıyla büyük ölçekli toplumlarda antropolog için o toplumu bütünlüğü
içinde görmek zorlaşır. Antropolog bu durumu da göz önünde tutarak çalışır ve
çalışma alanlarını, sorun ve sorularını bu duruma göre tasarlar.
Kültürel Görecilik: Antropolog toplumların kültürel bakımdan
farklı olduğunu bilir. Antropoloğun inceleyeceği topluluk, yaşam biçimi bakımından
antropoloğun yaşadığı toplumdan farklı olduğu kadar, farklı bir değerler dünyasına
da sahip olacaktır. Dolayısıyla antropolog, sağlıklı bir araştırma yapabilmek
için, inceleyeceği topluma kendi değer sisteminin içinden bakmaktan kaçınmak durumundadır.
Biz, kişinin kendi toplumunun değerlerini ve geleneğini yüceltmesini, onu benzersiz
ve diğerlerinin üzerinde bir toplum olarak düşünmesini ve başka toplumları bu
açıdan değerlendirmesini etnikmerkezcilik kavramıyla karşılıyoruz.
İşte antropoloğun ve antropolojinin araştırmaya ve
incelemeye başlamadan önce yapması gereken ilk iş etnikmerkezcilikten kurtulmak
olmalıdır. Zira etnikmerkezcilik, anlamaya değil yargılamaya yol açacaktır.
Ötekileri gerçek anlamda anlamak ancak kültürel görecilik yaklaşımıyla
mümkündür. Kültürel görecilik, kısaca, başkaları nın inanç ve davranışlarını
onların kendi gelenek ve deneyimleri içinde değerlendirmek ve yorumlamaktır. Doğal
olarak bir toplum için doğru olan bir başkası için de doğru olmak zorunda değildir.
O nedenle antropoloğun kendi deneyimlerinden ve içinden geldiği toplumdan
kaynaklanan doğruları bir kenara bırakarak araştırma yapması gerekecektir.
Böylelikle bu düzeyde kültürler arasında öncelik-sonralık, üstünlük-gerilik,
acayiplik-normallik gibi sıralamalar anlamsızlaşır ve her kültür, kendi öznel
varoluşuyla, en az diğerleri kadar değerli, sorun çözücü ve benzersiz hale
gelir.
Karşılaştırmacılık: Antropoloji tek bir toplumu ya da
kültürü ele almakla yetinmez, genel bir kültür kuramına yönelir. Bu nedenle
belirli olgular bakımından farklı toplum ve kültürleri karşılaştırmaya eğilimlidir.
Genel bir kültür kuramına yönelmeyen antropolojiler bile, böyle bir genel kuramın
olamayacağını göstermek için, kültürleri karşılaştırmaya ve bu karşılaştırma
çabası içinde onların özgüllüklerini göstermeye girişmişlerdir. Örneğin
antropolog namus adına işlenen cinayetleri belli bir bölgenin ya da topluluğun
sorunu olarak görmekten kaçınacak ve bu tür olayların yaşandığı bütün coğrafyalarda
ve tarihsel süreklilik içinde bu eylemi doğuran etkenleri anlama çabasına
girerek, incelediği alanı çözümlemeye çalışacaktır. Böylelikle tek bir yere
bakacak ama çok geniş bir bağlantılar ağı kurmaya uğraşacaktır. Böyle bir
yöntemsel çabanın bilimsel adı karşılaştırmacılıktır.
Bütün bu ilkeler göz önünde tutulduğunda antropolojinin
sorduğu temel sorulara çık-seçik hale gelmektedir.
Bu çerçevede antropolojinin
üç temel sorusu vardır:
1. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden farklıdırlar, nasıl
farklılaşırlar?
2. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden ve nasıl benzeşirler?
3. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden ve nasıl değişirler?
.........................
[1] Bütüncü kültür kuramı: Bir topluluğu bütün biyolojik, toplumsal ve kültürel yönleriyle bir bütün olarak anlamaya ve buradan yola çıkarak, kültürlerin farklılıkları kadar bütün kültürleri içine alacak
evrensel bir kültür bilgisine ulaşmaya çalışan kuramsal yönelimdir.
[2] Fiziksel çevre: İnsanı ve diğer canlıları kuşatan, onların yaşamının temeli olan iklimsel, meteorolojik, atmosferik ve yersel çevre koşulları bütünüdür.
[3] Yaşamsal çevre: İnsanın birlikte yaşadığı, zaman zaman sembiyotik ilişki içine girdiği, zaman zaman evcilleştirerek ya da yabanî olarak doğrudan yararlandığı ya da yaşamını tehdit altında tutan bitki ve hayvan varlığıdır.
[4] Mekânsal çevre: İnsan eliyle doğanın sunduğu olanaklar değerlendirilerek ya da teknolojik olanaklarla yaratılan kültürel-yapay çevredir
Kaynak: Suavi AYDIN, Yılmaz Selim ERDAL, Antropoloji, Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2013, s. 3-5
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder