8 Aralık 2019 Pazar

Antropoloji Nedir?

Suavi AYDIN
Yılmaz Selim ERDAL

Antropoloji en kısa tanımıyla insan çeşitliliğinin bilimidir. İnsanı kültürel, toplumsal ve biyolojik çeşitliliği içinde anlamaya; insanların başlangıcından beri çeşitli koşullara nasıl uyarlandığını, bu uyarlanma biçimlerinin nasıl gelişip değiştiğini, çeşitli küresel olayların bu uyarlanmaları nasıl dönüştürdüğünü görmeye ve göstermeye çalışır. 

1422 yılında Floransalı bir haritacı olan Cristoforo Buondelmonte 
tarafından  yapılan İstanbul Haritası
 İstanbul'un ilk haritası olduğu belirtiliyor

Bu nedenle yerküreyi bir bütün olarak ele alır ve insanlığı bütünlüğü içinde görmeye çalışır. Bu yönüyle antropoloji hem bütüncül hem de farklılıkları vurgulayıcı bir doğaya sahiptir. Bu açıdan bakıldığında, antropoloji için insan hem yerküreyi düzenleyen, tasarlayan hem de yerkürenin koşulları tarafından düzenlenen, biçimlendirilen bir varlıktır. Yerkürenin koşulları onu hem kültürel, toplumsal ve biyolojik bakımdan çeşitlendirmiş; hem de yerküre kültürel, toplumsal ve biyolojik olarak çeşitlenmiş, insanın müdahaleleriyle bu uzun süreçte dönüşmüştür. Belki de bu dönüşümün en yakın ve yakıcı sonucu bugünkü küresel ısınma sorunu olmuştur. Bu geniş ele alış biçimi antropolojiyi farklı bir yaklaşıma sahip kılmıştır. Bu yaklaşım yine insana eğilen diğer bilimlerle antropoloji arasındaki farkı da açıklar.

Antropolojinin Yaklaşımı ve İlkeleri

Yukarıdaki tanımlama denemesine dayanarak antropolojinin yaklaşımını oluşturan altı temel ilkeyi çıkarabiliriz.

Bütüncülük:[1] Antropoloji bütün insanî olguları bütünlüğü içinde görmeye çalışır. Diğer insan bilimler ve biyolojik bilimler ise insanın bir yönü üzerine yoğunlaşır. Siyaset bilimciler toplumsal düzeni kuran iktidar, otorite, çıkar grupları ve onların siyasal organları ve bunların karşı karşıya geldikleri çatışmacı ortamlar üzerinde durur. İktisatçılar, toplumsal düzenler içindeki üretim ve tüketim kurumlarıyla, dağıtım sorunlarıyla uğraşır. İnsan biyologları, insanın biyolojik varlığına yönelir.

Oysa antropologlar, inceledikleri toplumun iktisadî kurumlarıyla siyasal örgütlenmeleri, dinleriyle kimlik sorunları, statü sistemleriyle dilleri, teknolojileriyle sanatları, çocuk yetiştirme uygulamalarıyla fiziksel çevreleri, evrimiyle biyolojik farklılıkları arasındaki bütün varoluş biçimlerini, bir öncelik sonralık ilişkisi kurmadan bir bütün içinde görmeye çalışır. Bu bütünlük içinde kapsayıcı bir insanlık tarihi kurmaya uğraşır ve bütün bu olguların birbiriyle ilişkilerini anlamaya çalışarak bütüncü bir kültür kuramına yönelmeyi amaçlar.

Evrensellik: Antropoloji insanın evrenselliğini savunur. Bu bakış açısına göre bütün toplumlar ve kültürler tümüyle ve eşit biçimde insanîdir. Buna göre hiçbir insan grubu maymuna daha yakın sayılamaz ya da hiçbir halk geri bir kültüre sahip ya da kültürsüz değildir. Böylelikle Kalahari çölünde avcı-toplayıcı bir yaşam süren Kung! halkıyla sanayi toplumu eşiğinde yaşayan Kuzey Amerikalılar arasında insanî yaratım ve değerler bakımından tam bir eşitliği ve incelemeye değer olmayı öngörür. 

Antropolog için hiçbir insan topluluğu çok küçük, çok uzak, çok büyük, çok gelişmiş, çok geri, çok eski değildir. Bütün toplumlar, insan çeşitliliğinin farklı yönlerini ve görünümlerini sunarlar. Bu bakımdan bütün toplumlar insanlık mirasının değerli örnekleridir ve bu çeşitliliği yansıtan her yaşam biçiminden öğrenecek çok şey vardır. Çok şey öğrenirken, bir taraftan da insan türünün olanaklarını, yeteneklerini, neleri yapıp-yapamayacağını ve sınırlılıklarını da öğreniriz. Hatta canlılar dünyasındaki yakın akrabalarımız olan iri maymunlardan bile kendimiz hakkında hâlâ öğreneceğimiz çok şey vardır.

Uyarlanma: İnsan tıpkı diğer hayvanlar gibi içinde bulundukları çevrenin baskısı altındadır. İklim, yağış miktarı, toprak gibi fiziksel çevre[2] etkenleri ile yaşadıkları yere özgü bitki ve hayvan varlığı gibi yaşamsal çevre[3] etkenleri onların yaşam biçimlerini belirler. Bu etkenlere bir de kendi yarattıkları mekânsal çevrenin[4] etkisi eklenir. Dolayısıyla belirli bir yaşam biçiminin oluşmasında bu çevresel etkenlerin baskısı birincil derecede rol oynar. Belirli bir insan topluluğunun devamlılığı ve istikrarı, bu çevresel etkenlere uyarlanabilme yeteneğine bağlıdır. Bu açıdan başarılı olanlar, yani çevresel etkenlere başarıyla uyarlanabilenler kararlı, sürekli ve güvenli bir yaşam biçimi oluştururlar. Bu yüzden insan topluluklarının özgül kültürleri, büyük ölçüde bu uyarlanmanın sonucu olarak görülür.

Bütünleşme: Belirli bir kültürün ögelerinin birbiriyle bütünleşmesi, o kültürün ayakta kalmasında, istikrarında ve sürekliliğinde belirleyici bir rol oynar. Din, akrabalık, iktisadî yaşam, siyasal örgütlenme gibi ögelerin birbirlerini destekleyici bir bütün oluşturması, kültürlere bu açıdan yarar sağlar. Öte yandan bu bütünlüklü kültür anlayışı, belirli bir topluluğu inceleyen antropoloğa o topluluğu anlamasında yardımcı olur. Ayrıca antropolog, bir topluluk için bu bütünlüğü varsaydığında kültürel ögeler arasındaki uyumsuzlukları, değişme karşısındaki uyum güçlüklerini ve yine değişme sırasında ortaya çıkan çatışmaları daha kolay gözlemleyebilir.
Ancak bu bütünlük varsayımı görece küçük ölçekli topluluklar için geçerli bir varsayımdır. Toplumun ölçeği büyüdükçe ve toplum karmaşıklaştıkça çatışmalı ögeler artar, toplumun katmanları arasında çıkar ayrılıkları ortaya çıkar, bu katmanlar toplumu kendi istekleri doğrultusunda dönüştürmeye çalışırlar. Dolayısıyla büyük ölçekli toplumlarda antropolog için o toplumu bütünlüğü içinde görmek zorlaşır. Antropolog bu durumu da göz önünde tutarak çalışır ve çalışma alanlarını, sorun ve sorularını bu duruma göre tasarlar.

Kültürel Görecilik: Antropolog toplumların kültürel bakımdan farklı olduğunu bilir. Antropoloğun inceleyeceği topluluk, yaşam biçimi bakımından antropoloğun yaşadığı toplumdan farklı olduğu kadar, farklı bir değerler dünyasına da sahip olacaktır. Dolayısıyla antropolog, sağlıklı bir araştırma yapabilmek için, inceleyeceği topluma kendi değer sisteminin içinden bakmaktan kaçınmak durumundadır. Biz, kişinin kendi toplumunun değerlerini ve geleneğini yüceltmesini, onu benzersiz ve diğerlerinin üzerinde bir toplum olarak düşünmesini ve başka toplumları bu açıdan değerlendirmesini etnikmerkezcilik kavramıyla karşılıyoruz.

İşte antropoloğun ve antropolojinin araştırmaya ve incelemeye başlamadan önce yapması gereken ilk iş etnikmerkezcilikten kurtulmak olmalıdır. Zira etnikmerkezcilik, anlamaya değil yargılamaya yol açacaktır. Ötekileri gerçek anlamda anlamak ancak kültürel görecilik yaklaşımıyla mümkündür. Kültürel görecilik, kısaca, başkaları nın inanç ve davranışlarını onların kendi gelenek ve deneyimleri içinde değerlendirmek ve yorumlamaktır. Doğal olarak bir toplum için doğru olan bir başkası için de doğru olmak zorunda değildir. O nedenle antropoloğun kendi deneyimlerinden ve içinden geldiği toplumdan kaynaklanan doğruları bir kenara bırakarak araştırma yapması gerekecektir. Böylelikle bu düzeyde kültürler arasında öncelik-sonralık, üstünlük-gerilik, acayiplik-normallik gibi sıralamalar anlamsızlaşır ve her kültür, kendi öznel varoluşuyla, en az diğerleri kadar değerli, sorun çözücü ve benzersiz hale gelir.

Karşılaştırmacılık: Antropoloji tek bir toplumu ya da kültürü ele almakla yetinmez, genel bir kültür kuramına yönelir. Bu nedenle belirli olgular bakımından farklı toplum ve kültürleri karşılaştırmaya eğilimlidir. Genel bir kültür kuramına yönelmeyen antropolojiler bile, böyle bir genel kuramın olamayacağını göstermek için, kültürleri karşılaştırmaya ve bu karşılaştırma çabası içinde onların özgüllüklerini göstermeye girişmişlerdir. Örneğin antropolog namus adına işlenen cinayetleri belli bir bölgenin ya da topluluğun sorunu olarak görmekten kaçınacak ve bu tür olayların yaşandığı bütün coğrafyalarda ve tarihsel süreklilik içinde bu eylemi doğuran etkenleri anlama çabasına girerek, incelediği alanı çözümlemeye çalışacaktır. Böylelikle tek bir yere bakacak ama çok geniş bir bağlantılar ağı kurmaya uğraşacaktır. Böyle bir yöntemsel çabanın bilimsel adı karşılaştırmacılıktır.
Bütün bu ilkeler göz önünde tutulduğunda antropolojinin sorduğu temel sorulara çık-seçik hale gelmektedir. 

Bu çerçevede antropolojinin üç temel sorusu vardır:
1. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden farklıdırlar, nasıl farklılaşırlar?
2. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden ve nasıl benzeşirler?
3. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden ve nasıl değişirler?
.........................

[1] Bütüncü kültür kuramı: Bir topluluğu bütün biyolojik, toplumsal ve kültürel yönleriyle bir bütün olarak anlamaya ve buradan yola çıkarak, kültürlerin farklılıkları kadar bütün kültürleri içine alacak
evrensel bir kültür bilgisine ulaşmaya çalışan kuramsal yönelimdir.

[2] Fiziksel çevre: İnsanı ve diğer canlıları kuşatan, onların yaşamının temeli olan iklimsel,  meteorolojik, atmosferik ve yersel çevre koşulları bütünüdür.

[3] Yaşamsal çevre: İnsanın birlikte yaşadığı, zaman zaman sembiyotik ilişki içine girdiği, zaman zaman evcilleştirerek ya da yabanî olarak doğrudan yararlandığı ya da yaşamını tehdit altında tutan bitki ve hayvan varlığıdır.
[4] Mekânsal çevre: İnsan eliyle doğanın sunduğu olanaklar değerlendirilerek ya da teknolojik olanaklarla yaratılan kültürel-yapay çevredir

Kaynak: Suavi AYDIN, Yılmaz Selim ERDAL, Antropoloji, Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2013, s. 3-5


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder