Mehmet Özdoğan
Herhangi bir yerde kurulmuş olan yerleşim yerinin yıkıntısının bıraktığı yükselti. Yukarıda tanımladımız arkeolojik dolguyu basit bir göçebe çadır yeri için değil, bir topluluğun yerleşim yeri için tanımlarsak, bu dolgunun içindeki kalıntı ve bulgular daha fazla çeşitlenecek ve dolayısıyla dolgu kalınlaşacaktır. En basit kerpiç bir ev bile, sahipleri terk ettikten sonra şu ya da bu nedenle yıkılsa, içindeki işe yarayan yapı malzemeleri başkaları tarafından alınsa bile, mutlaka temelleri, duvarın en alt sırası, tabanı, taban üzerindeki ocak, seki, depo gibi yapı öğeleri ve o dönemde kullanılmış olan her türlü malzeme kırık da olsa, o dolgunun içinde bulunacaktır.
Yerleşmeler her zaman yaşamak için en uygun yer seçilerek kurulur; en uygun yer de çoğu kez su kaynağı ile bağlantılıdır. Bu nedenle evler yansa, yıkılsa da, yerleşme aynı coğrafi noktada devam eder. Yerleşmeler terk edilse ve farklı bir insan topluluğu o bölgeye herhangi bir nedenle gelse de, gene yeğleyeceği yer çoğunlukla aynı noktadır. Yeni bir ev kurulurken daha önceki yıkıntının molozu düzletilir. Ancak çok ender durumlar dışında, bu yıkıntı tümüyle kazılarak atılmaz. Düzletilen eski molozun üzerine yeni bir ev kurulur. Dolayısıyla yukarıda tanımladığımız arkeolojik dolgu, kendinden sonra kurulan evin altında, yeni yapılandan farklı niteliğiyle korunagelir. Yerleşim yeri, bu arkeolojik dolguların artmasıyla giderek yükselmeye başlar. Böylelikle yerleşme yeri çevreye göre daha korunaklı hale gelir ve bu alan yeni yerleşimciler için su kaynağının ötesinde tercih sebebi olur. Hep aynı yerde yerleşilmesi sonucunda, zaman içinde bir höyük oluşmaya başlar. Höyükte her bir yerleşimi temsil eden dolguya "tabaka" adı verilmektedir. Ardı ardına dizili tabakalar, çoğu kez belirli bir kültür dönemini temsil eder. Süreç içinde daha sonra farklı bir kültüre ait tabakalar oluşmuşsa, altta bir çok tabakadan meydana gelen ve kültür birliği olan arkeolojik birime "kültür evresi" adı verilir.
Höyükleri oluşturan tabakaların kalınlığı her şeyden önce kullanılmış olan yapı malzemesine bağlıdır. Eğer yerleşimde evler ahşap gibi zamana dayanıksız organik maddelerden yapılmış ise, tabakanın kalınlığı bir kaç cm kadar ince olacaktır. Eğer bu ahşap evde ahşapların arasında çamur dolgu kullanılmış ve ev şiddetli bir yangın geçirmişse, bu çamurun bırakacağı moloz daha kalın olacaktır.
Yapı malzemesi taş ise, taş yeni gelenler tarafından yeni yapılarda kullanılabileceği için, dolgunun
kalınlığı buradan ne kadar taş çekildiğiyle bağlantılıdır. Buna karşılık killi toprağın samanla karıştırılıp güneşte kurutulmasıyla elde edilen kerpiçten yapılan yapılar, genellikle daha kalın arkeolojik dolguların oluşmasını sağlar. Çünkü bu tür yapıların çoğunluğu toprak düz damlıdır ve yalnızca damdaki toprağın kalınlığı bile yaklaşık 50 cm'dir. Duvarlar yıkıldığında kerpiçlerin büyük bir kısmı
kullanılamayacak hale geldiğinden, buraya yeni gelenler bu molozu tümüyle sıyırmak yerine düzlemeyi yeğleyeceklerdir. Kerpiç yapılardan oluşan bir dolgunun kalınlığı birkaç metreyi geçebilir. [Kerpiç, hammaddesi samanla karıştırılmış toprak olduğundan, zamana en dayanıklı yapı malzemelerinden biridir.]
Herhangi bir yerde kurulmuş olan yerleşim yerinin yıkıntısının bıraktığı yükselti. Yukarıda tanımladımız arkeolojik dolguyu basit bir göçebe çadır yeri için değil, bir topluluğun yerleşim yeri için tanımlarsak, bu dolgunun içindeki kalıntı ve bulgular daha fazla çeşitlenecek ve dolayısıyla dolgu kalınlaşacaktır. En basit kerpiç bir ev bile, sahipleri terk ettikten sonra şu ya da bu nedenle yıkılsa, içindeki işe yarayan yapı malzemeleri başkaları tarafından alınsa bile, mutlaka temelleri, duvarın en alt sırası, tabanı, taban üzerindeki ocak, seki, depo gibi yapı öğeleri ve o dönemde kullanılmış olan her türlü malzeme kırık da olsa, o dolgunun içinde bulunacaktır.
Yerleşmeler her zaman yaşamak için en uygun yer seçilerek kurulur; en uygun yer de çoğu kez su kaynağı ile bağlantılıdır. Bu nedenle evler yansa, yıkılsa da, yerleşme aynı coğrafi noktada devam eder. Yerleşmeler terk edilse ve farklı bir insan topluluğu o bölgeye herhangi bir nedenle gelse de, gene yeğleyeceği yer çoğunlukla aynı noktadır. Yeni bir ev kurulurken daha önceki yıkıntının molozu düzletilir. Ancak çok ender durumlar dışında, bu yıkıntı tümüyle kazılarak atılmaz. Düzletilen eski molozun üzerine yeni bir ev kurulur. Dolayısıyla yukarıda tanımladığımız arkeolojik dolgu, kendinden sonra kurulan evin altında, yeni yapılandan farklı niteliğiyle korunagelir. Yerleşim yeri, bu arkeolojik dolguların artmasıyla giderek yükselmeye başlar. Böylelikle yerleşme yeri çevreye göre daha korunaklı hale gelir ve bu alan yeni yerleşimciler için su kaynağının ötesinde tercih sebebi olur. Hep aynı yerde yerleşilmesi sonucunda, zaman içinde bir höyük oluşmaya başlar. Höyükte her bir yerleşimi temsil eden dolguya "tabaka" adı verilmektedir. Ardı ardına dizili tabakalar, çoğu kez belirli bir kültür dönemini temsil eder. Süreç içinde daha sonra farklı bir kültüre ait tabakalar oluşmuşsa, altta bir çok tabakadan meydana gelen ve kültür birliği olan arkeolojik birime "kültür evresi" adı verilir.
Aşağı Pınar kazısı, MÖ 5200 yılları, 4. kültür katı. https://arkeofili.com/neolitik-donem-uzerine-prof-dr-mehmet-ozdogan-roportaji/ Ahşap mimarinin yanarak korunmuş durumu. Duvar içinde görülen yuvarlak izler, yanarak ortadan kalkmış olan ahşap direklerin izleridir. Orası şiddetli bir yangın geçirdiği için, yanmış olan tabandan çok sayıda in situ [yerinde] buluntu ve tahıl örneği çıkmıştır. |
Höyükleri oluşturan tabakaların kalınlığı her şeyden önce kullanılmış olan yapı malzemesine bağlıdır. Eğer yerleşimde evler ahşap gibi zamana dayanıksız organik maddelerden yapılmış ise, tabakanın kalınlığı bir kaç cm kadar ince olacaktır. Eğer bu ahşap evde ahşapların arasında çamur dolgu kullanılmış ve ev şiddetli bir yangın geçirmişse, bu çamurun bırakacağı moloz daha kalın olacaktır.
Yapı malzemesi taş ise, taş yeni gelenler tarafından yeni yapılarda kullanılabileceği için, dolgunun
kalınlığı buradan ne kadar taş çekildiğiyle bağlantılıdır. Buna karşılık killi toprağın samanla karıştırılıp güneşte kurutulmasıyla elde edilen kerpiçten yapılan yapılar, genellikle daha kalın arkeolojik dolguların oluşmasını sağlar. Çünkü bu tür yapıların çoğunluğu toprak düz damlıdır ve yalnızca damdaki toprağın kalınlığı bile yaklaşık 50 cm'dir. Duvarlar yıkıldığında kerpiçlerin büyük bir kısmı
kullanılamayacak hale geldiğinden, buraya yeni gelenler bu molozu tümüyle sıyırmak yerine düzlemeyi yeğleyeceklerdir. Kerpiç yapılardan oluşan bir dolgunun kalınlığı birkaç metreyi geçebilir. [Kerpiç, hammaddesi samanla karıştırılmış toprak olduğundan, zamana en dayanıklı yapı malzemelerinden biridir.]
Dolgu kalınlığını yapı malzemesi dışında belirleyen ikinci öğe, yerleşimdeki yapıların anıtsallığıdır. Eğer arkeolojik dolguyu oluşturan yerleşim surla çevrili, içinde tapınak, saray gibi anıtsal yapılar olan bir kent ise, bunun bırakacağı molozun kalınlığı bazen 5-6 m yüksekliğinde olabilir. Buna karşılık basit çiftçilerin oturduğu bir köyün bırakacağı dolgu kalınlığı göreli olarak çok daha incedir. Ancak her ne olursa olsun, mutlaka her yerleşimden geriye ince ya veya kalın, altındakinden ve üstündekinden farklı bir dolgu, bir tabaka kalacaktır.
Höyük oluşumunda belirleyici olan, yukarıda kısaca değindiğimiz gibi, doğal çevrenin yerleşim yerine uygun seçeneklerinin kısıtlılığıdır. Bu nedenle özellikle kurak ya da yarı-kurak bölgelerde höyükler daha yüksek ve daha çok katmanlıdır. Örneğin Güneydoğu Anadolu'da ya da Suriye -Mezopotamya'da yüksekliği 50 m'yi geçen, Şan Urfa'da Sultantepe, Adıyaman'da Samsat, Gaziantep'te Songurus, Kilis'te Oylum Höyük gibi höyükler bulunmaktadır.
Yağışlı, su kaynaklarının bol olduğu bölgelerde, yerleşmelerin sürekli aynı yerde bulunması gerekmediğinden höyük oluşumu daha enderdir. Kültürel değişim sürecinde su kaynağı olan herhangi bir noktada yeni yerleşim yerleri kurulabilir. Yerleşimler sık sık yer değiştirdiklerinden, bu tür bölgelerdeki höyüklerin dolgu kalınlıkları genelllikle çok daha azdır. Örneğin Trakya Bölgesi'nde ya da Balkanlar'da bu tür tabakalı yerleşimlerin yüksekliği genellikle 1 ila 3 m kadardır; bunlar arkeolojik yayınlarda "düz yerleşme" olarak tanımlanır.
En üst katmanlardaki yerleşim de toprakla kaplandığında alışık olmayan bir göz, bunları doğal bir yükselti olarak algılar. Ancak kazıldığı zaman höyükler bir "zaman arşivi" gibi geçmişle ilgili bilgiyi verir.
Elazığ, Munzuroğlu Köyü Terk edildikten sonra yıkılmış olan günümüze ait kerpiç yapılar. Yapılar terk edildikten sonra, iki ay içinde kerpicin erimesiyle höyükleşmeye başlamıştır. |
Yağışlı, su kaynaklarının bol olduğu bölgelerde, yerleşmelerin sürekli aynı yerde bulunması gerekmediğinden höyük oluşumu daha enderdir. Kültürel değişim sürecinde su kaynağı olan herhangi bir noktada yeni yerleşim yerleri kurulabilir. Yerleşimler sık sık yer değiştirdiklerinden, bu tür bölgelerdeki höyüklerin dolgu kalınlıkları genelllikle çok daha azdır. Örneğin Trakya Bölgesi'nde ya da Balkanlar'da bu tür tabakalı yerleşimlerin yüksekliği genellikle 1 ila 3 m kadardır; bunlar arkeolojik yayınlarda "düz yerleşme" olarak tanımlanır.
Bazı höyükler halen yaşayan höyüklerdir. Üzerlerinde günümüzde yaşamın sürdüğü köy ya da kent bulunabilir. Örneğin İstanbul tarihi yarımadada, Sultanahmet çevresindeki çekirdek bölgede arkeolojik dolgunun kalınlığı yer yer 30 m'yi bulmaktadır.
Höyüklerdeki yerleşmeler sona erdikten sonra, doğal etkenlerle höyüklerin yüzeyi aşınarak belirli bir biçim alır. Genellikle dik yamaçlar ve düz biçimli tepesiyle höyükler, Anadolu topografyasının tanımlı öğeleri arasındadır.En üst katmanlardaki yerleşim de toprakla kaplandığında alışık olmayan bir göz, bunları doğal bir yükselti olarak algılar. Ancak kazıldığı zaman höyükler bir "zaman arşivi" gibi geçmişle ilgili bilgiyi verir.
Harran, Yukarı Yarımca Köyü Höyüğü
Höyüğün biçimi, aşınma nedeniyle kubbeli bir görünüm almıştır.
Yerleşimin çevresinde sur gibi anıtsal bir yapının bulunmadığı, yamacın eğiminden
anlaşılmaktadır .
|
Resimleri, kitaptaki örneklerden yola çıkarak ben yerleştirdim. Alt yazılar yazara aittir. DK
Kaynak: 50 Soruda Arkeoloji, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 2011, s. 41-47
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder