Murat Katoğlu
İstanbul Üniversitesi Merkez Binası, Beyazıt Harbiye Nezaretine ait olan bu yapı Abdülaziz döneminde (1864) inşa edilmiştir. Mimarı, Sarkis Balyan'dır. Fotoğraf. Birce Simay Kahyaoğlu |
Yükseköğretim ve özellikle üniversite konusu 19. yüzyılın
ortalarından itibaren aydınların ve yöneticilerin başlıca eğitim davalarından
biri olmuştur. Yirminci yüzyıla girerken, 1900 yılına kadar Osmanlı
İmparatorluğunda tam üç Darülfünun kurma girişiminin her biri kısa ömürlü ve
başarısız olmuştur. 1900'de Abdülhamit II' nin cülusunun 25. yılında kurulan 4.
Darülfünun kalıcı olabilmiştir. İstanbul'daki bu Darülfünun II. Meşrutiyet
yıllarına kadar adeta bir «nekahat» yaşamı sürmüş ve idealist Osmanlı
yöneticilerinin bin bir çabasıyla ayakta kalabilmişti. Her ne olursa olsun,
bugünkü İstanbul Üniversitesinin kaynağını 1900'de kurulan «Darülfünun-u Şahane»ye
dayandırmak yanlış değildir. Darülfünun, Avrupa'ya ayak uydurma, imparatorluğu
yeniden dinamizme kavuşturma ve yaşatma çabasındaki Osmanlı devlet adamlarının,
bunu sağlamak için zorunlu koşul olan insan kaynağını yetiştirmek amacıyla
özlemini çektikleri bir düştü. «Olmazsa olmaz» bir kuruluştu. Düşü gerçeğe dönüştürmek
için sultan üzerinde her türlü etkiyi yıllarca denediler ve yılmadılar.
Sonunda, ciddi gerekçelerin yanına, Abdülhamit II'yi ikna edecek vesileler de ekleyerek
Darülfünunu şeklen olsa da kurdurdular.
Bu gerekçeler arasında: İstanbul'da Darülfünuna gitmek
isteyen çok sayıda gencin birikmesi; bu gençlerin İstanbul'da öğrenim göremezlerse
bazılarının yurtdışına gidip kontrol dışı eğitimden (!) geçmeleri ihtimali;
Sultanın cülusunun 25. yılı onuruna bu önemli kuruluşun imparatorluk hayatına kazandırılması
gibileri, herhalde asıl nedenler değildi. Yeni sivil hayatın gereksinimlerini
cevaplayacak nitelikli insan tipinin yetiştirilmesi; Avrupa bilimine ve
dolayısıyla gelişmeye olanak sağlama; İstanbul’daki öğrenci potansiyeli; aydın
devlet adamlarının bu konudaki kararlı tutum ve «fikri takip»leri Darülfünun-u
Şahane'nin «Mekteb-i Mülkiye» binasında 1900'de açılmasını sağlamıştır.
Ancak bu kuruluş, mutlakıyet yönetiminin çeşitli
kısıtlamaları yüzünden bir varlık gösterememiştir. Son derece sınırlı öğrenci
alınmıştır; siyasal, sosyal, felsefi hatta dünya tarihini içeren disiplinler
yoktur. Dersleri denetleyen maarif müfettişleri bir üniversite düzeyini
engellemiştir. Bu durum, 1908 meşrutiyet devrine kadar sürmüştür. Darülfünun da
II. Meşrutiyetin özgürlük koşullarından payını almıştır. Meşrutiyet ve I. Dünya
Savaşı yıllarında ve hatta mütarekede Darülfünun canlanma göstermiş ve
atılımlar yapılmıştır. Toplum içinde itibar kazanmıştır. Ders programı ile hoca
kadrosunun zenginleştirilmesi ve Batılı bir içeriğe kavuşturulmasıyla, mevzuatı
ile bir üniversite kimliğine yönelme bu dönemde başlamıştır.
Bu gelişmede kuşkusuz devrin siyasal ortamının ve bu ortamda
etkili siyasi örgüt olan İttihat ve Terakki Partisinin rolü olmuştur. Bunun da
nedeni, Partinin ileri gelenlerinden Maarif Nazırı Emrullah Efendi ile onu
izleyen Ziya Gökalp'in varlıkları ve etkileridir. Gerçekten, 1908'den itibaren Darülfünun'un
artık devam edip etmeyeceği değil, gelişimi ile ilgili sorunlar ön plana
çıkmıştır. Darülfünun'un kalıcılığı perçinlenmiştir. Bugünkü üniversite
yaşamındaki tartışmalar ilk kez o devirde ortaya çıkmıştır. Darülfünun'un bölümleri,
öğretim kadroları, programlar, ders malzemesi, kütüphane, sömestr, seminer,
yönetim organları ve üniversite varlığının gedikli tartışma konusu «özerklik»
meşrutiyet yıllarında eğitim dünyasının gündemine girmiştir. Üniversite
mevzuatının ilk esasları yine Meşrutiyet, I. Dünya Savaşı ve Mütareke yıllarında belirlenmiştir.
Elbet meşrutiyetin ilanından sonra bir anda önemli
değişiklikler yapılamamıştır. Darülfünun'un gelişmeden payını alabilmesi için
1912'1eri beklemek gerekmiştir. Darülfünunla ilgili ilk nizamname (tüzük) o
yıl, Emrullah Efendi'nin maarif nazırlığında yayınlanmıştır. Eğitim, öğretim,
yönetim konularını düzenleyen bu tüzüğe göre, Darülfünun şeriye, hukuk, tıbbiye,
fen ve edebiyat olmak üzere beş birimden oluşuyordu. Öğrencilerin kabulü çeşitli
kurallara bağlanıyor ve belli bir düzey aranıyordu.
Burada, Darülfünun üzerinde ayrıntılarıyla durulacak değildir.
Ancak Cumhuriyetteki gelişim çizgisiyle ilişkisi açısından bazı nitelikleri hatırlamak
uygun olacaktır.
Dönemin bir önemli özelliği ilk defa kız öğrencilere yükseköğrenim
görme olanağı verilmesi ise, ikinci bir niteliği de yabancı ve çoğunlukla Alman
öğretim kadrosunun getirilmesidir. Kız öğrencilerin öğrenimi bazı bölümlerde ve
özel sınıflarda yürütülmek istenmiştir. Hatta tepkiler dolayısıyla daha sonra
ayrı bir binada sürdürülmüştür. Bizim için önemli yanı, bu düşünce ve uygulamanın
da dönemin eseri olmasıdır. Alman hocaların tercih nedeni ise elbet birinci
savaş yılları ve Alman ittifakıdır. Bu hoca kadrosu mütareke yıllarına kadar özellikle
tıp ve fen bölümlerinde görevlerini sürdürmüşlerdir. Demek ki, yabancı öğretim
kadrosundan yararlanmak yöntemi de yine Meşrutiyet devrinin ürünüdür.
Yine Meşrutiyet ve Mütareke yıllarının üniversite ve eğitim
hayatına bir önemli armağanı da «muhtariyet yani özerklik kavramının gündeme alınmasıdır.
Siyasal çevrelerin ve hatta Emrullah Efendi ve Gökalp'in partisi İttihat ve
Terakki'nin aksi eğilimlerine karşın Darülfünun'un «serbest»liği, «hocaların
ilim yapma hakkı», kısacası «özerklik» başta Ziya Gökalp olmak üzere devrin birçok
aydınları tarafından savunulmuştur. Ziya Gökalp Darülfünuna adeta bir misyoner
olarak gelmiştir. İttihatçılar kendisini buraya hem bir atılım, hem de eğitim
alanındaki görüşlerini uygulaması amacıyla tayin etmişlerdir.
Gökalp, üniversite kavramına gerçekten büyük değer veriyordu.
Ona göre üniversite bir ülkenin gelişmesinin başta gelen itici güçlerindendi.
Ayrıca, eğitim hayatının güçlenmesi için de yine üniversite, yani üstün
nitelikli insan gücü yetiştirmek birinci gereksinmeydi. Darülfünun'da yapılması
gereken ilk iş, bir bilimsel çevre yaratmak, «Ruhunda ilimlerin metotlarını
canlı olarak yaşatacak ve araştırmalarım buna göre yapacak» bilim adamlarını
bir araya getirmekti. Bunun için son derece hoşgörülü olmak, «hükumetin üniversite
işlerine karışmamayı prensip kabul etmesi» gerekirdi. Gökalp, gerçekten de
zaman zaman «İttihat Terakki» ya da çevresinin baskılarına karşın, bilinçli bir
direnmeyle üniversiteyi siyasal etkilere karşı savunmuştur.
Gökalp'in Darülfünun Edebiyat şubesindeki hocalığı altı yıl
boyunca, 1919 Malta sürgününe kadar devam etmiştir. Onun üniversite ile ilgili
tanımları ve kavrayışı şöyle özetlenebilir: Birincisi ve en önemlisi «özerklik»
ilkesini benimsemesi ve fiilen uygulamasıdır
Karşıtlarına karşı elinde imkân bulunduğu halde,
siyasi-idari eylemle değil daima kalemle cevap vermiştir. İkincisi, üniversite
eğitiminin bir sistem içinde yürümesini savunmuş, bilimsel araştırmanın
gerçekleri aramada tek yöntem olduğunu benimsetmeye çabalamış, öğretim kadar
araştırma işlevinin de üniversitenin vazgeçilmez görevi sayılmasını savunmuştur.
Üçüncüsü edebiyat şubesini yani fakültesini, «milli kültür» kavramının
belkemiği olarak tanımlaması ve kurumlaştırmasıdır. Sosyal bilim metotlarıyla
Türk araştırmacısının tanışmasına ve edebiyat fakültesi bünyesinde bunun
kökleşmesine çalışmıştır. Tarihten, edebiyattan, mimarlıktan folklora kadar
çeşitli alanlardaki etkileri günümüz üniversitelerinde ve düşünce dünyasında hala
tartışılmaktadır. Dördüncü katkısı üniversitede bilimsel yayınları başlatması,
ders kitapları, konferansların basımını sağlamasıdır. Beşinci önemli
uygulaması, çok sayıda gencin yurt dışında öğrenime gitmesini
gerçekleştirmesidir.
Gökalp'in üniversite hakkındaki görüşlerini uzun uzun anlatmak
yerine şu manzumesini buraya almak onun düşüncelerini yansıtacak basit ama
kestirme yoldur:
Diyorsunuz
ki hükumetin idari
Velayeti fenlere
de şamildir.
Ben derim
ki, idare her hüneri
Bilmez,
çünkü mütehassıs değildir.
Salahiyet,
mansıp gibi yukardan
Verilmez,
hep ihtisasla alınır.
Hiçbir âlim
nüfuzunu hünkârdan
Almaz, gerçi
ondan alır her nazır.
Bir
müderris, ya ilmiyle taayün
Eylemiştir,
sizden tayin istemez.
Yahut
etmemişken taayün,
Ederseniz
tayin, kalır bir çömez!
Bırakınız
bunlar kendi kendine
Seçsinler,
siz seyirci kalınız.
İlmi verin alimlere,
siz yine,
Ele mülkün
dizginini alınız.
Üniversite
emirlerle düzelmez
Onu yapar
ancak serbest bir ilim.
Bir mesleğe
haricinden fer gelmez,
Bırakınız
ilmi yapsın muallim.
Bununla birlikte özerkliğin Türkiye'nin üniversite
mevzuatında ilkin yerini alması İttihat ve Terakki yıllarında olmamış, ancak 12
Ekim 1919 tarihli Darülfünun tüzüğünde, yani mütareke yıllarında
gerçekleşmiştir. Tüzükte, özerkliğin doğal gereği olarak «Darülfünun Emini»nin
yani rektörün müderrisler (profesörler) arasından seçilmesi esası da yer
almıştır. «Darülfünun Divanı>ı yani üniversite senatosunun kurulması da
1919'daki bu tüzükle üniversite hayatına resmen girmiştir. Sömestr sistemi de
aynı tüzükte yer almıştır. Böylece, bilimsel özerklik ve cumhuriyet
üniversitelerinde de sürecek yönetim biçiminin, uzun yıllar tartışıldıktan
sonra 1919'da gerçekleştiğini görmekteyiz.
1924 yılında cumhuriyet hükumeti, Darülfünun adını «İstanbul
Darülfünunu» olarak kabul etmiş ve bu kuruluşa tüzel kişilik vermiştir.
Özerklik devam etmiştir. Ancak, cumhuriyetin ilk yıllarında hükümet ve ona
yakın çevrelerde, Darülfünunun kendisinden beklenen görevleri yerine
getiremediği görüşü giderek kuvvetlenmiştir. Bu kuruma başlıca iki eleştiri yöneltilmeye
başlanmıştır. Birincisi; Darülfünunda orijinal, ciddi, toplumun
gereksinmelerini yanıtlayacak yararlı bilimsel çalışmalar yapılmamaktadır.
İkincisi, Darülfünunun inkılaplara kayıtsız kaldığı ve olumsuz bir tutum takındığı
ileri sürülüyordu.
1932'lere kadar Darülfünun konusu daima güncelliğini korudu
ve ilgi uyandırdı. Ama cumhuriyet yöneticilerinin beklediği gelişme bir türlü
sağlanamadı. Bu yaklaşım elbet cumhuriyetçilerin ve yeni rejim taraftarlarının
değerlendirmesi idi. Ne var ki, toplumda bilinen yenilikleri peş peşe
gerçekleştiren, beklentileri açık seçik belli olan genç cumhuriyetin
yöneticileri Darülfünun konusunda da ciddi ihtiyaçlar içindeydiler ve bu konuya
da kayıtsız kalamazlardı. Ardı ardına gelen kültür devrimlerinden Darülfünun da
ister istemez payını alacaktı. Ya İstanbul Darülfünunu Ankara'ya belli bir uyum
sağlayacak; ya Ankara Darülfünuna müdahale edecekti. Bilinen, ikincisinin
gerçekleştiğidir.
1933 yılı, Fakülteler birliği anlamında «üniversite» sözünün
Türkiye'de resmi mevzuata ilk defa girdiği yıldır. 2252 sayılı «İstanbul
Darülfünununun İlgasına ve Maarif Vekâletince yeni bir üniversite kurulmasına
dair kanun» 1933 Temmuzunun sonunda yayınlandı ve «üniversite» sözü burada ilk
olarak kullanıldı.
Hükümet, üniversite reformu için incelemeler yaptırmak ihtiyacını
duymuş, doyurucu ve bilimsel gerekçeler aramıştır. Bu amaçla, İsviçre'den
danışman ve uzman olarak Profesör Albert Malch'ı getirmiş adı geçen profesöre
Darülfünunu ve bazı yükseköğretim kurumlarını inceletmiştir. Profesör Malche'ın
hazırladığı rapor, hükümetin 1933 reformunda dayandığı önemli bir belge olarak
o zamandan beri anılagelmiştir. A. Malche raporu uzun bir çalışmadır ve
Darülfünunla ilgili ayrıntılı saptamaları içermektedir. Çok çeşitli eleştiriler
getirmektedir. Biz bu raporun içeriğine değil, etkisine kısaca değindikten
sonra, 1933 reformunun temel özelliklerini şöylece özetlemeye çalışalım:
2252 sayılı 1933
kanunu ile özerklik kaldırılmış, İstanbul Üniversitesi Milli Eğitim Bakanlığına
bağlanmış, Rektör de Ankara tarafından atanmıştır.
Darülfünun öğretim kadrosu geniş ölçüde elenmiş; 151 öğretim
elemanından yalnız 59'u üniversiteye alınmıştır. Kadrosunun ikinci grubu,
Batıda öğrenimini tamamlayıp başarıyla dönen Darülfünun dışı genç öğretim
elemanlarıdır. Bunlar doktora şartı aranmaksızın doçent adayı olarak atanmışlar;
daha sonra doçent unvanını kazanmışlardır. Üçüncü grubu ise yabancı profesörler
oluşturmuştur. Bunların çoğunluğu da, Alman üniversitelerinde Nazi rejiminin
etkisiyle barınmak olanağını yitiren bilim adamlarıydı. Cumhuriyet yönetimi tam
bir bilinç ve hoşgörü anlayışıyla bu fırsatı değerlendirmiş ve geniş bir Alman
profesör kadrosunu çeşitli fakültelerde yetkilendirmiştir.
1933 üniversite reformunun ifade edilen amacı, Türkiye'de Avrupa
üniversitelerine benzer içerikte bilim kurumu meydana getirmekti. Üniversite “…hakikatleri
araştırmak ve derinleştirmek, bilgiyi derlemek, yükseltmek ve yazmak gayelerini
güdecek”ti. Üniversitenin «asıl mihveri ilimdir. Öğretim ve öğrenim ise, bu
mihverden kaynaklanan semerelerdir». Cumhuriyetçilerin amacı, üniversiteleri
bir «fikir yaratma santralı olarak çalışan derin düşünme ve inceleme»
merkezleri halinde geliştirmekti. Olumlu ve olumsuz yönleriyle, 1933 reformu,
ne olursa olsun üniversitenin gelişiminde önemli bir evredir. İzleyen yıllarda
Batılı anlamda bir yapının, çok daha düzeyli bir eğitim standardının sağlandığı
yadsınamaz.
Türkiye'de üniversitenin gelişiminde ikinci büyük aşama ve
düzenleme 1946 yılındaki 4936 sayılı “Üniversiteler Kanunu” dur. Artık bu kanun
yalnız İstanbul Üniversitesi, yani tek bir kurum için değil, genel bir
kanundur. Aynı zamanda Ankara Üniversitesi de kurulmuştur. Kanunun 1. maddesinde;
«üniversiteler, fakültelerden, enstitü, okul ve bilimsel kurumlardan oluşmuş,
özerkliği ve tüzel kişiliği olan yüksek bilim, araştırma ve öğretim
birlikleridir» ifadesi yer alır. Kısacası, özerklik, bu defa kanunla ve
ağırlıkla üniversite kavramının bir parçası kılınmıştır. 4936 sayılı bu yasanın
gerekçesinde de üniversitenin belkemiğini bilimin oluşturduğu görüşüne yer
verilmiştir. Üstelik «üniversitelerin yüksek bilimleri öğretmek ve bilim
kollarında uzmanlar yetiştirmek görevlerinin yanı sıra ve daha üstün bir önemle
bilimsel çalışma ve araştırmalar yapmak, milletlerarası bilimin genel
gelişmesine ve evrimine yardım etmek görevinin bulunduğu» da gerekçede
belirtiliyordu. Üniversite öğretim üyelerinin “kendilerini tamamıyla bu mesleğe
bağlamak” yükümlülüğünde bulundukları da yine gerekçede vurgulanıyordu.
Kısacası 1946 yasası çağdaş ve evrensel anlamdaki bir üniversite anlayışının ürünüdür.
1946 yasası en uzun süre yürürlükte kalan üniversite kanunudur.
Esasları itibariyle 1973'de çıkarılan 1750 sayılı yasaya kadar yürürlükte
kalmıştır. Ancak, gelişim zincirinin önemli bir halkası da 1961 Anayasasıdır.
İlk defadır ki üniversiteler bu anayasanın 120. maddesinde «özerk kuruluşlar»
başlığı altında, bilimsel ve idari özerkliğe sahip kamu tüzel- kişilikleri
olarak tanımlanarak yer almışlardır. Bu arada 1960'a gelindiğinde, 1955'de
Trabzon'da Karadeniz Teknik Üniversitesi ve İzmir'de Ege Üniversitesi, 1957'de
Ankara'da Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve 1958'de de Erzurum Atatürk
Üniversitesi kurulmuş bulunuyordu. 1973'de çıkarılan 1750 sayılı yasa da eski
kanundaki esasları korumuş, ufak tefek değişiklikler getirmiştir. Zaten bu
kanun kısa bir süre önce 12 Mart 1971 askeri müdahale döneminin siyasal koşulları
altında yapılan Anayasanın 120. maddesindeki değişiklik nedeniyle düzenlenmiştir.
Siyasal baskılar sebebiyle yer alan bazı maddeler ise kısa süre sonra Anayasa
Mahkemesince iptal edildi. İlerde bu konuya tekrar değinilecektir.
Zincirin şimdilik son halkası ise, 1982'de çıkartılan 2547
sayılı Yüksek Öğretim Kanunudur. Bu kanunun başlıca özellikleri şunlardır:
Üniversiteler ve 1982'ye kadar Üniversiteler Kanununun kapsamı dışında kalan
bütün yükseköğretim kuruluşları, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı enstitü ve
meslek okulları tek kanun çerçevesine alınmış ve tek bir merkezi üst yönetim
olan Yükseköğretim Kurumuna bağlanmıştır. İkinci özellik, özerkliğin
kaldırılmasıdır. Buna bağlı olarak önceki yasalarda seçimle gelen üniversite
yönetim organları, rektör, dekan ve yüksekokul müdürleri, bölüm başkanları gibi
bütün akademik yöneticiler atama ile görevlendirilmektedir. Dördüncü bir
özellik de akademik unvan ve görevlerin yeni esaslara bağlanması, hatta
Yükseköğretim Kurulu tarafından bu unvanların verilebilmesi ilkesinin
getirilmesidir. Beşinci bir değişiklik, özel vakıf üniversitelerinin kurulabilmesinin
mümkün kılınmasıdır. Altıncı özellik ise, yükseköğretimin paralı hale
dönüştürülmesidir.
Türkiye Tarihi, Cilt 4, Cem Yayınevi, s. 397-403
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder