29 Ekim 2020 Perşembe

Gargantua ve Rabelais


Ortaçağ denilen dönemle Rönesans diye adlandırdığımız uyanış çağı arasında kesin bir ayrım yapmak, tarih anlayışını basite indirgemek, insanlığın gelişmesindeki tutarlı ve kapsamlı süreci sınırlara, kalıplara sokmak olur. İnsanlık birdenbire mi uyanmış, neye uyanmış? Karanlığın egemen olduğu uzun bir süreden sonra, insana gözlerini açmış, bedeni ve ruhu ile tüm insana yönelmiş deniyor. Bu yöneliş de Yunan-Latin ilkçağının dünya görüşüne ve o görüşün ürünleri olan yazın ve sanata dönüşle gerçekleşmiş. Bir Brueghel, bir Jerome Bosch insanı görmemiş göstermemiş de bir Michelangelo ya da bir Raphael mi daha iyi, daha tamam, daha gerçek olarak görmüş ve göstermiş? Özde belirgin bir ayrılık olmasa gerek ortaçağın görüş ve davranışı ile uyanış çağı insanının özlem ve eğilimleri arasında. Her ikisi de, ister Tanrılı ister Tanrısız olsun, insana dönüktür aslında, insanlığın her çağı gibi. Bu iki dönemin geleceğe seslenişindeki asıl ayrılığı ve bu ayrılığın asıl nedenlerini araçlarda aramalı. Çağların yüzünü değiştiren araç burada matbaadır. Ortaçağ da Latince bilir, ilkçağın yazın ve sanat ürünlerini canlı tutmak için el emeği harcamış, göz nuru dökmüştür. Geleneği sürdürmek, bilgi verilerini çağdan çağa aktarmakta eşi bir daha görülmedik bir çaba ile başarıya ulaşmıştır. Avrupa’yı bir boydan bir boya kaplayan manastırlar on, on dört yüzyıl sürece karınca yuvası gibi kaynamasaydı, mum ışığında inci dizer gibi dizmeselerdi binlerce el yazmasını, Homeros’tan, Vergilius’tan, Heredot ya da Plinius’tan eser mi kalırdı uyanış çağına? Ortaçağın canlılığı bir bakıma ilkçağdan da daha göz kamaştırıcıdır. Bir oluş ki, topraktan fışkıran özgün değerleri dile getirmek, biçimlendirmek için insanın devinmesini baş döndürücü bir hızla canlandırır. En ufak taşına varıncaya dek kuyumcu eliyle işlenmiş katedral denilen o gökdelenleri bir düşünün, Tanrı için üst üste dizilmiş birer sırça saray diyeceksiniz, evet ama insan hep kendini aşan bir varlık uğruna yaratır büyük eserlerini, ölümsüzlüğe ulaşarak dile gelen tek varlık ise gene kendisidir, insandır. İnsanlığın insana en çok inanmış dönemlerinden biridir ortaçağ, onu karanlık görmekte haksızlık eder tarihçiler. Hele dil ve yazın konusunda ortaçağdan daha pırıltılı bir dönem düşünülemez: Fıkır fıkır kaynamaktadır kazan, Latincenin attığı tohumlar ulusal düzeyin gün gün oluşan ürünlerini gökkuşağının renklerinden daha da ayrıntılı bir cümbüş içinde serer gözümüzün önüne.

Bu diller korkunç bir zenginlikle karşımıza çıkıyorsa on altıncı yüzyıl Fransızca, İtalyanca ya da İspanyolcasında, yüzyıllar süren yeraltı akışının basılmış kitapla yeryüzüne fışkırmasındandır. Evet, korkunçtur ortaçağdan yeniçağlara geçişte insan düşüncesinin oluşumu. Rabelais’in deyimiyle “horrifique” (dehşet salan) ve “espouvantable” (korkunç) diye nitelendirilebilir. İnsanın dev büyüklüğü karşısında duyulan şaşkınlık ve korku.

Ortaçağdan söz açtıysak, bu kitapta çevirisini okuyacağınız Gargantua’nın yazarı François Rabelais ortaçağ ile yeniçağ arasında köprü kuran, ortaçağın insan değerlerini pek az sanatçının bağdaştırabildiği ölçüde bağdaştıran bir yeni adamdır da ondan açtık. Bir devrimcidir, ama kaçımız anlamışızdır gerçek devrimin, yalnız var olanı yıkmakla değil, varlığın üstüne varlık katmakla başarıldığını? Devrimci olarak diri diri yakılmaktan zor kurtulmuştur François Rabelais, takma adıyla Maitre Alcofribas Nasier.

Doğum tarihine bakalım. Pek belli değil, 1494 yılı olsa gerek. Montaigne 1533’te doğmuştur, Rabelais’den kırk yıl kadar sonra, Erasmus ise 1466’da, ondan aşağı yukarı otuz yıl önce. Hümanizmanın bu iki büyük adamı arasında Rabelais ortada yer alıyor; demek, hümanist düşüncenin gelişmesinde de tam ikisinin ortasındadır. Erasmus’un açtığı çığırı dil ile düşünce arasında eşsiz bir sentez, bir birleşim kurmakla gerçekleştirmiş, Montaigne’in kabuğuna çekilerek, açılmış alanlarda rahat rahat düşünebilmesini sağlamıştır. İp üstünde türlü hokkabazlıklar yapan bir cambaza benzer Rabelais, altında ateşler yanmaktadır, ha düştü ha düşecek. Oysa cambaz korkmaz, yere bakacağına, elinde bir çanak dolusu şarap, içer de içer, güler de güler.

Gargantua’nın başında şöyle seslenir okurlarına:

Bu kitabı okuyan okur dostlar

Atın içinizden her türlü kuşkuyu

Okurken de irkilmeyin sakın

Ne kötülük var içinde ne muzırlık

Doğrusu güldürmekten başka da

Bir hüner bulamayacaksınız pek

Başka yola gidemiyor gönlüm

Sizleri dertler içinde görürken

Gülen kitap yeğdir ağlayan kitaptan

Gülmektir çünkü insanı insan eden

Ne o, Bergson’dan dört yüz yıl önce bu sözü söylemek? “Le rire est le propre de l’homme” (Gülmek insana özgüdür) diyor bu adam ve insana söylemek istediği “yeniyi” bir imge ve söz şaklabanlığına boğuyor ki, okuyan kırılıyor gülmekten. Homeros kahkahası vardır, tanrılar kahkaha atarak çınlatırlar Olympos’u, Rabelais’nin kahkahası onun kadar gür, ama ondan çok daha renkli, içeriği çok daha çeşitli ve anlamlıdır. Bir şeyler saklanır arkasında, bir gizem belirir binbir simgenin altında. Hemen haber verir Rabelais okurlarına, bir benzetmeyle başlar Gargantua masalına: İlikli bir kemik bulan köpek “ne hayranlıkla bakar ona, ne özlemle koklar onu, ne coşkunlukla yakalar, nasıl bir dikkatle dişler, ne sevgiyle kırar, ne heyecanla yalarsa onu”, okuyucu da aynı coşkuyla kitabındaki “substantifique moelle”, yani özlü iliği aramalıdır; “çünkü bu kitapta bir başka tat, daha gizli kapaklı bir öğreti bulacaksınız, bu öğreti sizi pek yüce kutsallıklara ve şaşırtıcı gizemlere erdirecek hem dinimiz bakımından, hem de kamusal ve özel yaşantımız bakımından.”

Bu bir programdır. Ne var ki çoğu eleştirmen XIX. yüzyıldan bu yana şaşkınlıkla karşılamışlardır bu programın uygulanma biçimini. Bir dev masalı, en ayrıntılı gerçekle en akıl almaz gerçeküstünün taşkın bir hayal âleminde buluşması, hiçbir ölçü, düzen ve sınır tanımayan dizginsiz bir imge ve dil fışkırmasıyla hallaç pamuğu gibi karışımı, bir yemek ve içki cümbüşü içinde en kaba saba, açık saçık şakaların en ilerici bir dünya görüşüyle bağdaşması, halk usunun en aydın düşünceyle birleşerek insafsız bir yergiye, yaman bir taşlamaya yol açması, ne ipe sapa gelmez zıtlıklar çatışması, ne akla hayale sığmaz bir yazın türüdür. Roman mı, efsane mi, güldürü mü, destan mı? Rabelais’nin Gargantua, Pantagruel, Tiers Livre ve Quart Livre adlı yapıtlarıyla ortaya serdiği insan komedyası gerçekten şaşırtıcıdır ve dünya yazınında tek eşsiz örnek olarak kalmıştır.

Ama birincisinin çevirisini verdiğimiz bu beş kitaplık koca yapıtı anlatmaya girişmeden, Maitre François Rabelais’nin kimliğini daha yakından incelemeliyiz. 

Rabelais’nin hayatı üstüne çok az şey biliyoruz. Doğum tarihi olarak araştırıcılar uzun tartışmalardan sonra 1494 yılında karar kılmışlardır. Fransa’nın orta yerinde Loire diye uzun bir ırmak akar ağır ağır, kıyılar yemyeşil ova, göz alabildiğine düzlüktür, orada burada küme küme ormanlar, kızıl salkımlı bağlar, çiçek dolu bahçeler ve çevreye oturtulmuş yuvarlak kuleli, sivri külahlı şatolar görülür. Bu şatolar bakımlı, içi dışı işlemeli güzelim tarih anıtlarıdır. Fransa’nın sayılı turistik bölgelerinden Loire kıyıları, yaz geceleri “son et lumière” ile ışıklanır bu şatolar, parklarının budanmış ağaçlarının altındaki çimenlere oturur, inceden uzaktan müzik sesleri, konuşmalar duyarsınız, şatonun pencereleri aydınlanır, içerdeki canlılık sızar dışarıya, bir sahne gibi canlanır ortalık, bir dram oynanır, bir balo verilir, François I’in zamane güzellerinden bir kontesle dans ettiğini görür gibi olursunuz.

Zengin, bereketli, şarabı bol bir topraktır burası. Ürünlerin en dolgununu, canlıların en gürbüzünü yetiştirir. Şişkin ve şendir, kırsal yaşamın sağladığı nimetler ve zevklerle beslenen insanları. Biraz kaba ve ilkeldir davranışları, dilleri, “Esprit gaulois” dedikleri egemendir Fransa’nın bu bölgesine. Köylü derebeyliği bugün bile silinmemiştir oralardan.

Bu güler yüzlü ülkede doğmuştur François Rabelais. Babası Antoine Rabelais Chinon şehrinin seçkin bir soyundandır. Dava vekilidir, birçok çiftlikleri vardır. La Devinière adlı birinde gözlerini dünyaya açmış olsa gerek oğlu François. Dört kardeşin küçüğüdür, çocukluğu bu yörede geçer, köy hayatını en ufak ayrıntısına kadar bilir, yazdığı yazıların, anlattığı masalların hepsi buraları yansıtır. Loire bölgesini öyle bir gerçekçilikle verir ki, bugün de yer yer dolaşıp bulabilirsiniz anlattığı her kasabanın, her köyün, her çiftlik, şato, değirmen, geçit ya da yolun adını, izini yerli yerinde. Dev masalına bürünmüş yapıtları öylesine başından geçmiş olaylara, tanıdığı ve gördüğü kişilere ve tiplere dayanır ki, kendi hayatını anlatıyor, bir otobiyografi yazıyor sanırsınız. Antoine Rabelais’nin en büyük davalarından biri, komşusu ve eski dostu Gaucher de Sainte-Marthe adındaki bir adama karşı, Paris mahkemelerine kadar giderek savunduğu davadır. Bu derebeyi Loire Irmağı’nın üstünde bir dalyan kuracak olmuş, nehirde avlanma özgürlüğünü engellediği için de balıkçılar loncası ile başı derde girmiş, Gargantua kitabının ana olayı, belkemiği sayılabilecek Picrochole Savaşı işte bu gerçeğe dayanır. Babası Antoine Rabelais, roman kahramanlarından Grandgousier olur, Gaucher de Sainte-Marthe ise, adı Yunanca “acı safra” anlamına gelen Picrochole.

Rabelais 1511 yılında yöredeki manastırlardan birine girip keşiş olur. Acaba neden? Okuma özlemi bu çocukta erkenden mi belirdi de o zamanın bilgi yuvaları olan manastırların birine kapağı attı? Ama François, manastırda bilgiye susamışlığını gideremez. Yapıtlarında acı taşlamalarla yerdiği keşiş yaşamı insanı bilgiye erdirmek şöyle dursun, skolastik öğretimin gençleri aptallaştırmaktan başka bir işe yaramadığını anlar. François din kurumlarının yozlaştıra yozlaştıra bir karikatür haline getirdikleri Latince ile yetinmek istemez, insancı aydınlığı yayacak tek araç sayılan eski Yunancayı öğrenmeye can atar. Ne var ki keşişin fazla aydın olanına yer yoktur manastırlarda. Ateş pahasına İtalya’dan getirtilen Yunanca kitaplarını günün birinde alırlar bu çömezin elinden. Rabelais tehlikeyi hemen sezer, karşı koyma yollarını araştırır. Zamanın hümanistleriyle ilişki kurar, dalkavukluk pahasına, aydın ve güçlü kilise ileri gelenleri arasında koruyucular edinir, onların desteğiyle manastırdan çıkmayı başarır: “Régulier” papaz iken “séculier” olur, yani din adamı olarak toplumun içinde yaşayabilme iznini koparır. Papanın fermanı ile gerçekleşebilir ancak “apostasia” denilen bu dünyeviler arasına geçiş. Manastırın boğucu havasından kurtulunca, Rabelais Fransa’yı dolaşmaya koyulur, o zamanın üniversite şehirlerini bir bir gezer: Bourges, Orléans, Paris, Montpellier ve matbaacılığın en canlı merkezi olan Lyon. Montpellier’de karar kılar, tıp fakültesine yazılır, 1530’da bu üniversiteye “bachelier” unvanı ile girer, yedi yıl sonra doktor olarak çıkar. Bu arada Lyon’un Hotel Dieu hastanesinde görev alır. Ama hekimlik bugünkü hekimliğe hiç benzemez XVI. yüzyılda, daha çok filolojik bir meslektir, dil bilgisine dayanır, ilkçağ hekimliğinin, Hippokrat’ların, Calinus’ların metinlerini şerh etmek, doğru dürüst anlayıp çevirmek, kitap halinde yayımlamak ve sonra da bu eserlerdeki tabiplik kural ve yöntemlerini uygulamakla başlar ve biter. Hoş, Rabelais yayım işini başarıyla gerçekleştirir, çünkü Yunanca ve Latince bilgisi sağlam, dil dehası da baş göstermiştir artık. Ama bu işle yetinmeyip, modern anlamda hekimlik yapmaya, beden üstünde araştırmaya da girişir. Açık bir derste asılmış bir adamın ölüsünü teşrih eder. Bunlar kilisenin hoşgördüğü eylemler değildir. Rabelais tehlikeyi gene sezer. Kaçmak, canını kurtarmak için türlü çarelere başvurmakla geçer bundan sonraki ömrü. Görünüşte yolculuk etmektedir, bu kez Fransa dışına. Koruyucularına hem yoldaşlık, hem de hekimlik ederek hümanistlerin kültür cenneti saydıkları İtalya’ya, özlemlerinin merkezi Roma’ya gider gelir. Bu arada kitapları basılmaktadır: 1532’de Pantagruel, 1534’te Gargantua, 1545’te Tiers Livre, 1552’de Quart Livre. Çıkmalarıyla yasaklanmaları bir olur dördünün de. Sorbonne denilen üniversite, Fransa’nın şanı şerefi Paris’in göbeğindeki sözüm ona bilim ocağı engizisyon mahkemelerinden daha sert, daha insafsız davranır Rabelais’nin kitaplarına karşı. Sansür mekanizması habire işler o günden bugüne uydurduğu türlü yargılarla, suçlamalarla. Fransız yazınının en büyük yapıtları Fransız dilinin en şaşırtıcı anıtları, Fransız kültürünün geleceğe yönelmiş en ilerici müjdecileri müstehcen, zararlı, tehlikeli diye yasaklanır. Reform hareketleri Katolik din – devletinin kökenlerini çatır çatır çatlatmaktayken ve papalık afaroz silahını kime karşı yönelteceğini şaşırmışken, aydınlığı saçmaktan başka bir suçu olmayan Maitre François Rabelais gizli kapaklı dinsizlikle suçlanır. Papalar, yüksek rütbeli papazlar tutarlar Rabelais’yi, sansürün kaldırılması, yayınlara izin verilmesi için ferman çıkarırlar. Skolastik yuvası Sorbonne direnir gene de. 28 Ocak 1552’de yayımlanan Quart Livre 1 Mart’ta sansüre uğrar. Bu kez Rabelais’nin kaçacak yeri kalmamıştır. Tutuklandığı haberi yayılır. Koca yazarın belkemiği kırıldığı sanılır. Bir yıl sonra, 1553’ün Nisan ayında ölür. Ama ardından eser bırakmıştır; 1562’de Isie Sonante adıyla beşinci kitabının bir bölümü, 1564’te de Cinquisme et Dernier Livre yayımlanır, böylece dev yapıt tamamlanmış olarak gün ışığına çıkar.

Niçin bu patırtı gürültü, nedir bu telaş, basılır basılmaz toplatılmalarını gerektirecek ne var bu kitaplarda? Birer dev masalı eninde sonunda, dinin ya da devletin kurulu düzenine karşı geldiği yok, krallığı ya da papalığı kundakladığı yok, yerdiği bile yok. Kitabın birinde “sorbonagres” demiş Sorbonne hocalarına, eh biraz ağır, “Sorbonne eşeği” anlamına gelebilir, ama “sofist” diye değiştirmiş ikinci baskıda, hem ne çıkar eşek demişse bir üniversite hocasına, öyleleri yok değil mi bugün bile üniversitelerinde. Olmaz, başka yerde aramalı bunun nedenini. Rabelais’nin hayatını izlediğimiz gibi, eserlerinin serüvenini de gözden geçirelim.

1531 yılı sonlarında Rabelais Lyon’dadır, basımevlerini dolaşmaktadır herhalde. Derken yeni basılmış kitaplardan biri dikkatini çeker, adı bir tuhaf, konusu eğlenceli: “Les Grandes et Inestimables Cronicques du grand et énorme Géant Gargantua” Rabelais bir önsözünde bu kitabın iki ayda, İncil’in dokuz yılda sattığından çok sattığını yazar. Birkaç ay geçer, bir de ne görelim: Lyon’un en ünlü yayımcısı Claude Nourry başka bir kitap sürmektedir piyasaya: “Les horribles et espouvantabies Faictz et Prouesses du très-renommé pantagruel, roy des dıpsodes, fils du grand géant Gargantua. Composez nouvellement par mistre Alcofrybas Nasier.”

Uzunca bir başlık, yazarın adına gelince Alcofribas (o zaman i, ye olarak da yazılırmış) Nasier, François Rabelais’nin “anagramme” yani harflerinin değiştirilerek yazılışı. Pantagruel de, Gargantua da bu adla çıkar, ne var ki takma ad bir yazarın sansür kurumlarının pençesinden kurtulmasını hiçbir zaman önleyememiştir. Rabelais, bu hümanist, bilgin doktor ve aydın kişi niçin Gargantua gibi ortaçağdan beri dillerde dolaşan bir halk masalına bir çeşit ek yazmaya özenmiş, acaba bu masallar çok satıldığı ve kendisi oldum olası para sıkıntısı çektiği için mi? Gerçekten de Pantagruel hemen kapışılmış. Ama halk masalı neydi, Rabelais onu ne hale getirdi? Kısaca Grandes Cronicques diye anacağımız kitap, Kral Arthur ile ilgili şövalye romanlarının çerçevesi içine girer: İngiltere Kralı Arthur, Gos’lar ve Magos’larla savaşmaktadır, büyücü Merlin bu savaşta ona yardımcı olmaları için bir dev ailesi yaratır, öykü de Gargantua ve soyunun bu kahramanlıklarını anlatır abarta abarta. İşte bu senaryo üzerine Rabelais iki büyük yapıt kurar, birincisi Pantagruel, ikincisi Pantagruel’in babası Gargantua’nın serüvenleridir. Taşkın bir dille yazılmış, ama Gargantua gibi sağlam bir kuruluşa erememiş olan Pantagruel romanında iki yeni tip yaratmaktadır Rabelais: “Pantagruelisme” diye bir öğretinin baş temsilcisi olan Pantagruel içkicilerin kralıdır, içki coşkunluğu ve kaba saba şakalar ile hümanistlerin belli başlı görüşlerini en ağır taşlamalarla dile getirir; onun can yoldaşı Panurge ise, hem halk usunu, hem de dinginsiz bir anarşizm görüşünü temsil eder. Bu iki tip Gargantua’da yoktur. Buna karşılık roman tutarlı bir kuruluş üstüne oturtulmuş, başı ve sonu olan bir bütündür. 

Şövalye romanlarında ele alınan kahramanın doğuşunu, çocukluk ve yetişme çağlarını anlatmak, sonra da yaptığı kahramanlıkları saymak, türün kaçınılmaz kuralıydı. Aynı kuruluş az çok farkla Gargantua’da da görülür: Bir önsözden sonra Gargantua’nın soyağacı verilir (Böl. I-II), doğuşu anlatılır (Böl. III-VI), çocukluk dönemi üstünde durulur (Böl. VII-XIII), sonra da hümanist Rabelais için en çok önem taşıyan eğitim yıllarına geçilir. (Böl. XIV-XXIV); Gargantua üstat Thubal Holoferne adlı bir sofist’ten (ilk baskıda buna “sorbonagre” deniyordu) skolastik öğretim kurallarına göre ders alır, yararını görmek şöyle dursun, “gittikçe daha densiz, daha sersem olur, alıklaşıp salaklaşır.” Günün birinde babası onu yeni yöntemlerle yetişmiş bir delikanlıyla bilgi yarışmasına sokar. Eudemon adlı bu genç kusursuz bir Latince ile güzelim söylevler verdiği halde, “Gargantua’nın bütün yaptığı inekler gibi ağlamak” olur. Bunun üzerine babası eski hocayı kovar, oğlunu Ponokrates adlı bir pedagogun eline verip okuması için Paris’e gönderir. Paris yıllarının anlatılması hem kitabın en komik sahnelerinden birkaçının canlanmasına (Notre Dame Kilisesi’nin çanlarının çalınması ve ondan sonraki olaylar), hem de Janotus de Bragmardo adlı bir Sorbonne hocasının kişiliği ve söylevi ile Rabelais’nin eskimiş bilim kurumlarına en ağır taşlamasını dile getirmesine fırsat verir (Böl. XVIII-XX). Gargantua Paris’te okuya ve yaşayadursun, sahne değişir ve Rabelais’nin yurdu Chinon Bölgesi’ne dönülür: Picrochole Savaşı’nın başlamasına yol açacak Lerné çörekçileri ile Grandgousier’nin adamları arasındaki kavga anlatılır (Böl. XXVI), ilk saldırı Seuilly Manastırı’nın bağlarındadır, burada savaşın baş kahramanlarından, dev olduğu söylenmeyen ama bir devden de daha yaman işler gören keşiş Frère Jean des Entommeures sahneye çıkar (Böl. XXVII), o yığınla adam öldürürken, öte yandan Grandgousier’nin oğlu Gargantua’ya mektubu ve Picrochole’a gönderdiği elçi, verdiği ödünlerle savaşı durdurmaya, barışı sağlamaya nasıl çaba gösterdiği anlatılır (Böl. XXVIII-XXXII). Picrochole ve kumandanlarının dünyayı fethetmek için kurdukları planlar görüşülürken, Gargantua adamları ile savaş bölgesine ulaşır, barışçı ve bozguncu güçler arasındaki çatışma birbirinden güldürücü olaylarla Gargantuistler’in tam zaferi ile sonuçlanır. (Böl. XXXIII-XLIX). Bu kez barış ve insanlık ülküsü uğruna görüş ve düşüncelerini dile getirmek Gargantua’ya düşer (Böl. L). Gargantua ile Frère Jean, iki ayrı geleneğin temsilcisi birleşirler, ama zaferi şölenlerle kutlamaktan daha ileri bir adım atılır: Eskimiş, kokuşmuş, çıkarcı din kurumlarını simgeleyen manastırın iflası belli olmuştur, onların yerine yeni bir topluluk, erkekli kadınlı bir erdem ve bilgi yuvası kurmaya girişir Gargantua: Thélème Tekkesi. Yapısı bir mimarlık şaheseri olan bu tekkenin kapısına Fay ce que voudras (istediğini yap) levhası asıldıktan sonra, tekkeye girebilecek ve giremeyecek olanların listesi şiir halinde yazılır. (Böl. LIV).

Kitap nasıl antik bir anıtta bulunmuş panzehirli tekerlemeler başlıklı bir “Enigme” (muamma) ile başlamışsa (Böl. II), aynı türden bir “Kehanet” ile kapanır (Böl. LVIII). Muamma anlamına gelen bu şiir türü ortaçağdan kalmadır, Rabelais’nin en yetkin eseri olan Gargantua’nın bununla başlayıp bununla bitmesi, yukarda sözünü ettiğimiz birleşimci çabanın belirtisidir. Ortaçağ ürünü Grandes Cronicques’ten yola çıkıp bir hümanizma anıtı kurmayı Rabelais’nin nasıl başardığı bu özetten bile belli olmaktadır: Din, devlet düzeni ve yönetimi, bilim, eğitim, savaş ve barış, erdem ve insanlık, iyilik ve kötülük alanlarında bu kitap doğruyu da eğriyi de, gerçeği ve yalanı da, güzeli de çirkini de tam bir kesinlikle göstermeyi, olumsuz bütün belirtilerini geçmişe mal ederek geleceği olumlu bir bütün olarak göz önüne sermeyi başarmaktadır. Bu başarıyı da hiçbir özete sığmayan bir sanat yaratısı ile elde etmektedir. Bu sanat üstünde durmaya değer.

Fransa’nın çağdaş düşünürlerinden en büyüğü Jean-Paul Sartre sanatları kullandıkları araçlarla nitelemeye girişirken, söz sanatları ile plastik sanatlar arasında bir ayırma yapar: Resim, heykel gibi sanatlar, yapıtlarını ham gereçlerle meydana getirirler, boya, taş ya da alçı gibi gereçlerin kendi kendilerine bir sanat varlıkları yoktur, ressam resmini yaparken tıpkı doğa gibi hiçten yaratır yoktan var eder, yazın için öyle değildir, düzyazı olsun, şiir olsun yazın yapıtı dilin canlı araçlarını kendine göre bir birleşimle ortaya çıkarır, var olanı kullanarak varlığın bir kuruluşu, bir birleşimi ile yeni ya da özgün bir şey meydana getirirler. Söz sanatçılarının işi dizmekte, çağrışımları belli bir düzene göre kullanmaktadır. Yaratma çok daha güç ve dolaylıdır bu sanatlarda. Yaratıcı doğaya benzemez bu işte, düşünürü andırır daha çok. Bu kurala uymayan bir tek söz sanatçısı varsa, o da Rabelais’dir. Onun beş kitaplık koca yapıtında yaratma, kitabın kuruluşunda, düşünce ve görüşlerin kişilerle ve olaylarla göz göre göre canlanmasında değil, araç olarak kullandığı ve yoğurduğu dili kendi kendine, salt bir sanat olarak karşımıza koymasındadır. Öz ile biçim, içerik ile kalıp, düşünce ile dil birbirinden ayrılmaz bir bütündür Rabelais’nin yapıtlarında. Hiçbir kişi, hiçbir olay söz oluşmasından ayrı olarak düşünülemez, dil kaynaşmasının içinden biçimlenip doğarlar, varlıkları bu oluşun kendisindedir. Bu yaratma biçimi de öyle beklenmedik, görülmedik, alışılmadık bir süreçtir ki, komiklik bu süreçten doğar. Kahkaha ile güleriz, ama neden güleriz, çünkü bir sözcük birdenbire karşımızda şişeden fışkırmış bir duman gibi büyür büyür, koca bir cin oluverip oynar, sıçrar ve gerçekdışı, gerçeküstü bir varlık gibi ateş kıvılcımları saçarak patlar. Korkunç bir olasılık karşısında sendeler, var ile yoku ayıramaz, aklımızı yitirecek, ölçülerimizi şaşıracak olur, bu olağanüstü olayı ancak gülmekle sindirebiliriz. Böyle bir sanat oluşunun simgesi diye ancak devleri çıkarabilirdi Rabelais karşımıza, kaldı ki, devler yaratıcının istediği zaman dev, istediği zaman da normal ölçülü insanlardır Gargantua çişiyle iki yüz altmış bin dört yüz on sekiz kişi boğar, sonra da tutar ilkçağın en ölçülü insancı komutanlarını örnek alarak savaş esirlerine karşı nasıl yumuşak davranılması gerektiğini öğütler. Abartma, abartma için değil, bu yaratıcılık oyununda ölçü ve düzenin ne denli görece olduğunu belirtmek içindir. Hayal ile gerçek arasında şaşırtıcı bir gidiş geliş görülür Rabelais’de, Swift bile cılız kalır onun yanında, çünkü Güliver devdir, ama cüceler ülkesinde dev, devler ülkesinde cücedir, Oysa Rabelais’de devlik de kişilerin birer değişmez niteliği değil, gerektiği zaman dile uygulanıp betimleme aracı olarak kullanılan çaredir. Bir manastırı, içindeki ahmak keşişlerle canlandırmak mı ister, savaş korkusu karşısında kiliseye sığınan papazların gevelemesini şöyle dile getirir (aslı Latincedir, çevirisini veriyoruz): Ko, ko, ko, ko ko, korkma, dü, dü, dü, dü, dü, düşmanın, sa, sa, sa, sa, sa, sa, sa, sal, dı, dı, dı, rı, sından! Manastır bütün zavallılığıyla canlanmıyor mu gözümüzde? – Sorbonne’da konuşulan bozuk, yozlaşmış Latinceyi mi yerden yere vurmak ister, alın Yuhanna Yerakliyus’un nutkunu (bu kez Fransızcasını verelim, anlaşılır). Omnis clocha clochabilsin, in clocherio clochando, clochans clochativo clochare facit clochabiliter clochantes. Parisius haber clochas. Ergo gluc. Çan anlamına Fransızca bozmanı “clocha” Latince bir sözcük değildir, bu uydurma sözcük üstüne Latince kökenli, biçimli tekerleme Sorbonne’un tüm cehaletini ortaya vurmaya yeter. Bundan sonra Paris bilim kurumunun Rabelais’yi neden ipe çekmeyi en büyük erek saydığı kolayca anlaşılır.

Gargantua’nın başında şöyle  geldiği, dilimiz döndüğü kadar Gargantua’yı Türkçeye çevirmeye giriştik. Bu girişim ancak aramızda ve başımızda Sabahattin Eyüboğlu vardı diye göze alınabildi. Gargantua çevirisi 1972 baharında başladı ve üç kişinin sıkı, titiz, tartışmalı çalışması ile Sabahattin Eyüboğlu’nun aramızdan ayrıldığı 13 Ocak 1973 Cumartesi gününe kadar sürdürüldü. Ustamız kitapta bulunan bütün şiirleri ve bizim yapamayacağımız güç çevirilerin hepsini tek başına başarıp bize sundu. Üçlü çalışmamız kitabın ellinci bölümünün yarısına değin vardı. Ötesini biz (Azra Erhat ile Vedat Günyol) kan ağlayarak ve ancak ustamızdan aldığımız güçle, imece çalışmamızın o tadına doyulmaz anılarını içimizde canlandırarak çevirdik, Türk okurlarına sunuyoruz. Yaptığımız işin faydalı olacağına inancımız tamdır. Sabahattin Eyüboğlu, Montaigne’i, La Fontaine’i nasıl Türkçe olarak konuşturduysa, bu kez de çok daha büyük bir dil yapıtını dilimize kazandırmayı başardı. Gargantua ile hümanizmanın en büyük savaşçılarından birini Türk ulusuna seslendirdi. Bugün Fransa Rabelais’yi anlamaz olmuştur, savunduğu davaların hepsini kazandığı, çığırını açtığı modern Fransızcayı da yerine oturmuş bir dil olarak yetkinliğe erdirdiği için. Bu koşulların hiçbiri bizde tam gerçekleşmiş değildir. Onun için inanıyoruz ki, Rabelais’nin Türkiye’ye söyleyeceği çok söz, çizeceği çok yol vardır.

Mart 1973

Önsöz, François Rabelais, Gaegantua, İş Bankası Kültür Yayınları, 2000


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder