Devlet Mitosu adlı ünlü eserinde Ernst Cassirer[1], siyasal düşüncede devlet telâkkisini, mitsel[2] düşüncenin Aydınlanma akılcılığına ayak direyen mirasının önemli bir hücresi olarak teşhis eder. Romantizmin tarihe (bir “şanlı geçmişe”) olan derin tutkusu ve Hegel’de doruğuna varan modern metafizik düşünce eşliğinde, Devlet kavramı, 20. yüzyıl modernizminin mitos üretiminde ayrıcalıklı bir mevkiye gelmiştir. 1. Dünya Savaşı sonrası Batı toplumlarını saran gelecek ve anlam bunalımı, devlet mitolojisine ve bu mitolojiyi kitleselleştiren faşizme yatak açmıştır.
Türk modernleşmesinde de, Cassirer’in ikiliğini (onun
rasyonalizmi ‘katıksız’ algılayışını bir yana bırakarak) kullanırsak, rasyonel
düşünce-mitsel düşünce çatışmasında devlet kavramı kritik bir yerde durur.
Türk milliyetçiliğinin modern ulus-devleti inşâ sürecinde Aydınlanmacı
ideallerin en ‘pürüzsüz’ göründüğü evrede bile, mitsel (ve kutsallaştırıcı)
düşüncenin etkisi güçlüdür. Mitsellik
veya kutsallık, tarihe bakışta, tarihin
mitolojikleştirilmesinde kendini bariz biçimde gösterir. Mitosun çekirdeği, devlettir. Türklüğün
tarih içindeki tözü, Türk nomos’u[3]
olarak telâkki edilen Töre, ezelden
gelip ebede giden bir varlık gibi düşünülen “Türk Devleti”nde cisimleşir. Şu
‘Atatürk sözü’, zımnen neredeyse devletin millete takaddüm ettiği kabulünü
içeren bu tasavvurun özeti sayılabilir: “...çok derin geçmişlerde bile Türk
milletini benliğinden çıkaran bir teşkilat vardı ki ona devlet veya hükümet
teşkilatı derlerdi.” (Söylev ve Demeçler’den aktaran Atatürkçülük: 27)
“Türk Devleti”, böylelikle, başka devlet yapılarıyla karşılaştırılması pek
anlamlı olmayan, devlet yapılarını tahlil etmeye yarayan genel kavramların
yetersiz kalacağı, biricik bir vaka gibi düşünülür. “Türk Devleti” teriminin,
örneğin Türk Tarihinin Ana Hatları - Methal’de ve birçok metinde, isim
haliyle, bir “nitelik” gibi anılması bu düşüncenin yansımasıdır. Cumhuriyet
ideologlarından Necmeddin Sadak, Sosyoloji (1937) kitabında, “her devletin
bir beşeri ideali, tarihine, mizacına göre bir anlayışı vardır” der. (12
Eylül sonrasında Genelkurmay’ca bastırılan Atatürkçülük kitap dizisinde de
“Türk devletinin ilkelerinin taklit olmadığı” vurgulanacaktır.) Türkçü
literatür de Türk devletinin kuramının da kendine özgü olduğunu söyler. (örn.
M. Niyazi)
Söylemeye gerek var mı: Cumhuriyetin kuruluş dönemindeki bu tarihsel devlet mitosu, doğrudan doğruya güncel
devlet mitosunun inşâsına dönük bir pratiktir.
Baştan vurgulamamda yarar var: Mitos kavramını seçmekle,
tarihsel vakalar ve verilerin ötesinde, bu vakaların ve verilerin tahayyül
edilme, anlamlandırılma biçimleri üzerinde duracağımı vurgulamış oluyorum. Eski Türk devletlerinin mâhiyetini değil,
bunlarla ilgili tasavvurları tartışıyorum. Yaptığım, amatör bir tarihçilik bile
değil, bir ideoloji tarihi okuması.
Türk millî tarihçiliğinde Devlet Mitosunun inşâsını ele
alırken, öncelikle cumhuriyetin kuruluş dönemini, yani resmî millî tarihi, “Türk Tarih Tezi”ni[4]
esas alıyorum. Resmî tarihin oluşum sürecini sanırım iki evreye ayırabiliriz:
Doruğunu 1. Türk Tarih Kongresi’nin
(1932) oluşturduğu “romantik” denebilecek evre ile; 2. Türk Tarih Kongresi’nden (1937) başlatabileceğimiz, 1950’lere
kadar uzanan ikinci evre. İlk evrede kadim Türk tarihinin idealleştirilmesi ve etnisist
bir tarihçilik hâkim. İkinci evrede ise tarihsel mitos üretiminde bir “durulma”
söz konusu; mamafih Devlet Mitosu tahkim ediliyor ve ilk evrede üzerinden
atlanan Osmanlı tarihi daha fazla içeriliyor.
Resmî millî tarih hikâyesi ve Türk Tarih Tezi, 1930’lardaki
enerjikliğinden ve iddialılığından kaybetse de, temel kalıpları ve kurgusu
itibarıyla bugünlere kadar devretmiştir. Gerek devletin “sahibi” kabul edilen
“çekirdek devlet” kurumlarının, başta TSK/MGK’nın ideolojisinde, gerekse
ilk-ortaöğretimde ve popüler tarih algısında, bütünlüklü bir şekilde
vaz’edilmese de Türk Tarih Tezinin temel kaziyeleri [5]
geçerliliğini koruyor. En azından Devlet Mitosuyla ilgili olarak bunu
söyleyebiliriz. Ayrıca, resmî tarihten ayrışan
Türkçü-Turancı ve milliyetçi-muhafazakâr tarih mitolojileri de, hem tematik
yönünden hem de temel karakteristik kalıplar yönünden aynı anlayışı
sürdürmüşlerdir.[6]
Kullandığım malzeme, kimi temel resmî tarih metinlerinin yanısıra, yaygın kabul görmüş popüler metinler ve siyasal-ideolojik metinlerdir.
“TÜRK DEVLETİ”
MİTOSUNUN UNSURLARI
Tekrarlayalım: Ele alacağımız ‘kaziye’lerin
tarih-dışılıklarını, tutarsızlıklarını vs. tartışmıyoruz. Maksat, Mitos’un
tasvirinden ibarettir.
Belki karşımızdaki tarih anlayışının özellikleri hakkında
bir iki şey söylemekte yarar var. Tarihe bakarken, topluma müdahale etme, yön
verme, değiştirme saikiyle değil, bir “doğa”yı (milletin doğasını) keşfetme
saikiyle davranan bir anlayışla karşı karşıyayız. Bu anlayışa göre milletlerin
tarihinde “ilerleme” yoktur; “yükseliş” ve “düşüş”ler vardır. Rankeci Alman
tarih okulunun bu anlayışı, incelediğimiz döneme ve özellikle incelediğimiz
konuya (devlet) damgasını vurmuş görünüyor. Beri yandan, devletin,
modern-öncesi tarih anlayışının izlerinin de çok güçlü olduğu bir tematik alan
olduğunu görüyoruz: “Türk devleti”nin nitelikleri ile ilgili olarak, tarih; dersler, ibretler, meseller vb. ile
“örnek teşkil edecek veriler kaynağı” (Habermas) olarak görülüyor. Nitekim
Devlet Mitosunun sayacağım unsurları (veya ‘kaziyeleri’) arasında,
birbirleriyle çelişenler de bulunabiliyor. Başlıcası: “Devlet kuruculuk”
hasletiyle Türk cemiyetlerinin fıtri demokratikliği iddiası arasındaki çelişki.
(Eleştiri için bkz. Hassan: 102) Ancak tarihe ibret levazımatı[7]
olarak bakıldığında, böylesi tutarsızlıkların hükmü yoktur...
Türk Devleti mitosunun unsurlarına geçebiliriz.
DEVLET KURUCULUK
Türk Devleti mitosunun çekirdeği sayılabilecek kaziyedir.
Buna göre, Şemsettin Günaltay’ın 1932’deki ifadesiyle “devletçilik
Türklerde fıtri bir kabiliyettir” (akt. Ersanlı Behar: 109). “Ta
bidayetlerinde sağlam hukuki esaslara dayalı camialar” olan Türk
ırkı, “inzibatçı, idareci, devletçi bir ırk”tır ve “son otuz asırda
belki yüzden fazla devlet kurmuştur” (Methal, 40, 43, 72). Türklerin
tarihte ilk devlet kuran ırk olduğu imâ edilir; Afet İnan Anadolu’da ilk
devleti kuranın Türk ırkı olduğunu yazar (akt. Berktay: 52). Türkçü-PanTürkist akımın önderlerinden
ve beri yandan ciddi bir tarihçi olan Zeki Velidi Togan,
Türkleri “devletçi bir millet” veya “teşkilatçı hâkim bir
millet” diye tanımlar. Bu millî fıtratın, tözsel bir rüşeymi[8]
vardır: “devletçi kabileler... bünyelerinde daima yaşayan elâstik devlet
idaresi ve ordu teşkilatı taslağına malik olmuşlardır” (Togan: 106-108).
Güneş-Dil Teorisinin ‘aşırılıkları’ karşısında mesleki ciddiyetini daima
korumaya çalışan Fuat Köprülü de, Türklerin “eski zamanlardan beri
teşkilatçılıkta ve devlet kuruculukta tanınmışlığını” belirtmeden
edememiştir. Türklerin, modern devletin bütün ögelerini (millet, ülke,
egemenlik, siyasal örgütlenme) ‘en’ eski (icabında
tarih-öncesi!)[9]
çağlardan beri ikmal etmiş oldukları kaziyesi, bugüne kadar tarih ders
kitaplarına kazık çakmıştır. (Üniversite müfredatından, bayağı ama apaçık bir
örnek: Taneri: 1975)
Devlet kuruculuk hasleti, Türkleri medeniyet geleneğinden
mahrum sayan oryantalist tarihçiliğe karşı millî özgüveni güçlendirmek amacıyla
girişilen tarih tetkiklerinin temel ‘bulgusu’ olmuştu. “Atalarımızın kurduğu
devletler”e dikkat çekilerek, Türklerin medeniyetteki ileriliği kanıtlanmaya
çalışılmıştı. Bu kaygı, dönemin tarih yazımının satır aralarında, üslubunda
kendini ele verdiği gibi; bizzat Tarih Tezi’nin savunucularınca da beyan edilebilmiştir
(örneğin Sadi Irmak: 215).
Burada önemli olan,
devlet kuruculuğun ve ‘devletliliğin’, en temel ve tartışılmaz medenilik
ve beşeri yükseklik ölçüsü sayılmasıdır. Devlet kurmayı medeniliğin nihai
kıstası saymak, devlet-merkezli bir tarih ve toplum tasavvurunun göstergesidir.
Devletliliğin Türklerin varoluş biçimi
olduğunu, Türk Medeniyeti Tarihi’nin öncülü olan Türk Devletinin
Tekâmülü’nde (1922-23) Ziya Gökalp ileri sürmüştü: “Türk, devlet
teşkilatından mahrum kalınca, yalnız aile teşkilatiyle yaşayamaz, mahvolur.
Türkler, en eski zamanlardan beri, devlet teşkilatını, aile teşkilatının
fevkine çıkarmışlardır” (Gökalp 1981: 36)[10].
Kemalist kuruluş döneminin totaliter devletçiliğine hizmet eden devletlilik haslet[11]ini,
1950’lerden sonra en hararetli biçimde devralan ise milliyetçi-muhafazakâr
ideoloji olacaktır. Osman Turan, ünlü Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi
Tarihi’nde, “Türkler ancak devlet ve kağanı varsa çalışmanın faydasına
inanır” diye yazar, “Devlet Baba” şiarının içerdiği derin hakikati
vurgular (Turan: 11).
Devlet kuruculuk kaziyesindeki tutarsızlıklar, devlet-öncesi yapıların da devlet olarak
tanımlanması[12]
(eleştiri için bkz. Hassan: 24, 294), diğer yandan bu yapılara “Türk” mührü
vurmakta fazlasıyla cömert davranılmasıdır.[13]
Son yıllarda birçok resmî ve siyasî daireyi onaltı bayraklı dizisiyle süsleyen
(ve Cumhurbaşkanlığı forsundaki onaltı yıldıza da izafe edilen) “Tarihteki
Onaltı Türk Devleti” miti, bu tutarsızlıkların açık bir örneğidir. Coşkun Üçok, bu ‘onaltılı’ içinde
kimilerinin devlet sayılamayacağını, kimilerinin de Türk hanedanlı olmadığını,
buna karşılık Türk hanedanlı başka devletlerin hesaba katılmadığını
göstermiştir (Üçok, 1987).
Tarihte bol Türk devleti tespit etme arzusu, sayılarda
öteden beri karışıklığa yol açmıştır. 1932’de basılan dört
ciltlik Tarih ders kitabında 20 devlet, Methal’de 12 devlet
anılır (Ersanlı Behar: 110); Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti’nin
1932’deki Tarih 1 kitabında 17 devlet vardır (ADFH-2-246). 1934’te
Genelkurmay’ın bastığı Askerin Ders Kitabı 40 Türk devleti sayar
(aralarında “Eski İtalya ve Etrüskler”, “Makedonyalılar ve İskender
İmparatorluğu”, “Kartacalılar ve Anibal” olmak üzere) (akt. Şen: 1996:
69-71). Daha yakın zamanlarda örneğin Türk-İslâm
Sentezi müellifi İbrahim Kafesoğlu, sadece İslâmi devirde, 110’dan
fazla “devlet, hakanlık, hanlık, sultanlık, beylik, atabeylik”ten
bahsederek (Kafesoğlu 1985: 13) ‘tavan yapacaktır’.
Ümit Hassan, solun da, sınıflı topluma uzun bir tarih icat
etme amacıyla Türk devletinin tarihinin geriye taşınması eğilimine katıldığı
eleştirisini getirmiştir (Hassan: 312). Bu eğilim özellikle ’60’larda Doğan Avcıoğlu vd.’nin sol-Kemalist
ekolünü izleyenlerde belirgindir. Başka bir vadide, Devlet Ana’da Kemal Tahir’in, ‘insanımız’ın
devletlilik ve devlet-kuruculuk mitosunu sürdürdüğü söylenebilir. Osman, Şeyh
Edebali’ye: “Anadolu insanının zenaati de göründüğü gibi köylülük
değildir, devlet kuruculuktur”, der (Tahir: 226). Buradaki fark, devlet
ihtişâmının ve kudretinin değil, bir tür ‘kamusallık’ (toplumun ortak esenliği)
fikrinin vurgulanmasıdır (Devlet Baba değil Devlet Ana).
Kemalist Türk Tarih Tezi’ni milliyetçi-muhafazakâr
tarihçiliğin devralması sonrasında, Kemalistler, Türk devletlerinin bolluğuyla
ilgili kabullere soğudular. Örneğin Niyazi Berkes, TC’nin, ilk Türk devleti
olduğunu ileri sürmüştür: “Daha önceki devletler hiç Türk ulusu devleti
değil”dir (Berkes: 156). Böylelikle, bilhassa sol-Kemalist bakışta, Kemalizmin
modern “Türk ulusu”nun ‘yepyeni’ niteliğini vurgulayan veçhesi ağırlık kazanır.
Bir yandan modern-öncesi zamanları yine
“Türk ulusu” arayarak teftiş etmekten geri durmayan anakronizmasıyla;[14]
diğer yandan ‘devrimci’ devlete medyun[15]luğuyla,
Yeni Türk Devletini mitoslaştıran bir yaklaşım...
TÜRK DEVLETLERİ
ARASINDA DEVAMLILIK
Bir bakıma “devlet kuruculuk” hasletine bağlı bir
varsayımdır, bu da. TSK’nin, Türk ordusunun kuruluş tarihini Mete’yle
başlatması, bu devamlılık kaziyesinin simgesel örneklerinden biridir. Aynı
ruhun kap değiştirerek ve tekâmül ederek devam ettiği kabulünü de içerir. Türk
Tarih Tezi’nin “altın döneminde” geçerli olan anlayışta, tekâmülden sözedildiği
de söylenemez: İlk Türk devletlerinin ve medeniyetlerinin ‘saf’ değerlerinin
sonra -İslâmın dahli ve Osmanlı’yla-
yozlaştırıldığı düşüncesi revaç bulmuştur. (S.M. Arsal’a atıfla Berktay:
53) Sonra, özellikle ders kitaplarında ve popüler tarihçilikte, İbn Haldunvâri
bir çevrimsel yaklaşımın geliştiği söylenebilir. Bu yaklaşıma göre; Türk
Devleti Töre’yi bozup birliğini bozduğu zaman zayıflayıp dağılır, fakat onun
yerine, devletlilik tözünü taşıyan Türklerce yeni Türk Devleti kurulur. Türkçü
tarihçi Togan’da da, milliyetçi-muhafazakâr tarihçi Osman Turan’da da, İbn
Haldun’un göçebe-yerleşik çevrimselliğinin,[16]
millî misyonerlikle yumuşatılmış bir versiyonu kendini gösterir: çürüyen,
yozlaşan Türk devletleri, göçebelikten kopmamış ‘taze’ Türk boyları tarafından
bir nöbet değişimi âhengi içinde yenilenirler, sanki. Togan hakanlarla beyler
arasında iktidar münavebesinden; Türk göçebe unsurunun devletçilik an’anesine
uyduğundan söz eder (Togan: 291). Osman Turan, “devlet anlayışı bakımından
bir Türkmen beyi ile bir Türk sultanının aralarında pek büyük bir ayrılık
yoktu”, der (akt. Ögel: Xlll).[17]
“Devlet anlayışı”, devletli Türklerin zihnine kazılı bir tür genetik şifre
gibidir. Öte yandan Osman Turan, göçebe öz-Türklerin dinamizmini vurgular:
Büyük devletleri kuranlar ve cihan hâkimiyetini yaratıp dünya nizamı davası
güdenler, göçebelerdir. Turan: 117). Ancak
ona göre, Türk Devleti “Devlet-i
ebed-müddet”[18] nitelik
taşıdığı içindir ki, Osmanlı tarihçilerinin de inandığı üzere, İbn Haldun’un döngüsünden
müstesnadır (Turan: 7). Osmanlı “devlet-i ebed-müddet” mefhumu veya
eski Türk “bengü il” (ebedi devlet) hayali, Türk devletleri arasındaki
süreklilik inanışının dayanaklarıdır; belki tarihsel değil, ama mitik bir devamlılıktan
söz edilebilir.
Türkçüler, bu devamlılık telâkkisini uç noktaya
vardırmışlardı. Nihal Atsız, Türklerin çok sayıda devlet kurduğu
doğrultusundaki resmî tezi, istikrarsız bir millet hayatı izlenimi verdiği için
sorgulayarak (Atsız: 2-139) esas itibarıyla tek bir Türk devletinden söz etti:
İlhanlılardan TC’ye uzanan Batı Türk Hakanlığı (veya Batı Türkeli).
‘Nihâi erek’ olarak TC’ye varan düzçizgisel tarih yazımına
ve Devlet-i ebed-müddet hamâsetine alternatif olabilecek bir tarih görüşü,
sanırım; Türk topluluklarının yaşadığı ve Türk soylu hanedanların yönettiği
devletler arasında kurulabilecek bir devamlılığı, diyalektik ve sentetik
(“iktibaslı”) bir tarihsel gelişme dinamiğine oturtma çabasında olan Fuat
Köprülü’de veya aynı çizgiyi milliyetçi yükümlülüklerden daha uzakta sürdüren
Mustafa Akdağ’da bulunabilecektir.
DEVLETİN KUTSALLIĞI
Türk Devletinin kutsallığı, bugünkü Anayasamızın Giriş
bölümünde yeri olan bir akide. Bu kutsallık anlayışının Cumhuriyet dönemi
düşüncesindeki izini, Türk devlet(ler)inin (“il”in) kuruluşunun mucizeli,
kutlu, yarı-dinî bir olay olduğunu anlatan Ziya Gökalp’e kadar sürebiliriz
(yine Türk Devletinin Tekâmülü kitabı).
Türk devleti varlığını, gücünü ve meşruiyetini yaradılıştan
alır; kadim Türk düşüncesinde yaradılış efsanesi, aynı zamanda devletin
kuruluşuyla ilgili efsanelerdir (Ögel 1980: 14). Gökalp ve izleyicileri, Türk
devlet geleneğinin ‘kutlu’ kavramları arasında muğlak bir benzetmeler zinciri
kurmuşlardır; ortaya totolojik bir töre=devlet=din=barış
benzeştirmesi çıkartırlar. Din=devlet denklemi, bu totolojik
benzeştirme/eşlemenin alt terimleri arasında herhalde en kudretli olanıdır.
Şamanist inançlar ve ritüellerin, birincil işlevleri itibariyle devlet pratiğinin
araçları olarak yorumlanması, bu alt-denkleme kazandırılan ağırlığın bir
örneğidir. Töre=devlet=din=barış eşlemesi, kadim toplumlarda kurumların ve
toplumsal işlevlerin ayrışmamışlığının göstergesi olarak değil de, dinin işlevlerini de yüklenmiş ahlâki
yönlendiriciliği olan bir herşeye kâdir devlet ‘töresi’ olarak yorumlanır.
Kut”un (devlet kudreti/kısmeti) ilâhi niteliği, Türk
Devletine atfedilen kutsallığın önemli bir unsurudur. Bununla, devletlu olanlar
da kutsallaştırılmış, hikmetle donanmış sayılır; ve bizzat bu hikmetin kendisi
de, devlet olgusunun kutsallığına kanıt teşkil eder. “Kut” telâkkisi, Roma-Bizans-Cermen devlet geleneğindeki ve bu
geleneğin etkilediği Ortaçağ Avrupa’sındaki “Tanrı-Kral” anlayışına yakın bir
tasarım. Türkçü tarihçiler, devletluların ve devletin Tanrısallığın
doğrudan taşıyıcısı olmadığı; törenin ve devletin, Gök tarafından kut verilmiş
olan kağanın iradesiyle kurulmuş, dolayısıyla dünyevi bir olgu olduğu yorumunu
yaparlar (Ögel 1980: 7). Ancak bu kutsallık zincirinin, devletlulardan
müteşekkil ikbal ve saadet zincirinin üstüne de bir ilâhilik hâlesi düşürdüğü açıktır. Buraya aşağıda “devlet
adamları” bahsinde yeniden geleceğiz.
Aynı zamanda ikbal ve saadetle eşanlamlı kullanılan devletin
Tanrı kaynaklılığına dair inanışın, İslâmiyete girmekle de değişmemiş bir
anlayış olduğu, milliyetçi-muhafazakârlarca bilhassa vurgulanır (Ögel 1980:
30). Osman Turan, “devletin kudsiyeti”ni bir müteârife olarak kullanır. Bu
yorumlarda İslâm içi tartışmanın inceliklerinden ziyade, “Devlet-i kadim”,
“Din-ü-devlet”, “Devlet-i ebed-müddet” gibi sıfatlarla devlete kutsal anlamlar
yükleyen Osmanlı devlet-‘kozmolojisi’nin bıraktığı miras belirleyicidir.
TÜRK DEVLETLERİNİN
BAŞTAN İTİBAREN ‘MİLLİ DEVLET’ NİTELİĞİ TAŞIMASI
Ziya Gökalp, Mete vd. Türk hakanlarının, millî bir devleti,
büyük bir emperyalizme tercih ettiklerini yazmıştı (1981: 69). Bu hasletten
hareketle, Osmanlı dönemi ‘gayrı-Türk’ veya Türk tarihinde sapma oluşturan bir
evre olarak sorgulanmış hatta dışlanabilmiştir. Gökalp’e göre, Hakanlık idaresi
altında yaşayan Türkler milliyetlerini ve lisanlarını muhafaza edebilmişler,
Sultanlık idaresi ise buna pek o kadar imkân vermemiştir.
Gökalp’in yaklaşımı,
yeni Türk Devletinin kuruluş ideolojisince devralınacak; çokuluslu, kozmopolit
Osmanlı İmparatorluğu’na karşı saf-Türk Türkiye Cumhuriyeti’nin erdemi hep
vurgulanacaktı.
Türk Tarih Tezi’nin ‘altın çağı’ sırasında da dillendirilen,
Türklerin fıtraten millî devlete meyyal
olduğuna dair bu tefsir, dünya tarihinde millî devletin mucidinin Türkler
olduğunu imâ edecek kadar abartılmıştı (örn. Engin 1938: 45-6 ve 77). Daha
sonra milliyetçi yazarlar ve tarihçiler bu abartıyı sürdürdüler. Örneğin İsmail
Hâmi Dânişmend’e bakılırsa (1983: 16 vd.), “Avrupa kültür dairesinde ancak
19. asırdan itibaren belirmeye başlayan milliyet fikri, Türk kültür tarihinde
İslâmiyetten evvelki devirlere dayanacak kadar eski ve müslümanlıktan evvel ve
sonra muhtelif vesikalar üzerinde tespit edilebilecek kadar vazıh ve kuvvetli
bir şuur halindeydi.” Dânişmend, Avrupa’da millet mefhumunun devlet
mefhumundan çok sonra doğmasına mukabil, Türklerde devlet-millet mefhumlarının
daima birbirine bitişik olmuş olmasıyla övünür.
Milliyetçi-muhafazakâr tarihçiler, bu kurguyu, Türk Tarih
Tezi’nin paranteze aldığı Osmanlı’yı da millî devletler silsilesine katarak
tashih etmişlerdir. Osman Turan “Şamani çağından Osmanlı’ya dek millî
devlet anlayışı”ndan (1969: Xlll) dem vurur. Gerek Yahya Kemal’in çizgisini
-reaksiyonerleşerek- izleyen muhafazakârlar, gerekse İslâmi bir millet (Müslüman
milleti) tasarımını modern millî devlet ideolojisine uyarlamaya çalışan
İslâmcılar, Osmanlı’yı bir Türk millî devleti olarak tasrih ederler. Şunu da
belirtmeli ki; Osmanlı’yı paranteze alan[19]
militan Cumhuriyetçi tarih görüşü de milliyetçi-muhafazakâr ideolojinin tesiri
altında giderek aşınmış ve Osmanlı
Devleti’nden TC’ye zımni bir millî devlet sürekliliği varsayımı resmî
milliyetçilik söylemine hâkim olmuştur.
MERKEZİYETÇİ VE GÜÇLÜ
DEVLET GELENEĞİ
Türk Tarih Tezi’nin en ‘fevri’ savunucularından olan Saffet Engin, Türk
İnkılâbının Prensipleri’nde (1938: 1/274), bir yandan da Türk devletlerinin tez
zamanda demokratik usûlleri keşfetmesiyle övünürken, “eski Türk medeniyet
merkezlerinde... cemiyetin müşterek ve umumi menfaatinin, milletin vicdanını temsil
eden devlet otoritesinde tecelli ettiğini” belirtir. Tek Parti ve Millî
Şef döneminde devlet otoritesinin had safhada yüceltildiği -ve aynı zamanda
kayıtsız şartsız hüküm sürdüğü- biliniyor. Otoriterlik ve güçlülüğün,
ezeli-ebedi Türk Devleti’nin özsel hasletleri arasına katılması bunun doğal
sonucuydu. Halil Berktay, özellikle Millî Şef devrinde, resmen üstü örtülen
Osmanlı tarihiyle bile bu uğurda barışıldığını, klasik çağ Osmanlı devletinin
ihtişamına hayranlık beslenmeye başlandığını saptıyor (1991: 39). Milliyetçi-muhafazakâr
tarih yazımınca pekiştirilecek olan bu eğilimin başlatıcısı, Berktay’a göre, Kemalist bir tarihçi, Ömer Lütfi
Barkan’dır. Gerçekten, Barkan’ın Osmanlı toplum düzenine ilişkin yazılarına
baktığımızda, “çok güçlü devlet
iradesi” gibi terimlerin amentü misali tekrarlandığını görürüz. 1938
tarihli bir yazısında “merkezî bir devlet otoritesinin mütemadiyen
ayarlayıcı ve planlaştırıcı alâka ve müdahalesi”ni över (1980: 132). 1939’daki
bir yazısında şu coşkulu ifadeler yer alır: “herkesin devlet ve devletin herkes
için çalıştığı mükemmel nizam”, “herşeyi yutan... devasa bir devlet irade
ve kudretinin yarattığı uzuvlar... sonuna kadar devletçi bir nizam” (1980:
288). Osmanlı düzeninin bozulmasının sebebi, Barkan’a göre, “merkezî devlet
otoritesinin zevale başlaması”dır.
Yukarıda değindiğim töre=devlet=din=barış büyük denklemi,
Türk Devletinin fıtri otoriterliği bahsinde de iş görür. Ziya Gökalp, Türk
Devletlerinin yaptıkları büyük savaşları, sonu gelmeyen küçük savaşları
bitirmek ve sulhü hâkim kılmak için yaptıklarını anlatmıştır. Bu bağlamda öne
çıkan totoloji, devletin barışla eşanlamlı olmasıdır; barışın anlamı ise asayiş ve istikrardır. Türk Tarihinin
Anahatları - Methal, “barış”ı, “inzibat”
olarak yorumlar. Türk Devletinin egemenliği, “gayesi asayiş ve adalet olan
bir nâfiz hâkimiyet”tir (Maarif V. 1931: 41). Bugünkü “huzur ve güven” düsturu,
böylece tarihselleştirilmiş olur. “Türk devletleri kuvvetli disipline
müstenit”ti (a.g.y.: 42); “Eski Türkler devlet dahilinde inzibatı temine
büyük ehemmiyet atfederlerdi” (a.g.y.: 43); “Devlet teşkilatı,
kuvvetli merkeziyetçilik ile halkçılığın telifi... Han emretmesini, halkı, askeri itaat etmesini bilirdi” (a.g.y.:
43).
Güçlü merkeziyetçi devletin (çoğunlukla yine dış mihraklı
olan) millet içi ayrışmaya (nifaka) ve özerk güç odaklarına asla izin vermemek,
Türk Devletinin tarih-öncesinden beri taşıdığı sağlık ve yaşam sırrı sayılır.
1938’de Şemsettin Günaltay’ın, “Abbasi İmparatorluğunun mikroplu kucağında
büyümüş devletlerden farklı bir devlet” olarak tanımladığı Selçukluları
methedişindeki gibi: “tek idareye bağlı, disiplinli imparatorluk... devlet
içinde devlet rolü oynamağa yeltenen mezhep pirevlerine devlet otoritesini
tanıttırdı” (akt. Kara 1987: 446).
İç mücadeleler ve merkeziyetçiliğin zayıflaması, “Türk Devleti”ni güçten
düşüren ve o İbn Haldunvâri kaçınılmaz çöküş döngüsünü başlatan bir bünyevi
zaaf gibi düşünülür. Bundan günah gibi kaçınmak gerekir!...
Türkçüler, tahmin edilebileceği gibi, tarihte ortalama millî
tarihçiliğin tasvir ettiğinden de daha güçlü, “çok güçlü” bir devlet görürler.
Atsız’ın ifadesiyle: “çok sert disiplinli devlet...” (1992: 146)
Son olarak şuna da değinmekte yarar var: Merkeziyetçilik
hasleti, ’60’ların sol-Kemalist devletçi söyleminde de vurgulanmıştır.
Barkan’ın “merkezî bir devlet otoritesinin mütemadiyen ayarlayıcı ve
planlaştırıcı alâka ve müdahalesi” efsanesi ile sosyal demokratik plancı ve
eşitlikçi-adaletçi sosyal devlet imgesi arasında bir akrabalık vardır.
ORDU-MİLLET,
ORDU-DEVLET
Türk Devletinin bir asayiş ve inzibat devleti olarak
tasvirinin doğal bir sonucu da, ordunun devlette daima mümtaz bir yeri
olduğunun vurgulanması ve “ordu-millet” şiarıdır. 1960’larda, merkez sağın
(AP-Demirel çizgisi) 27 Mayıs’tan aldığı dersle orduyu hoş tutma kaygısına da
koşut olarak, milliyetçi-muhafazakârlar “güçlü devlet=ordu millet” denklemine
sarılmışlardır: “Türk milleti, başında daima kudretli bir devlet isteyen
topluluktur. Bunun sebebi milletimizin daha kuruluştan beri bir ordu Millet
mizacında oluşudur.” (Banarlı 1985: 30) Milliyetçi-muhafazakârlar, eski
Türklerin, benzer üretim ve toplumsal gelişme koşullarındaki birçok toplulukla
paylaştıkları savaş örgütlenmesine/ekonomisine dayalı rejimini, anakronik bir
mitosa dönüştürürler: “Doğuştan ordu-millet”; “millî asker
benliği” (Caferoğlu 1964: 28 vd.) Türk-İslâm Sentezi müellifi İbrahim
Kafesoğlu, bu mitosu “bozkır şartlarının zarureti” olarak
guya-tarihselleştirirken yine Türklüğe özgülemekten başka bir şey yapmaz (1966:
837 vd.). Kafesoğlu, ordu teşkilâtını ve fikrini de insanlığın Türklerden
öğrendiğini öğretir bize (1985: 75 vd.). Ordu=millet denkleminin zımni
anlamının, ordu=devlet denklemi olduğunu çıkarsamak zor değil. Dönemin
Genelkurmay Başkanı Cemal Tural, orduyu “temel devlet
kuvveti” (1966a: 510) olarak tanımlar. Bu anlayışın taşıyıcısı ve
yayıcısı, çoğunlukla gene ordu olmuştur.
Ordu ve cihangirlik övgüsünde fazla ileri gitmenin, Türk
millî tarihçiliğinin kaynağındaki temel bir tasaya ters düşen bir yan etkisi
vardır: Millî tarihçilik ve Türk Tarih Tezi’ndeki, Türklerin gaddar, tahripkâr bir savaş ulusu olduğu doğrultusundaki
Batılı önyargıları çürütme kaygısı, bu methiye içinde güme gider. Bu durum,
orduya medeniyet götürücü bir misyon atfederek telâfiye çalışılır (örn.
Caferoğlu a.g.m.). (Ordunun medenileştirici misyonu, modernleşme
bağlamında, Osmanlı’nın son dönemiyle ilgili olarak zaten genel kabul
görmektedir.) Bizzat ordu sözcüleri, böyle bir misyondan dem vurmaktan geri
kalmazlar. Örneğin, yine Cemal Tural’ın 1965 Kara Kuvvetleri Günü
mesajı: “Dünyaya medeniyet götüren ordular, köle milletleri uyandıran
ordular, tarihi yazan, yaratan ordular...” (Özdağ 1991: 14). Veya 1966
Kara Kuvvetleri Günü mesajı: “Pasifik’ten Okyanus’a medeniyet ulaştırdığın
ülkeler, milletler bugün de seni şükranla anıyorlar.” (Tural 1966b: 836)
“DEVLET ADAMLARI”NIN
(“DEVLET ADAMLIĞI”NIN) ÖZEL YERİ
Devlet adamlarına ve devlet adamlığı ‘müessesesine’ verilen
özel yer, hem devletin kutsallığı anlayışının, hem güçlü devlet telâkkisinin
uzantısıdır. Kutsal ve güçlü devlet, onu temsil edenlerin üzerine de bir
kutsallık ve güç hâlesi düşürür. Zaten
“kut”un hakanın nasibi olması, yani herhangi birine değil de ona verilmesi,
hükümdarlığı kutsal kılar.[20]
Türklerde devlet başkanlarına hep kutsallık atfedildiğini, Türkçüler ve
milliyetçi-muhafazakârlar gönül rahatlığıyla yinelerler. “Hakan, devletin
varlık cevheridir... devlet teşkilatının mihrakıdır” (Niyazi 1993: 238).
Türk devlet geleneğinde “Devlet Reisi”ne atfedilen bu -illâ kutsal
denmeyecekse- mühim konumun, son yılların güncel siyasal tartışmalarında
“başkanlık sistemi” taraftarlarınca sıkça vurgulandığını biliyoruz.
Milliyetçi tarihçilikte, “Devletli” zümreye özel önem
atfedildiğini vurgulamalıyız. Devleti cisimleştiren bir sınıfın veya soy
çizgisinin varlığına daima dikkat çekilmiştir. Zeki Velidi
Togan, “Türklerin uzun asırlar zarfında tahavvüller geçire geçire
mütemadiyen yaşayan bir devlet idare kadrosu”ndan, “devletçi kabileler”den
bahseder (1946: 106-108). Osman Turan, “Devletin kudsiyeti, bekası ve
nizamına âmil, devlet gibi hukuk ve otoritesi münakaşa edilemeyen hanedanlar”ı
zikreder (1969: 121). İlkel kabile topluluklarından devletli topluluklara geçiş
ve devletlerin yerleşikleşme süreçlerinde rol oynayan yönetici sınıflar, bu
nesnel tarihsel işlevlerinin ve konumlarının ötesinde, ‘devletli zümre’ olarak
hususen yüceltilirler - bu zümre, Türk Devletinin devamlılığı mitosunu
şahıslaştırır. Tiranlığı ve keyfiliği, şahsi çıkarı çağrıştıran
hanedan/saltanat yapılarının Türk tarihinde olmadığı veya ayrıksı olduğu
doğrultusundaki savlar, bu mitos ve yüceltmenin ağırlığı karşısında
anlamsızdır. (Gerek hakanlar gerekse hanedanlar, saltanatlar, ancak Türk
Devletinin devamlılığı mitosuna halel getirmişlerse millî tarihçinin gözündeki
saygınlıklarını ve meşrûluklarını yitirirler.)
Devletlilere bahşedilen bu yüce mertebeyi kamusal vicdana
kabul ettirmeye dönük olarak başvurulan sav, onların ‘sadece’ törenin
uygulayıcısı, aşkın Türk Devletinin memuru olduklarıdır. Türk Tarihinin
Anahatları - Methal, hakanın/hükümdarın “hükümdardan ziyade türeyi uygulamakla mükellef
bir memur” olduğunu söyler (Maarif V. 1931: 41).
Özellikle, Ömer Lütfi Barkan’ın (sık sık) kullandığı “devlet
adamları” terimi, “kamu görevlisi” anlamına gelir. Devletlilerin aşkın konumunu
onlara hizmetkâr/memur misyonu yükleyerek hem meşrûlaştırıp hem de pekiştirme
mantığına, “demokratik, halkçı, sosyal ve laik Türk Devleti” mitosu ele
alınırken yine değinilecek.
Aydın Taneri’nin Türk Devlet Geleneği (1975)
kitabı, milliyetçi tarihçiliğin “devletli” kavramına tipik bir örnektir.
Kitapta, Devlet yöneticileri yanında yönetilenler için de yazılmış bir tür
‘Modern Prens’ havasında, “devlet adamının nitelikleri” sayılır (kültür,
cesaret, erdem, mantık); devlet kadrolarının uzmanlardan oluşması gerektiği
anlatılır. Türk Devlet Adamı, ‘mavi kanlı’ bir kavimmişçesine tasvir edilir.[21]
Taneri, devletliler için “geçmiş devirlerden bugün için alınacak ilkeler”
çıkarmasıyla (a.g.y.: lX), Ortaçağ tarih anlayışının sadık izleyicisidir.
DEMOKRATİK/HALKÇI VE
“SOSYAL” DEVLET GELENEĞİ
“Türk Devleti”nin asri değerlere fıtraten uygun olduğunu
kanıtlama gayreti, modern devlet özelliklerinin anakronik kullanımını
beraberinde getirir: Türk Devletinin
tarih-öncesi rüşeymlerinde bile, demokratik-halkçı-laik-sosyal-hukuk devleti
vasıfları keşfedilir. Saffet Engin (1938: 2-136) şöyle yazar: “Türk
milleti, binlerce seneden beri kurduğu halkçı ve meşverete müstenit devlet
mefkureleriyle, beşeriyete, sulh ve sükun, ilim, irfan ve fazilet öğretmiştir;
millî ideallerle birlikte, bütün diğer milletlere, samimi bir vicdan iştiraki
içinde insaniyet idealleri telkin etmiştir.”
En çok vurgulanan, “Türk Devleti”nin fıtri
demokratikliğidir. Bu konuda nispeten mütevazı ve daha yaygın yorum, Cumhuriyet
idaresinin “Türk devlet ananesine (ve Türk cemiyetine -
T.B.) uygunluğu”nun (Baltacıoğlu 1943: 165) vaz’edilmesidir. Buna mukabil
örneğin Necmeddin Sadak, “demokrasi” işini fıtraten halledilmiş sayar bir
havada, “Türk cemiyetleri en eski
devirlerde zaten demokrattılar” diye yazar (1937: 76). Sonraki
yıllarda “demokrasinin eski Türk âleminde ırki bir hususiyyet demek
olduğunu”, zira tarihte ilk parlamentoyu kuranların Türkler (Sümer Türkleri!)
olduğunu savunanlar çıkacaktır (İsmail Hâmi Dânişmend 1964: 15). Vatandaş
İçin Medeni Bilgiler’deki ‘en resmî’ tarih görüşü şudur: “Türk milleti en
eski tarihlerinde, meşhur kurultaylarile, bu kurultaylarda devlet reislerini
intihap etmelerile demokrasi fikrine ne kadar merbut olduklarını
göstermişlerdir. Son tarih devirlerinde, Türklerin teşkil ettikleri
devletlerde, başlarına geçen Padişahlar, bu usulden ayrılarak müstebit
olmuşlardır.” (Afet 1939: 39) Toy ve kurultayların “bize özgü” demokratik
organlar olarak mevcut demokratik kurumların yerine hayata geçirme arzusu,
Türkçü yazarlar tarafından zaman zaman dillendirilmiştir - hatta son yıllarda
MHP’de de Türkçü kanattan yazarlar bu fikri savundular. Bu “fıtri demokratlık”
bahsindeki anakronizmin, evrensel bir tarihsel olgu olan “kabile
demokrasisi”nin abartılmasına ve Türklüğe özgüleştirilmesine dayandığını
söyleyebiliriz.
Fıtri[22]
demokratlığı, fıtri halkçılıkla beraber düşünmek gerekir. Türk Tarihinin
Anahatları - Methal, Türk Devletinin öteden beri halkının vasisi, esirgeyicisi
olduğunu anlatırken, bu vasıfları “halkçılığın” kanıtı sayar. Halkçılık, birçok
modern devlet özelliğini, Türk Devleti için tahayyül edilen değerler ekseninde
eklemlemek için ideal bir düsturdur. (Halkçılığın, özgül yorumuyla, Tek-Parti
olarak CHF’nin aslî bir düsturu olduğu da malûm.) Halkçılık, “sosyal devlet” ve
“demokratik devlet” kavramlarının, paternalizm potasında yapılmış bir karışımını
ifade eder. Demokratikliğin halkçılığa inkılâp ettirilmesi, “halkını düşünen,
onun iyiliği için önlemler alan esirgeyici devlet”in “demokratik devlet” olarak
varsayılmasına elverir. “Sosyal devlet” olmak da bu esirgeyiciliğin bir
boyutudur. Aydın Taneri, “her şeyin devletten beklenmesi”ni Türk devlet
geleneğinin bir hasleti ve Türk Devletinin “hizmet devleti” olmasının
sonucu sayar (1975: 194); “sosyal
devlet”, “her şeyin ondan bekleneceği” devlettir. Bu ‘kompoze’ halkçılık
anlayışından, bireylerin devlete merbutiyet içinde eridiği, varlığını devlete
teslim (“armağan”) ettiği bir vasi-veli
devlet tasarımı çıkar. Gökalp (1981: 36-38), vasi-veli devlet anlayışını
methederken, baliğ olan çocuğun ailesinin velayetinden çıkıp hükümdarın
velâyet-i ammesi altına girmesi geleneğini anar. Kastedilen ve yâdedilen
velâyet, böylesine dolaysız olabilir. Türk Devletine ve yöneticilerine
atfedilen babalık sıfatı da aynı dolaysız velâyet tasavvurunu imler. Osman
Turan’a göre millî şuurun, siyasî hâkimiyet türesinin yanısıra “babalık
sıfatı”, Türk hükümdarlarını “demokratik bir ruha” eriştirmiştir
(1969: 121). Bunca demokratiklik, halkçılık övgüsüne karşılık, hanedanların
varlığı, “soylu” veya “kurmay” (Ögel) Türklerle “aşağı
halk”ın ayrılığı, hatta halk dini olarak şamanlıkla devlet dininin ayrışması
gibi ‘aristokratik’ belirtiler bahse konu olduğunda da, paternalist[23]
açıklamalar imdada yetişir: Devletle/hakanla “aşağı” halk arasında daima
duygusal bir bağ vardır (Niyazi 1993: 196, 201).
Hakanın töreyle sınırlandırılması an’anesi ve “Devlet
gider töre kalır” gibi vecizelerle de, Türk Devletinin kadimden beri
yönetenlerin keyfî otoritesine değil birtakım kurallara bağlı olduğu, öyleyse
“hukuk devleti” olduğu ‘gösterilir’. “İdare edenlerle edilenler arasında
bir seremoni engeli olmaması” (Ögel 1982: XVll), yani yöneticilerin
erişilebilirliği, -tabiî ki halkçılığın
yanısıra- bir cins “hukuk devleti” emâresi olarak anılabilmektedir.
Türk Devletinin fıtri halkçılığı, sosyal ve demokratik
niteliği hakkındaki millî tarih anlatısı, solda da geçmişe dönük bir tür “devlet sosyalizmi” ütopyasına yataklık
etmiştir. Herhalde Ömer Lütfi Barkan’ın çalışmaları, bu bağlantıyı sağlayan
köprülerden biridir. Barkan, Osmanlı örneğinde, devletin ekonomide nâzım rolü
oynadığına ve özel mülkiyetin güçlenmesine mahal vermediğine dair vurgularıyla,
burada bir “devlet sosyalizmi”nin köklerini arayanlara yol açmış olmalıdır.
1940’taki bir çalışmasında (1980: 221), “Devlet vakıfları”nı, “bugünkü
devlet sosyalizmindeki kırtasiyeciliğe, memur zihniyetine karşı bulunmuş
usuller” çerçevesinde anar. 1946’daki bir yazısında, “İslâm hukukunun
mirasa, icara ve mutlak şekilde ferdiyetçi ve liberalist mülk telâkkisine ait
hükümlerini kendi toprak siyasetlerine uygun görmeyen devlet
adamları”nı, “memleket topraklarının Emir’e yahut Miriye ait olduğunu ve
halkın devletten aldığı bu toprakların ancak daimi ve ırsi bir kiracısı
bulunduğunu” anlatır. Barkan, bu
yorumlarıyla, Osmanlı-Türk Devletinin laik olduğuna dair anakronistik görüşe de
kaynaklık etmiştir. ’60’larda sol-Kemalist ve başka bazı sol görüşler
doğrultusunda bu vadideki yorumların derinleştirildiğini göreceğiz.
Türk devlet geleneğinde, daha doğrusu Osmanlı örneğinde
gerçekten “halkçı” bir sosyal devlete benzer bir oluşumun verilerini
bulanlardan bahsederken, kendine mahsus bir görüş olarak Kemal Tahir’e
değinmeden olmaz. Kemal Tahir, Osmanlı’da, dine hürmetkâr (“gerçek”) laikliğin
izlerini de görür. Devlet Ana’da, Osman Gazi’ye kuracağı devletin
ilkelerini şöyle saydırır: “Talan etmeyeceğiz! Din yaymağa çalışmayacağız!
Tersine herkesin inancına saygı göstereceğiz! İnsanlar arasında din, soy,
varlık bakımından hiçbir üstünlük tanımayacağız!” (Tahir 1978: 229) Bir
başka yerde de “pazar yeri denetimsiz olmaz” denmektedir (a.g.y.:
651); Devlet piyasada nâzım rolü oynayacaktır. Kemal Tahir’in devlet tasavvuru,
şüphesiz ayrıca ele almayı gerektiriyor.
TÜRK DEVLETİNİN
‘CİHANŞÜMULLUĞU’
Türk Devletine ilişkin yine anakronik bir tarih mitosu,
dünyayı ‘kendinden ibaret’ gören, yahut bir başka deyişle ‘kendi dünyasını bütün
dünya’ olarak kurgulayan ilkel insan topluluklarının bu tasarımlarının modern
bir “evrensellik” anlayışına eşlenmesine dayanır. Bu eşlemeyle, Türklerin
daha “tarihten önceki devirlerde cihanşumül bir devlet” kurdukları
(Togan 1946: 23) hükmüne varılabilir. Türk hakanının bütün insanlığı yönetmek
üzere tayin edildiğini kayda geçiren Orhun kitabeleri, en açık ve meşhur
kanıttır: “Türk devlet başkanı, bu inanışa göre, yeryüzündeki bütün
insanları adil, faydalı evrensel törenin himayesine almaya kendini görevli
sayıyordu.” (Kafesoğlu 1985: 69) Devletin sulhü sağlamak için yayılıp
gelişmesinin bir evrenselcilik itkisi olarak düşünülmesi, Gökalp’in yukarıda
değindiğimiz “sulhçülük” kavramında da mevcuttur. Ögel, Kutadgu Bilig’de,
millî ve kavmi duygulardan arınmış bir “Türk
acunculuğu/evrenselciliği” okur (1982: 13). “Devlet güçlü oldukça Türk olmayanların da devlet için hizmet vermiş...
devlet içinde saygı bulmuş” olmaları da (a.g.y.: 2) Türk Devleti adına bir
evrenselcilik belirtisi değil midir zaten!
Türk Devletine atfedilen ‘tarih kadar eski’ cihanşumüllük
geleneğine, 1950’lerden sonra milliyetçi-muhafazakâr tarihçilik kuvvetle
sarıldı. “Cihan devleti” ve Nizâm-ı Alem ülküleri güncelleştirildi. Osman
Turan’ın (1969) Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, bu hamlenin
popüler manifestosuydu. Kaybedilen imparatorluğun otarşik Tek Parti yönetimi
sonrası ‘globalleşen’ Soğuk Savaş dünyası şartlarında ertelenmiş olarak ortaya
çıkan manevi rövanşı işlevini gördüğünü de söyleyebileceğimiz bu yöneliş, “ilmî
Türkçülerin” kozmogonik tasavvurlarına fazla ‘takılmadan’, doğrudan doğruya
aktüel bir “büyük güç/büyük devlet” olma hülyasına gıda sağlıyordu.
Kemalist millî tarihçilik, hümanizmi temellük etmenin
kestirme bir vasıtası olarak, Kadim Türk Devlet geleneğindeki bu “cihanşumüllüğe”
yüklü bir “insaniyetçilik” katmaya çalışmıştır. Fakat, insanlığın ortak
kültürünün verilerini bulmaktan çok, büyük insanlık değerlerinin menşelerini ve
‘ilk’lerini Türk Kültüründe bularak... ‘Çarpıcı’ bir örneği Saffet
Engin’in Türk İnkılâbının Prensipleri olan bu özcü ve ‘çocuksu’
güyâ-evrenselciliğe başka bir yerde değinmiştim (Bora: 1996).
TÜRK DEVLETİNİN
“PRATİKLİĞİ” VE “REALİSTLİĞİ”
Türk Devletinin “pratikliğinin” ve “realistliğinin”,
çoğunlukla onun ‘laikliği’ bâbında anlatılıyor olması kayda değerdir. İslâm
dönemi Türk devletlerinin İslâm doktrinini pek ‘takmadığını’ vurgulamakta,
Kemalistlerden Türkçülere hemen bütün millî tarihçiler birleşirler. “Türk
Devleti”nin örfi hukuku daima öne çıkarmış olması, paylaşılan bir övünçtür.
Barkan’ın bu doğrultudaki yorumlarına yukarıda değindik. Fuad Köprülü bu
“realizmin” üzerinde sıkıca durmuştur; “samimi Müslüman olmakla beraber
çok realist olan devlet kurucuları”ndan (akt. Berktay 1983: 69) dem vurmuştur.
Selçukluları da, “asla teokratik bir mahiyette olmayan... kendi menfaatini
ve idaresini her şeyin fevkınde tutan” (Köprülü 1972: 110-111) devlet
adamları olarak anar. Togan, elâstiki bir teşkilat sisteminin dayanağı olarak
“Töre”nin önemini vurgulamıştır (1946: 106). Keza Türk-İslâm Sentezci Kafesoğlu
-tıpkı Barkan gibi-, Osmanlı’nın diğer İslâm-Türk devletleri gibi teokratik
olmadığını belirtmiş, bunu da kadim Türk geleneklerinin muhafaza edilmesine
bağlamıştır (1985: 210). Bütün bu literatürü vulgerize eden Aydın Taneri’de de
(1975: 46) “gelenekçilik yanında pratiklik” (yani gelenekçilik olarak
kodlanan dindarlığın dengeleyicisi, makûlleştiricisi olarak pratiklik) temel
‘devlet ilkelerinden’ birisidir.
Böylelikle, örfi hukuka kaynaklık eden Töre, yani
Türk nomos’u, millî tarihçiliğin bu pratiklik/realistlik mitosu
çerçevesinde (şayet açıkça değilse) zımnen İslâmi nomos’a üstün sayılır.
Pratiklik/realistlik mitosunun tek işlevinin Türk Devletinin bünyevi laikliğini
kanıtlamak olduğunu söyleyemeyiz tabiî. Burada pratiklik/realistlik methiyesinin,
devlet otoritesini sınırlayacak hiçbir dışsal ilke, devlet hikmetine üstün
hiçbir referans tanımama arzusunu yansıttığını söylemek yersiz olmayacaktır.
Devlet hikmeti de, önünde sonunda bir totolojiden ibarettir;
devletin daha doğrusu yönetici sınıfın (her daim bir beka sorunu olarak konan)
güncel çıkarlarıyla kaimdir. Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey’in kuvvetli ve
dürüst kişiliğinden bahsedilirken şu söylenenlere bakınız “Devlet menfaatları gerektirdiği zaman
Sultan’ın bazan verdiği söz tutmadığı oluyordu...” (Köymen 1976: 72)
BİTİRİRKEN
Bu yazıda millî tarih anlatısında Türk Devleti Mitosunun
unsurlarını belirlemeye ve bunlar arasındaki bağıntıları göstermeye çalıştım.
Başka unsurlar da belirlenebilir, daha zengin örnekler bulunabilir ve başka
bağıntılar kurulabilir. Fakat bu kadarı da, Türk Devletinin, objektif ve
normatif değerlerin üzerinde yer alan, kendi kendisini meşrûlaştırmaya muktedir
bir üstün varlık olarak tasavvur edildiğini göstermeye yeter. Bu mitolojide
Türk Devleti, herhangi bir devlet değil, bizatihi bir niteliktir.
Afet (1939): Vatandaş İçin Medeni Bilgiler. Milliyet
Matbaası, İstanbul.
Atsız, Nihal (1992): Makaleler-4. Baysan, İstanbul.
Baltacıoğlu, İsmayıl Hakkı (1943): Türke
Doğru (Birinci Kitap). Kültür Basımevi, İstanbul.
Banarlı, Nihad Sami (1985): Devlet ve Devlet Terbiyesi.
Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul.
Barkan, Ömer Lütfi (1980): Türkiye’de Toprak Meselesi.
Gözlem Yayınları, İstanbul.
Berkes, Niyazi (1982): Atatürk ve Devrimler. Adam,
İstanbul.
Berktay, Halil (1983): Cumhuriyet İdeolojisi ve Fuat
Köprülü. Kaynak Yayınları, İstanbul.
(1991): “Dört Tarihçinin Sosyal Portresi”, Toplum ve
Bilim 54/55 (Yaz/Güz 1991).
Bora, Tanıl (1996): “İnşa Döneminde Türk Millî
Kimliği”, Toplum ve Bilim 71 (Kış 1996).
Caferoğlu, Ahmet (1964): “Tarihte Türk Askeri
Benliği”, Türk Kültürü 22.
Cassirer, Ernst (1988). Der Mythus des Staates.
Fischer, Frankfurt a.M.
Dânişmend, İsmail Hâmi (1964): Garp Menbalarına Göre
Eski Türk Demokrasisi. Sucuoğlu Matbaası, İstanbul.
(1983): Türklük Meseleleri. İstanbul Kitabevi,
İstanbul.
Engin, Saffet (1938): Türk İnkılâbının
Prensipleri (iki cilt). Cumhuriyet Matbaası, İstanbul.
Ersanlı Behar, Büşra (1992): İktidar ve Tarih. Afa,
İstanbul.
Genelkurmay Başkanlığı (1984): Atatürkçülük -3.
Milli Eğitim Basımevi, İstanbul.
Gökalp, Ziya (1981): Türk Devletinin Tekâmülü. Kültür
Bakanlığı, Ankara.
Hassan, Ümit (1985): Eski Türk Toplumu Üzerine
İncelemeler. Kaynak Yayınları, İstanbul.
Irmak, Sadi (1967): Devrim Tarihi. İsmail Akgün
Matbaası, İstanbul.
Kafesoğlu, İbrahim (1966): “Türk Ordusunun
Tarihi”, Türk Kültürü 46.
(1985): Türk-İslâm Sentezi. Aydınlar Ocağı, İstanbul.
Kara, İsmail (der.) (1987): Türkiye’de İslâmcılık
Düşüncesi 2. Risale, İstanbul.
Köprülü, Fuat (1972): Osmanlı İmparatorluğu’nun
Kuruluşu. Başnur Matbaası, Ankara.
Köymen, Altay (1976): Tuğrul Bey ve Zamanı, Kültür
Bakanlığı, İstanbul.
Maarif Vekâleti (1931): Türk Tarihinin Ana
Hatları - Methal Kısmı. İstanbul Devlet Matbaası.
Niyazi, Mehmed (1993). Türk Devlet Felsefesi. Ötüken,
İstanbul.
Ögel, Bahaeddin (1982). Türklerde Devlet Anlayışı.
Başbakanlık Basımevi, 1982.
Özdağ, Ümit (1991): Ordu-Siyaset İlişkisi. Gündoğan,
Ankara.
Sadak, Necmeddin (1937): Sosyoloji.
Şen, Serdar (1996). Silahlı Kuvvetler ve Modernizm.
Sarmal, İstanbul.
Tahir, Kemal (1978): Devlet Ana (6. baskı). Bilgi
Yayınevi, Ankara.
Taneri, Aydın (1975): Türk Devlet Geleneği.
A.Ü.D.T.C.F., Ankara.
Togan, Zeki Velidi (1946): Umumi Türk Tarihine Giriş.
İsmail Akgün Matbaası.
Tural, Cemal (1966a): “Genelkurmay Başkanının Silahlı
Kuvvetlere Mesajı”, Türk Kültürü 42.
(1966b): “Kara Kuvvetleri Günü Mesajı”, Türk
Kültürü 46.
Turan, Osman (1969): Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi
Tarihi. Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul.
Üçok, Coşkun (1987): “Onaltı Türk Devleti”, Tarih ve
Toplum 38 (Şubat).
[1] https://tr.wikipedia.org/wiki/Ernst_Cassirer
[2] Mitsel→ MİT: Mit sözcüğü Yunancadan gelmedir aslı mythos (mitos)tur. Türkçeye büyük olasılıkla Fransızca üzerinden
gelmiştir. Türkçede efsane, söylence gibi sözcüklerle karşılanmış da olsa, mit
olarak da kullanılsa, sözcüğün Yunanca aslı; anlatıdır. Yani sözle anlatılan öykü anlamına geliyor. Mit
veya Mitosla ilgili şu tanımlara da bakalım çünkü mit kelimesi herhangi bir
öykü için kullanılmıyor. “Kuşaktan kuşağa
yayılan, toplumun düş gücü etkisiyle zamanla biçim değiştiren, tanrılar,
tanrıçalar, evrenin doğuşu vb. ile ilgili, imgesel, alegorik bir anlatımı
olan halk öyküsü”dür. Veya “ilkel
insan topluluklarının evreni, dünyayı ve tabiat olaylarını kişileştirerek
yorumlamak, henüz sırrını çözemedikleri hayatın ve evrenin çeşitli görüntülerini
bir anlam kolaylığına bağlamak ihtiyacından doğmuş öykülerdir.”
Kısaca; Mit ve Mitos aynı şeydir. Yalnız günümüzde
“mit” yan anlamlar kazanmıştır. Artık Türkçede mit kelimesi mitostan çok daha
fazla anlam ifade eder (çok-anlamlı). Mitsel ise; mitle ilgili, bağlantılı,
mit kökenli, mitle ilişkili, mitsel hale getirilmiş, mitleştirilmiş (efsaneleştirilmiş,
kutsallaştırılmış, doğaüstüymüş gibi bir algı yaratılmış) bir “şey”i, bir fikri,
bir durumu vb. ifade eder. (bkz. Mitoloji Sözlüğü, Dost)
[3] Nomos: Yasa. Yasa ile sınır çizme,
çitleme, çevirme. Başka anlamları da var. Bağlama uygun anlamı bu.
[4] Türk Tarih Tezi: Türklerin beyaz ırktan
geldiğini (Moğollar gibi Sarı Irk değil), uygarlığın beşiğinin Ortaasya
olduğunu, büyük göçlerle uygarlığın buradan dünyaya yayıldığını, Türkçe’nin
diğer dillerin atası olduğunu (Güneş Dil Teorisi) iddia eden tez. Mustafa Kemal’in
teşviki ve ısrarı ile ilk kez 1932 yılındaki Türk Tarih Kongresinde tartışıldı,
kabul edildi.
[5] Kaziye: yargı, tez,
mantıkta önerme… Hüküm.
[6] TTT: (Türk Tarih Tezi) Eski müfredatta
okumuş veya aksini hiç düşünmemiş, öğrenmemiş öğretmenler; bunu sınıfta
anlatmayı sürdürürler. Bütün öğrenciler bunu öğrenerek mezun olur. Doğru
olmadığını veya kuşkulu bilgi (en azından) olduğunu söylediğinizde çok şaşırır, itiraz ederler. Bu iliklerimize kadar nesil
nesil yerleşmiş bir “bilgi”, bir mittir.
[7] Levazımat: Gerekli olan şeyler,
araçlar, malzemeler
[8] Rüşeym: Embriyo, oğulcuk
[9] Yaygınlaşan
komplo teorileriyle birlikte bu da ciddi ciddi, inanılarak ifade ediliyor. Aslında
Türkler binlerce yıl önceki bir uygarlık olan Mu’dan gelmedir. MU kıtası yıkılınca
kurtulanlar Asya’ya gelirler buradan tüm dünyaya yayılarak uygarlık taşırlar.
Görüldüğü gibi MU efsanesi, TTT ile birleştirilmiş.
[10]
Bilindiği gibi Ziya Gökalp’e “Diyarbakırlı
Kürt” derler. Kendisi buna şöyle cevap vermiş: bkz. https://tr.wikipedia.org/wiki/Ziya_G%C3%B6kalp Bu nedenle Gökalp’i, Türk yazarı olarak
nitelendirmek yanlış değil.
[11] Haslet: kişinin yaradılışından gelen özelliği, yaradılış, huy.
[12] Buna göre
Hunlar da devlettir mesela. Halbuki devlet olarak algılanan, Boylar
Birliği/kabileler birliği; güçlü bir
hakan ortaya çıkınca fetih ve yağma için toplanır sonra dağılırdı.
[13] Asya’da
ortaya çıkan her türlü birliği Türk
Devleti sayma eğilimi vardı, hala var. Onların birçoğu Moğol birlikleriydi.
Bkz. Üçok, diyor Tanıl.
[14] Anakronik: Zaman dışı. Zamanı, zamansal
bağlamı görmezden gelmek, yok saymak. Ana-Kronik. Örneğin devletlerin ortaya
çıkmadığı çağlarda bile bir Türk devletinin varlığından bahsetmek..
[15] Medyun: Gönül borcu olan, müteşekkür,
minnettar, teşekkür borcu olan, sadece borçlu anlamına da gelir.
[16] İbni
Haldun için bkz.
[17] Konar-Göçer
göçebeler ve/veya “Türk” asıllı köylüler öyle düşünmüyorlar ama. Bakın kendi dilleriyle
ne demişler (bu nedenle Türk köylüsü dedim):
Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Eken de yok biçen de yok
Yiyende ortak Osmanlı
[18]
Devletin
bekasını, sonsuza kadar süreceğini ifade eder.
[19] Paranteze Almak, birkaç yerde geçiyor.
Burada kapsam dışı, konu dışı bırakmak, görmezden gelmek anlamında kullanılmış.
[20] “Kut
Almak” anlayışı/inancı masallara da sızmıştır. Mesela Talih Kuşu, masalını
hatırlayalım. Yabancı bir yere gelen prens -ki kimse bilmez onun prens
olduğunu, meydandaki kalabalığı görünce öğrenir ki o ülkenin padişahı ölmüştür ve
az sonra Talih Kuşu gelerek yeni kralı seçecektir. Talih Kuşu gelir ve bizim prensin
başına konar. Hiçbir şekilde sorgulamadan onu padişah olarak seçerler. Talih,
kader prensi seçmiştir çünkü.
[21] Mavi
Kanlı: Soylu aileler kastediliyor.
[22] Fıtri;
doğuştan.
[23]
Paternalizm: Ataerkillikten türemiştir. Bireyin/liderin; karşısındakini bir “baba”
rolü ile koruyan ve bunun karşılığında sadakat ve itaat bekleyen aile ve toplum,
devlet modeli.
[Dip notlar bana ait DK]
ayrıca bkz. (DK)
1. Kimlik: Ben/Biz kimiz?
2. Toplumsal Yapıların Tarihsel Serüveni
3. Milli Devletlerin Doğuşu ve Millet Nedir?
4. Bir Ulus Nasıl Yaratılır?
5. İnsanlar Ulusal Bir Kimliğe Sahip Değilken Kendilerini Nasıl Tanımlıyorlardı?
6. Kimlik Penceresinden Eski Türk Toplumlarına Genel Bir Bakış
7. Tanzimat Öncesi Osmanlı Devletinde Türk Kimliği Meselesi
8. Tanzimat Dönemi ve Sonrasında Türk Kimliği Meselesi: Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük
9. Cumhuriyet Döneminde Milli Kimlik Meselesi
https://tarihegitimi.blogspot.com/2015/11/ders-notu-millet-milliyetcilik-konusuna.html
Bir Millet Nasıl Yaratılır? DK
https://tarihegitimi.blogspot.com/2017/10/bir-millet-nasl-yaratlr.html
Türkiye’nin Milliyetçilik Problemi, Levent Köker
http://bianet.org/bianet/print/91726-turkiyenin-milliyetcilik-problemi
Milliyetçiliğin Müphemliği
Milliyetçilik ve İdeoloji, Dışlayıcı bir Dilin Kuruluşu, Çağlar Enneli
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder