19 Ağustos 2021 Perşembe

Millî Tarih ve Devlet Mitosu

 Tanıl Bora

 


Devlet Mitosu
 adlı ünlü eserinde Ernst Cassirer[1], siyasal düşüncede devlet telâkkisini, mitsel[2] düşüncenin Aydınlanma akılcılığına ayak direyen mirasının önemli bir hücresi olarak teşhis eder. Romantizmin tarihe (bir “şanlı geçmişe”) olan derin tutkusu ve Hegel’de doruğuna varan modern metafizik düşünce eşliğinde, Devlet kavramı, 20. yüzyıl modernizminin mitos üretiminde ayrıcalıklı bir mevkiye gelmiştir. 1. Dünya Savaşı sonrası Batı toplumlarını saran gelecek ve anlam bunalımı, devlet mitolojisine ve bu mitolojiyi kitleselleştiren faşizme yatak açmıştır.

Türk modernleşmesinde de, Cassirer’in ikiliğini (onun rasyonalizmi ‘katıksız’ algılayışını bir yana bırakarak) kullanırsak, rasyonel düşünce-mitsel düşünce çatışmasında devlet kavramı kritik bir yerde durur. Türk milliyetçiliğinin modern ulus-devleti inşâ sürecinde Aydınlanmacı ideallerin en ‘pürüzsüz’ göründüğü evrede bile, mitsel (ve kutsallaştırıcı) düşüncenin etkisi güçlüdür. Mitsellik veya kutsallık, tarihe bakışta, tarihin mitolojikleştirilmesinde kendini bariz biçimde gösterir. Mitosun çekirdeği, devlettir. Türklüğün tarih içindeki tözü, Türk nomos’u[3] olarak telâkki edilen Töre, ezelden gelip ebede giden bir varlık gibi düşünülen “Türk Devleti”nde cisimleşir. Şu ‘Atatürk sözü’, zımnen neredeyse devletin millete takaddüm ettiği kabulünü içeren bu tasavvurun özeti sayılabilir: “...çok derin geçmişlerde bile Türk milletini benliğinden çıkaran bir teşkilat vardı ki ona devlet veya hükümet teşkilatı derlerdi.” (Söylev ve Demeçler’den aktaran Atatürkçülük: 27) “Türk Devleti”, böylelikle, başka devlet yapılarıyla karşılaştırılması pek anlamlı olmayan, devlet yapılarını tahlil etmeye yarayan genel kavramların yetersiz kalacağı, biricik bir vaka gibi düşünülür. “Türk Devleti” teriminin, örneğin Türk Tarihinin Ana Hatları - Methal’de ve birçok metinde, isim haliyle, bir “nitelik” gibi anılması bu düşüncenin yansımasıdır. Cumhuriyet ideologlarından Necmeddin Sadak, Sosyoloji (1937) kitabında, “her devletin bir beşeri ideali, tarihine, mizacına göre bir anlayışı vardır” der. (12 Eylül sonrasında Genelkurmay’ca bastırılan Atatürkçülük kitap dizisinde de “Türk devletinin ilkelerinin taklit olmadığı” vurgulanacaktır.) Türkçü literatür de Türk devletinin kuramının da kendine özgü olduğunu söyler. (örn. M. Niyazi)

Söylemeye gerek var mı: Cumhuriyetin kuruluş dönemindeki bu tarihsel devlet mitosu, doğrudan doğruya güncel devlet mitosunun inşâsına dönük bir pratiktir.

Baştan vurgulamamda yarar var: Mitos kavramını seçmekle, tarihsel vakalar ve verilerin ötesinde, bu vakaların ve verilerin tahayyül edilme, anlamlandırılma biçimleri üzerinde duracağımı vurgulamış oluyorum. Eski Türk devletlerinin mâhiyetini değil, bunlarla ilgili tasavvurları tartışıyorum. Yaptığım, amatör bir tarihçilik bile değil, bir ideoloji tarihi okuması.

Türk millî tarihçiliğinde Devlet Mitosunun inşâsını ele alırken, öncelikle cumhuriyetin kuruluş dönemini, yani resmî millî tarihi, “Türk Tarih Tezi”ni[4] esas alıyorum. Resmî tarihin oluşum sürecini sanırım iki evreye ayırabiliriz: Doruğunu 1. Türk Tarih Kongresi’nin (1932) oluşturduğu “romantik” denebilecek evre ile; 2. Türk Tarih Kongresi’nden (1937) başlatabileceğimiz, 1950’lere kadar uzanan ikinci evre. İlk evrede kadim Türk tarihinin idealleştirilmesi ve etnisist bir tarihçilik hâkim. İkinci evrede ise tarihsel mitos üretiminde bir “durulma” söz konusu; mamafih Devlet Mitosu tahkim ediliyor ve ilk evrede üzerinden atlanan Osmanlı tarihi daha fazla içeriliyor.

Resmî millî tarih hikâyesi ve Türk Tarih Tezi, 1930’lardaki enerjikliğinden ve iddialılığından kaybetse de, temel kalıpları ve kurgusu itibarıyla bugünlere kadar devretmiştir. Gerek devletin “sahibi” kabul edilen “çekirdek devlet” kurumlarının, başta TSK/MGK’nın ideolojisinde, gerekse ilk-ortaöğretimde ve popüler tarih algısında, bütünlüklü bir şekilde vaz’edilmese de Türk Tarih Tezinin temel kaziyeleri [5] geçerliliğini koruyor. En azından Devlet Mitosuyla ilgili olarak bunu söyleyebiliriz. Ayrıca, resmî tarihten ayrışan Türkçü-Turancı ve milliyetçi-muhafazakâr tarih mitolojileri de, hem tematik yönünden hem de temel karakteristik kalıplar yönünden aynı anlayışı sürdürmüşlerdir.[6]

Kullandığım malzeme, kimi temel resmî tarih metinlerinin yanısıra, yaygın kabul görmüş popüler metinler ve siyasal-ideolojik metinlerdir.

“TÜRK DEVLETİ” MİTOSUNUN UNSURLARI

Tekrarlayalım: Ele alacağımız ‘kaziye’lerin tarih-dışılıklarını, tutarsızlıklarını vs. tartışmıyoruz. Maksat, Mitos’un tasvirinden ibarettir.

Belki karşımızdaki tarih anlayışının özellikleri hakkında bir iki şey söylemekte yarar var. Tarihe bakarken, topluma müdahale etme, yön verme, değiştirme saikiyle değil, bir “doğa”yı (milletin doğasını) keşfetme saikiyle davranan bir anlayışla karşı karşıyayız. Bu anlayışa göre milletlerin tarihinde “ilerleme” yoktur; “yükseliş” ve “düşüş”ler vardır. Rankeci Alman tarih okulunun bu anlayışı, incelediğimiz döneme ve özellikle incelediğimiz konuya (devlet) damgasını vurmuş görünüyor. Beri yandan, devletin, modern-öncesi tarih anlayışının izlerinin de çok güçlü olduğu bir tematik alan olduğunu görüyoruz: “Türk devleti”nin nitelikleri ile ilgili olarak, tarih; dersler, ibretler, meseller vb. ile “örnek teşkil edecek veriler kaynağı” (Habermas) olarak görülüyor. Nitekim Devlet Mitosunun sayacağım unsurları (veya ‘kaziyeleri’) arasında, birbirleriyle çelişenler de bulunabiliyor. Başlıcası: “Devlet kuruculuk” hasletiyle Türk cemiyetlerinin fıtri demokratikliği iddiası arasındaki çelişki. (Eleştiri için bkz. Hassan: 102) Ancak tarihe ibret levazımatı[7] olarak bakıldığında, böylesi tutarsızlıkların hükmü yoktur...

Türk Devleti mitosunun unsurlarına geçebiliriz.

DEVLET KURUCULUK

Türk Devleti mitosunun çekirdeği sayılabilecek kaziyedir. Buna göre, Şemsettin Günaltay’ın 1932’deki ifadesiyle “devletçilik Türklerde fıtri bir kabiliyettir” (akt. Ersanlı Behar: 109). “Ta bidayetlerinde sağlam hukuki esaslara dayalı camialar” olan Türk ırkı, “inzibatçı, idareci, devletçi bir ırk”tır ve “son otuz asırda belki yüzden fazla devlet kurmuştur” (Methal, 40, 43, 72). Türklerin tarihte ilk devlet kuran ırk olduğu imâ edilir; Afet İnan Anadolu’da ilk devleti kuranın Türk ırkı olduğunu yazar (akt. Berktay: 52). Türkçü-PanTürkist akımın önderlerinden ve beri yandan ciddi bir tarihçi olan Zeki Velidi Togan, Türkleri “devletçi bir millet” veya “teşkilatçı hâkim bir millet” diye tanımlar. Bu millî fıtratın, tözsel bir rüşeymi[8] vardır: “devletçi kabileler... bünyelerinde daima yaşayan elâstik devlet idaresi ve ordu teşkilatı taslağına malik olmuşlardır” (Togan: 106-108). Güneş-Dil Teorisinin ‘aşırılıkları’ karşısında mesleki ciddiyetini daima korumaya çalışan Fuat Köprülü de, Türklerin “eski zamanlardan beri teşkilatçılıkta ve devlet kuruculukta tanınmışlığını” belirtmeden edememiştir. Türklerin, modern devletin bütün ögelerini (millet, ülke, egemenlik, siyasal örgütlenme) ‘en’ eski (icabında tarih-öncesi!)[9] çağlardan beri ikmal etmiş oldukları kaziyesi, bugüne kadar tarih ders kitaplarına kazık çakmıştır. (Üniversite müfredatından, bayağı ama apaçık bir örnek: Taneri: 1975)

Devlet kuruculuk hasleti, Türkleri medeniyet geleneğinden mahrum sayan oryantalist tarihçiliğe karşı millî özgüveni güçlendirmek amacıyla girişilen tarih tetkiklerinin temel ‘bulgusu’ olmuştu. “Atalarımızın kurduğu devletler”e dikkat çekilerek, Türklerin medeniyetteki ileriliği kanıtlanmaya çalışılmıştı. Bu kaygı, dönemin tarih yazımının satır aralarında, üslubunda kendini ele verdiği gibi; bizzat Tarih Tezi’nin savunucularınca da beyan edilebilmiştir (örneğin Sadi Irmak: 215).

Burada önemli olan, devlet kuruculuğun ve ‘devletliliğin’, en temel ve tartışılmaz medenilik ve beşeri yükseklik ölçüsü sayılmasıdır. Devlet kurmayı medeniliğin nihai kıstası saymak, devlet-merkezli bir tarih ve toplum tasavvurunun göstergesidir. Devletliliğin Türklerin varoluş biçimi olduğunu, Türk Medeniyeti Tarihi’nin öncülü olan Türk Devletinin Tekâmülü’nde (1922-23) Ziya Gökalp ileri sürmüştü: “Türk, devlet teşkilatından mahrum kalınca, yalnız aile teşkilatiyle yaşayamaz, mahvolur. Türkler, en eski zamanlardan beri, devlet teşkilatını, aile teşkilatının fevkine çıkarmışlardır” (Gökalp 1981: 36)[10]. Kemalist kuruluş döneminin totaliter devletçiliğine hizmet eden devletlilik haslet[11]ini, 1950’lerden sonra en hararetli biçimde devralan ise milliyetçi-muhafazakâr ideoloji olacaktır. Osman Turan, ünlü Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi’nde, “Türkler ancak devlet ve kağanı varsa çalışmanın faydasına inanır” diye yazar, “Devlet Baba” şiarının içerdiği derin hakikati vurgular (Turan: 11).

Devlet kuruculuk kaziyesindeki tutarsızlıklar, devlet-öncesi yapıların da devlet olarak tanımlanması[12] (eleştiri için bkz. Hassan: 24, 294), diğer yandan bu yapılara “Türk” mührü vurmakta fazlasıyla cömert davranılmasıdır.[13] Son yıllarda birçok resmî ve siyasî daireyi onaltı bayraklı dizisiyle süsleyen (ve Cumhurbaşkanlığı forsundaki onaltı yıldıza da izafe edilen) “Tarihteki Onaltı Türk Devleti” miti, bu tutarsızlıkların açık bir örneğidir. Coşkun Üçok, bu ‘onaltılı’ içinde kimilerinin devlet sayılamayacağını, kimilerinin de Türk hanedanlı olmadığını, buna karşılık Türk hanedanlı başka devletlerin hesaba katılmadığını göstermiştir (Üçok, 1987).

Tarihte bol Türk devleti tespit etme arzusu, sayılarda öteden beri karışıklığa yol açmıştır. 1932’de basılan dört ciltlik Tarih ders kitabında 20 devlet, Methal’de 12 devlet anılır (Ersanlı Behar: 110); Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti’nin 1932’deki Tarih 1 kitabında 17 devlet vardır (ADFH-2-246). 1934’te Genelkurmay’ın bastığı Askerin Ders Kitabı 40 Türk devleti sayar (aralarında “Eski İtalya ve Etrüskler”, “Makedonyalılar ve İskender İmparatorluğu”, “Kartacalılar ve Anibal” olmak üzere) (akt. Şen: 1996: 69-71). Daha yakın zamanlarda örneğin Türk-İslâm Sentezi müellifi İbrahim Kafesoğlu, sadece İslâmi devirde, 110’dan fazla “devlet, hakanlık, hanlık, sultanlık, beylik, atabeylik”ten bahsederek (Kafesoğlu 1985: 13) ‘tavan yapacaktır’.

Ümit Hassan, solun da, sınıflı topluma uzun bir tarih icat etme amacıyla Türk devletinin tarihinin geriye taşınması eğilimine katıldığı eleştirisini getirmiştir (Hassan: 312). Bu eğilim özellikle ’60’larda Doğan Avcıoğlu vd.’nin sol-Kemalist ekolünü izleyenlerde belirgindir. Başka bir vadide, Devlet Ana’da Kemal Tahir’in, ‘insanımız’ın devletlilik ve devlet-kuruculuk mitosunu sürdürdüğü söylenebilir. Osman, Şeyh Edebali’ye: “Anadolu insanının zenaati de göründüğü gibi köylülük değildir, devlet kuruculuktur”, der (Tahir: 226). Buradaki fark, devlet ihtişâmının ve kudretinin değil, bir tür ‘kamusallık’ (toplumun ortak esenliği) fikrinin vurgulanmasıdır (Devlet Baba değil Devlet Ana).

Kemalist Türk Tarih Tezi’ni milliyetçi-muhafazakâr tarihçiliğin devralması sonrasında, Kemalistler, Türk devletlerinin bolluğuyla ilgili kabullere soğudular. Örneğin Niyazi Berkes, TC’nin, ilk Türk devleti olduğunu ileri sürmüştür: “Daha önceki devletler hiç Türk ulusu devleti değil”dir (Berkes: 156). Böylelikle, bilhassa sol-Kemalist bakışta, Kemalizmin modern “Türk ulusu”nun ‘yepyeni’ niteliğini vurgulayan veçhesi ağırlık kazanır. Bir yandan modern-öncesi zamanları yine “Türk ulusu” arayarak teftiş etmekten geri durmayan anakronizmasıyla;[14] diğer yandan ‘devrimci’ devlete medyun[15]luğuyla, Yeni Türk Devletini mitoslaştıran bir yaklaşım...

TÜRK DEVLETLERİ ARASINDA DEVAMLILIK

Bir bakıma “devlet kuruculuk” hasletine bağlı bir varsayımdır, bu da. TSK’nin, Türk ordusunun kuruluş tarihini Mete’yle başlatması, bu devamlılık kaziyesinin simgesel örneklerinden biridir. Aynı ruhun kap değiştirerek ve tekâmül ederek devam ettiği kabulünü de içerir. Türk Tarih Tezi’nin “altın döneminde” geçerli olan anlayışta, tekâmülden sözedildiği de söylenemez: İlk Türk devletlerinin ve medeniyetlerinin ‘saf’ değerlerinin sonra -İslâmın dahli ve Osmanlı’yla- yozlaştırıldığı düşüncesi revaç bulmuştur. (S.M. Arsal’a atıfla Berktay: 53) Sonra, özellikle ders kitaplarında ve popüler tarihçilikte, İbn Haldunvâri bir çevrimsel yaklaşımın geliştiği söylenebilir. Bu yaklaşıma göre; Türk Devleti Töre’yi bozup birliğini bozduğu zaman zayıflayıp dağılır, fakat onun yerine, devletlilik tözünü taşıyan Türklerce yeni Türk Devleti kurulur. Türkçü tarihçi Togan’da da, milliyetçi-muhafazakâr tarihçi Osman Turan’da da, İbn Haldun’un göçebe-yerleşik çevrimselliğinin,[16] millî misyonerlikle yumuşatılmış bir versiyonu kendini gösterir: çürüyen, yozlaşan Türk devletleri, göçebelikten kopmamış ‘taze’ Türk boyları tarafından bir nöbet değişimi âhengi içinde yenilenirler, sanki. Togan hakanlarla beyler arasında iktidar münavebesinden; Türk göçebe unsurunun devletçilik an’anesine uyduğundan söz eder (Togan: 291). Osman Turan, “devlet anlayışı bakımından bir Türkmen beyi ile bir Türk sultanının aralarında pek büyük bir ayrılık yoktu”, der (akt. Ögel: Xlll).[17] “Devlet anlayışı”, devletli Türklerin zihnine kazılı bir tür genetik şifre gibidir. Öte yandan Osman Turan, göçebe öz-Türklerin dinamizmini vurgular: Büyük devletleri kuranlar ve cihan hâkimiyetini yaratıp dünya nizamı davası güdenler, göçebelerdir. Turan: 117). Ancak ona göre, Türk Devleti “Devlet-i ebed-müddet[18] nitelik taşıdığı içindir ki, Osmanlı tarihçilerinin de inandığı üzere, İbn Haldun’un döngüsünden müstesnadır (Turan: 7). Osmanlı “devlet-i ebed-müddet” mefhumu veya eski Türk “bengü il” (ebedi devlet) hayali, Türk devletleri arasındaki süreklilik inanışının dayanaklarıdır; belki tarihsel değil, ama mitik bir devamlılıktan söz edilebilir.

Türkçüler, bu devamlılık telâkkisini uç noktaya vardırmışlardı. Nihal Atsız, Türklerin çok sayıda devlet kurduğu doğrultusundaki resmî tezi, istikrarsız bir millet hayatı izlenimi verdiği için sorgulayarak (Atsız: 2-139) esas itibarıyla tek bir Türk devletinden söz etti: İlhanlılardan TC’ye uzanan Batı Türk Hakanlığı (veya Batı Türkeli).

‘Nihâi erek’ olarak TC’ye varan düzçizgisel tarih yazımına ve Devlet-i ebed-müddet hamâsetine alternatif olabilecek bir tarih görüşü, sanırım; Türk topluluklarının yaşadığı ve Türk soylu hanedanların yönettiği devletler arasında kurulabilecek bir devamlılığı, diyalektik ve sentetik (“iktibaslı”) bir tarihsel gelişme dinamiğine oturtma çabasında olan Fuat Köprülü’de veya aynı çizgiyi milliyetçi yükümlülüklerden daha uzakta sürdüren Mustafa Akdağ’da bulunabilecektir.

DEVLETİN KUTSALLIĞI

Türk Devletinin kutsallığı, bugünkü Anayasamızın Giriş bölümünde yeri olan bir akide. Bu kutsallık anlayışının Cumhuriyet dönemi düşüncesindeki izini, Türk devlet(ler)inin (“il”in) kuruluşunun mucizeli, kutlu, yarı-dinî bir olay olduğunu anlatan Ziya Gökalp’e kadar sürebiliriz (yine Türk Devletinin Tekâmülü kitabı).

Türk devleti varlığını, gücünü ve meşruiyetini yaradılıştan alır; kadim Türk düşüncesinde yaradılış efsanesi, aynı zamanda devletin kuruluşuyla ilgili efsanelerdir (Ögel 1980: 14). Gökalp ve izleyicileri, Türk devlet geleneğinin ‘kutlu’ kavramları arasında muğlak bir benzetmeler zinciri kurmuşlardır; ortaya totolojik bir töre=devlet=din=barış benzeştirmesi çıkartırlar. Din=devlet denklemi, bu totolojik benzeştirme/eşlemenin alt terimleri arasında herhalde en kudretli olanıdır. Şamanist inançlar ve ritüellerin, birincil işlevleri itibariyle devlet pratiğinin araçları olarak yorumlanması, bu alt-denkleme kazandırılan ağırlığın bir örneğidir. Töre=devlet=din=barış eşlemesi, kadim toplumlarda kurumların ve toplumsal işlevlerin ayrışmamışlığının göstergesi olarak değil de, dinin işlevlerini de yüklenmiş ahlâki yönlendiriciliği olan bir herşeye kâdir devlet ‘töresi’ olarak yorumlanır.

Kut”un (devlet kudreti/kısmeti) ilâhi niteliği, Türk Devletine atfedilen kutsallığın önemli bir unsurudur. Bununla, devletlu olanlar da kutsallaştırılmış, hikmetle donanmış sayılır; ve bizzat bu hikmetin kendisi de, devlet olgusunun kutsallığına kanıt teşkil eder. “Kut” telâkkisi, Roma-Bizans-Cermen devlet geleneğindeki ve bu geleneğin etkilediği Ortaçağ Avrupa’sındaki “Tanrı-Kral” anlayışına yakın bir tasarım. Türkçü tarihçiler, devletluların ve devletin Tanrısallığın doğrudan taşıyıcısı olmadığı; törenin ve devletin, Gök tarafından kut verilmiş olan kağanın iradesiyle kurulmuş, dolayısıyla dünyevi bir olgu olduğu yorumunu yaparlar (Ögel 1980: 7). Ancak bu kutsallık zincirinin, devletlulardan müteşekkil ikbal ve saadet zincirinin üstüne de bir ilâhilik hâlesi düşürdüğü açıktır. Buraya aşağıda “devlet adamları” bahsinde yeniden geleceğiz.

Aynı zamanda ikbal ve saadetle eşanlamlı kullanılan devletin Tanrı kaynaklılığına dair inanışın, İslâmiyete girmekle de değişmemiş bir anlayış olduğu, milliyetçi-muhafazakârlarca bilhassa vurgulanır (Ögel 1980: 30). Osman Turan, “devletin kudsiyeti”ni bir müteârife olarak kullanır. Bu yorumlarda İslâm içi tartışmanın inceliklerinden ziyade, “Devlet-i kadim”, “Din-ü-devlet”, “Devlet-i ebed-müddet” gibi sıfatlarla devlete kutsal anlamlar yükleyen Osmanlı devlet-‘kozmolojisi’nin bıraktığı miras belirleyicidir.

TÜRK DEVLETLERİNİN BAŞTAN İTİBAREN ‘MİLLİ DEVLET’ NİTELİĞİ TAŞIMASI

Ziya Gökalp, Mete vd. Türk hakanlarının, millî bir devleti, büyük bir emperyalizme tercih ettiklerini yazmıştı (1981: 69). Bu hasletten hareketle, Osmanlı dönemi ‘gayrı-Türk’ veya Türk tarihinde sapma oluşturan bir evre olarak sorgulanmış hatta dışlanabilmiştir. Gökalp’e göre, Hakanlık idaresi altında yaşayan Türkler milliyetlerini ve lisanlarını muhafaza edebilmişler, Sultanlık idaresi ise buna pek o kadar imkân vermemiştir.

Gökalp’in yaklaşımı, yeni Türk Devletinin kuruluş ideolojisince devralınacak; çokuluslu, kozmopolit Osmanlı İmparatorluğu’na karşı saf-Türk Türkiye Cumhuriyeti’nin erdemi hep vurgulanacaktı.

Türk Tarih Tezi’nin ‘altın çağı’ sırasında da dillendirilen, Türklerin fıtraten millî devlete meyyal olduğuna dair bu tefsir, dünya tarihinde millî devletin mucidinin Türkler olduğunu imâ edecek kadar abartılmıştı (örn. Engin 1938: 45-6 ve 77). Daha sonra milliyetçi yazarlar ve tarihçiler bu abartıyı sürdürdüler. Örneğin İsmail Hâmi Dânişmend’e bakılırsa (1983: 16 vd.), “Avrupa kültür dairesinde ancak 19. asırdan itibaren belirmeye başlayan milliyet fikri, Türk kültür tarihinde İslâmiyetten evvelki devirlere dayanacak kadar eski ve müslümanlıktan evvel ve sonra muhtelif vesikalar üzerinde tespit edilebilecek kadar vazıh ve kuvvetli bir şuur halindeydi.” Dânişmend, Avrupa’da millet mefhumunun devlet mefhumundan çok sonra doğmasına mukabil, Türklerde devlet-millet mefhumlarının daima birbirine bitişik olmuş olmasıyla övünür.

Milliyetçi-muhafazakâr tarihçiler, bu kurguyu, Türk Tarih Tezi’nin paranteze aldığı Osmanlı’yı da millî devletler silsilesine katarak tashih etmişlerdir. Osman Turan “Şamani çağından Osmanlı’ya dek millî devlet anlayışı”ndan (1969: Xlll) dem vurur. Gerek Yahya Kemal’in çizgisini -reaksiyonerleşerek- izleyen muhafazakârlar, gerekse İslâmi bir millet (Müslüman milleti) tasarımını modern millî devlet ideolojisine uyarlamaya çalışan İslâmcılar, Osmanlı’yı bir Türk millî devleti olarak tasrih ederler. Şunu da belirtmeli ki; Osmanlı’yı paranteze alan[19] militan Cumhuriyetçi tarih görüşü de milliyetçi-muhafazakâr ideolojinin tesiri altında giderek aşınmış ve Osmanlı Devleti’nden TC’ye zımni bir millî devlet sürekliliği varsayımı resmî milliyetçilik söylemine hâkim olmuştur.

MERKEZİYETÇİ VE GÜÇLÜ DEVLET GELENEĞİ

Türk Tarih Tezi’nin en ‘fevri’ savunucularından olan Saffet Engin, Türk İnkılâbının Prensipleri’nde (1938: 1/274), bir yandan da Türk devletlerinin tez zamanda demokratik usûlleri keşfetmesiyle övünürken, “eski Türk medeniyet merkezlerinde... cemiyetin müşterek ve umumi menfaatinin, milletin vicdanını temsil eden devlet otoritesinde tecelli ettiğini” belirtir. Tek Parti ve Millî Şef döneminde devlet otoritesinin had safhada yüceltildiği -ve aynı zamanda kayıtsız şartsız hüküm sürdüğü- biliniyor. Otoriterlik ve güçlülüğün, ezeli-ebedi Türk Devleti’nin özsel hasletleri arasına katılması bunun doğal sonucuydu. Halil Berktay, özellikle Millî Şef devrinde, resmen üstü örtülen Osmanlı tarihiyle bile bu uğurda barışıldığını, klasik çağ Osmanlı devletinin ihtişamına hayranlık beslenmeye başlandığını saptıyor (1991: 39). Milliyetçi-muhafazakâr tarih yazımınca pekiştirilecek olan bu eğilimin başlatıcısı, Berktay’a göre, Kemalist bir tarihçi, Ömer Lütfi Barkan’dır. Gerçekten, Barkan’ın Osmanlı toplum düzenine ilişkin yazılarına baktığımızda, “çok güçlü devlet iradesi” gibi terimlerin amentü misali tekrarlandığını görürüz. 1938 tarihli bir yazısında “merkezî bir devlet otoritesinin mütemadiyen ayarlayıcı ve planlaştırıcı alâka ve müdahalesi”ni över (1980: 132). 1939’daki bir yazısında şu coşkulu ifadeler yer alır: “herkesin devlet ve devletin herkes için çalıştığı mükemmel nizam”, “herşeyi yutan... devasa bir devlet irade ve kudretinin yarattığı uzuvlar... sonuna kadar devletçi bir nizam” (1980: 288). Osmanlı düzeninin bozulmasının sebebi, Barkan’a göre, “merkezî devlet otoritesinin zevale başlaması”dır.

Yukarıda değindiğim töre=devlet=din=barış büyük denklemi, Türk Devletinin fıtri otoriterliği bahsinde de iş görür. Ziya Gökalp, Türk Devletlerinin yaptıkları büyük savaşları, sonu gelmeyen küçük savaşları bitirmek ve sulhü hâkim kılmak için yaptıklarını anlatmıştır. Bu bağlamda öne çıkan totoloji, devletin barışla eşanlamlı olmasıdır; barışın anlamı ise asayiş ve istikrardır. Türk Tarihinin Anahatları - Methal, “barış”ı, “inzibat” olarak yorumlar. Türk Devletinin egemenliği, “gayesi asayiş ve adalet olan bir nâfiz hâkimiyet”tir (Maarif V. 1931: 41). Bugünkü “huzur ve güven” düsturu, böylece tarihselleştirilmiş olur. “Türk devletleri kuvvetli disipline müstenit”ti (a.g.y.: 42); “Eski Türkler devlet dahilinde inzibatı temine büyük ehemmiyet atfederlerdi” (a.g.y.: 43); “Devlet teşkilatı, kuvvetli merkeziyetçilik ile halkçılığın telifi... Han emretmesini, halkı, askeri itaat etmesini bilirdi” (a.g.y.: 43).

Güçlü merkeziyetçi devletin (çoğunlukla yine dış mihraklı olan) millet içi ayrışmaya (nifaka) ve özerk güç odaklarına asla izin vermemek, Türk Devletinin tarih-öncesinden beri taşıdığı sağlık ve yaşam sırrı sayılır. 1938’de Şemsettin Günaltay’ın, “Abbasi İmparatorluğunun mikroplu kucağında büyümüş devletlerden farklı bir devlet” olarak tanımladığı Selçukluları methedişindeki gibi: “tek idareye bağlı, disiplinli imparatorluk... devlet içinde devlet rolü oynamağa yeltenen mezhep pirevlerine devlet otoritesini tanıttırdı” (akt. Kara 1987: 446). İç mücadeleler ve merkeziyetçiliğin zayıflaması, “Türk Devleti”ni güçten düşüren ve o İbn Haldunvâri kaçınılmaz çöküş döngüsünü başlatan bir bünyevi zaaf gibi düşünülür. Bundan günah gibi kaçınmak gerekir!...

Türkçüler, tahmin edilebileceği gibi, tarihte ortalama millî tarihçiliğin tasvir ettiğinden de daha güçlü, “çok güçlü” bir devlet görürler. Atsız’ın ifadesiyle: “çok sert disiplinli devlet...” (1992: 146)

Son olarak şuna da değinmekte yarar var: Merkeziyetçilik hasleti, ’60’ların sol-Kemalist devletçi söyleminde de vurgulanmıştır. Barkan’ın “merkezî bir devlet otoritesinin mütemadiyen ayarlayıcı ve planlaştırıcı alâka ve müdahalesi” efsanesi ile sosyal demokratik plancı ve eşitlikçi-adaletçi sosyal devlet imgesi arasında bir akrabalık vardır.

ORDU-MİLLET, ORDU-DEVLET

Türk Devletinin bir asayiş ve inzibat devleti olarak tasvirinin doğal bir sonucu da, ordunun devlette daima mümtaz bir yeri olduğunun vurgulanması ve “ordu-millet” şiarıdır. 1960’larda, merkez sağın (AP-Demirel çizgisi) 27 Mayıs’tan aldığı dersle orduyu hoş tutma kaygısına da koşut olarak, milliyetçi-muhafazakârlar “güçlü devlet=ordu millet” denklemine sarılmışlardır: “Türk milleti, başında daima kudretli bir devlet isteyen topluluktur. Bunun sebebi milletimizin daha kuruluştan beri bir ordu Millet mizacında oluşudur.” (Banarlı 1985: 30) Milliyetçi-muhafazakârlar, eski Türklerin, benzer üretim ve toplumsal gelişme koşullarındaki birçok toplulukla paylaştıkları savaş örgütlenmesine/ekonomisine dayalı rejimini, anakronik bir mitosa dönüştürürler: “Doğuştan ordu-millet”; “millî asker benliği” (Caferoğlu 1964: 28 vd.) Türk-İslâm Sentezi müellifi İbrahim Kafesoğlu, bu mitosu “bozkır şartlarının zarureti” olarak guya-tarihselleştirirken yine Türklüğe özgülemekten başka bir şey yapmaz (1966: 837 vd.). Kafesoğlu, ordu teşkilâtını ve fikrini de insanlığın Türklerden öğrendiğini öğretir bize (1985: 75 vd.). Ordu=millet denkleminin zımni anlamının, ordu=devlet denklemi olduğunu çıkarsamak zor değil. Dönemin Genelkurmay Başkanı Cemal Tural, orduyu “temel devlet kuvveti” (1966a: 510) olarak tanımlar. Bu anlayışın taşıyıcısı ve yayıcısı, çoğunlukla gene ordu olmuştur.

Ordu ve cihangirlik övgüsünde fazla ileri gitmenin, Türk millî tarihçiliğinin kaynağındaki temel bir tasaya ters düşen bir yan etkisi vardır: Millî tarihçilik ve Türk Tarih Tezi’ndeki, Türklerin gaddar, tahripkâr bir savaş ulusu olduğu doğrultusundaki Batılı önyargıları çürütme kaygısı, bu methiye içinde güme gider. Bu durum, orduya medeniyet götürücü bir misyon atfederek telâfiye çalışılır (örn. Caferoğlu a.g.m.). (Ordunun medenileştirici misyonu, modernleşme bağlamında, Osmanlı’nın son dönemiyle ilgili olarak zaten genel kabul görmektedir.) Bizzat ordu sözcüleri, böyle bir misyondan dem vurmaktan geri kalmazlar. Örneğin, yine Cemal Tural’ın 1965 Kara Kuvvetleri Günü mesajı: “Dünyaya medeniyet götüren ordular, köle milletleri uyandıran ordular, tarihi yazan, yaratan ordular...” (Özdağ 1991: 14). Veya 1966 Kara Kuvvetleri Günü mesajı: “Pasifik’ten Okyanus’a medeniyet ulaştırdığın ülkeler, milletler bugün de seni şükranla anıyorlar.” (Tural 1966b: 836)

“DEVLET ADAMLARI”NIN (“DEVLET ADAMLIĞI”NIN) ÖZEL YERİ

Devlet adamlarına ve devlet adamlığı ‘müessesesine’ verilen özel yer, hem devletin kutsallığı anlayışının, hem güçlü devlet telâkkisinin uzantısıdır. Kutsal ve güçlü devlet, onu temsil edenlerin üzerine de bir kutsallık ve güç hâlesi düşürür. Zaten “kut”un hakanın nasibi olması, yani herhangi birine değil de ona verilmesi, hükümdarlığı kutsal kılar.[20] Türklerde devlet başkanlarına hep kutsallık atfedildiğini, Türkçüler ve milliyetçi-muhafazakârlar gönül rahatlığıyla yinelerler. “Hakan, devletin varlık cevheridir... devlet teşkilatının mihrakıdır” (Niyazi 1993: 238). Türk devlet geleneğinde “Devlet Reisi”ne atfedilen bu -illâ kutsal denmeyecekse- mühim konumun, son yılların güncel siyasal tartışmalarında “başkanlık sistemi” taraftarlarınca sıkça vurgulandığını biliyoruz.

Milliyetçi tarihçilikte, “Devletli” zümreye özel önem atfedildiğini vurgulamalıyız. Devleti cisimleştiren bir sınıfın veya soy çizgisinin varlığına daima dikkat çekilmiştir. Zeki Velidi Togan, “Türklerin uzun asırlar zarfında tahavvüller geçire geçire mütemadiyen yaşayan bir devlet idare kadrosu”ndan, “devletçi kabileler”den bahseder (1946: 106-108). Osman Turan, “Devletin kudsiyeti, bekası ve nizamına âmil, devlet gibi hukuk ve otoritesi münakaşa edilemeyen hanedanlar”ı zikreder (1969: 121). İlkel kabile topluluklarından devletli topluluklara geçiş ve devletlerin yerleşikleşme süreçlerinde rol oynayan yönetici sınıflar, bu nesnel tarihsel işlevlerinin ve konumlarının ötesinde, ‘devletli zümre’ olarak hususen yüceltilirler - bu zümre, Türk Devletinin devamlılığı mitosunu şahıslaştırır. Tiranlığı ve keyfiliği, şahsi çıkarı çağrıştıran hanedan/saltanat yapılarının Türk tarihinde olmadığı veya ayrıksı olduğu doğrultusundaki savlar, bu mitos ve yüceltmenin ağırlığı karşısında anlamsızdır. (Gerek hakanlar gerekse hanedanlar, saltanatlar, ancak Türk Devletinin devamlılığı mitosuna halel getirmişlerse millî tarihçinin gözündeki saygınlıklarını ve meşrûluklarını yitirirler.)

Devletlilere bahşedilen bu yüce mertebeyi kamusal vicdana kabul ettirmeye dönük olarak başvurulan sav, onların ‘sadece’ törenin uygulayıcısı, aşkın Türk Devletinin memuru olduklarıdır. Türk Tarihinin Anahatları - Methal, hakanın/hükümdarın “hükümdardan ziyade türeyi uygulamakla mükellef bir memur” olduğunu söyler (Maarif V. 1931: 41).

Özellikle, Ömer Lütfi Barkan’ın (sık sık) kullandığı “devlet adamları” terimi, “kamu görevlisi” anlamına gelir. Devletlilerin aşkın konumunu onlara hizmetkâr/memur misyonu yükleyerek hem meşrûlaştırıp hem de pekiştirme mantığına, “demokratik, halkçı, sosyal ve laik Türk Devleti” mitosu ele alınırken yine değinilecek.

Aydın Taneri’nin Türk Devlet Geleneği (1975) kitabı, milliyetçi tarihçiliğin “devletli” kavramına tipik bir örnektir. Kitapta, Devlet yöneticileri yanında yönetilenler için de yazılmış bir tür ‘Modern Prens’ havasında, “devlet adamının nitelikleri” sayılır (kültür, cesaret, erdem, mantık); devlet kadrolarının uzmanlardan oluşması gerektiği anlatılır. Türk Devlet Adamı, ‘mavi kanlı’ bir kavimmişçesine tasvir edilir.[21] Taneri, devletliler için “geçmiş devirlerden bugün için alınacak ilkeler” çıkarmasıyla (a.g.y.: lX), Ortaçağ tarih anlayışının sadık izleyicisidir.

DEMOKRATİK/HALKÇI VE “SOSYAL” DEVLET GELENEĞİ

“Türk Devleti”nin asri değerlere fıtraten uygun olduğunu kanıtlama gayreti, modern devlet özelliklerinin anakronik kullanımını beraberinde getirir: Türk Devletinin tarih-öncesi rüşeymlerinde bile, demokratik-halkçı-laik-sosyal-hukuk devleti vasıfları keşfedilir. Saffet Engin (1938: 2-136) şöyle yazar: “Türk milleti, binlerce seneden beri kurduğu halkçı ve meşverete müstenit devlet mefkureleriyle, beşeriyete, sulh ve sükun, ilim, irfan ve fazilet öğretmiştir; millî ideallerle birlikte, bütün diğer milletlere, samimi bir vicdan iştiraki içinde insaniyet idealleri telkin etmiştir.”

En çok vurgulanan, “Türk Devleti”nin fıtri demokratikliğidir. Bu konuda nispeten mütevazı ve daha yaygın yorum, Cumhuriyet idaresinin “Türk devlet ananesine (ve Türk cemiyetine - T.B.) uygunluğu”nun (Baltacıoğlu 1943: 165) vaz’edilmesidir. Buna mukabil örneğin Necmeddin Sadak, “demokrasi” işini fıtraten halledilmiş sayar bir havada, “Türk cemiyetleri en eski devirlerde zaten demokrattılar” diye yazar (1937: 76). Sonraki yıllarda “demokrasinin eski Türk âleminde ırki bir hususiyyet demek olduğunu”, zira tarihte ilk parlamentoyu kuranların Türkler (Sümer Türkleri!) olduğunu savunanlar çıkacaktır (İsmail Hâmi Dânişmend 1964: 15). Vatandaş İçin Medeni Bilgiler’deki ‘en resmî’ tarih görüşü şudur: “Türk milleti en eski tarihlerinde, meşhur kurultaylarile, bu kurultaylarda devlet reislerini intihap etmelerile demokrasi fikrine ne kadar merbut olduklarını göstermişlerdir. Son tarih devirlerinde, Türklerin teşkil ettikleri devletlerde, başlarına geçen Padişahlar, bu usulden ayrılarak müstebit olmuşlardır.” (Afet 1939: 39) Toy ve kurultayların “bize özgü” demokratik organlar olarak mevcut demokratik kurumların yerine hayata geçirme arzusu, Türkçü yazarlar tarafından zaman zaman dillendirilmiştir - hatta son yıllarda MHP’de de Türkçü kanattan yazarlar bu fikri savundular. Bu “fıtri demokratlık” bahsindeki anakronizmin, evrensel bir tarihsel olgu olan “kabile demokrasisi”nin abartılmasına ve Türklüğe özgüleştirilmesine dayandığını söyleyebiliriz.

Fıtri[22] demokratlığı, fıtri halkçılıkla beraber düşünmek gerekir. Türk Tarihinin Anahatları - Methal, Türk Devletinin öteden beri halkının vasisi, esirgeyicisi olduğunu anlatırken, bu vasıfları “halkçılığın” kanıtı sayar. Halkçılık, birçok modern devlet özelliğini, Türk Devleti için tahayyül edilen değerler ekseninde eklemlemek için ideal bir düsturdur. (Halkçılığın, özgül yorumuyla, Tek-Parti olarak CHF’nin aslî bir düsturu olduğu da malûm.) Halkçılık, “sosyal devlet” ve “demokratik devlet” kavramlarının, paternalizm potasında yapılmış bir karışımını ifade eder. Demokratikliğin halkçılığa inkılâp ettirilmesi, “halkını düşünen, onun iyiliği için önlemler alan esirgeyici devlet”in “demokratik devlet” olarak varsayılmasına elverir. “Sosyal devlet” olmak da bu esirgeyiciliğin bir boyutudur. Aydın Taneri, “her şeyin devletten beklenmesi”ni Türk devlet geleneğinin bir hasleti ve Türk Devletinin “hizmet devleti” olmasının sonucu sayar (1975: 194); “sosyal devlet”, “her şeyin ondan bekleneceği” devlettir. Bu ‘kompoze’ halkçılık anlayışından, bireylerin devlete merbutiyet içinde eridiği, varlığını devlete teslim (“armağan”) ettiği bir vasi-veli devlet tasarımı çıkar. Gökalp (1981: 36-38), vasi-veli devlet anlayışını methederken, baliğ olan çocuğun ailesinin velayetinden çıkıp hükümdarın velâyet-i ammesi altına girmesi geleneğini anar. Kastedilen ve yâdedilen velâyet, böylesine dolaysız olabilir. Türk Devletine ve yöneticilerine atfedilen babalık sıfatı da aynı dolaysız velâyet tasavvurunu imler. Osman Turan’a göre millî şuurun, siyasî hâkimiyet türesinin yanısıra “babalık sıfatı”, Türk hükümdarlarını “demokratik bir ruha” eriştirmiştir (1969: 121). Bunca demokratiklik, halkçılık övgüsüne karşılık, hanedanların varlığı, “soylu” veya “kurmay” (Ögel) Türklerle “aşağı halk”ın ayrılığı, hatta halk dini olarak şamanlıkla devlet dininin ayrışması gibi ‘aristokratik’ belirtiler bahse konu olduğunda da, paternalist[23] açıklamalar imdada yetişir: Devletle/hakanla “aşağı” halk arasında daima duygusal bir bağ vardır (Niyazi 1993: 196, 201).

Hakanın töreyle sınırlandırılması an’anesi ve “Devlet gider töre kalır” gibi vecizelerle de, Türk Devletinin kadimden beri yönetenlerin keyfî otoritesine değil birtakım kurallara bağlı olduğu, öyleyse “hukuk devleti” olduğu ‘gösterilir’. “İdare edenlerle edilenler arasında bir seremoni engeli olmaması” (Ögel 1982: XVll), yani yöneticilerin erişilebilirliği, -tabiî ki halkçılığın yanısıra- bir cins “hukuk devleti” emâresi olarak anılabilmektedir.

Türk Devletinin fıtri halkçılığı, sosyal ve demokratik niteliği hakkındaki millî tarih anlatısı, solda da geçmişe dönük bir tür “devlet sosyalizmi” ütopyasına yataklık etmiştir. Herhalde Ömer Lütfi Barkan’ın çalışmaları, bu bağlantıyı sağlayan köprülerden biridir. Barkan, Osmanlı örneğinde, devletin ekonomide nâzım rolü oynadığına ve özel mülkiyetin güçlenmesine mahal vermediğine dair vurgularıyla, burada bir “devlet sosyalizmi”nin köklerini arayanlara yol açmış olmalıdır. 1940’taki bir çalışmasında (1980: 221), “Devlet vakıfları”nı, “bugünkü devlet sosyalizmindeki kırtasiyeciliğe, memur zihniyetine karşı bulunmuş usuller” çerçevesinde anar. 1946’daki bir yazısında, “İslâm hukukunun mirasa, icara ve mutlak şekilde ferdiyetçi ve liberalist mülk telâkkisine ait hükümlerini kendi toprak siyasetlerine uygun görmeyen devlet adamları”nı, “memleket topraklarının Emir’e yahut Miriye ait olduğunu ve halkın devletten aldığı bu toprakların ancak daimi ve ırsi bir kiracısı bulunduğunu” anlatır. Barkan, bu yorumlarıyla, Osmanlı-Türk Devletinin laik olduğuna dair anakronistik görüşe de kaynaklık etmiştir. ’60’larda sol-Kemalist ve başka bazı sol görüşler doğrultusunda bu vadideki yorumların derinleştirildiğini göreceğiz.

Türk devlet geleneğinde, daha doğrusu Osmanlı örneğinde gerçekten “halkçı” bir sosyal devlete benzer bir oluşumun verilerini bulanlardan bahsederken, kendine mahsus bir görüş olarak Kemal Tahir’e değinmeden olmaz. Kemal Tahir, Osmanlı’da, dine hürmetkâr (“gerçek”) laikliğin izlerini de görür. Devlet Ana’da, Osman Gazi’ye kuracağı devletin ilkelerini şöyle saydırır: “Talan etmeyeceğiz! Din yaymağa çalışmayacağız! Tersine herkesin inancına saygı göstereceğiz! İnsanlar arasında din, soy, varlık bakımından hiçbir üstünlük tanımayacağız!” (Tahir 1978: 229) Bir başka yerde de “pazar yeri denetimsiz olmaz” denmektedir (a.g.y.: 651); Devlet piyasada nâzım rolü oynayacaktır. Kemal Tahir’in devlet tasavvuru, şüphesiz ayrıca ele almayı gerektiriyor.

TÜRK DEVLETİNİN ‘CİHANŞÜMULLUĞU’

Türk Devletine ilişkin yine anakronik bir tarih mitosu, dünyayı ‘kendinden ibaret’ gören, yahut bir başka deyişle ‘kendi dünyasını bütün dünya’ olarak kurgulayan ilkel insan topluluklarının bu tasarımlarının modern bir “evrensellik” anlayışına eşlenmesine dayanır. Bu eşlemeyle, Türklerin daha “tarihten önceki devirlerde cihanşumül bir devlet” kurdukları (Togan 1946: 23) hükmüne varılabilir. Türk hakanının bütün insanlığı yönetmek üzere tayin edildiğini kayda geçiren Orhun kitabeleri, en açık ve meşhur kanıttır: “Türk devlet başkanı, bu inanışa göre, yeryüzündeki bütün insanları adil, faydalı evrensel törenin himayesine almaya kendini görevli sayıyordu.” (Kafesoğlu 1985: 69) Devletin sulhü sağlamak için yayılıp gelişmesinin bir evrenselcilik itkisi olarak düşünülmesi, Gökalp’in yukarıda değindiğimiz “sulhçülük” kavramında da mevcuttur. Ögel, Kutadgu Bilig’de, millî ve kavmi duygulardan arınmış bir “Türk acunculuğu/evrenselciliği” okur (1982: 13). “Devlet güçlü oldukça Türk olmayanların da devlet için hizmet vermiş... devlet içinde saygı bulmuş” olmaları da (a.g.y.: 2) Türk Devleti adına bir evrenselcilik belirtisi değil midir zaten!

Türk Devletine atfedilen ‘tarih kadar eski’ cihanşumüllük geleneğine, 1950’lerden sonra milliyetçi-muhafazakâr tarihçilik kuvvetle sarıldı. “Cihan devleti” ve Nizâm-ı Alem ülküleri güncelleştirildi. Osman Turan’ın (1969) Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, bu hamlenin popüler manifestosuydu. Kaybedilen imparatorluğun otarşik Tek Parti yönetimi sonrası ‘globalleşen’ Soğuk Savaş dünyası şartlarında ertelenmiş olarak ortaya çıkan manevi rövanşı işlevini gördüğünü de söyleyebileceğimiz bu yöneliş, “ilmî Türkçülerin” kozmogonik tasavvurlarına fazla ‘takılmadan’, doğrudan doğruya aktüel bir “büyük güç/büyük devlet” olma hülyasına gıda sağlıyordu.

Kemalist millî tarihçilik, hümanizmi temellük etmenin kestirme bir vasıtası olarak, Kadim Türk Devlet geleneğindeki bu “cihanşumüllüğe” yüklü bir “insaniyetçilik” katmaya çalışmıştır. Fakat, insanlığın ortak kültürünün verilerini bulmaktan çok, büyük insanlık değerlerinin menşelerini ve ‘ilk’lerini Türk Kültüründe bularak... ‘Çarpıcı’ bir örneği Saffet Engin’in Türk İnkılâbının Prensipleri olan bu özcü ve ‘çocuksu’ güyâ-evrenselciliğe başka bir yerde değinmiştim (Bora: 1996).

TÜRK DEVLETİNİN “PRATİKLİĞİ” VE “REALİSTLİĞİ”

Türk Devletinin “pratikliğinin” ve “realistliğinin”, çoğunlukla onun ‘laikliği’ bâbında anlatılıyor olması kayda değerdir. İslâm dönemi Türk devletlerinin İslâm doktrinini pek ‘takmadığını’ vurgulamakta, Kemalistlerden Türkçülere hemen bütün millî tarihçiler birleşirler. “Türk Devleti”nin örfi hukuku daima öne çıkarmış olması, paylaşılan bir övünçtür. Barkan’ın bu doğrultudaki yorumlarına yukarıda değindik. Fuad Köprülü bu “realizmin” üzerinde sıkıca durmuştur; “samimi Müslüman olmakla beraber çok realist olan devlet kurucuları”ndan (akt. Berktay 1983: 69) dem vurmuştur. Selçukluları da, “asla teokratik bir mahiyette olmayan... kendi menfaatini ve idaresini her şeyin fevkınde tutan” (Köprülü 1972: 110-111) devlet adamları olarak anar. Togan, elâstiki bir teşkilat sisteminin dayanağı olarak “Töre”nin önemini vurgulamıştır (1946: 106). Keza Türk-İslâm Sentezci Kafesoğlu -tıpkı Barkan gibi-, Osmanlı’nın diğer İslâm-Türk devletleri gibi teokratik olmadığını belirtmiş, bunu da kadim Türk geleneklerinin muhafaza edilmesine bağlamıştır (1985: 210). Bütün bu literatürü vulgerize eden Aydın Taneri’de de (1975: 46) “gelenekçilik yanında pratiklik” (yani gelenekçilik olarak kodlanan dindarlığın dengeleyicisi, makûlleştiricisi olarak pratiklik) temel ‘devlet ilkelerinden’ birisidir.

Böylelikle, örfi hukuka kaynaklık eden Töre, yani Türk nomos’u, millî tarihçiliğin bu pratiklik/realistlik mitosu çerçevesinde (şayet açıkça değilse) zımnen İslâmi nomos’a üstün sayılır. Pratiklik/realistlik mitosunun tek işlevinin Türk Devletinin bünyevi laikliğini kanıtlamak olduğunu söyleyemeyiz tabiî. Burada pratiklik/realistlik methiyesinin, devlet otoritesini sınırlayacak hiçbir dışsal ilke, devlet hikmetine üstün hiçbir referans tanımama arzusunu yansıttığını söylemek yersiz olmayacaktır.

Devlet hikmeti de, önünde sonunda bir totolojiden ibarettir; devletin daha doğrusu yönetici sınıfın (her daim bir beka sorunu olarak konan) güncel çıkarlarıyla kaimdir. Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey’in kuvvetli ve dürüst kişiliğinden bahsedilirken şu söylenenlere bakınız “Devlet menfaatları gerektirdiği zaman Sultan’ın bazan verdiği söz tutmadığı oluyordu...” (Köymen 1976: 72)

 

BİTİRİRKEN

Bu yazıda millî tarih anlatısında Türk Devleti Mitosunun unsurlarını belirlemeye ve bunlar arasındaki bağıntıları göstermeye çalıştım. Başka unsurlar da belirlenebilir, daha zengin örnekler bulunabilir ve başka bağıntılar kurulabilir. Fakat bu kadarı da, Türk Devletinin, objektif ve normatif değerlerin üzerinde yer alan, kendi kendisini meşrûlaştırmaya muktedir bir üstün varlık olarak tasavvur edildiğini göstermeye yeter. Bu mitolojide Türk Devleti, herhangi bir devlet değil, bizatihi bir niteliktir.

Afet (1939): Vatandaş İçin Medeni Bilgiler. Milliyet Matbaası, İstanbul.

Atsız, Nihal (1992): Makaleler-4. Baysan, İstanbul.

Baltacıoğlu, İsmayıl Hakkı (1943): Türke Doğru (Birinci Kitap). Kültür Basımevi, İstanbul.

Banarlı, Nihad Sami (1985): Devlet ve Devlet Terbiyesi. Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul.

Barkan, Ömer Lütfi (1980): Türkiye’de Toprak Meselesi. Gözlem Yayınları, İstanbul.

Berkes, Niyazi (1982): Atatürk ve Devrimler. Adam, İstanbul.

Berktay, Halil (1983): Cumhuriyet İdeolojisi ve Fuat Köprülü. Kaynak Yayınları, İstanbul.

(1991): “Dört Tarihçinin Sosyal Portresi”, Toplum ve Bilim 54/55 (Yaz/Güz 1991).

Bora, Tanıl (1996): “İnşa Döneminde Türk Millî Kimliği”, Toplum ve Bilim 71 (Kış 1996).

Caferoğlu, Ahmet (1964): “Tarihte Türk Askeri Benliği”, Türk Kültürü 22.

Cassirer, Ernst (1988). Der Mythus des Staates. Fischer, Frankfurt a.M.

Dânişmend, İsmail Hâmi (1964): Garp Menbalarına Göre Eski Türk Demokrasisi. Sucuoğlu Matbaası, İstanbul.

(1983): Türklük Meseleleri. İstanbul Kitabevi, İstanbul.

Engin, Saffet (1938): Türk İnkılâbının Prensipleri (iki cilt). Cumhuriyet Matbaası, İstanbul.

Ersanlı Behar, Büşra (1992): İktidar ve Tarih. Afa, İstanbul.

Genelkurmay Başkanlığı (1984): Atatürkçülük -3. Milli Eğitim Basımevi, İstanbul.

Gökalp, Ziya (1981): Türk Devletinin Tekâmülü. Kültür Bakanlığı, Ankara.

Hassan, Ümit (1985): Eski Türk Toplumu Üzerine İncelemeler. Kaynak Yayınları, İstanbul.

Irmak, Sadi (1967): Devrim Tarihi. İsmail Akgün Matbaası, İstanbul.

Kafesoğlu, İbrahim (1966): “Türk Ordusunun Tarihi”, Türk Kültürü 46.

(1985): Türk-İslâm Sentezi. Aydınlar Ocağı, İstanbul.

Kara, İsmail (der.) (1987): Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi 2. Risale, İstanbul.

Köprülü, Fuat (1972): Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu. Başnur Matbaası, Ankara.

Köymen, Altay (1976): Tuğrul Bey ve Zamanı, Kültür Bakanlığı, İstanbul.

Maarif Vekâleti (1931): Türk Tarihinin Ana Hatları - Methal Kısmı. İstanbul Devlet Matbaası.

Niyazi, Mehmed (1993). Türk Devlet Felsefesi. Ötüken, İstanbul.

Ögel, Bahaeddin (1982). Türklerde Devlet Anlayışı. Başbakanlık Basımevi, 1982.

Özdağ, Ümit (1991): Ordu-Siyaset İlişkisi. Gündoğan, Ankara.

Sadak, Necmeddin (1937): Sosyoloji.

Şen, Serdar (1996). Silahlı Kuvvetler ve Modernizm. Sarmal, İstanbul.

Tahir, Kemal (1978): Devlet Ana (6. baskı). Bilgi Yayınevi, Ankara.

Taneri, Aydın (1975): Türk Devlet Geleneği. A.Ü.D.T.C.F., Ankara.

Togan, Zeki Velidi (1946): Umumi Türk Tarihine Giriş. İsmail Akgün Matbaası.

Tural, Cemal (1966a): “Genelkurmay Başkanının Silahlı Kuvvetlere Mesajı”, Türk Kültürü 42.

(1966b): “Kara Kuvvetleri Günü Mesajı”, Türk Kültürü 46.

Turan, Osman (1969): Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi. Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul.

Üçok, Coşkun (1987): “Onaltı Türk Devleti”, Tarih ve Toplum 38 (Şubat).

 

 Yazıyı Birikim Dergisi 105-106. (Ocak-Şubat 1998) sayıdan aldım. 



[1] https://tr.wikipedia.org/wiki/Ernst_Cassirer

[2] MitselMİT: Mit sözcüğü Yunancadan gelmedir aslı mythos (mitos)tur. Türkçe­ye büyük olasılıkla Fransızca üzerinden gelmiştir. Türkçede efsane, söylence gibi sözcüklerle karşılanmış da olsa, mit olarak da kullanılsa, sözcüğün Yunanca aslı; anlatıdır. Yani sözle anlatılan öykü anlamına geliyor. Mit veya Mitosla ilgili şu tanımlara da bakalım çünkü mit kelimesi herhangi bir öykü için kullanılmıyor. “Kuşaktan kuşağa yayılan, toplumun düş gücü etkisiyle zamanla biçim değiştiren, tanrılar, tanrıçalar, evrenin doğuşu vb. ile ilgili, imgesel, alegorik bir anlatımı olan halk öyküsü”dür. Veya “ilkel insan topluluklarının evreni, dünyayı ve tabiat olaylarını kişileştirerek yorumlamak, henüz sırrını çözemedikleri hayatın ve evrenin çeşitli görüntülerini bir anlam kolaylığına bağlamak ihtiyacından doğmuş öykülerdir.”

Kısaca; Mit ve Mitos aynı şeydir. Yalnız günümüzde “mit” yan anlamlar kazanmıştır. Artık Türkçede mit kelimesi mitostan çok daha fazla anlam ifade eder (çok-anlamlı).  Mitsel ise; mitle ilgili, bağlantılı, mit kökenli, mitle ilişkili, mitsel hale getirilmiş, mitleştirilmiş (efsaneleştirilmiş, kutsallaştırılmış, doğaüstüymüş gibi bir algı yaratılmış) bir “şey”i, bir fikri, bir durumu vb. ifade eder. (bkz. Mitoloji Sözlüğü, Dost)

[3] Nomos: Yasa. Yasa ile sınır çizme, çitleme, çevirme. Başka anlamları da var. Bağlama uygun anlamı bu.

[4] Türk Tarih Tezi: Türklerin beyaz ırktan geldiğini (Moğollar gibi Sarı Irk değil), uygarlığın beşiğinin Ortaasya olduğunu, büyük göçlerle uygarlığın buradan dünyaya yayıldığını, Türkçe’nin diğer dillerin atası olduğunu (Güneş Dil Teorisi) iddia eden tez. Mustafa Kemal’in teşviki ve ısrarı ile ilk kez 1932 yılındaki Türk Tarih Kongresinde tartışıldı, kabul edildi.

[5] Kaziye: yargı, tez, mantıkta önerme… Hüküm.

[6] TTT: (Türk Tarih Tezi) Eski müfredatta okumuş veya aksini hiç düşünmemiş, öğrenmemiş öğretmenler; bunu sınıfta anlatmayı sürdürürler. Bütün öğrenciler bunu öğrenerek mezun olur. Doğru olmadığını veya kuşkulu bilgi (en azından) olduğunu söylediğinizde çok şaşırır,  itiraz ederler. Bu iliklerimize kadar nesil nesil yerleşmiş bir “bilgi”, bir mittir.

[7] Levazımat: Gerekli olan şeyler, araçlar, malzemeler

[8] Rüşeym: Embriyo, oğulcuk

[9] Yaygınlaşan komplo teorileriyle birlikte bu da ciddi ciddi, inanılarak ifade ediliyor. Aslında Türkler binlerce yıl önceki bir uygarlık olan  Mu’dan gelmedir. MU kıtası yıkılınca kurtulanlar Asya’ya gelirler buradan tüm dünyaya yayılarak uygarlık taşırlar. Görüldüğü gibi MU efsanesi, TTT ile birleştirilmiş.

[10] Bilindiği gibi Ziya Gökalp’e “Diyarbakırlı Kürt” derler. Kendisi buna şöyle cevap vermiş: bkz. https://tr.wikipedia.org/wiki/Ziya_G%C3%B6kalp    Bu nedenle Gökalp’i, Türk yazarı olarak nitelendirmek yanlış değil. 

[11] Haslet: kişinin yaradılışından gelen özelliği, yaradılış, huy.

 

[12] Buna göre Hunlar da devlettir mesela. Halbuki devlet olarak algılanan, Boylar Birliği/kabileler birliği;  güçlü bir hakan ortaya çıkınca fetih ve yağma için toplanır sonra dağılırdı.

[13] Asya’da ortaya çıkan her türlü birliği Türk Devleti sayma eğilimi vardı, hala var. Onların birçoğu Moğol birlikleriydi. Bkz. Üçok, diyor Tanıl.

[14] Anakronik: Zaman dışı. Zamanı, zamansal bağlamı görmezden gelmek, yok saymak. Ana-Kronik. Örneğin devletlerin ortaya çıkmadığı çağlarda bile bir Türk devletinin varlığından bahsetmek..

[15] Medyun: Gönül borcu olan, müteşekkür, minnettar, teşekkür borcu olan, sadece borçlu anlamına da gelir.

[16] İbni Haldun için bkz.

[17] Konar-Göçer göçebeler ve/veya “Türk” asıllı köylüler öyle düşünmüyorlar ama. Bakın kendi dilleriyle ne demişler (bu nedenle Türk köylüsü dedim):

 

Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Eken de yok biçen de yok
Yiyende ortak Osmanlı

 

[18] Devletin bekasını, sonsuza kadar süreceğini ifade eder.

 

[19] Paranteze Almak, birkaç yerde geçiyor. Burada kapsam dışı, konu dışı bırakmak, görmezden gelmek anlamında kullanılmış.

[20] “Kut Almak” anlayışı/inancı masallara da sızmıştır. Mesela Talih Kuşu, masalını hatırlayalım. Yabancı bir yere gelen prens -ki kimse bilmez onun prens olduğunu, meydandaki kalabalığı görünce öğrenir ki o ülkenin padişahı ölmüştür ve az sonra Talih Kuşu gelerek yeni kralı seçecektir. Talih Kuşu gelir ve bizim prensin başına konar. Hiçbir şekilde sorgulamadan onu padişah olarak seçerler. Talih, kader prensi seçmiştir çünkü.

[21] Mavi Kanlı: Soylu aileler kastediliyor.

[22] Fıtri; doğuştan.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder