22 Kasım 2021 Pazartesi

AY'DAKİ ADAM, MARSTAKİ YÜZ

 Carl Sagan


By NASA *
Mars Reconnaissance Orbiter'ın HiRISE kamerasıyla "Face on Mars" (2007) görüntüsü
Sağ alt köşedeki Viking Orbiter görüntüsü (1976).

Her bilim dalı için söz konusu ayrı bir sahte bilim bulunuyor. Jeofizikçilerin düz Dünyaları, çukur Dünyaları, sürekli batıp çıkan karaları yerine oturtmak için durmaksızın inip kalkan baltaları olan Dünyaları, deprem kâhinleri; botanikçilerin tutkulu duygusal yaşamları yalan dedektörleriyle izlenebilen bitkileri; antropologların hâlâ yaşayan maymun-adamları; zoologların soyu tükenmiş dinozorları; evrimci biyologların böğrüne çökmüş İncil uzmanları; arkeologların antik astronotları, eski Cermen ve İskandinav uygarlıklarından kalma dövme demir yazmaları, sahte heykelleri; fizikçilerin devridaim makineleri, göreliliğin yanlış olduğunu iddia eden amatörler ordusu, hatta soğuk füzyonları; kimyacıların ise hâlâ simyası vardır. Ruh çözümlemesi ve parapsikoloji ruhbilimcilerin başının derdi. Ekonomistler, uzun vadeli ekonomik tahminle uğraşıyor. Meteorologların, (uzun vadeli iklim tahmini başka bir konu olmasına karşın) Güneş lekelerine dayanılarak hazırlanmış Farmer's Almanac (Çiftçinin Yıllığı) gibi uzun vadeli hava tahminleri bulunuyor. Gökbilimin kökeni sayılan, bugünse en başta gelen sahte bilimsel versiyonu olan yıldız falcılığı olabildiğine yaygın. Bu sahte bilim örnekleri kimi zaman birleşerek ortalığı iyice karıştırıyor (Atlantis'in gömülü hazinelerini aramak için telepati kullanılması ya da yıldızlardan ekonomi tahminleri gibi).


Bilinen en eski devridaim makinesi 1150 yılında Hint matematikçi ve gökbilimci Bhāskara'nın geliştirdiği dişli çark sistemidir. Devridaim makineleri termodinamiğin birinci ve ikinci yasalarına aykırıdır. [1]


Ben asıl olarak gezegenler üzerinde çalıştığını ve dünya dışı yaşam olasılığı üzerinde durduğum için, kapımın önüne park eden sahte bilim arabaları genellikle diğer dünyalar ve günümüzde artık sözlüklerimize bile girecek kadar sıklıkla kullandığımız "uzaylılar"la ilgili oluyor. İzleyen sayfalarda, yeni ve bazı bakımlardan birbiriyle ilintili iki sahte bilimsel öğretiyi konu edinmek istiyorum. Bu iki öğreti, insanın algısal ve bilişsel yetersizliklerinin, son derece önemli konularda yanılgıya düşülmesine yol açabileceği olasılığı üzerinde duruyor. İlki, Mars'ın kumları arasından dev bir taş-yüzü çağlardır ifadesizce bize bakmakta olduğunu öne sürüyor. İkincisi ise uzak dünyalardan uzaylıların Dünya'ya sonuçsuz kalan ziyaretler yaptıkları yolunda.

Böyle kabaca özetlendiklerinde bile bu iddialar insanı ürpertmiyor mu? İnsanın derin korku ve özlemlerinden türemiş bu eski bilimkurgusal fikirlerde gerçeklik payı bulunsaydı ne olurdu? Bunlara kim ilgisiz kalabilir? Önüne böylesi malzemeler sunulduğunda, en iflah olmaz kuşkucu bile allak bullak olur. Bir parça bile kuşku duymaksızın bu iddiaları es geçebileceğimizden kesinlikle emin miyiz? Kaşarlanmış tabu yıkıcılarda bile içten içe bir merak uyanırsa, bilimsel kuşkuculuktan habersiz "Bay Buckley" gibileri neler hissetmez!

Uzay aracından, teleskoptan önce, bizler henüz, büyücülükle uğraşırken kısacası tarihimizin çoğu boyunca Ay hep bir gizemdi.

Çıplak gözle Ay'a baktığımızda ne görürüz? Bildiğimiz bir cisme pek benzemeyen, rastgele parlak ve karanlık izlerin bir karışımı, öyle değil mi? Ama kaçınılmaz olarak kimilerini öne çıkarıp kimilerini görmezden gelerek izleri bir araya getiririz. Bir şekil bulmaya çalışır ve başarırız. Söylence ve halk kültürünün hâkim olduğu bir dünyada, çok şey görmek olasıdır: Dokumacı kadın, defne ağaçları, tepeden atlayan bir fil, sırtında sepetiyle bir kız, tavşan, Ay'ın bağırsaklarını dışına çıkarmış vahşi bir kuş, yayıkta süt döven kadın, dört gözlü jaguar. Bir kültürün insanlarının gördükleri, başka bir kültürün insanlarınca garip karşılanabilir.

Melies'in Ay'a Seyahat Filminin afişi.
Jules Verne'in romanından esinlenmiştir. 

Şekiller arasında en bilindik olanı, Ay'daki Adam. Gerçekten adama benzemeyen bir adam kuşkusuz. Hatları eksik, eğri büğrü; tam bir bütünlükten yoksun bit adam. Sol gözünün üzerinde bifteğe benzer bir şey var. Peki, ağzı nasıl bir ifade taşıyor? Şaşkınlıktan "O" şeklini almış bir ağız mı? Bir keder ya da yas belirlisi olmasın? Dünya'daki acı dolu yaşamlara baktıkça içini keder kaplamış bir adam mı yoksa? Adamın yüzü çok yuvarlak kuşkusuz. Kulakları eksik, tepesi de kel. Her şeye karşın, ne zaman Ay'a baksam bir insan yüzü görüyorum.

Dünya folkloru, Ay'ı sıradan bir şey olarak tanımlar. Apollo öncesi kuşağın çocuklarına, Ay'ın yeşil (ve kokulu) bir peynirden yapılı olduğu söylenir ve nedendir bilinmez, bu neşeli bir uydurmaca gibi anlatılır dururdu. Çocuk kitaplarında ve çizgi romanlarda Ay'daki Adam, iki nokta göz ve yukarı dönük bir yay ağızdan yapılmış, bugün son derece yaygın olan "Mutlu Yüz"e benzer bir yüz şeklinde çizilirdi. Bu İyi niyetli adam, geceleri çocukların ve hayvanların oynayıp zıplamalarını izlerdi.

Çıplak gözle Ay'a baktığımızda gözümüzün seçtiği iki bölgeyi tekrar düşünelim: Parlak alın, yanaklar ve çene, görece karanlık gözler ve ağız. Teleskopla bakıldığında parlak hatların, (Apollo astronotlarının getirdiği örneklerin radyoaktif tarihlenmesine göre) 4,5 milyar yıl öncesine tarihlenen eski krater tepeleri olduğu anlaşılıyor. Karanlık hatların ise, (tekili "mare" olan ve Ay kupkuru olmasına karşın Latince okyanus anlamına gelen) "maria" denen, kraterlere göre daha gene bazaltik lav olduğu biliniyor. "Maria" ilk birkaç milyon yıl içerisinde, kısmen, çok büyük asteroid ve kuyruklu yıldızların yüksek hızla çarpmaları sonucu oluşmuş. Sağ göz Mare Imbrium, sol gözün üzerindeki biftek ise Mare Serenitatis ile (Apollo II’nin indiği) Mare Tranuuilitaüs'in birleşiminden; merkezden kayık açık ağız da Mare Humorum'dan oluşuyor. (İnsanın çıplak gözle kraterleri seçmesi olanaksızdır.)

Ay'ın yüksek çözünürlüklü fotoğrafı. Andrew McCarthy, 2020
İncelemek için büyütünüz. Şimdi her şey daha net..

Ay'daki Adam, aslında insanlar, memeliler, omurgalılar, çok hücreli organizmalar, hatta belki Dünya'da yaşam oluşmadan öncesine dayanan çok eski felaketlerin temsilcisi gibi düşünülebilir. Herhangi bir kozmik afetin izlerine bir insan yüzü yapıştırıvermek, kibirli türümüzün belirleyici bir özelliği.

Diğer primatlar gibi insanlar da sürü halinde yaşar. Birbirimizle bir arada olmaktan hoşlanırız. Memeli olduğumuzdan soyumuzun devamı için çocuğun anne-baba bakımı görmesi şarttır. Anne-baba çocuğa gülümser, çocuk da onlara; böylece bir bağ kurulur ve güçlenir. Bebek görmeye başladığı andan itibaren yüzleri tanır. Bu becerinin beynimizde kodlu ve kalıtsal olduğunu artık biliyoruz. Bir milyon yıl önce bebekler kendilerine gülümseyen bir yüzü tanıyamıyor, anne-babalarının kalbini kazanamıyor, bu nedenle de gelecekleri tehlikeye giriyordu. Bugünse, her bebek insan yüzünü hemen tanıyarak kocaman bir gülümsemeyle işini garantiye alıyor.

Beyninizdeki şekil-seçme düzeneği, ilgisiz birtakım ayrıntılar İçinden bir yüz çıkarma konusunda öylesine etkin ki kimi zaman olmayan yüzler de görebiliyoruz, ilgisiz ışık ve gölgeleri birbiriyle ilintilendirip bilinçsiz bir istekle yüz görmeye çalışıyoruz. Ay'daki Adam buna bir örnek. Michelangelo Antonioni'nin filmi Blowup (Cinayeti Gördüm) benzeri başka bir örneği anlatıyor. Çok sayıda başka örnek de verilebilir.

Aynı durum kimi kez New Hampshire, Franconio Notch Dağları'ndaki Yaşlı Adam gibi bir yer oluşumu için söz konusu olabiliyor. Biliyoruz ki Yaşlı Adam doğaüstü bir gücün habercisi ya da New Hampshire'da gizli kalmış eski bir uygarlığın ürünü değil, kaya yüzeyinin aşınma ve çökmesinin bir sonucu. Artık yüze benzer bir hali de pek kalmamış. Kuzey Carolina'da Şeytan Başı, İngiltere Wastwater'da Sfenks Kayası, Fransa'da Yaşlı Kadın, Ermenistan'da Vartan Kayası benzer örnekler oluşturuyor. Bazen, Meksika, Ixtaccihuatl Dağı'ndaki gibi arkasına yaslanmış bir kadın bile görebiliyoruz. Kimi kezse, batıdan yaklaşıldığında göze çarpan, Fransız kâşiflerce Büyük Tötonlar olarak adlandırılmış, Wyoming'deki bir çift (aslında üç) dağ zirvesi gibi, diğer vücut kısımlarını da seçebiliyoruz. Kimi zaman, gözlerimiz bulutların değişen şekillerine takılıyor. Geç Ortaçağ ve Rönesans İspanyasında, Meryem Ana hayaletlerinin gerçekliği, bulut şeklinde aziz ya da azize gören kişilerce "onaylanıyordu". Fiji'de Suva açıklarında gemiden dışarı bakınırken, bir keresinde yaklaşmakta olan bir fırtına bulutunun üzerine oturmuş, ağzı açık korkunç bir canavar görmüştüm.)

Bir sebze ya da tahta parçasının ya da ineğin üzerindeki şekillerin insan yüzünü andırdığı olabilir, Richard M. Nixon'a çok benzeyen, ülke çapında ün kazanmış bir patlıcan vardı. Bu gerçekten ne sonuca varabiliriz? Tanrısal ya da dünya dışı müdahale mi? Patlıcan genetiğinde Cumhuriyetçi parmağı mı var yoksa? Hayır. Dünyada çok sayıda patlıcan yetiştiği gerçeğinden ve olasılık hesabından yola çıkarak, er ya da geç bir gün bir tanesinin insan yüzüne, hatta belli bir insanın yüzüne benzetebileceği çıkarımını yapabiliriz ancak.

Bu da bizden bir örnek
Niobe Ağlayan Kaya. Mitolojik bir öykünün simgesidir. Spil Dağı, Manisa. 

Önemli bir dini kişiye benzeyen bir yüz görüldüğünde -örneğin, İsa'nın yüzünü andıran bir tortula* gibi- hemen tanrısal bir müdahale olduğu sonucuna varılıyor. Buna kapılanlar da üstelik kuşkuculuğun her zamankinden güçlü olduğu bir çağda, iddialarının doğruluğuna inanılması için çırpınıyorlar. Tortula gibi bir nesne üzerinde bir mucize gerçekleştiğine inanmak gerçekten çok zor.  İnsanlık tarihi boyunca kaç hamur hazırlandığı düşünülürse, birkaçında bildik şekiller ortaya çıkması akla gayet yatkın.** İnsan şeklini andırmaları nedeniyle ginseng ve adamotuna da mucizevi özellikler yükleniyor. Bazı kestane filizlerinde gülümseyen bir yüz görmek olası. Kimi mercanlar insan elini andırıyor. "Yahudi kulağı" gibi yakışıksız bir benzetmeyle de anılan kulak mantarı, gerçekten de kulağa benzer bir yapıda. Bazı güvelerin kanatlarında ise kocaman bir çift gözü andıran şekiller olabiliyor. 

*bir tür Meksika pidesi (ç.n.)

** Bu örnekler, Turin Kefeni adıyla bilinen ve üzerinde, herhangi rastlantısal bir oluşumla karıştırılamayacak denli belirgin bir insan şekli bulunan bez parçasından çok farklı. Ne var ki karbon-14 yöntemi, bezin isa'nın kefeni değil, on dördüncü yüzyılda yaşamış muzip birinin işi olduğunu gösteriyor. On dördüncü yüzyıl, sahte kutsal emanetler yapma zanaatının çok kâr getirdiği bir dönemdi.

Kulak Mantarı

Bunların bir kısmı yalnızca rastlantı olmayabilir; yüz şeklini taşıyan bitki ve hayvanların, benzeri yüze sahip avcı hayvanlardan korkan diğer hayvanlarca avlanma şansı daha düşük olabilir, "Baston", gerçekten de küçük bir ağaç dalına benzeyen bir böcek türü.  Yaşam alanı da doğal olarak ağaçlar. Bitkiye benzemesi, onu kuş ve diğer avcılardan koruyor. Bu benzerliğin Darwin'in doğal seçilim mekanizması sonucunda, zaman içinde yavaş yavaş şekillendiğini çıkarsamak pek de zor değil. Yaşam türleri arasında böylesi geçişler olabilmesi, biraz cesaret kırıcı görünebilir. "Baston"u gözleyen küçük bir çocuk, kötü bir amaç peşinde olan ve  bitkilere doğru yürüyen bir ağaç dalı ya da ağaç ordusu gördüğünü sanabilir.

Baston Böceği

Doğadaki ilginç benzerliklere ilgi duyan İngiliz John Michell tarafından yazılmış Natural Likeness, (Doğal Benzerlik) isimli, 1979 tarihli kitapta böylesi birçok örnek yer alıyor. Michell, -aşağıda da anlatılacağı gibi- Amerika'da UFO merakının doğmasına neden olan Richard Shaver’in iddialarını ciddiye alıyor. Shaver, Wisconsin’de, çiftliğindeki kayaları keserek içlerinde yalnız kendisinin görebildiği ve az çok anlayabildiği bir resim diliyle dünya tarihinin tüm ayrıntılarıyla yazılı olduğu kesitler bulduğunu iddia ermişti. Michell, sadece yazılanlardan yola çıkarak, tiyatrocu ve gerçeküstücü kuramcı Antonin Artaud'nun (uyuşturucunun etkisindeyken) kayaların dış yüzeylerinde gördüğünü söylediği erotik şekilleri, işkence gören adamı, vahşi hayvanları ve benzeri iddialarını da gerçek kabul ediyordu. "Tüm manzara" diyor Michell, "tek bir düşüncenin yaratısına dönüşüyordu." Sorulması gerekli soru, o düşüncenin Artaud'nun kafasının içinde mi yoksa dışında mı olduğu. Yazar, Artaud'nun kayalardaki o belirgin şekillerin kendi sanrılı bilinç durumunun değil, eski bir uygarlığın eseri olduğu yolundaki çıkarımını onaylıyor. Artaud Meksika'dan Avrupa'ya döndüğünde, kendisine akıl hastası tanısı konulmuştu. Michell, Artaud'nun şekillerine kuşkuyla yaklaşan "materyalist bakış açısı"nı yerden yete vuruyor.

Yazar, kitabında bizlere röntgen ışığında çekilmiş, belli belirsiz bir yün şeklini andıran Güneş fotoğrafını göstererek, "Gurdjieff’in müritlerinin" Güneş tacında "Efendilerinin yüzünü gördükleri'"ni bildiriyor. Dünyanın her yerinde ağaç, dağ ve kaya parçalarındaki sayısız yüz, eski uygarlıkların bilgeliği olarak sunuluyor. Belki de bir kısmı gerçekten öyledir: Uzaktan bakıldığında dev bir yüzü andıran kayalar oymak, boş bir şaka olduğu kadar cazip bir dini sembol yerine de geçebilir.

Michell, insanın yanlı algı süzgecine takılan bu oluşumların çoğunun kaya oluşum sürecinin ve iki yönlü bitki-hayvan simetrisi ile biraz da doğal seçilimin doğal sonuçları olduğu düşüncesini "materyalizm" ve "on dokuzuncu yüzyıldan kalma bir gaflet" olarak niteliyor. "Akılcılığa dayanan inançların koşullandırdığı dünya görüşümüz, doğanın gerçeğini kavrayamayacak denli donuk ve sınırlı." Kendisinin doğanın gerçeklerini hangi süreçle incelediğine ise hiç değinmiyor.

Sunduğu şekiller konusunda Michell şu sonuca varıyor:

... gizleri dokunulmamış birer merak, haz ve spekülasyon kaynağı olması sürdürüyor. Tek emin olduğumuz, doğanın onları yaratmış ve bizlere algılamak için duyular, sundukları sonsuz güzelliği değerlendirecek aklı vermiş olduğu. Onlardan en iyi şekilde yararlanabilmek ve zevk alabilmek için, onları donuk ve inatçı olmaya koşullanmış tek yönlü bir bakışla değil, doğanın istediği gibi masumiyetin gözüyle; kuram ve önyargılarla gölgelenmemiş, hepimizde doğuştan var olan ve insan yaşamını zenginleştirip kutsayan çok yönlü bir bakışla görmeliyiz.

Mucizevi şekiller arasında belki de en ünlü sahte sav, Mars kanalları ile ilgili olanı. İlk kez 1877'de gözlenen kanallar, dünyanın çeşitli yerlerinde büyük teleskoplarla gözlem yapan işinin ehli profesyonel gökbilimcilerce de görünüşle onaylanmıştı. Mars'ın yüzeyini saran tek ve çift düz çizgiler ağı öylesine gizemli bir geometrik düzene sahipti ki olsa olsa zeki varlıklarca yapılmış olabilirdi. Mars'ın, üzerinde su kaynaklarının korunmasıyla uğraşan daha eski ve zeki teknik bir uygarlığın yaşadığı, kurumuş ve ölmekte olan bir gezegen olduğu yolunda sonuçlar çıkarılmaya başlanmıştı; yüzlerce kanal haritalanmış ve isimlendirilmişti. Fakat ne gariptir ki, bu kanallar fotoğraflarda görünmemekte ısrarlıydı. İnsan gözünün, kusursuz atmosferik şeffaflığın söz konusu olduğu kısa anları yakalayabildiği, buna karşılık fotoğraf camının, sadece net anları görüntüleyebildiği öne sürülüyordu. Kanalları gören kimi gökbilimciler oldu. Çoğunluğu ise göremedi. Kimbilir, belki de bazı gözlemciler kanalları görmede daha becerikliydi. Ya da belki tüm öykü, algısal bir yanılgıdan ibaretti.

Radyo dinleyicilerinde panik... 

Orson Welles ve olayın haberi
Oyun teksti, yazının altındaki linkte

Mars Kanalları iddiası ilk kez astronom Giovanni Sciaparelli tarafından gündeme getirilmiş, Percival Lowell da Mars’ta bir kanallar sistemi bulunduğunu bunun Mars’ta zeki yaşam bulunduğunun belirtisi olduğunu söylemişti. Bu fikir günlük hayatın ve edebiyatın da içine sızdı doğal olarak.  Bundan esinlenen H.G. Wels Dünyalar Savaşı’nı yazdı ve bu eser 1938’de Orsan Welles ve ekibi tarafından radyoda canlandırıldığında halk panik halinde sokağa fırlamıştı. 

Mars'ın yaşam barındıran bir yer olduğu sanısının ve popüler kurguda çok kullanılan "Marslılar"' kavramının kaynağını kanallar oluşturuyor. Ben de bu söylem içinde büyümüş ve kendimi Mars'a gönderilen Mariner 9 -kırmızı gezegenin yörüngesine giren ilk uzay aracı- projesinde görevli bulduğumda da durumun gerçekle ne olduğu konusunda müthiş bir meraka kapılmıştım. Mariner 9 ve Viking gezegeni kutuptan kutba haritalayabilmiş; Dünya'dan gözlenebilenden yüzlerce kez daha küçük ayrıntıları saptayabilmiştik. Bu çalışmalar sırasında sözü geçen kanallara rastlamamış olmak, doğrusu beni pek şaşırtmadı. Teleskopla saplanmış, gözden kaçması zor 5000 km'lik çöküntü vadisi gibi birkaç, doğrusal hat vardı. Ancak, kutuplardan kurak ekvator kentlerine çorak çöller boyunca su taşıdığı söylenen yüzlerce "klasik" kanalın izine bile rastlayamadık. Kanallar, göz aldanmasının; kararsız ve türbülansı bir atmosfer incelenirken sınırlı çözünürlüğün yol açtığı el-göz-beyin yanılgısının sonucuydu sadece.

Doğruluğu onaylanmış birçok keşfin sahibi profesyonel bilim insanları bile şekil seçme konusunda ciddi ve büyük hatalara düşebilir. Hele de gördüğümüzü sandığımız şeylere ilişkin belirtiler güçlü ulursa, yeterli özdisiplin ve özeleştiriye gereğince başvurmaksızın sonuca koşabiliriz. Mars kanalları söylencesi, bu bakımdan ders alınması gerekli bir masaldır.

Uzay aracı projeleriyle, kanallara ilişkin olarak yanlış değerlendirmelerini izi düzeltmemize yarayacak veriler sağlandı. Öte yandan, Mars'ta beklenmedik şekiller bulunduğu yolundaki en ilginç İddialar da, yine uzay araçlarının yaptığı keşifler sonunda gündeme geldi. 1960'ların başlarında, Mars'ta eski uygarlıklardan -Mars'ın yerlilerinden ya da başka dünyalardan gelmiş yabancılardan- kalma eserlere rastlama olasılığını ciddiye almamız gerektiği konusunda çok ısrarlıydım. Bunun kolay ya da muhtemel olduğunu düşünmemiş; böylesine önemli bir konuda çok somut kanıt desteğinden yoksun bir belirtinin dikkate alınmaya değer olduğunu söylemeye çalışmamıştım kuşkusuz.

John Gleim'in uzay kapsülünün çevresinde "ateşböcekleri"ne benzer cisimler gördüğü yolundaki raporu İlk örnek olmak üzere, ne zaman bir astronot ne olduğunu anlayamadığı bir şey gördüğünü bildirse, hemen bunun "uzaylılar"ın işi olduğu söylentileri yayılmaya başlıyordu. Uzay ortamında, geminin dışındaki boyaların dökülerek betimlenen olaya neden olabileceği gibi ciddi açıklamalar ise alıcı bulmuyordu. Mucizevi öykülerin büyüsü, eleştirel bakış açımızı hemen baltalıyor. (İnsanın, gezegenin yörüngesine uyduymuşçasına girmesi yeterince mucizevi bir olay değilmiş gibi.)

Apollo, Ay'a inişler yaptığı sıralarda, küçük teleskop sahipleri, uçan daire meraklıları ve uzay teknolojisi konulu dergilerin yazarlarından oluşan, uzman olmayan bir grup, bilim insanı ve* astronotların gözden kaçırdığı garip ayrıntılar bulma hevesiyle NASA'ya gönderilen fotoğrafların başına üşüşmüştü. Çok geçmeden, Ay yüzeyine kazılı Latince harfler, Arapça rakamlar, piramitler, otoyollar, haçlar, parlayan UFO’larla dolu raporlar yayımlanmaya başladı, iddialara göre, Ay'da köprüler, radyo antenleri, kumda sürünerek ilerleyen motorlu araçlar, kraterleri ikiye bölebilecek güçte makinelerin eseri harabeler vardı. İddiaların her birinin, amatör analizcilerin Ay’ın doğal yer şekillerini yanlış yorumlamasının, astronotların Hasselblad marka fotoğraf makinelerinin merceğindeki iç yansımaların ve benzeri etkenlerin sonucu olduğu kolayca anlaşıldı. Bazı coşkun amatörler, Ay'da Amerika'ya çevrili Sovyet balistik füzelerinin gölgelerini gördüklerini bile öne sürdüler. "Çan kuleleri" olarak da betimlenen roketler, Güneş Ay'ın ufkunda batmak üzereyken yere uzun gölgeler düşüren alçak tepelerden başka bir şey değildi oysaki. Kimi kez bir parça trigonometri, gördüğümüz serabı açıklamaya yerebiliyor.

Bu deneyimler aynı zamanda bir uyarı da içeriyor: Alışılmadık süreçler sonucu oluşmuş karmaşık bir yapıyı incelerken amatörler (hatta bazen profesyoneller de) özellikle de aletlerinin çözünürlük sınırına yakın durumlarda yanılgıya düşebilirler. Umutları ve korkuları, olası büyük keşifler yapma hevesi, bilimde esas olan kuşkucu ve temkinli yaklaşıma üstün gelebilir.

Venüs yüzeyine ait görüntüleri incelerken kimi kez -yörüngedeki Sovyet radarınca saplanmış görüntüleri değerlendiren Amerikalı yerbilimcilerin keşfettiği, az çok Josef Stalin'e benzeyen şekil gibi- garip yer şekilleri göze çarpabiliyor. Kanımca, sadık Stalincilerin manyetik bantları tahrif ettiği ya da eski Sovyetlerin, gönderilen tüm araçların inişten sonraki ilk birkaç saat içinde kavrulduğu Venüs yüzeyinde eşi görülmemiş ölçekte, şimdiye değin farkına varılmamış mühendislik işlerine girişmiş oldukları düşünülemez. Bulgular, her ne olursa olsun bu şeklin, bir yer oluşumu olduğu yönünde. Aynısı, Uranüs'ün ayı Ariel üzerinde görüldüğü iddia edilen çizgi film karakteri Bugs Bunny’nin resmi için de geçerli. Kızılötesine yakın bir Hubble Uzay Teleskopu görüntüsünde, dünya büyüklüğünde gülümseyen bir yüz şekli Titan'in bulutlarından bize bakıyor. Her gezegen bilimcisinin sevdiği benzeri bir örnek vardır.

Samanyolu Gökadası da düş ürünü benzerliklerle dolu: Atbaşı, Eskimo, Baykuş, Homunculus (küçük adam), Tarantula ve Kuzey Amerika Bulutsuları, parlak yıldızların aydınlattığı her biri Güneş sisteminin yüzlerce ya da binlerce katı büyüklüğündeki diğer toz ve gaz bulutları gibi. Gökbilimciler, birkaç milyon ışık yılı çapında bir daire içindeki gökadaların dağılımını ilk kez haritalandırdıklarında, ortaya kabaca insan şeklini andıran ve sonradan "Çöpten Adam" olarak adlandırılan bir yapının tıkmış olduğunu gördüler, bu yapı, birbirine bitişik dev sabun köpüklerinden oluşan, iç kısımlarında neredeyse biç gökada yer almadığı halde köpüklerinin yüzeyi gökadalarla kaplı bir oluşum şeklinde tasvir edildi, bu durumda yapının içerisinde ikili simetriye sahip Çöpten Adam gibi bir şekle rastlamak gayet olasıydı.

Mars, Venüs'e göre çok daha ılımlı koşullara sahip olmasına karşın, Viking araçları bu gezegende yaşam izine rastlayamadı. Mars yüzeyi, çeşitlilik içeren, son derece heterojen bir yapıya sahip. Elimizde Mars'a ait 100.000 kadar yakın çekim fotoğraf varken, yıllar içerisinde, Mars'ta garip işler döndüğü yolunda çok sayıda İddianın türemiş olması şaşırtıcı değil doğrusu. Örneğin gezegende, 8 km. genişliğinde bir göktaşı deliğinde yer alan ve dışında merkezden yayılmış çarpma izleri gözlenen bir "mutlu yüz" bulunuyor. Üstelik şu bildiğimiz, gülümseyen Güneş tasvirlerine de çok benziyor. Ancak, hiç kimse bu şeklin, belki de dikkatimizi çekip bizimle iletişim kurabilmek için dost canlısı, ileri bir Mars uygarlığınca tasarlanmış bir yapı olduğunu iddia edemez. Biliyoruz ki bir gün gökten düşen irili ufaklı cisimlerin etkisiyle, her çarpmadan sonra görülen içeri göçme ya da madde birikimi sonucu, eski su ve çamur akıntıları ile modern kum fırtınalarının da etkisiyle yüzeyde çok çeşitli yapılar oluşması son derece doğal. 100.000 fotoğrafı tek tek incelediğimizde, birkaçında yüze benzer şekillere rastlayacak olmamız hiç de şaşırtıcı değil. Bebekliğimizden başlayarak şekil seçmeye programlanmış beyinlerimizin, asıl şurada burada yüz şekilleri algılamaması şaşırtıcı olurdu. [2]

Mars yüzeyindeki birkaç küçük dağ, piramitleri andırıyor. Elysium yüksek platosunda, en büyüğü tabanda birkaç km. genişliğinde ve hepsi aynı yönde sıralanmış olmak üzere piramit şekilli bir dağ silsilesi bulunuyor. Mısır'daki Gize platosuna çok benzeyen bu çölün ortasındaki piramit dağlar insanın aklına heyecan verici düşünceler getirmiyor değil; onları yakından incelemekten büyük keyif alırdım doğrusu. Peki , ama hemen Marslı firavunların var olduğu gibi bir çıkarım yapmak akla yatkın mı sizce?

Dünya'da, özellikle Antarktika'da, benzeri minyatür şekiller bulunuyor. Kimileri diz boyunda. Bu oluşumlar hakkında başka hiçbir şey bilmeseydik, Antarktika'da yaşayan cüce Mısırlılarca üretilmiş oldukları sonucuna varmak adil bir yaklaşım olur muydu? (Böylesi bir hipotez gözlemlerle az çok uyumlu; fakat kutup ortamı ve insan fizyolojisine İlişkin büyük bilgi birikimimiz, hipotezin bütünüyle hatalı olduğunu gösteriyor.) Kutup piramitleri, rüzgâr aşındırmasının ürünleri. Yerden aldığı küçük parçacıklarla yıllarca aynı yönde esen güçlü rüzgârlar, bir zamanlar şekilsiz tümsekler olan yapıları simetrik piramitlere dönüştürmüş. Adlarına da Almancada üç cepheli anlamına gelen "dreikanters" deniyor. Bu olay evrenin her köşesinde (özellikle, dönen sarmal gökadalarda) sayısız kere yinelenen, doğal süreçlerle kaostan düzen oluşmasından başka bir şey değil. Bizlerse her seferinde inatla Tanrı ya da insanın parmak izlerim aramaktan vazgeçmiyoruz.

Mars'ta, Dünya'da görülmüş en şiddetli fırtınadan daha sert, sesin yarı hızına ulaşan rüzgârlar olduğu biliniyor. İnce kum tanelerini oradan oraya taşıyan, gezegen çapında kum fırtınaları da oldukça sık görülüyor. Dünyanın en acımasız fırtınalarından daha hızlı, yerbilimsel ölçekle çağlar süren kesintisiz parçacık sağanağı sonucu, kaya yüzeylerinde ve arazide derin değişimler ortaya çıkmış olmalı. Birkaç yapının -hatta çok büyük olanların bile- rüzgârın girdabıyla piramit şekline bürünmesi pek de şaşırtıcı olmasa gerek.

Mars'ta gözünü kırpmaksızın göğe bakan dev bir taş yüzün bulunduğu Cydonia adlı bir yer var. Pek dostça bir ifade taşımamakla birlikte, enikonu insan yüzünü andıran bir yapı bu. Kimilerine göre Praksiteles tarafından yapılmış bir heykel. Bulunduğu yer ise, birçok alçak tepenin, çamur akıntıları ve rüzgâr aşındırması ile garip şekillere bürünmüş olduğu bir bölge. Göktaşı izlerinin sayısı, bölgenin yüzlerce milyon yaşında olduğunu gösteriyor.

"Yüz" zaman zaman hem Birleşik Devletler'de hem de eski Sovyetler Birliği'nde ilgi uyandırdı. Weekly World News (Haftalık Dünya Haberleri) adlı ne denli güvenilir (!) olduğu her halinden belli bir süpermarket magazininin 20 Kasım 1984 sayısı şöyle bir manşet taşıyordu:

SOVYET BİLİM ADAMININ MÜTHİŞ İDDİASI

MARS'TA TAPINAK HARABELERİ BULUNDU

UZAYARACI 50.000 YILLIK UYGARLIĞIN KALINTILARINI KEŞFETTİ

İddialar, adı verilmeyen bir Sovyet kaynağına dayandırılıyor ve var olmayan bir Sovyet uzay ararının yaptığı keşifler soluk soluğa anlatılıyordu.

Ne var ki, 1976'da Viking yörünge araçlarından biri tarafından saptanmış "Yüz" neredeyse tümüyle bir Amerikan masalı. Şekil, bir proje yetkilisi tarafından ışık-gölge oyunu zannedilerek fotoğraftan çıkarılmış, bu nedenle de NASA son bin yılın en önemli keşfini saklamaya çalışmakla suçlanmıştı. Birkaç mühendis, bilgisayar uzmanı ve NASA'nın sözleşmeli çalışanlarından bir grup, iş dışındaki zamanlarında görüntüye dijital netlik kazandırmaya uğraşmışlardı. Belki de akıllara durgunluk verecek keşifler yapmayı umuyorlardı. Bu tür bir yaklaşım bilimde kabul görmekle kalmaz, -kanıtlara ilişkin standartlarınız yüksek olduğu sürece-teşvik de edilir. Grubun kimi elemanları konuyla ilgili daha ileri düzeyde çalışma yapmayı hak edecek denli temkinliyken, kimileri de yalnızca Yüz'ün insana ait, gerçek bir anıt heykel olduğu sonucuna varmakla kalmamış, yakınlarında tapmak ve burçlarıyla bir kent görecek kadar ileri gitmişlerdi.* Sahte birtakım savlan peş peşe sıraladıktan sonra bir yazar, anıtların yarım milyon yıl önce belli bir gökbilimsel işleve sahip okluğunu ve Cydonia harikalarının da o zamanlarda yapıldığını duyuruyordu. Peki öyleyse onları yapanlar nasıl insan olabilir? Yarım milyon yıl önce atalarımız taş aletler yapmak ve ateş yakmakla meşguldü. Uzay gemileri de yoktu.

Marslı Yüz "Dünya Uygarlıklarınca yapılmış benzeri yüzler"le karşılaştırıldı. "Göğe çevriliydiler, çünkü Tanrı’ya bakıyorlardı." Ya da Mars (ve Ay) yüzeyini kalbura çeviren gezegenler arası bir savaştan sağ çıkanlarca yapılmıştı Yüz. Hem zaten tüm o kraterlere yol açan neydi ki? Yüz, uzun zaman önce yok olmuş bir uygarlığın kalıntısı mı? Heykeltıraşları asıl olarak Dünyalı mı, yoksa Marslı mı? Mola vermek için Mars'la duraklamış yıldızlar arası konuklarca yapılmış olabilir mi? Bizim tarafımızdan keşfedilmek üzere mi bırakılmış? Onlar, her kimse, Dünya’ya da uğramış ve yaşamın ilk tohumlarını atmış  olabilirler miydi? Ya da en azından insanın ilk tohumlarını. Ya onlar tanrısal varlıklar idiyseler? Marslı Yüz, işte böylesi coşkun spekülasyonlara yol açtı.

*Bu fikir, en azından bir yüzyıl eskiye, Percival Lowell’in Mars kanalları söylencesine dayanıyor. Birçok örnekten biri olarak, P. E. Cleator, 1936 tarihli Rockets Through Space: The Dawn of Interplanetary Travel (Uzayda Roketler: Gezegenler Arası Yolculuğun Şafağı) adlı kitabında: “Mars’ta ölmekte olan uygarlıklara ait kalıntılar bulunabilir” şeklinde bir sav ileri sürmüştü.

Son zamanlarda, Mars'taki "anıtlar" ile Dünya'daki "tahıl daireleri" arasında bir ilinti olduğu yolunda iddialar da onaya atıldı. Bu iddialara göre, eski Mars uygarlıklarından kalma makinelerde çıkarılmayı bekleyen akıl almaz enerji kaynakları vardı ve NASA, gerçeği Amerikan kamuoyundan gizlemek için elinden geleni yapıyordu. Bu türden duyurular, gizemli yer şekillerine ilişkin olarak ortaya atılmış özensiz savlara göre çok daha abartılı bir söylem içeriyor.

https://tr.sputniknews.com/20200526/kizil-gezegenin-sirlari-mars-yuzeyinde-cekilen-gizemli-obje-goruntuleri-1042122689.html#pv=g%3D1042122689%2Fp%3D1042120819
Marstaki Kadın :)
En yeni görüntüler izleyiniz 2019-2020 
https://tr.euronews.com/2020/07/23/kizil-gezegen-in-mars-su-ana-kadar-ki-en-net-goruntuleri

1993 yılı, Ağustos ayında Man Observer uzay aracı Mars'a çok yaklaşmışken inmeyi başaramayınca, NASA’nın görüntüleri kamuoyuna gösterme zorunluluğundan kurtulup, Yüz'ü ayrıntılarıyla inceleyebilmek için böyle bir oyun oynadığı suçlamaları yapılmaya başladı. (Eğer öyleyse, bu oldukça ince hesaplı bir oyun: Mars yer şekilleri uzmanları Yüz konusunda hiçbir şey bilmiyorlar. Bazılarımız da Man Observer'ın başarısız olmasına yol açan işlevsel hatanın yinelenmediği yeni Mars projeleri üzerinde çalışıyoruz.) Hatta Jet İtiş Laboratuvarı'nın (Jet Propulsion Laboralory) önünde, bu "sözde" 'yetkiyi kötüye kullanma' suçuna gözcülük etmeye çalışan küçük bir eylemci grubu bile toplanmıştı.

 14 Eylül 1993 tarihli Weekly World News ilk sayfasını;

•'Yeni NASA görüntüsü, Mars'ta İnsan Yaşadığını Doğruluyor!" şeklindeki manşete ayırmıştı.

Mars yörüngesindeki Mars Observer tarafından çekilmiş sahte bir yüz fotoğrafının (oysa ki Mars Observer yörüngeye bile girmeyi başaramamıştı), var olmayan "önemli bir uzay bilimcisince Marslıların 200.000 yıl önce Dünya’yı kolonice ettiğinin kanıtı olduğunun bildirildiğini yazıyordu. Bilgi saklı tutuluyor, söz konusu bilim adanınım "dünya çapında panik" yaratması önlenmeye çalışılıyordu.

Böylesi bir bulgunun gerçekten "dünya çapında panik" yaratmasının olanaksızlığını bir kenara bırakalım. Göz kamaştırıcı bilimsel bir bulguya götüren süreci bizzat izleyen biri -aklıma Temmuz 1994"te Shoemaker- Levy 9 kuyrukluyıldızının Jüpiter'e çarpması geliyor- bilim adamlarının ne denli coşkun ve kabına sığmaz, hale gelebildiğine de kaçınılmaz olarak tanıklık etmiş olacaktır. Bilim adamları, yeni veriyi paylaşmak için yılmaz bir çabayla çalışırlar. Gerçek anlaşıldıktan sonra değil, yalnızca önceden yapılmış bir anlaşma olması durumunda bilim adamları askeri bir sırrı korur. Bilimin doğası gereği gizlilik içerdiği yolundaki yorumu reddediyorum. Bilimin kültürü ve gelenekleri paylaşımcı, işbirlikçi ve iletişim severdir; üstelik bunu n için çok iyi nedenleri vardır.

Kendimizi gerçekten bilinenlerle sınırlayıp, üfürükten bile çığır açan keşifler imal edebilen magazin endüstrisini görmezden gelecek olursak, elimizde ne kalıyor? Yüz hakkında bildiklerimiz az olunca, tüylerimiz ürperebiliyor. Biraz daha fazla bilgi sahibi olduğumuzda ise gizem birdenbire sığlaşıveriyor.

Mars'ın yüzey alanı, Dünya'daki karasal bölgelerin alanı kadar; yani yaklaşık 150 milyon kilometrekare. Marslı "sfenks"in kapladığı alan bir kilometrekare. Özellikle, çocukluğumuzdan getirdiğimiz yüz seçme eğilimi de göz önüne alındığında, 150 milyon km2 itinde (görece) posta pulu büyüklüğünde kalan bir alanın yapay görünmesi çok mu şaşırtıcı? Çevresindeki tepecikler, yüksek oralar ve diğer karmaşık yüzey oluşumları ağını incelediğimizde, Yüz'ün insan yüzünü andırmayan diğer birçok yapıdan pek de farklı olmadığını görüyoruz. Eski Marslı mühendisler yalnızca bu ovayı (ya da diyelim ki birkaçını daha) şekillendirip, geriye kalanları anıt heykellerden yoksun mu bırakmışlar acaba? Yoksa, diğer yüksek ovaların da yüz şeklinde oyulduğu, ama Dünya'da alışmadığımız türden garip yüzler oldukları için ayırtlarına varamadığımızı mı düşünmeliyiz?

Orijinal görüntüyü daha dikkatle incelediğimizde, yüz şeklini daha da belirgin kılan, oldukça stratejik bir noktaya yerleşmiş "burun deliği"nin, Mars'tan Dünya'ya radyo akranını sırasında kaybolmuş veriye karşılık gelen bir siyah nokta olduğunu görüyoruz. Yüz'e ait en iyi görüntü, bir yanını Güneş ışığında, diğer yanını ise karanlık bir gölgede kalmış olarak gösteren fotoğraf. Orijinal dijital veriyi kullandığımızda, gölgelerdeki kontrastı çok daha net görebiliyoruz. O zaman da, yüzle hiç ilişkisi olmayan bir şekil çarpıyor gözümüze. Yüz, aslında, en iyi haliyle bile yarım bir yüz. Soluğumuzu kesip, kalbimizi deli gibi çarptıran Marslı sfenks, insan yüzünün yapay ya da cansız bir taklidi olmaktan çok, son derece doğal bir oluşuma benziyor. O da milyonlarca yıllık yerbilimsel değişim sürecinin bir parçası olmalı.

Yanılıyor da olabilirim. Çok yakından iyice gözleme şansını pek yakalayamadığımız bir dünya konusunda kesin konuşmak zor. Bu özellikleri, daha yüksek çözünürlüklü görüntülerde, daha büyük dikkatle incelemek gerekli. "Yüz"ün daha az ayrıntılı fotoğrafları simetriyi daha net yansıtıp yer oluşumu mu yoksa anıt heykel mi şeklindeki tartışmaya da son noktayı koyabilirdi. Yüz'ün üzerinde ya da kenarlarında bulunan göktaşı delikleri de yaşı hakkında bilgi verebilirdi. Civarındaki yapılar gerçekten bir kent kalıntısı ise (bence hiç olası değil), yapılacak yakın gözlemler gerçeği onaya çıkaracaktır. Mars'ta yıkık caddeler yar mı? Peki "kale" mazgalları? Ziguratlar, kuleler, sütunlu tapınaklar, anıt heykeller, göz alabildiğine uzanan duvar resimleri mi var? Yoksa hepsi sadece kaya mı?

 Bu iddiaların doğrulanma olasılığı son derece düşük olsa da (ki ben de böyle düşünüyorum), yine de incelemeye değer. UFO öykülerinden farklı olarak, bu kez durumu açıklayıcı bir deney yapma şansına sahibiz. Bu tür bir hipotez, yani ıslanabilir olması nedeniyle, bilim kapsamında ele alınabilir. Umuyorum ki Mars'a gönderilecek Amerikan ve Rus uzay araçları, özellikle de yüksek çözünürlüklü televizyon kameraları taşıyan yörünge araçları, yüzlerce diğer bilimsel sorunun yanıtından başka, piramitlerin, Yüz ve kentin daha yakın görüntülerini elde etmek için her türlü çabayı göstereceklerdir.

Mars'ta görülen özelliklerin yapay değil doğal olduğu açıkça ortaya konabilse bile, öyle sanıyorum ki bu söylentilerin arkası kesilmeyecek. Süpermarket magazinleri, benzer yüzlerin Venüs'ten Neptün'e kadar çeşitti gezegenlerde görüldüğü (bulutlar üzerinde uçarak gitmiş olmalılar) yolunda haberler yayımlamaya başladılar bile. "Bulgular" yine her zaman olduğu gibi kurgusal bir Rus uzay aracına ve düş ürünü bilim adamlarına mal edilerek, öykülerin doğruluğunu kontrol etmek isteyebilecek kuşkucuların önüne bir engel konulmuş oluyor.

 Mars'ta yüz bulma heveslilerinden biri duyuruyor:

YÜZYILIN EN BÜYÜK HABERİ

DİNİ KARGAŞAYA YOL AÇMA KORKUSUYLA NASA TARAFINDAN SANSÜRLENİYOR.

AYDA ESKİ UZAYLILARDAN KALMA HARABELER KEŞFEDİLDİ.

 Gayet iyi incelenmiş Ay'da, "Los Angeles havzası büyüklüğünde, üzeri cam kubbeyle kaplı, göktaşlarınca harabeye döndürülmüş dev kentte tepesi 5 kilometrekarelik küp olan (!) 8 km. yüksekliğinde dev kuleler de bulunduğu" (dili aynen bırakılmıştır) soluk soluğa bir makalede "DOĞRULANIYOR". Peki ya kanıt? NASA'nın gönderdiği robot araçlar ile ve Apollo uçuşları sırasında çekilmiş, fakat hükümetçe görmezden gelinmiş, birçok diğer ülkede "hükümet" için çalışmayan bilim insanlarının üstünkörü incelemiş olduğu fotoğraflar.

Weekly World News'un 18 Ağustos 1992 tarihli sayısı, "gizli bir NASA uydusu"nun M51 Gökadası'nın merkezindeki kara delikten yayılan, "binlerce belki de milyonlarca kişilik bir koro"nun söylediği "Şükür, şükür, çok şükür, göklerdeki Tanrı'ya" şeklinde bir ilahi kaydetmiş olduğunu duyuruyordu. Hem de İngilizce söyleniyormuş bu ilahi! Bir uzay aracı tarafından saptanmış, Tanrı'yı Orion Bulutsusu'nda, en azından gözlerini ve burnunun yarısıyla gösteren karanlık bir illüstrasyonla, birlikte benzeri bir magazin makalesi daha anımsıyorum.

20 Temmuz 1993 Tarihli Weekly World News'in ilk sayfasında, suikast girişiminden gizlice kurtarılmış, Camp David'de tekerlekli iskemlesinde oturan, beli bükülmüş, olması gerektiği kadar yaşlı bir John Kennedy resminin yanına şöyle bir manşet iliştirmişti: "Clinton JFK ile Görüştü!" İç sayfalarda ise dikkatimiz şöyle bir konuya çekiliyordu: Sözde "önemli" bilim insanları, sözde çok gizli bir belgede, sözde bir "kıyamet asteroidi"nin (sözde M-167") 11 Kasım 1993’te Dünya'ya çarparak "yaşama son verebileceğini" bildiriyorlardı. Başkan Clinton'a "asteroidin konumu ve hızı konusunda sürekli bilgi veriliyordu". Belki de Başkan Kennedy ile yaptığı görüşmede tartıştığı konulardan biri de buydu. Nedense, 11 Kasım 1993'ü olaysız atlattıktan sonra, Dünya'nın bu büyük felaketten nasıl olup da kurtulduğuna ilişkin ek bir haber yayımlanmadı. Belki de başmakale yazarı, baş sayfanın dünyanın sonu gibi haberlerle boş yere işgal edilmemesi gerektiğine karar vermişti.

Kimileri için bunlar yalnızca eğlence. Ne var ki Duma'ya bir asteroidin çarpabileceği yolunda uzun vadeli istatistiksel veriler var. (Weekly Word News hikâyesine, deyim yerindeyse "esin kaynağı" olan da bu gerçek bilimsel sonuç.) Hükümet organları bu konuda yapılabilecekler üzerinde çalışıyorlar. Ne var ki, magazin yazarlarından birinin aklına esmesiyle yayımlanan böylesi abartılı ve saçma öyküler kamuoyunun gerçek tehlikeleri magazin kurgularından ayırmasını güçleştirerek, gerekli önlemleri almak yoluyla tehlikeden kaçınma çabalarımıza da gölge düşürüyor.

Magazinler, sık sık mahkemeye veriliyor ve kimi kez büyük miktarlarda para el değiştiriyor. Davacılar da genellikle, kendileri hakkında yazılan iğrenç işleri asla yapmadıklarını söyleyerek magazinleri ima etmekle suçlayan ünlü sanatçılar oluyor. Söz konusu dergiler ise bu davaları, yaptıkları kârlı işin bir parçası olarak görüyorlar. Savunmaları sırasında genellikle, yazarlarının merhametine kalmış olduklarını, yayımladıkları malzemenin doğruluğunu denetlemek gibi kurumsal bir sorumlulukları olmadığını belirtiyorlar. Weekly World News'in yazı isleri müdürü SalIvone, yayımladıkları öyküler konusunda şunları söylüyor: “Tek bildiğim, öykülerin düş gücü ürünleri olduğu. Ama biz bir magazin olduğumuza göre, öykülerimizi sorgulamamıza gerek de yok". Kuşkucu yaklaşım gazetelerin iyi satmasını sağlamadığına göre değeri de yok demek ki. Çeşitli gerekçelerle magazinlerden ayrılan yazarlar, dergi yazarları ve yazı işleri müdürlerinin toplanarak öykü ve başyazı ümükleri "yaratıcı" seanslardan, bulduklarını daha da abartabilmek için nasıl çabaladıklarından söz ediyorlar.

Geniş okuyucu kitleleri göz önüne alındığında, aralarında sadece okudukları öykülerden yola çıkarak söz konusu iddialara inanan, doğru olmasalardı, "basılamazlardı" diye düşünen okuyucular yok mudur dersiniz? Konuştuğum bazı okuyucular, magazinleri, televizyonda "pankreas" seyredercesine, yalnızca eğlence için okudukları, bir sözcüğüne hile inanmadıkları; hem yayımcı hem de okuyucunun gözünde magazinlerin tuhaf öyküler yazan, ciddiye alınmaması gerekli dergiler olduğu konusunda ısı ar ediyorlar. Sözüm ona bu dergiler, kanıt gösterme zorunluluğunun olmadığı, fantastik bir söylem içeriyor. Ne var ki bana gelen mektuplar, çok sayıda Amerikalının magazinleri oldukça ciddiye aldığını gösteriyor.

İçinde bulunduğumuz 1990'lı yıllarda magazin dünyası gitgide büyüyerek diğer yayın organlarını iştahla yutuyor. Bilinen gerçekler konusunda son derece titiz davranan gazete, magazin ve televizyon programlarının satış ya da izlenme oranı, dürüst habercilik anlayışı taşımayan yayınlarınkinin çok altında kalıyor. Bunu, yeni kuşak magazin-televizyon kanalları ile haber ve bilgi programı olarak lanse edilen yapımlardan rahatlıkla çıkarsayabiliriz…

Böylesi yayınlar piyasada tutunuyor ve yayılıyor, çünkü iyi satıyor. İyi satıyor; çünkü içimizde monoton yaşamlarına renk katma hevesiyle, çocukluğumuza özgü o coşkun merak güdüsünü yeniden hissetme ve -bizi gözeten zeki ve bilge bir varlığa- gerçekten inanma isteğiyle yanıp tutuşan çok fazla sayıda insan var. İnanç, birçok insan için tek başına yeterli değil kuşkusuz. Bu kişiler, inançlarının doğruluğunun bilim tarafından da kanıtlanmasını istiyorlar. Bilimsel onay damgasını alabilmek için can atıyor, ne var ki damgayı geçerli kılacak güçlü kanıtlar bulmakla uğraşmak istemiyorlar, inançlarımızı doğrulayan böyle bir damga elde etmek ne büyük bir avuntu olurdu! Kendimiz için endişelenme gibi usandırıcı bir yükten bir anda sıyrılıverirdik. Şu an içinse, sırtımızı dayayacak kendimizden başka kimsemiz olup olmadığını düşünüyor, gelecekte başımıza gelecekler konusunda endişeleniyoruz; endişelenmekte de haklıyız.

Tüm bu saydıklarım, gerekli kuşkucu süzgeci bir kenara bırakıp sudan öyküler yazan ve her yandaki süpermarket, gazete bayii ve çerez dükkânlarında ucuz, fiyatla satılan utanç kaynağı yayınların uydurduğu modern mucizeler. Magazinlerin amaçlarından biri, inançlarımızın doğruluğunu denemenin tek yolu olan bilimi eski inançlarımızı onaylar göstererek sahte bilim ve sahte din ile aynı dili konuşur duruma getirmek.

Yeni dünyalar keşfederken bilim insanları her şeye hazırlıklı olmalıdır. Ne bulacağımızı önceden bilseydik, çalışmalarımızı sürdürmeye gerek kalmazdı. Mars'a ya da kozmik ormanımızın sınırlarındaki diğer ilginç dünyalara gelecekle yapacağımız uçuşlar sonucunda, bazıları belki de söylenceleri bile doğrulayacak türden sürprizlerle karşılaşmamız olası. Ne var ki biz insanlar, kendimizi aldatabilme yeteneğine de sahibiz. Kuşkuculuk, kâşifin alet kutusunda vazgeçilmez bir eleman olmak zorunda, yoksa yoldan çıkmak işten bile değil. Evrenimizde yeterince harika varken bizim yenilerini uydurmamıza gerek yok doğrusu.

Kaynak: Carl Sagan, Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı, The Demon-Haunted World Science as a Candle in The Dark, Çeviri Miyase Göktepeli, © Carl Sagan 1995, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu, TUBİTAK Popüler Bilim Yayınları, Yapı Kredi Yayınları, 1998.


NOTLAR

[1] Bilinen en eski devridaim makinesi 1150 yılında Hint matematikçi ve gökbilimci Bhāskara'nın geliştirdiği dişli çark sistemidir. Devridaim makineleri termodinamiğin birinci ve ikinci yasalarına aykırıdır. 

Birinci kanun: Enerji yoktan var edilemez ve yok edilemez, sadece bir biçimden diğerine dönüşür yani başlangıçta 100 birim enerji varsa en sonda da değişik biçimlerdeki enerjinin toplamı 100 birimdir.

İkinci kanun: Bir enerji kaynağından enerji çekip buna eşit miktarda iş yapan ve başka hiçbir sonucu olmayan bir döngü elde etmek imkânsızdır. Entropiyi anlatan bu kanun bütün doğal olaylarda düzensizlik artar demektedir. Başlangıçta 100 birim yararlı enerji varsa son durumda kesinlikle 100 birimden az olacaktır.

“ Evrene ilişkin yeni bir kuramınızın, Maxwell denklemleriyle uyumsuz olduğu söylenirse, bu durum Maxwell denklemleri için de kötü anlama gelebilir. Hatta yapılmış bazı deneyler ve gözlemlerle de çelişiyor olabilir. Sonuçta deneyciler de insandır ve hata yapabilir. Ama entropi yasasıyla ters düşüyorsa, kuramınızın hiçbir şansı yoktur ve çabalarınızın sonu hüsrandır." —Arthur Stanley Eddington

[2] Pareidolia: Beynimiz belli belirsiz  görüntüleri, lekeleri vb.;  belli bir imgeye ama daha çok; tanıdığımız bir imgeye hatta bir simgeye dönüştürme eğilimindedir. Kültürel geçmişimiz, geleneklerimiz vb. bu süreçte doğrudan etkili olur. Bu durumun insanın evrimiyle ilgisi olduğunu da söylüyor uzmanlar. Bu özelliğimizi “Rorschach mürekkep lekesi testi”nde kişiyi çözümlemek için kullanmışlardır.

 

Resimlerin Kaynakları ve Video Adresleri

Marstaki Adam: By NASA / JPL / University of Arizona - http://hirise.lpl.arizona.edu/PSP_003234_2210 (with modifications)File:Mars face HiRISE MRO.png  (en.wikipedia)File:Martian face viking cropped.jpg, Public Domain, https://commons.wikimedia.org/w/index.php?curid=11725268

Ay: https://images4.alphacoders.com/107/1079059.jpg

Ay'a Seyahat: https://peinture-fraiche.be/en/book/melies-la-magie-du-cinema-laurent-mannoni/


Mars Keşif Videoları

https://www.youtube.com/watch?v=weCG_yODtvM

https://www.youtube.com/watch?v=gm0b_ijaYMQ



Resimler, koyulaştırmalar/vurgular, alt yazılar, notlar bana aittir. DK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder