8 Aralık 2021 Çarşamba

Jean Genet ve Dışlanmışlar..

 

Genet'nin en popüler oyunları olan Hizmetçiler ve Sıkıgözetim'de çelişik duyguların, keskin ikilemlerin ve kimlik bölünmelerinin yansımalarını görü­rüz. Bu oyunların kurgulanışı "gerçekçi" bir anlatımın tamamen dışındadır.

Daha ziyade anlatım, yoğun bir duygusallığın üzerine kurulur: Nefret ve im­renme duygularının tasviri, "marjinal" figürler, sapkınlar, yeraltına kapanmış suçlular, muhalifler; hapishaneler ve kerhaneler gibi göstergeler yığını içinde algılanır. Bunlar, Genet'nin dışlanmışlığın söylemini sabit mekânlara konum­landırdığı "kurumlardır". Genet'nin "işaret"lerinin (anlamının) oynaklığı ve boşluğu vahşet ve saldırganlık içeren bir belirsizlik atmosferini de beraberinde getirir. Böyle bir atmosferde beliren çelişik, uyumsuz, eğreti biçimlerin tümü derinden derine rahatsız edici bir şiddet hissettiren uyumlu bir yapıya dönüşür.

Jean Genet'nin gençlik hali

Açıkça görülmeyen ve varlığı oldukça keskin bir biçimde hissedilen şiddet at­mosferi seyirciyi rahatsız eder veya çileden çıkartır, onlara kendi kimliklerini huzurla sabitledikleri alanın oynaklığını hissettirerek korku ve huzursuzluk ya­ratır, utanç ve infial duyguları uyandırır. Genet'nin "ifade biçimi" için nispe­ten "absürd" diyebiliriz çünkü bu ifade biçimi alışık olduğumuz herhangi bir mantık dizgesine oturmayabilir.

Genet'nin anlatımı, Kartezyen (Descartçı) fel­sefenin rasyonel mantığına tamamen ilgisizdir. Dönüşümlü kompozisyon bi­çimleri, parçalama ve dağıtma teknikleri, sunuş biçimleri arasında sık sık gidip gelmeler, bir metaforlar yığınını seyircinin tahayyülüne meydan okuyan bir şe­kilde yapılandırır. Anlamın tezahürü, bilinçli bir temsil etme istemi sonucu ol­maz. Genet'nin "mantıklı olmak" ve/ya "anlamlı olmak" gibi bir kaygısı yok­tur. Öte yandan, istemsiz ve gelişigüzel olmakla beraber, Genet belli bir nokta­da kendi toplumdışı olma hayalini yücelterek bir şekilde bir anlam ya da karşı anlam yaratır ki, bu da, Genet'nin karşısında olduğu kutsal toplumun kendisi­ne bakışını doğrulamasını, onların "toplum", kendisinin de "dışı" olduğunu kabullenmesini, meşrulaştırmasını getirir. Bu nedenle uçuşup duran metaforlar ve işaretler, bir nefret, hâkimiyet kurma ve öldürme İsteği ile yerlerini bulur ve anlam kazanırlar. Bu tamamen aşağılanmayı kabulleniş ile birlikte gelen saldır­ganlıktır. Sıkıgözetim adlı oyunun içeriği, genel olarak bir cinayet ideali ve ha­pishane olgusuna farklı bir bakış olarak değerlendirilebilir. Genet ilk oyunla­rında iğrenç ve "yasaklanmış" üslupları kullanarak kendi varoluşunun anlamını bir zamana ve mekâna "kapatmak" istemiştir ve her defasında bu "kapatma­nın" imkansızlığı ile yüzleşmek zorunda kalmışar. "Dışlanmış", "toplum dışı" olmanın iç yapısını anlamak açısından Genet'nin oyunlarına bir göz atmakta fayda görüyorum.

Sıkıgözetimde tüm oyun bir hapishane hücresinin içinde geçer. Üç karak­ter vardır. "Yeşil Göz", bir kızgınlık anında bir fahişeyi öldürmüştür. "Lef­ranc", bir hırsızdır. "Maurice" ergenlik çağında, adi bir mahkumdur. Üç mah­kum içinde en çok saygı gösterilen Yeşil Göz'dür çünkü o bir cinayet işlemiştir ve bu, suçlular hiyerarşisi içinde en üst mertebedir. Yeşil Göz hücrede Maurice ve Lefranc'ın hayranlık duyduğu bir iktidar figürüdür. Fakat Yeşil Göz'ün gü­cü yan hücrede kalan, "Kartopu" lakaplı iri yarı zenciden gelmektedir. "Karto­pu" hiçbir zaman görülmez. Yeşil Göz onun görünür yansımasıdır. Kartopu merdivenin görülemeyen en üst basamağıdır. Oyun boyunca bu üç karakter Kartopu'nun korkunç cinayetlerinden söz ederler. Kartopu bu diyalogların içinde yaşar ve hatta yeniden doğar; bir "mit" haline gelir. Hücrede kalan bu üç suçlu, bu mitin, bu idolun zaferlerinin yansımalarıyla yıkanırlar. Kartopu aynı zamanda bir "erkekliği" simgeler. Kartopu fiziksel varlığı mevcut olma­yan, hikâyeler ve anlatılarla daha da büyüyen bir fallustur. En yüce güçtür, çünkü tamlığı, iktidarı ve varoluşu simgeler. Oyunun "görünen" kahramanla­rı, konuşmalarından anlaşıldığı kadarıyla, bütün iktidarsızlıklarını, zaaflarını, kimlik arayışlarını bu mitin içinde çözerler. Bu mit, ortada gözükmemesine rağmen (ve belki de sırf bu yüzden) bir üslup, bir anlam kazandırır hayatlarına.

Öte yandan zayıflığın, kadınsılığın, kendini eksik hissetmenin simgesi Mauri­ce'dir. Maurice hücrenin fahişesidir ve iktidarsızlığın nihai figürüdür[1] Lefranc, Yeşil Göz okuma yazma bilmediği için karısına mektuplar yazmaktadır.

Bir yandan da Maurice'i Yeşil Göz'den kıskanmaktadır. Lefranc yazdığı mek­tuplarda Yeşil Göz'ün yazdıklarını tahrif ederek, Yeşil Göz ile karısının arasını açmaya ve onu karısından nefret ettirmeye çalışır. Karısından şüphelenen Yeşil Göz, Lefranc'dan ve Maurice'den tahliye olur olmaz karısını öldürmelerini is­ter. Böylece onlar da bir idol uğruna ve Yeşil Göz gibi giyotine gitmeyi göze alarak bir katil olma cesaretini gösterebileceklerdir. Fakat Yeşil Göz son du­rumdan oldukça sarsılmıştır. Birdenbire karısını öldürtme kararından vazge­çer. Hapse atılmasına neden olan cinayeti hatırlar. Maurice ve Lefranc'a kont­rolünü kaybederek işlediği cinayeti elinde olmadan, bilinçsizce yaptığını anla­tır. Gardiyan efsanevi katil Kartopu'ndan Yeşil Göz'e hediye olarak getirdiği si­garaları verirken, karısını gardiyana havale eder. Maurice hayran olduğu kahra­manının tutarsızlaşması karşısında hayal kırıklığına uğrar. Bu arada Maurice, Lefranc'a durmadan iğneleyici ve tahrik edici, ("Sen bizden değilsin, hiçbir za­man da olamayacaksın, bir adam öldürsen bile" gibi) sözler söylemektedir.

Lefranc azılı bir suçlu olduğunu kanıtlamak için Maurice'i büyük bir soğuk­kanlılıkla boğar. Yeşil Göz, Lefranc'ın cinayetini ciddiye almaz ve Lefranc'a "İşlediğim cinayeti ben istemedim, o beni buldu," diyerek katil payesi alama­yacağını söyler. Fakat Lefranc ısrar eder: "Benim talihsizliğim de derinlerde bir yerden geldi: Kendimden!" diyerek katil kimliğinin aslında kendinde saklı ol­duğunu savunmaya çalışır. Yeşil Göz, Lefranc'la ilgilenmez, yüzünü buruştu­rur. Onunla yapacak hiç bir işi yoktur artık. Oyun Lefranc'ın sözleriyle son bu­lur: "Şimdi gerçekten ....Yalnızım!"

Lefranc, Maurice'i sırf prestij kazanmak için öldürmüştür fakat aslında Maurice bir iktidarsızlık figürüdür. Lefranc için de böyledir. Lefranc bundan rahatsızlık duyar çünkü Maurice'in temsil ettiği şey onun içinde de vardır. O kendi içindeki Maurice'i, kendi içindeki "zayıf yanı, iktidarsızlığı" öldürmeye çalışmıştır, çünkü Maurice bir ayna gibi Lefranc'ın bunları kendinde görmesini sağlamaktadır. Sonuçta cinayet başarısız olmuştur.

Aslında olaylar biraz karmaşık görünebilir fakat oyundaki üç karakteri tek bir insanın farklı tarafları olarak ele alırsak, oyunu daha bütüncül bir şekilde görebiliriz. Lefranc, Maurice'i iktidarın görünen nesnesine: "Yeşil Göz"e yak­laşmak için öldürmüştür. Yeşil Göz ise "Kartopu' nun (ya da "Kartopu"nun temsil ettiği şeyin) hücredeki yansımasıdır. Fakat, Kartopu ve Yeşil Göz suçlu­lar dünyası diye adlandırılan farklı bir toplumsal hiyerarşinin liderleri değildir­ler. Onlar, yetim ve kimsesiz Genet'nin bir canavar olarak kabul edilip dışlanması ve reddedilmesi gibi, kutsal toplumun zalim bakışlarıyla yarattığı kötücül imajlardır sadece.

Sonuç olarak Lefranc'ın bile bile ve isteyerek gerçekleştirdiği cinayet, ona saf bir "alternatif kimlik", bir katil kimliği kazan­dıramaz. Lefranc'ın kendini özdeşleştirdiği Yeşil Göz'den çok Maurice'dir. Bir mahkûm oluşunu, dışlanmış oluşunu Maurice'e bakarak görür. Kutsal Toplu­mun karşısında, Maurice'in hücrede olduğu gibi, zayıf, çaresiz ve aşağılanmış­tır. "Dışlanmışlığın" alternatif bir toplumsal olarak yüceltilmesi, Freudcu yak­laşımda olduğu gibi, babanın suçlayıcı ve korkutucu varlığı ve bakışları altında anneye duyulan sığınma isteği ve aşk gibidir. Yani suç olarak kabul edilen şe­yin üstüne gitmek, onu bir kimlik olarak giymektir. Genet'nin katilliği, suçu, homoseksüelliği yüceltmesinin sebebi de budur. Oyun kahramanlarının bir­birlerine duydukları imrenme de, nefret de aslında hapishanenin dışındaki "normal ve saygın" insanların karşısında hissettikleri aşağılık duygusudur. As­lında Maurice' i öldürmekle, Lefranc bu "normal ve saygın" insanların erkeksi­liği ve gücü kutsayan ahlaki değerlerine boyun eğmiştir. Bu noktada, Ge­net'nin alternatif mitleri anlamını ve büyüsünü kaybeder, çünkü kutsal top­lum tarafından onlara atfedilen rolü kabul etmekle beraber, onun değer yargı­ları doğrultusunda hareket ederler. Dışlanmışlar, bir alternatif toplum ve bir alternatif kimlik oluşturmak isterken, kendi "dışlanmışlıklarının" ve "reddedil­mişliklerinin" tuzağında kaybolurlar çünkü aynada gördükleri düşmanlarının suratıdır.

Bu yüzden oyundaki cinayet, bir kimsesiz, homoseksüel ve hırsız olan Genet'nin bilinçaltındaki suçluluk duygusunu açığa vurur. Lefranc bu ci­nayetle aslında kendini cezalandırır; kendi iktidarsızlığını, kendi düşmüşlüğü­nü ve "kutsal toplumun" üyesi olamamasını. Oyunun sonunda, suçlular dün­yasının ilahları tarafından dışlanması oyundaki asıl ikilemi ve belirsizliği oluş­turur, çünkü Lefranc'ın dışlanmasının sebebi güce ve iktidara karşı duyduğu imrenmedir. Suçlular dünyasının ilahları onu bu yüzden cezalandırırlar. Bura­da ikinci bir suçluluk duygusu ortaya çıkar: Kutsal topluma duyulan imrenme hissinden dolayı duyulan rahatsızlık ve suçluluk. Durum aslında tamamen şizofreniktir. Bu durum, aslında Mit(ler)'in anlamının tamamıyla değişken ve kaygan olmasından kaynaklanır. Her mitsel figür ya da karakter, hem kutsal toplum tarafından, hem de alternatif bir toplum tarafından farklı olarak ta­nımlanır. Mitin anlamı hiçbir zaman kapalı ve kendinden menkul değildir.

Ayrıca, bu ikilem ve belirsizlik, iki birbirine zıt toplumsallığın (kutsal toplum ve suçlular dünyası) arasındaki sınırın oldukça belirsiz olmasından ve hatta bu zıtlığın mahiyetinin değişkenlik arzetmesinden kaynaklanmaktadır. Birbirine zıt ve çelişkili bütünler oluşturabilmek için ne "sabit" bir anlam, ne de sabit, birlik ve bütünlük içinde bir toplum vardır.

Öte yandan, anlamın kayganlığından doğan bu tip "aile benzerlikleri"[2] içinde kaybolmamak için Genet, anlatmak istediği öyküyü tek bir mekâna, bir hapishane hücresine sabitler. Tabii ki bu mekânın seçimi toplumdan tecrit ol­manın en uç noktada somutlandırılmasıdır. Bu mekân, dışlanmışların komünal yaşantısının ana mekânıdır. Oyunun atmosferini yaratan ve şekillendiren fizik­sel ve ideolojik topoloji Michel Foucault'nun "Hapishanenin Doğuşu" adlı ki­tabındaki analizleriyle büyük bir uyuşma içindedir. Oyunun Fransızca orjina­lindeki adı Haute Surveilltınce (Türkçedeki karşılığı "Sıkıgözetim") aslında in­fazı bekleyen idam mahkûmları için özel olarak geliştirilmiş bir alıkoyma yön­temini tanımlayan teknik bir terimdir. Genet'nin tahayyülü de daha önceden disiplinize edilmiş ya da bu amaçla oluşturulmuş bir mekân üzerinde yoğunla­şır. Tıpkı Foucault'nun anlattığı, Bentham'ın "Panopticon" modelinde oldu­ğu gibi,[3] mahkûmlar sürekli olarak belli bir merkezden izlendiklerinin farkın­dadırlar fakat bunun kim tarafından, nasıl ve ne zaman olduğunu bilemezler.

Bu durum mahkûmların izolasyonlarını artırmakla beraber bağımsız bir kim­lik geliştirmelerine, bütüncül bir sosyal ve/ya siyasi bir grup oluşturmalarını engeller. Sadece kısmi olarak böyle bir kimlik oluşturabilirler, bu da ancak göz­lemcinin/gözleyenin mevcudiyeti ile mümkün olur. Bilinmeyen ve görüleme­yen gözlemci böylece Kutsal Toplumun yargılayıcı bakışları şeklinde algılan­maya başlar. Bu bakış mahkûmlarda hem bir nefret uyandırır, (çünkü mahkûmda toplumdan tecrit edilmek, bir suçluluk ve utanç duygusu yaratır) hem de bu bakış yüceltilir (çünkü aslında "dışlanmış", "azılı katil", "serseri" gibi kimlikleri bu yargılayıcı bakış sayesinde kazanırlar. Bu kimliklere adını veren aslında Kutsal Toplumun bakışıdır.) Mahkûmlar arasındaki birbirini gözet­(le)me gibi davranış biçimlerinin doğması da aynı ikilemden kaynaklanır.

Mahkûmlar kendilerini gözetleyen bu bakışı benimseyerek ve içselleştirerek birbirlerine yöneltirler. Yeşil Göz'ün bütün konuşmaları ve davranışları hapis­hanenin işleyişini denetleyen bir adalet ve cezalandırma mekanizması tarafın­dan şekillendirilmiş gibidir. " ...gittikçe güçleniyorum, bir kaleden daha sert, bir hapishaneden daha kudretli. Beni duyuyor musunuz, Ben Hapishaneyim! Hücrelerimde şanlı zorbaları, serserileri, askerleri yağmacıları barındırırım! Dikkatli olun! Etrafım nöbetçi dolu. Her yerde casuslar ve fitneciler var. Ben Hapishaneyim ve bu dünyada yapayalnızım." (Genet, 1989: 137)

Bu durumda, açıktır ki "hapishane" tanımının sınırları bu iki antagonistik* toplumsalın herhangi biri tarafından bütünüyle belirlenemeyen bir göstergeye dönüşür. Bir yandan "dışlanmışlar" kendi kimlikleri ile birlikte, hapishaneyi de yüceltirken, "dürüst ve saygın" insanlar, bu kimliklerinin bir kanıtı olarak, pislik yuvası ve gerekli bir tecrit merkezi olarak hapishaneyi görürler. Fakat iki grup da, kendi kimliğinin garantisi için ötekine (dışlamak ve kendini merkeze koymak için) ihtiyaç duyar. Yeşil Göz ve onun ulu ikonu Kartopu da aslında "dışlanmışlığın" yüce simgeleri olarak tanımlanamaz çünkü aynı zamanda "dü­rüst ve saygın" insanların meşruiyetini sağlamlaştıran birer nesnedirler. Genet "aile benzeşmeleri" içinde bir kez daha kaybolmuştur.

Les Bonnes (Hızmetçiler) adlı oyun Sıkıgözetim'den sonra yazılmasına rağ­men, Genet'nin sahnelenen ilk oyunudur. Burada da Sıkıgözetim'dekine ben­zer bir belirsizlik hakimdir. Fakat bir önceki oyundan biraz farklı olmak üzere, burada Hegelci bir köle-efendi ilişkisini** ve Lacancı bir homoseksüelliği geçir­gen ve boş göstergeler yoluyla, gözlemleyebiliriz.

Hizmetçiler, XV Louis tarzında döşenmiş bir yatak odası görüntüsü ile başlar. Gayet zarif bir hanım, hizmetçisinin yardımıyla giyinmektedir. Hiz­metçinin adı Claire'dir. Hanım oldukça kibirli ve mağrur, hizmetçi ise ezik ve itaatkârdır. Fakat ikisi de açıkça birbirini iğnelemekte ve  hakaret etmek­tedir. Birdenbire bir saat alarmı çalar ve sahne değişir. Zarif hanımın aslında iki hizmetçiden biri olduğunu görürüz. Bu iki hizmetçi, hanımlarının yokluğun­da "hizmetçi ve hanımı" oyunu oynamaktadırlar. Aslında hanımı oynayan hiz­metçinin adı Claire, Claire'i oynayan hizmetçinin adı Solange'dır. Claire'in oynadığı Hanım, kibar ve hoşgörülü olmak bir yana oldukça kötücül ve zalim bir kadındır. Claire Hanım ı oynarken onu olduğu gibi kibar ve merhametli göstermez. Tam tersine kendisinin hizmetçi olmasından kaynaklanan baskı ve utancı, hanımını canavar gibi resmederek yansıtır. Hanımın merhameti ve ki­barlığı aslında hizmetçileri ezmekte ve aşağılık hissi duymalarına sebep olmak­tadır. Bu yüzden hizmetçilerin oynadığı taklit oyunu çoğunlukla vahşidir ve hatta "sado-mazoşist" bir oyuna dönüşür.

Hanımları dışarıya çıktığı zamanlar, iki hizmetçi, bütün fantezilerini bu oyunla gerçekleştirirler. Sırayla her biri Hanımın kılığına girer ve oyun İtaatkârlık ve başkaldırıyla devam eder. Kendilerinden çok daha genç ve güzel olan hanımlarına hem erotik bir aşk, hem de derin bir nefret duymaktadırlar. Hanı­mın sevgilisi olan Beyefendiyi, polise isimsiz mektuplar yazarak, tutuklatmış­lardır. Telefon çalar. Beyefendiyi serbest bırakmışlardır. … devamını/tamamını şuradan okuyabilirsiniz: https://docplayer.biz.tr/202757991-Sayi-30-bahar-1997-icindekiler.html

 

[1] Genet'nin Hırsızın Güncesi adlı romanının başında, Genet kendi homoseksüelliği­nin simgesi olan bir "vazelin tüpünden" bahseder. Bu onun kutsal topluma karşı yönelttiği "dünyadaki bütün polisleri çileden çıkaracak" silah-ikonudur. Fakat aynı zamanda bu nesne kendi iktidarsızlığının kutsanmasıdır ve iktidara, güce ve gerçek bir fallus'a duyulan özlemi de dile getirir.

[2] Orjinali:"Family Resemblances". Bu terim Wittgenstein tarafından, antagonistik ögelerin (örn: Kutsal Toplum ve Suçlular) arasındaki karmaşık akrabalık ve benzeşlik iliş­kilerini vurgulamak için kullanılmıştır. Birbirinin benzeri olan zıtlar konusunda bkz: Ba­ker G. P. ve Hacker P. M. S., Wittgmstein, Meaning and Understanding, s. 185-208, Basil Blackwell.

[3] Bkz: Foucault, M., "Panopticism"/The Panopticon, Discipline and Punish, The Birth of Prison, Allen Lane, Penguin, 1977 (Fransızca aslından İngilizceye Alan Sheridan tarafından çevrilmiştir.) Türkçesi Fransızca aslından Hapishanenin Doğuşu adı altında Mehmet Ali Kılıçbay tarafından çevrilmiştir. Türkçe tercümesindeki ilgili bölüm: "Görül­meyen Gözetim Altında Tutan Hapishane Sistemi", s. 245-289, İmge, 1992. 46 Defter

Kaynak: 

Mehmet Arısan, Ölü Bir Anneden Sakat Doğmak: JEAN GENET VE ALTERNATİF KİMLİK,

Defter , Sayı 30, Bahar 1997

https://docplayer.biz.tr/202757991-Sayi-30-bahar-1997-icindekiler.html


Benim Notlarım DK

 *Antagonizma: Uzlaşmaz çelişki.

**Köle Efendi Diyalektiği: Hegel diyor ki; Statülerin eşit olamadığı şartlarda iki kişinin ilişkisi köle-efendi ilişkisine dönüşür. Güçlü olan efendidir ama o da köleye bağlıdır/bağımlıdır. Yalnızca köle değil efendi de esirdir. Bu rolü oynamak zorundadır. Oynadığı efendi rolü ona özgürlüğünü ve kimliğini kaybettirmiştir. Kendi varoluşu ötekinin varoluşuna bağlıdır.

Efendi aynaya bakar, kendini efendi olarak görür, ama eksiktir. Ancak; kölenin onaylayan bakışını gördüğü zaman gerçekten de efendi olduğunu hisseder. Köle onaylamasaydı efendinin efendiliği hayaller dünyasında, imgesel olarak sadece aynada var olabilecekti.  Kölenin onayı toplamsal hayatta efendiye gerçeklik sağlayan bir bakıştır. Efendinin köleye ihtiyacı vardır ancak kölenin onaylayan bakışıyla var olur, efendi olur.

Kısaca Hegel bir insanın ancak ve ancak karşısındaki insanla birlikte kendi varlığının ayırdına varacağını öz-bilinç kazanacağını söyler. Eşitlik durumunda bu iki insan birbiriyle mücadele eder biri üstün gelir ve biri efendi olur öteki de köle. Ama mücadele burada bitmez ikisi de özgür değildir, özbilinçlerini kazanamamışlardır. Bu durumda öz bilinç devletin ortaya çıkması ile sağlanacak siyasi özgürlük hayata geçecek ve felsefenin, tarihin sonu gelecektir.

İşte Marks’ın baş aşağı duruyordu ben düzeltim dediği tez/teori budur. Marks, devlette cisimleşmiş, siyasi özgürlüğün yeterli olmadığını, tahakkümün ekonomik alanda devam etmesi yüzünden gerçek bir özgürlüğün sağlanamayacağını söyler. Ancak iktisadi alandaki tahakkümün sona ermesiyle (ki bu da ancak sınıf savaşıyla mümkün olur)  ve komünizme geçişle birlikte tam ve eksiksiz bir özgürlüğe adım atılacaktır.

Hegel ve Marks arasındaki farklılık; idealizm ve materyalizm arasındaki fark ve çelişki açısından ele alınabilir.

 Lacan için şuraya bkz. http://libidodergisi.com/lacan-ve-kadinlar/

Panoptikon için şu yazıya  bkz. https://kaynaklarlatarih.blogspot.com/2021/11/panoptikon-panoptisizm.html


Başlık, vurgu, görseler, düzenleme bana aittir DK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder