Genet'nin en popüler oyunları olan Hizmetçiler ve Sıkıgözetim'de çelişik duyguların, keskin
ikilemlerin ve kimlik bölünmelerinin yansımalarını görürüz. Bu oyunların
kurgulanışı "gerçekçi" bir anlatımın tamamen dışındadır.
Daha ziyade anlatım, yoğun bir duygusallığın üzerine kurulur: Nefret ve imrenme duygularının tasviri, "marjinal" figürler, sapkınlar, yeraltına kapanmış suçlular, muhalifler; hapishaneler ve kerhaneler gibi göstergeler yığını içinde algılanır. Bunlar, Genet'nin dışlanmışlığın söylemini sabit mekânlara konumlandırdığı "kurumlardır". Genet'nin "işaret"lerinin (anlamının) oynaklığı ve boşluğu vahşet ve saldırganlık içeren bir belirsizlik atmosferini de beraberinde getirir. Böyle bir atmosferde beliren çelişik, uyumsuz, eğreti biçimlerin tümü derinden derine rahatsız edici bir şiddet hissettiren uyumlu bir yapıya dönüşür.
Jean Genet'nin gençlik hali |
Açıkça görülmeyen ve
varlığı oldukça keskin bir biçimde hissedilen şiddet atmosferi seyirciyi
rahatsız eder veya çileden çıkartır, onlara kendi kimliklerini huzurla
sabitledikleri alanın oynaklığını hissettirerek korku ve huzursuzluk yaratır,
utanç ve infial duyguları uyandırır. Genet'nin "ifade biçimi" için
nispeten "absürd" diyebiliriz çünkü bu ifade biçimi alışık olduğumuz
herhangi bir mantık dizgesine oturmayabilir.
Genet'nin anlatımı, Kartezyen (Descartçı) felsefenin rasyonel mantığına tamamen ilgisizdir. Dönüşümlü kompozisyon biçimleri, parçalama ve dağıtma teknikleri, sunuş biçimleri arasında sık sık gidip gelmeler, bir metaforlar yığınını seyircinin tahayyülüne meydan okuyan bir şekilde yapılandırır. Anlamın tezahürü, bilinçli bir temsil etme istemi sonucu olmaz. Genet'nin "mantıklı olmak" ve/ya "anlamlı olmak" gibi bir kaygısı yoktur. Öte yandan, istemsiz ve gelişigüzel olmakla beraber, Genet belli bir noktada kendi toplumdışı olma hayalini yücelterek bir şekilde bir anlam ya da karşı anlam yaratır ki, bu da, Genet'nin karşısında olduğu kutsal toplumun kendisine bakışını doğrulamasını, onların "toplum", kendisinin de "dışı" olduğunu kabullenmesini, meşrulaştırmasını getirir. Bu nedenle uçuşup duran metaforlar ve işaretler, bir nefret, hâkimiyet kurma ve öldürme İsteği ile yerlerini bulur ve anlam kazanırlar. Bu tamamen aşağılanmayı kabulleniş ile birlikte gelen saldırganlıktır. Sıkıgözetim adlı oyunun içeriği, genel olarak bir cinayet ideali ve hapishane olgusuna farklı bir bakış olarak değerlendirilebilir. Genet ilk oyunlarında iğrenç ve "yasaklanmış" üslupları kullanarak kendi varoluşunun anlamını bir zamana ve mekâna "kapatmak" istemiştir ve her defasında bu "kapatmanın" imkansızlığı ile yüzleşmek zorunda kalmışar. "Dışlanmış", "toplum dışı" olmanın iç yapısını anlamak açısından Genet'nin oyunlarına bir göz atmakta fayda görüyorum.
Sıkıgözetimde tüm oyun bir
hapishane hücresinin içinde geçer. Üç karakter vardır. "Yeşil Göz",
bir kızgınlık anında bir fahişeyi öldürmüştür. "Lefranc", bir hırsızdır.
"Maurice" ergenlik çağında, adi bir mahkumdur. Üç mahkum içinde en çok
saygı gösterilen Yeşil Göz'dür çünkü o bir cinayet işlemiştir ve bu, suçlular
hiyerarşisi içinde en üst mertebedir. Yeşil Göz hücrede Maurice ve Lefranc'ın
hayranlık duyduğu bir iktidar figürüdür. Fakat Yeşil Göz'ün gücü yan hücrede
kalan, "Kartopu" lakaplı iri yarı zenciden gelmektedir. "Kartopu"
hiçbir zaman görülmez. Yeşil Göz onun görünür yansımasıdır. Kartopu merdivenin görülemeyen en üst
basamağıdır. Oyun boyunca bu üç karakter Kartopu'nun korkunç
cinayetlerinden söz ederler. Kartopu bu diyalogların içinde yaşar ve hatta
yeniden doğar; bir "mit" haline gelir. Hücrede kalan bu üç suçlu, bu
mitin, bu idolun zaferlerinin yansımalarıyla yıkanırlar. Kartopu aynı zamanda
bir "erkekliği" simgeler.
Kartopu fiziksel varlığı mevcut olmayan, hikâyeler ve anlatılarla daha da büyüyen
bir fallustur. En yüce güçtür, çünkü tamlığı, iktidarı ve varoluşu simgeler. Oyunun
"görünen" kahramanları, konuşmalarından anlaşıldığı kadarıyla, bütün
iktidarsızlıklarını, zaaflarını, kimlik arayışlarını bu mitin içinde çözerler.
Bu mit, ortada gözükmemesine rağmen (ve belki de sırf bu yüzden) bir üslup, bir
anlam kazandırır hayatlarına.
Öte yandan zayıflığın, kadınsılığın, kendini eksik
hissetmenin simgesi Maurice'dir. Maurice
hücrenin fahişesidir ve iktidarsızlığın nihai figürüdür[1] Lefranc, Yeşil Göz
okuma yazma bilmediği için karısına mektuplar yazmaktadır.
Bir yandan da Maurice'i Yeşil Göz'den kıskanmaktadır.
Lefranc yazdığı mektuplarda Yeşil Göz'ün yazdıklarını tahrif ederek, Yeşil Göz
ile karısının arasını açmaya ve onu karısından nefret ettirmeye çalışır. Karısından
şüphelenen Yeşil Göz, Lefranc'dan ve Maurice'den tahliye olur olmaz karısını öldürmelerini
ister. Böylece onlar da bir idol uğruna ve Yeşil Göz gibi giyotine gitmeyi göze
alarak bir katil olma cesaretini gösterebileceklerdir. Fakat Yeşil Göz son durumdan
oldukça sarsılmıştır. Birdenbire karısını öldürtme kararından vazgeçer. Hapse
atılmasına neden olan cinayeti hatırlar. Maurice ve Lefranc'a kontrolünü
kaybederek işlediği cinayeti elinde olmadan, bilinçsizce yaptığını anlatır.
Gardiyan efsanevi katil Kartopu'ndan Yeşil Göz'e hediye olarak getirdiği sigaraları
verirken, karısını gardiyana havale eder. Maurice hayran olduğu kahramanının
tutarsızlaşması karşısında hayal kırıklığına uğrar. Bu arada Maurice, Lefranc'a
durmadan iğneleyici ve tahrik edici, ("Sen bizden değilsin, hiçbir zaman
da olamayacaksın, bir adam öldürsen bile" gibi) sözler söylemektedir.
Lefranc azılı bir suçlu olduğunu kanıtlamak için Maurice'i büyük
bir soğukkanlılıkla boğar. Yeşil Göz, Lefranc'ın cinayetini ciddiye almaz ve
Lefranc'a "İşlediğim cinayeti ben istemedim, o beni buldu," diyerek
katil payesi alamayacağını söyler. Fakat Lefranc ısrar eder: "Benim
talihsizliğim de derinlerde bir yerden geldi: Kendimden!" diyerek katil
kimliğinin aslında kendinde saklı olduğunu savunmaya çalışır. Yeşil Göz,
Lefranc'la ilgilenmez, yüzünü buruşturur. Onunla yapacak hiç bir işi yoktur
artık. Oyun Lefranc'ın sözleriyle son bulur: "Şimdi gerçekten
....Yalnızım!"
Lefranc, Maurice'i sırf prestij kazanmak için öldürmüştür
fakat aslında Maurice bir iktidarsızlık figürüdür. Lefranc için de böyledir.
Lefranc bundan rahatsızlık duyar çünkü Maurice'in temsil ettiği şey onun içinde
de vardır. O kendi içindeki Maurice'i,
kendi içindeki "zayıf yanı, iktidarsızlığı" öldürmeye çalışmıştır, çünkü
Maurice bir ayna gibi Lefranc'ın bunları kendinde görmesini sağlamaktadır. Sonuçta
cinayet başarısız olmuştur.
Aslında olaylar biraz karmaşık görünebilir fakat oyundaki üç
karakteri tek bir insanın farklı tarafları olarak ele alırsak, oyunu daha bütüncül
bir şekilde görebiliriz. Lefranc, Maurice'i iktidarın görünen nesnesine:
"Yeşil Göz"e yaklaşmak için öldürmüştür. Yeşil Göz ise
"Kartopu' nun (ya da "Kartopu"nun temsil ettiği şeyin) hücredeki
yansımasıdır. Fakat, Kartopu ve Yeşil Göz suçlular dünyası diye adlandırılan
farklı bir toplumsal hiyerarşinin liderleri değildirler. Onlar, yetim ve
kimsesiz Genet'nin bir canavar olarak kabul edilip dışlanması ve reddedilmesi
gibi, kutsal toplumun zalim bakışlarıyla yarattığı kötücül imajlardır sadece.
Sonuç olarak Lefranc'ın bile bile ve isteyerek gerçekleştirdiği
cinayet, ona saf bir "alternatif kimlik", bir katil kimliği kazandıramaz.
Lefranc'ın kendini özdeşleştirdiği Yeşil Göz'den çok Maurice'dir. Bir mahkûm
oluşunu, dışlanmış oluşunu Maurice'e bakarak görür. Kutsal Toplumun karşısında,
Maurice'in hücrede olduğu gibi, zayıf, çaresiz ve aşağılanmıştır. "Dışlanmışlığın" alternatif bir
toplumsal olarak yüceltilmesi, Freudcu yaklaşımda olduğu gibi, babanın suçlayıcı
ve korkutucu varlığı ve bakışları altında anneye duyulan sığınma isteği ve aşk
gibidir. Yani suç olarak kabul edilen şeyin üstüne gitmek, onu bir kimlik
olarak giymektir. Genet'nin katilliği, suçu, homoseksüelliği yüceltmesinin
sebebi de budur. Oyun kahramanlarının
birbirlerine duydukları imrenme de, nefret de aslında hapishanenin dışındaki
"normal ve saygın" insanların karşısında hissettikleri aşağılık
duygusudur. Aslında Maurice' i öldürmekle, Lefranc bu "normal ve saygın"
insanların erkeksiliği ve gücü kutsayan ahlaki değerlerine boyun eğmiştir. Bu
noktada, Genet'nin alternatif mitleri anlamını ve büyüsünü kaybeder, çünkü
kutsal toplum tarafından onlara atfedilen rolü kabul etmekle beraber, onun değer
yargıları doğrultusunda hareket ederler. Dışlanmışlar, bir alternatif toplum
ve bir alternatif kimlik oluşturmak isterken, kendi "dışlanmışlıklarının"
ve "reddedilmişliklerinin" tuzağında kaybolurlar çünkü aynada gördükleri
düşmanlarının suratıdır.
Bu yüzden oyundaki cinayet, bir kimsesiz, homoseksüel ve hırsız
olan Genet'nin bilinçaltındaki suçluluk duygusunu açığa vurur. Lefranc bu cinayetle
aslında kendini cezalandırır; kendi iktidarsızlığını, kendi düşmüşlüğünü ve
"kutsal toplumun" üyesi olamamasını. Oyunun sonunda, suçlular dünyasının
ilahları tarafından dışlanması oyundaki asıl ikilemi ve belirsizliği oluşturur,
çünkü Lefranc'ın dışlanmasının sebebi güce ve iktidara karşı duyduğu
imrenmedir. Suçlular dünyasının ilahları onu bu yüzden cezalandırırlar. Burada
ikinci bir suçluluk duygusu ortaya çıkar: Kutsal topluma duyulan imrenme
hissinden dolayı duyulan rahatsızlık ve suçluluk. Durum aslında tamamen şizofreniktir.
Bu durum, aslında Mit(ler)'in anlamının tamamıyla değişken ve kaygan olmasından
kaynaklanır. Her mitsel figür ya da karakter, hem kutsal toplum tarafından, hem
de alternatif bir toplum tarafından farklı olarak tanımlanır. Mitin anlamı hiçbir zaman kapalı ve
kendinden menkul değildir.
Ayrıca, bu ikilem ve belirsizlik, iki birbirine zıt toplumsallığın
(kutsal toplum ve suçlular dünyası) arasındaki sınırın oldukça belirsiz olmasından
ve hatta bu zıtlığın mahiyetinin değişkenlik arzetmesinden kaynaklanmaktadır.
Birbirine zıt ve çelişkili bütünler oluşturabilmek için ne "sabit"
bir anlam, ne de sabit, birlik ve bütünlük içinde bir toplum vardır.
Öte yandan, anlamın kayganlığından doğan bu tip "aile
benzerlikleri"[2] içinde
kaybolmamak için Genet, anlatmak istediği öyküyü tek bir mekâna, bir hapishane
hücresine sabitler. Tabii ki bu mekânın seçimi toplumdan tecrit olmanın en uç
noktada somutlandırılmasıdır. Bu mekân, dışlanmışların komünal yaşantısının ana
mekânıdır. Oyunun atmosferini yaratan ve şekillendiren fiziksel ve ideolojik
topoloji Michel Foucault'nun "Hapishanenin
Doğuşu" adlı kitabındaki analizleriyle büyük bir uyuşma içindedir.
Oyunun Fransızca orjinalindeki adı Haute Surveilltınce (Türkçedeki karşılığı
"Sıkıgözetim") aslında infazı bekleyen idam mahkûmları için özel
olarak geliştirilmiş bir alıkoyma yöntemini tanımlayan teknik bir terimdir.
Genet'nin tahayyülü de daha önceden disiplinize edilmiş ya da bu amaçla oluşturulmuş
bir mekân üzerinde yoğunlaşır. Tıpkı Foucault'nun
anlattığı, Bentham'ın "Panopticon" modelinde olduğu
gibi,[3] mahkûmlar sürekli olarak
belli bir merkezden izlendiklerinin farkındadırlar fakat bunun kim tarafından,
nasıl ve ne zaman olduğunu bilemezler.
Bu durum mahkûmların izolasyonlarını artırmakla beraber bağımsız
bir kimlik geliştirmelerine, bütüncül bir sosyal ve/ya siyasi bir grup oluşturmalarını
engeller. Sadece kısmi olarak böyle bir kimlik oluşturabilirler, bu da ancak gözlemcinin/gözleyenin
mevcudiyeti ile mümkün olur. Bilinmeyen
ve görülemeyen gözlemci böylece Kutsal Toplumun yargılayıcı bakışları şeklinde
algılanmaya başlar. Bu bakış mahkûmlarda hem bir nefret uyandırır, (çünkü mahkûmda
toplumdan tecrit edilmek, bir suçluluk ve utanç duygusu yaratır) hem de bu bakış
yüceltilir (çünkü aslında "dışlanmış", "azılı katil",
"serseri" gibi kimlikleri bu yargılayıcı bakış sayesinde kazanırlar.
Bu kimliklere adını veren aslında Kutsal Toplumun bakışıdır.) Mahkûmlar arasındaki
birbirini gözet(le)me gibi davranış biçimlerinin doğması da aynı ikilemden
kaynaklanır.
Mahkûmlar kendilerini
gözetleyen bu bakışı benimseyerek ve içselleştirerek birbirlerine yöneltirler.
Yeşil Göz'ün bütün konuşmaları ve davranışları hapishanenin işleyişini denetleyen
bir adalet ve cezalandırma mekanizması tarafından şekillendirilmiş gibidir.
" ...gittikçe güçleniyorum, bir kaleden daha sert, bir hapishaneden daha
kudretli. Beni duyuyor musunuz, Ben Hapishaneyim! Hücrelerimde şanlı zorbaları,
serserileri, askerleri yağmacıları barındırırım! Dikkatli olun! Etrafım nöbetçi
dolu. Her yerde casuslar ve fitneciler var. Ben Hapishaneyim ve bu dünyada
yapayalnızım." (Genet, 1989: 137)
Bu durumda, açıktır ki "hapishane" tanımının sınırları
bu iki antagonistik* toplumsalın herhangi biri tarafından bütünüyle
belirlenemeyen bir göstergeye dönüşür. Bir
yandan "dışlanmışlar" kendi kimlikleri ile birlikte, hapishaneyi de yüceltirken,
"dürüst ve saygın" insanlar, bu kimliklerinin bir kanıtı olarak,
pislik yuvası ve gerekli bir tecrit merkezi olarak hapishaneyi görürler.
Fakat iki grup da, kendi kimliğinin garantisi için ötekine (dışlamak ve kendini
merkeze koymak için) ihtiyaç duyar. Yeşil Göz ve onun ulu ikonu Kartopu da aslında
"dışlanmışlığın" yüce simgeleri olarak tanımlanamaz çünkü aynı
zamanda "dürüst ve saygın" insanların meşruiyetini sağlamlaştıran
birer nesnedirler. Genet "aile benzeşmeleri" içinde bir kez daha
kaybolmuştur.
Les Bonnes (Hızmetçiler)
adlı oyun Sıkıgözetim'den sonra yazılmasına rağmen, Genet'nin sahnelenen ilk
oyunudur. Burada da Sıkıgözetim'dekine benzer bir belirsizlik hakimdir. Fakat
bir önceki oyundan biraz farklı olmak üzere, burada Hegelci bir köle-efendi ilişkisini** ve Lacancı bir homoseksüelliği geçirgen ve boş göstergeler yoluyla, gözlemleyebiliriz.
Hizmetçiler, XV Louis tarzında döşenmiş bir yatak odası görüntüsü
ile başlar. Gayet zarif bir hanım, hizmetçisinin yardımıyla giyinmektedir. Hizmetçinin
adı Claire'dir. Hanım oldukça kibirli ve mağrur, hizmetçi ise ezik ve itaatkârdır.
Fakat ikisi de açıkça birbirini iğnelemekte ve hakaret etmektedir.
Birdenbire bir saat alarmı çalar ve sahne değişir. Zarif hanımın aslında iki
hizmetçiden biri olduğunu görürüz. Bu iki hizmetçi, hanımlarının yokluğunda
"hizmetçi ve hanımı" oyunu oynamaktadırlar. Aslında hanımı oynayan
hizmetçinin adı Claire, Claire'i oynayan hizmetçinin adı Solange'dır.
Claire'in oynadığı Hanım, kibar ve hoşgörülü olmak bir yana oldukça kötücül ve
zalim bir kadındır. Claire Hanım ı oynarken onu olduğu gibi kibar ve merhametli
göstermez. Tam tersine kendisinin hizmetçi olmasından kaynaklanan baskı ve
utancı, hanımını canavar gibi resmederek yansıtır. Hanımın merhameti ve kibarlığı
aslında hizmetçileri ezmekte ve aşağılık hissi duymalarına sebep olmaktadır.
Bu yüzden hizmetçilerin oynadığı taklit oyunu çoğunlukla vahşidir ve hatta
"sado-mazoşist" bir oyuna dönüşür.
Hanımları dışarıya çıktığı zamanlar, iki hizmetçi, bütün
fantezilerini bu oyunla gerçekleştirirler. Sırayla her biri Hanımın kılığına
girer ve oyun İtaatkârlık ve başkaldırıyla devam eder. Kendilerinden çok daha
genç ve güzel olan hanımlarına hem erotik bir aşk, hem de derin bir nefret
duymaktadırlar. Hanımın sevgilisi olan Beyefendiyi, polise isimsiz mektuplar
yazarak, tutuklatmışlardır. Telefon çalar. Beyefendiyi serbest bırakmışlardır.
… devamını/tamamını şuradan okuyabilirsiniz: https://docplayer.biz.tr/202757991-Sayi-30-bahar-1997-icindekiler.html
[1] Genet'nin Hırsızın Güncesi adlı romanının başında, Genet kendi homoseksüelliğinin simgesi olan bir "vazelin tüpünden" bahseder. Bu onun kutsal topluma karşı yönelttiği "dünyadaki bütün polisleri çileden çıkaracak" silah-ikonudur. Fakat aynı zamanda bu nesne kendi iktidarsızlığının kutsanmasıdır ve iktidara, güce ve gerçek bir fallus'a duyulan özlemi de dile getirir.
[2] Orjinali:"Family Resemblances". Bu terim
Wittgenstein tarafından, antagonistik ögelerin (örn: Kutsal Toplum ve Suçlular)
arasındaki karmaşık akrabalık ve benzeşlik ilişkilerini vurgulamak için kullanılmıştır.
Birbirinin benzeri olan zıtlar konusunda bkz: Baker G. P. ve Hacker P. M. S., Wittgmstein,
Meaning and Understanding, s. 185-208, Basil Blackwell.
[3] Bkz: Foucault, M., "Panopticism"/The Panopticon, Discipline and Punish, The Birth of Prison, Allen Lane, Penguin, 1977 (Fransızca aslından İngilizceye Alan Sheridan tarafından çevrilmiştir.) Türkçesi Fransızca aslından Hapishanenin Doğuşu adı altında Mehmet Ali Kılıçbay tarafından çevrilmiştir. Türkçe tercümesindeki ilgili bölüm: "Görülmeyen Gözetim Altında Tutan Hapishane Sistemi", s. 245-289, İmge, 1992. 46 Defter
Kaynak:
Mehmet Arısan, Ölü Bir Anneden Sakat Doğmak: JEAN GENET VE ALTERNATİF KİMLİK,
Defter , Sayı 30, Bahar 1997
https://docplayer.biz.tr/202757991-Sayi-30-bahar-1997-icindekiler.html
Benim Notlarım DK
*Antagonizma: Uzlaşmaz çelişki.
**Köle Efendi Diyalektiği: Hegel diyor ki; Statülerin
eşit olamadığı şartlarda iki kişinin ilişkisi köle-efendi ilişkisine dönüşür. Güçlü
olan efendidir ama o da köleye bağlıdır/bağımlıdır. Yalnızca köle değil efendi
de esirdir. Bu rolü oynamak zorundadır. Oynadığı efendi rolü ona özgürlüğünü ve
kimliğini kaybettirmiştir. Kendi varoluşu ötekinin varoluşuna bağlıdır.
Efendi aynaya bakar, kendini efendi olarak görür, ama eksiktir.
Ancak; kölenin onaylayan bakışını gördüğü zaman gerçekten de efendi olduğunu
hisseder. Köle onaylamasaydı efendinin efendiliği hayaller dünyasında, imgesel
olarak sadece aynada var olabilecekti. Kölenin onayı toplamsal hayatta efendiye gerçeklik
sağlayan bir bakıştır. Efendinin köleye ihtiyacı vardır ancak kölenin onaylayan
bakışıyla var olur, efendi olur.
Kısaca Hegel bir insanın ancak ve ancak karşısındaki insanla
birlikte kendi varlığının ayırdına varacağını öz-bilinç kazanacağını söyler. Eşitlik
durumunda bu iki insan birbiriyle mücadele eder biri üstün gelir ve biri efendi
olur öteki de köle. Ama mücadele burada bitmez ikisi de özgür değildir, özbilinçlerini
kazanamamışlardır. Bu durumda öz bilinç devletin ortaya çıkması ile sağlanacak
siyasi özgürlük hayata geçecek ve felsefenin, tarihin sonu gelecektir.
İşte Marks’ın baş aşağı duruyordu ben düzeltim dediği tez/teori
budur. Marks, devlette cisimleşmiş, siyasi özgürlüğün yeterli olmadığını, tahakkümün
ekonomik alanda devam etmesi yüzünden gerçek bir özgürlüğün sağlanamayacağını
söyler. Ancak iktisadi alandaki tahakkümün sona ermesiyle (ki bu da ancak sınıf
savaşıyla mümkün olur) ve komünizme geçişle
birlikte tam ve eksiksiz bir özgürlüğe adım atılacaktır.
Hegel ve Marks arasındaki farklılık; idealizm ve materyalizm
arasındaki fark ve çelişki açısından ele alınabilir.
Panoptikon için şu yazıya bkz. https://kaynaklarlatarih.blogspot.com/2021/11/panoptikon-panoptisizm.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder