Tarihçilerin ve çeşitli yazarların zenginleştirici, tartışmaya, düşünmeye olanak veren; eski, yeni yazılarına ve belgelere yer verilecektir.
25 Mart 2022 Cuma
İkinci Dünya Savaşı'nın anlatısını Clausewitz'in strateji anlayışıyla mı, yoksa Liddell Hart'ın strateji anlayışıyla mı okumalıyız?
Bir okuyucunun, dünyadaki tüm büyük güçlerin ittifaklar kurma yoluyla ikiye ayrıldıkları ve dünya coğrafyasının çok büyük bir kısmını içine alarak yürüttükleri bu savaşın anlatısını okurken ne tür bir değerlendirme çerçevesi kullanacağı önemli olmaktadır. Bu çerçeve, okuma sonrasında ulaşacağımız yargıları büyük ölçüde belirleyecektir.
Böyle bir savaşta en basit değerlendirme çerçevesi, savaşı nihai olarak kimin kazandığıdır. Tabii ki siyasal açıdan savaşı kimin kazandığı önemlidir.
Ancak savaşın hem kazanan hem de kaybeden tarafa ayrı ayrı maliyetlerinin ve dünyaya toplam maliyetinin ne olduğu konusunda bir değerlendirme yapmazsak yaptığımız değerlendirme eksik kalır. Bir dünya savaşı sonrasında dünyanın ne kadar büyük kayıp verdiğini söylemenin ve bunu bir insanlık dramı olarak nitelemenin, insanların ders alması bakımından önemli olduğu açıktır. Ama bu değerlendirme, savaşan taraflarını savaş yönetimlerindeki başarılarını değerlendirmek bakımından yetersiz kalır. Bu savaşta elde edilen sonuç insanlığa daha az maliyetle elde edilebilir miydi sorusundan kaçınmanın olanağı yoktur. Bu soruya yanıt verebilmek içinse alternatif askerlik stratejileri üzerinde durmamız gerekecektir.
Bu konuda iki farklı görüşün yarıştığı söylenebilir. Bunlardan birincisi Clausewitz'in savaş stratejisi yaklaşımıdır. Clausewitz'in yaklaşımında düşmanın silahlı kuvvetlerinin yok edilmesi savaşın tek ve açık amacıdır. Bu stratejide her şey sahada fiilen yapılan muharebeye ve kazanılacak zafere bağlanmıştır. Bu zaferin bedeli, dökülen kandır. Clausewitz'in yaklaşımı Prusya subayları ve özellikle Moltke tarafından çok katı bir şekilde yorumlanmış ve daha sonra da Birinci Dünya Savaşı'nı yönlendiren stratejik çerçeve haline gelmiştir.
18 Mart 2022 Cuma
Philip K. Dick'e Göre Bilim-Kurgu
Philip K. Dick
Önce bilimkurguyu onun ne olmadığını söyleyerek tanımlayacağım. Gelecekte geçen bir hikâye (ya da roman ya da oyun) olarak tanımlanamaz, çünkü gelecekte geçen ve bilimkurgu olmayan uzay macerası diye bir şey vardır: Bu da tam adı gibi bir şeydir.
Gelecekte uzayda geçen süper ileri teknolojinin olduğu maceralar, savaşlar ve mücadeleler. O halde bu neden bilimkurgu sayılmaz? Öyleymiş gibi görünür. Örneğin Doris Lessing öyle olduğunu varsayar. Ancak uzay macerasında, temel malzeme olan ayırt edici yeni fikir eksiktir. Ayrıca şimdiki zamanda geçen bilimkurgu da olabilir. O halde bilimkurguyu gelecekten ve ultra ileri teknolojiden ayırdığımız takdirde elimizde bilimkurgu diyebileceğimiz ne kalır?
Kurmaca bir dünya ilk adımdır, bu aslında olmayan bir toplumdur. Yani bilinen toplumumuz onun için bir başlangıç noktasıdır. Toplum bir biçimde bizim toplumumuzdan çıkar, alternatif dünya hikâyesi ya da romanında olduğu gibi belki dikey olarak. Bu, yazarın bir tür zihinsel çabasıyla yerinden oynattığı kendi dünyamızdır. Ya da olmadığı ya da henüz olmadığı bir şeye dönüştürülmüş dünyamızdır. Bu dünya verili dünyadan en az bir biçimde farklılık göstermelidir. Bu biçim de toplumumuzda ya da geçmişte ya da gelecekte herhangi bir bilinen toplumda meydana gelmeyecek olaylara yol açmaya yeterli olmadır. Bu yerinden oynatmada tutarlı bir fikir olmalıdır, yani yerinden oynatma yalnızca önemsiz ya da tuhaf değil, kavramsal bir yerinden oynatma olmalıdır. Bilimkurgunun özü budur, toplum içindeki kavramsal bir yerinden oynatma. Böylece yazarın zihninde yeni bir toplum üretilir, kağıda aktarılır ve kâğıttan da okurun zihninde sarsıcı bir şok oluşturur, tanıyamamanın şokunu. Okur okuduğunun gerçek dünyası olmadığını bilir.