Bir okuyucunun, dünyadaki tüm büyük güçlerin ittifaklar kurma yoluyla ikiye ayrıldıkları ve dünya coğrafyasının çok büyük bir kısmını içine alarak yürüttükleri bu savaşın anlatısını okurken ne tür bir değerlendirme çerçevesi kullanacağı önemli olmaktadır. Bu çerçeve, okuma sonrasında ulaşacağımız yargıları büyük ölçüde belirleyecektir.
Böyle bir savaşta en basit değerlendirme çerçevesi, savaşı nihai olarak kimin kazandığıdır. Tabii ki siyasal açıdan savaşı kimin kazandığı önemlidir.
Ancak savaşın hem kazanan hem de kaybeden tarafa ayrı ayrı maliyetlerinin ve dünyaya toplam maliyetinin ne olduğu konusunda bir değerlendirme yapmazsak yaptığımız değerlendirme eksik kalır. Bir dünya savaşı sonrasında dünyanın ne kadar büyük kayıp verdiğini söylemenin ve bunu bir insanlık dramı olarak nitelemenin, insanların ders alması bakımından önemli olduğu açıktır. Ama bu değerlendirme, savaşan taraflarını savaş yönetimlerindeki başarılarını değerlendirmek bakımından yetersiz kalır. Bu savaşta elde edilen sonuç insanlığa daha az maliyetle elde edilebilir miydi sorusundan kaçınmanın olanağı yoktur. Bu soruya yanıt verebilmek içinse alternatif askerlik stratejileri üzerinde durmamız gerekecektir.
Bu konuda iki farklı görüşün yarıştığı söylenebilir. Bunlardan birincisi Clausewitz'in savaş stratejisi yaklaşımıdır. Clausewitz'in yaklaşımında düşmanın silahlı kuvvetlerinin yok edilmesi savaşın tek ve açık amacıdır. Bu stratejide her şey sahada fiilen yapılan muharebeye ve kazanılacak zafere bağlanmıştır. Bu zaferin bedeli, dökülen kandır. Clausewitz'in yaklaşımı Prusya subayları ve özellikle Moltke tarafından çok katı bir şekilde yorumlanmış ve daha sonra da Birinci Dünya Savaşı'nı yönlendiren stratejik çerçeve haline gelmiştir.
Liddell Hart, Clausewitz'in kuramının tüm dikkatini zafere yöneltmesinin, kazanan tarafta bile aşırı yıpranmaya neden olduğunun ve ayrıca barıştan layıkıyla yararlanılmadığının üzerinde durmaktadır. Hart'a göre en iyi strateji, ciddi bir muharebeye tutuşmaksızın sonuca ulaştırandır. Bu da doğrudan saldırıdan çok dolaylı yollarla sağlanabilecektir. Bu durumda savaşın amacı da muharebeyi kazanmaktan çok, sürdürülebilir bir barışa ulaşmak haline gelmektedir. Clausewitz'in keskin yaklaşımı dehşet verici kayıplara yol açmaktadır ve bu nedenle Liddell Hart'a göre savaşın hedefinin daha az iddialı bir biçimde tanımlanması gerekmektedir.
Clausewitz'in stratejik kuramı karşısında Liddell Hart'ın kuramının önem kazanması savaş teknolojisindeki gelişmelerle yakından ilişkilidir. Clausewitz'in kuramı 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyılın ilk yarısındaki savaş teknolojisinin sınırlan içinde anlamlı görülebilir. Ama Hart'ın kuramı, Birinci Dünya Savaşı'nda ortaya çıkan ve İkinci Dünya Savaşı'nda gelişen savaş teknolojisinin getirdiği olanaklar içinde anlam kazanmaktadır. Bu bakımdan iki teknolojik gelişme kritik bir öneme sahiptir. Bunlardan birincisi hava kuvvetlerinin gelişmesidir. İkincisi ise yüksek hareket kabiliyetli, zırhlı ve mekanize kara birliklerinin ortaya çıkmasıdır. Bu gelişmeler bir yandan askeri harekatı sivil hedeflere yöneltilebilir hale getirmiştir, öte yandan da askeri harekatın "menzilini" artırmıştır. Böyle bir savaş teknolojisinin gelişmesi; düşmanın gücünün tümünü sert savaşlarla yok etmeden, hayati unsurlarını felce uğratarak, ikmal dengelerini bozarak, moralini çökerterek sonuç alınmasını olanaklı hale getirmiştir.
İkinci Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında Alman kuvvetleri sadece 6 mekanize tümeni kullanarak Polanya'yı çökertmiştir. 10 mekanize Alman tümeni de daha Alman ordusu harekete geçmeden Fransa muharebesinin kaderini belirlemiştir. Böyle olanakların bulunması, savaşın büyük insan kaybı olmadan, kentler ve altyapılarda büyük tahribata yol açmadan sonuçlandırılmasına olanak vermektedir. Bu olanakların varlığı, savaşın "yüksek stratejisini" ve "askeri stratejisini" yönetenlerin başarısının, sadece zaferin kazanılmasına ya da kaybedilmesine bağlı olarak değerlendirilmesinin yetersiz kalmasına neden olur. Bu savaşı yönetenlerin yönetimlerinin, savaşın taraflarının kayıplarının küçük tutulmasına olanak veren bir strateji izleyip izlemedikleri bakımından da değerlendirilmesi gerekmektedir.
Böyle bir değerlendirme için referans noktası olarak nihai zaferin kazanılmasından çok sürdürülebilir bir barışın kurulmasını sağlayacak fırsatlarından yararlanılıp yararlanılmadığı noktası önem kazanır. Tam bir zafer kazanılması hırsı, makul ve sağduyulu, sürdürülebilir bir barış düzenini kurma fırsatlarının görmezlikten gelinmesine neden olabilir.
İkinci Dünya Savaşı'nda bu bakımdan alınan en kritik karar, Kazablanka Konferansı'nda Roosevelt ve Churchill'in savaşın sonunu nasıl getirecekleri konusunu "karşı tarafın kayıtsız ve şartsız teslimine" dayandırmaları olmuştur. Tabii açıktır ki, savaşın sona ermesinin böyle bir koşula bağlanmış olması, savaşın sona ermesini geciktirmiştir. Bu koşul, bu kadar büyük kayıplara uğramadan yapılabilecek bir barış için yapılan girişimlerin geriye çevrilmesine neden olmuştur. Bu nedenle savaşın sonuna gelindiğinde, bu savaşta Clausewitz mantığının egemen olduğunun iddia edilmesine olanak veren bir manzara ortaya çıkmıştır. Ama savaşın sona ermesinden 70 yıl sonra yaşananlara bakarak, barışın kayıtsız şartsız teslime dayandırılmasının, savaş sonrasında Almanya'nın ve Japonya'nın yeniden savaşçı askeri güçler haline gelmesini önleyen bir demokratik siyasal düzenin kurulmasını sağlamak bakımından işe yaradığı da söylenebilir.
Kaynak: lLHAN TEKELİ - SELlM lLKlN İkinci Dünya Savaşı Türkiyesi Birinci cilt, İletişim Yayınları, 2014, s. 28-29
Koyulaştırmayı ve fazladan paragraf yaratmayı (okumayı kolaylaştırmak için) ben yaptım. DK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder