25 Mart 2022 Cuma

İkinci Dünya Savaşı'nın anlatısını Clausewitz'in strateji anlayışıyla mı, yoksa Liddell Hart'ın strateji anlayışıyla mı okumalıyız?

İlkin- Tekeli


Bir okuyucunun, dünyadaki tüm büyük güçlerin ittifaklar kurma yoluyla ikiye ayrıldıkları ve dünya coğrafyasının çok büyük bir kısmını içine alarak yürüttükleri bu savaşın anlatısını okurken ne tür bir değerlendirme çerçevesi kullanacağı önemli olmaktadır. Bu çerçeve, okuma sonrasında ulaşacağımız yargıları büyük ölçüde belirleyecektir.

Böyle bir savaşta en basit değerlendirme çerçevesi, savaşı nihai olarak ki­min kazandığıdır. Tabii ki siyasal açıdan savaşı kimin kazandığı önemlidir.

Ancak savaşın hem kazanan hem de kaybeden tarafa ayrı ayrı maliyetleri­nin ve dünyaya toplam maliyetinin ne olduğu konusunda bir değerlendirme yapmazsak yaptığımız değerlendirme eksik kalır. Bir dünya savaşı sonrasında dünyanın ne kadar büyük kayıp verdiğini söylemenin ve bunu bir insan­lık dramı olarak nitelemenin, insanların ders alması bakımından önemli ol­duğu açıktır. Ama bu değerlendirme, savaşan taraflarını savaş yönetimlerin­deki başarılarını değerlendirmek bakımından yetersiz kalır. Bu savaşta elde edilen sonuç insanlığa daha az maliyetle elde edilebilir miydi sorusundan ka­çınmanın olanağı yoktur. Bu soruya yanıt verebilmek içinse alternatif asker­lik stratejileri üzerinde durmamız gerekecektir.

Bu konuda iki farklı görüşün yarıştığı söylenebilir. Bunlardan birincisi Clausewitz'in savaş stratejisi yaklaşımıdır. Clausewitz'in yaklaşımında düş­manın silahlı kuvvetlerinin yok edilmesi savaşın tek ve açık amacıdır. Bu stratejide her şey sahada fiilen yapılan muharebeye ve kazanılacak zafe­re bağlanmıştır. Bu zaferin bedeli, dökülen kandır. Clausewitz'in yaklaşımı Prusya subayları ve özellikle Moltke tarafından çok katı bir şekilde yorum­lanmış ve daha sonra da Birinci Dünya Savaşı'nı yönlendiren stratejik çerçe­ve haline gelmiştir.

Liddell Hart, Clausewitz'in kuramının tüm dikkatini zafere yöneltmesinin, kazanan tarafta bile aşırı yıpranmaya neden olduğunun ve ayrıca barıştan la­yıkıyla yararlanılmadığının üzerinde durmaktadır. Hart'a göre en iyi strate­ji, ciddi bir muharebeye tutuşmaksızın sonuca ulaştırandır. Bu da doğrudan saldırıdan çok dolaylı yollarla sağlanabilecektir. Bu durumda savaşın amacı da muharebeyi kazanmaktan çok, sürdürülebilir bir barışa ulaşmak haline gelmektedir. Clausewitz'in keskin yaklaşımı dehşet verici kayıplara yol aç­maktadır ve bu nedenle Liddell Hart'a göre savaşın hedefinin daha az iddialı bir biçimde tanımlanması gerekmektedir.

Clausewitz'in stratejik kuramı karşısında Liddell Hart'ın kuramının önem kazanması savaş teknolojisindeki gelişmelerle yakından ilişkilidir. Clau­sewitz'in kuramı 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyılın ilk yarısındaki savaş tek­nolojisinin sınırlan içinde anlamlı görülebilir. Ama Hart'ın kuramı, Birinci Dünya Savaşı'nda ortaya çıkan ve İkinci Dünya Savaşı'nda gelişen savaş tek­nolojisinin getirdiği olanaklar içinde anlam kazanmaktadır. Bu bakımdan iki teknolojik gelişme kritik bir öneme sahiptir. Bunlardan birincisi hava kuv­vetlerinin gelişmesidir. İkincisi ise yüksek hareket kabiliyetli, zırhlı ve me­kanize kara birliklerinin ortaya çıkmasıdır. Bu gelişmeler bir yandan askeri harekatı sivil hedeflere yöneltilebilir hale getirmiştir, öte yandan da askeri harekatın "menzilini" artırmıştır. Böyle bir savaş teknolojisinin gelişmesi; düşmanın gücünün tümünü sert savaşlarla yok etmeden, hayati unsurlarını felce uğratarak, ikmal dengelerini bozarak, moralini çökerterek sonuç alın­masını olanaklı hale getirmiştir. 

İkinci Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında Alman kuvvetleri sadece 6 mekanize tümeni kullanarak Polanya'yı çökertmiştir. 10 mekanize Alman tümeni de daha Alman ordusu harekete geçmeden Fran­sa muharebesinin kaderini belirlemiştir. Böyle olanakların bulunması, sava­şın büyük insan kaybı olmadan, kentler ve altyapılarda büyük tahribata yol açmadan sonuçlandırılmasına olanak vermektedir. Bu olanakların varlığı, savaşın "yüksek stratejisini" ve "askeri stratejisini" yönetenlerin başarısının, sadece zaferin kazanılmasına ya da kaybedilmesine bağlı olarak değerlendi­rilmesinin yetersiz kalmasına neden olur. Bu savaşı yönetenlerin yönetimle­rinin, savaşın taraflarının kayıplarının küçük tutulmasına olanak veren bir strateji izleyip izlemedikleri bakımından da değerlendirilmesi gerekmekte­dir. 

Böyle bir değerlendirme için referans noktası olarak nihai zaferin kaza­nılmasından çok sürdürülebilir bir barışın kurulmasını sağlayacak fırsatla­rından yararlanılıp yararlanılmadığı noktası önem kazanır. Tam bir zafer ka­zanılması hırsı, makul ve sağduyulu, sürdürülebilir bir barış düzenini kur­ma fırsatlarının görmezlikten gelinmesine neden olabilir. 

İkinci Dünya Sava­şı'nda bu bakımdan alınan en kritik karar, Kazablanka Konferansı'nda Roo­sevelt ve Churchill'in savaşın sonunu nasıl getirecekleri konusunu "karşı ta­rafın kayıtsız ve şartsız teslimine" dayandırmaları olmuştur. Tabii açıktır ki, savaşın sona ermesinin böyle bir koşula bağlanmış olması, savaşın sona er­mesini geciktirmiştir. Bu koşul, bu kadar büyük kayıplara uğramadan yapı­labilecek bir barış için yapılan girişimlerin geriye çevrilmesine neden olmuş­tur. Bu nedenle savaşın sonuna gelindiğinde, bu savaşta Clausewitz mantı­ğının egemen olduğunun iddia edilmesine olanak veren bir manzara ortaya çıkmıştır. Ama savaşın sona ermesinden 70 yıl sonra yaşananlara bakarak, barışın kayıtsız şartsız teslime dayandırılmasının, savaş sonrasında Alman­ya'nın ve Japonya'nın yeniden savaşçı askeri güçler haline gelmesini önleyen bir demokratik siyasal düzenin kurulmasını sağlamak bakımından işe yara­dığı da söylenebilir.

Kaynak: lLHAN TEKELİ - SELlM lLKlN  İkinci Dünya Savaşı Türkiyesi Birinci cilt, İletişim Yayınları, 2014, s. 28-29



Koyulaştırmayı ve fazladan paragraf yaratmayı (okumayı kolaylaştırmak için) ben yaptım. DK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder