3 Ocak 2024 Çarşamba

YAVUZ SELİM HALİFELİĞİ DEVRALDI MI?

 

FARUK SÜMER

Son Osmanlı Halifesi ve kızı

M. Le Baron C. d'Ohsson'un tanınmış iki eserinden birinin Tableau general de l'Empire Othoman (Osmanlı imparatorluğunun genel tablosu) olduğu malumdur.  Yedi ciltten müteşekkil olan bu eserin ilk cildi 1788 de yayınlanmış, son cildi ise ancak 1824 yılında çıkabilmiştir. Müellifin bu eseri bilhassa Osmanlı devletinin teşkilatı, müesseseleri ve gelenekleri ile XVIII. Yüzyıldaki kibar halkın yaşayışı konularında değerli bir kaynaktır. Çünkü, Ermeni asıllı olan Baron d'Ohsson İstanbul’da doğmuş, büyümüş, yine orada İsveç maslahatgüzarı olarak vazife görmüştür. D'Ohsson eserinin I. cildinde İslam dininin esasları hakkında bilgi verirken imâmet meselesi üzerinde durmuş ve bu arada şu sözlere de yer vermiştir:

 “Her zaman bütün Arab oymaklarının en asili sayılmış olan Kureyşliler’in, en eski ortak ataları Fihr-Kureyş’tir. Yerli müellifler onu İbrahim’in oğlu İsmail’den indirirler. İşte Muhammed bu oymağa mensup dedesinin babasının adıyla anılan Hâşim kolundan dünyaya gelmiştir. Bu aileye ait soy kütüğünde görüleceği gibi, ilk halîfeler ile Emevî ve Abbasiler, farklı kollardan olmak üzere Fihr-Kureyş’den inerler.

Halbuki Osmanlı hânedanı halifelik (imamet) hakkına sahip olmak için şeriatın istediği bu oymaktan gelmek şerefinden mahrum bulunmakta idi. Bununla beraber, şimdiki fakihlerin birlik içinde paylaştıkları görüşe göre 923 (1517) yılında Mütevekkil ‘Alal-lâh denilen Ebu Cafer XII. Mu­hammed, Selim’in şahsında hakimiyet süren bu hânedan lehine kesin ola­rak feragat ederek bu hak Osmanlı hânedanına kazandırılmıştır. Bu, Ab­basî halîfelerinin sonuncusu idi. Mısır’da Çerkeş Memlükleri’nin hakimi­yetini yıkan darbe Abbasî halîfelerinin de varlığına son vermiştir. Aynı yıl içinde Mekke şerifi Ebu’l-Berekât I. Selim’e tâbiliğini bildirmiş ve oğlu Ebu Numey vasıtasiyle bir gümüş tepsi içinde Mekke’nin anahtarlarını takdim etmişti.”

M. D’ohsson’un vermiş olduğu bu haber, bir hakikat gibi kabul edi­lerek, kendisinden sonra Avrupa ve Türkiye’de yazılmış olan eserlerde tek­rar edilmiştir.

Fakat Rus âlimlerinden W. Barthold, 1912 yılında yayımladığı bir makalede, bazı Türk kaynağı ile Mısırlı îbn İyas ve İbn Zünbül’e dayana­rak Yavuz’un halifeliği el-Mütevekkil ‘Alal-lâh’dan devralmadığını ortaya koymuştu. [3]

Barthold’un bu mütalâası tam bir tasviple karşılandı ve halifeliğin devralındığı haberi Avrupa ilim âleminde, geniş ölçüde veya tamamıyla değerini kaybetti. Bu arada Alman âlimlerinden C.H.Beckerde Bart­hold’un mütalâasını da teyid eden halifeliğin tarihi hakkında uzunca bir makale yayımlamıştır[4]

Ülkemize gelince az yukarıda işaret edildiği gibi, orada da D’Ohsson’un verdiği haber en küçük bir şüpheye yer verilmeden benimsenmiş[5] ve adları geçen incelemeler yayımlandıktan ve muhtevaları tanındıktan sonra da benimsenme devam etmiştir. 1990-1991 yıllarında yayımlanan eserlerde de hâlâ Yavuz’un halifeliği devraldığından söz edildiğinin görülmesi, konunun bir mütehassısça ele alınıp Türk aydınlarına gerçeğin ne olduğunu geniş ve açık bir şekilde anlatmasının gerekli olduğunu orta­ya koymuştur.

Fakat H. Edhem Eldem sonra başka bir kitabında Yavuz Selim’in halifeliği devralma­dığını, esasen buna da ihtiyaç olmadığını açıkça yazmış ve bu devralma rivayetine inandık­ları için Tarih-ı Enderun müellifi Ata’yı, Müverrih Hayrullah Efendi ile Vatan Şâiri Namık Kemal’i tenkid etmiştir (Mısır’ın son Memlûk sultanı Melik Tumanbay II. adına Çorlu’da bulunan bir kitabe, İstanbul, 1935, s. 37-46).

İşte bu makale sadece bu düşünce ile kaleme alınmıştır. Değilse halifelik, yakın ilgi sahama giren bir konu değildi. Olmamış bir hadisenin olmuş gibi anlatılmakta ve yazılmakta devam etmesi gerçeği yakından bilen bir tarihçi olarak beni daima rahatsız ediyordu.

Yukarıda adları geçen W. Barthold ile C.H. Becker’ın incelemeleri ülkemizde çok geç tanınmıştır. Şâyet, bu incelemeler erken bir zamanda bilinse idi 1924 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde halifeliğin ilgası ile ilgili müzakerelerde bu incelemelerin sonuçlarından, şüphesiz, söz edi­lecekti. Fakat o yılların önde gelen tarihçilerinden Halil Edhem Bey’in Barthold ve Becker’in incelemelerinden haberdar olmaması hayretle karşı­lanabilir. Çünkü o, Türkiye tarihi ile ilgili Avrupa neşriyatını en yakından takip eden âlimlerimizden biri idi. Bu böyle olmakla beraber 1927 yılında yayımladığı Düvel-i Islâmiye’de, yerli ve yabancı bütün kaynakları görerek Mısır’daki Abbasî halîfelerinin tarihi üzerinde yaptığı bir araştırmada[6] Barthlold’un adı geçen makalesini zikretmez. H. Edhem bu araştır­masında halifeliğin Yavuz Selim Han tarafından devr alındığı hakkında hiç bir kayda rastgelmediğini söylediği halde[7], Selim’in halîfe unvanını al­dığını yazmıştır [8].

Anlaşıldığına göre Yavuz Selim’in halifeliği devralmadığı hususu Halil Edhem’den sonra, 1940 yılında yayımlanmaya başlanan İslâm Ansiklopedisi’nde ifade edilmiştir. Orada aslı V. Zetterstéen tarafından yazılmış olan “Abbasiler” maddesinin tercümesine sıkıştırılan ilave bir metinde: “Son Mı­sır halîfesi Abbas (!) el-Mütevekkil’in hilâfeti Osmanlı padişahı Selim’e devr me­rasimi hakkında Avrupa tarihçilerince kabul edilen nazariye hakikî bir esasa müste­nit değildir ve bunu Barthold kat’i olarak efsane sahasına ithal etmiştir.....İsveç hizmetinde bulunan İstanbullu Ermeni Mouradgea d’Ohsson’un bu efsaneyi neşret­mesi bunun garpte yayılmasına sebebiyet vermiştir. ” denilmiştir[9].

Yine aynı an­siklopedinin aslı T.W. Arnold tarafından kaleme alınmış olan Halîfe mad­desine de şu sözlerin eklenmiş olduğu görülür: “Mısır’ın fethini müteakip Kahire’de tutulan bir rûznâmeden (Haydar Çelebi rûznâmesi, Brit.Mus.) Selim I. Kahire ulemasını toplayıp saltanatının meşruiyeti için makamı hilâfetten icazet ta­lebi lâzım olup olmadığını sormuş ve ulemanın böyle bir muameleye lüzum olmadı­ğını söylemeleri üzerine kendisinin bu hususta halife ile asla temas etmemiş olduğu anlaşılmaktadır.

Mamafih Mısır’ın fethinden sonra Mekke ve Medine’nin anahtar­larını ve emânet-i mukaddeseyi Mekke şerifinin oğlu vasıtası ile Kahire’ye gönder­miş olmasının bilinmesine nazaran Selim I. in hilâfeti Mısır’da deruhte ettiğine dair dönen rivayet, bundan ileri gelmiş olsa gerektir. Hilâfetin Selim I’e teslimi gibi bir vak’a ise ne mezkûr rûznâmede ve ne de diğer fetihnâmelerde zıkredilmediğıne göre asılsız ve esassız bir rivayetten ibaret olması muhakkak sayılabilir'[10].

Merhum Şinasi Altundağ, İslâm Ansiklopedisi’ndeki Selim I madde­sinde [11]: “eski ve hemen hemen muasır diyebileceğimiz kaynaklarda iki buçuk asır sonra ortaya çıkan ve el-Mütevekkilin Selim I lehine hilâfet makamından feragat ettiğine dair hiç bir rivayet yoktur ve bu rivayet hiçbir zaman tevsik edilmiş değil­dir” demiştir.

Selahattin Tansel de Yavuz Sultan Selim adlı kitabının Hilâfet meselesi bahsinde bir çok kayıtlar zikrettikten sonra bu kayıtlara dayanarak “hilâfe­tin devredildiği hakkındaki “söylentilerin” bir esasa dayanmadığını yazmış­tır. [12]

Fakat bütün bu açıklamalara rağmen bu rivayet eski değerinden pek bir şey kaybetmemiş ve gerçek bir hadise gibi yazılması ve anlatılması (derslerde ve konferanslarda) devam etmiştir. Rivayetin değerini geniş ölçüde korumasında açıklamaların kitap ve makaleler de değil, daha ziya­de ansiklopedi maddelerinde yapılmış olması bir âmil teşkil edebileceği gi­bi, bazı tanınmış yetkililerin ondan bir gerçekmiş gibi söz etmeyi sürdür­meleri de tabiî çok daha mühim bir âmil olmuştur.[13]

1258 yılında Bağdad’ın Moğollar tarafından alınması ve Halîfe el-Müstaşim bi’llâh’ın öldürülerek Abbasî devletinin ortadan kaldırılması üzerine hânedan mensuplarından bazıları Mısır ve Suriye’ye hakim olan Memlûk devletine sığınmışlardı. Memlûk hükümdarı Meliküz-zâhir Bey Bars[l4], bilhassa Moğollar ile yapılan mücadelede Abbasî hânedanının ma­nevî nüfuzundan faydalanmak için kendisine sığınan Abbasî hânedanından Ebû’l-Kâsim Ahmed’i el-Müstanşir bi’llâh unvanı ile halîfe ilan etmiş­ti (659=1261 yılında). Halîfe, ülkesini Moğollar’dan geri almak istiyordu.

Fakat Bey Bars va’dettiği yardımı yapmadı; Bey Bars’ın yakınları: “asker verirsen bu askeri sana karşı kullanabilir” diyerek onu vehme düşürmüşler­di. Buna rağmen Halîfe çoğunu göçebe Arabların ve bir kısmını da Türkmenlerin teşkil ettiği küçük bir ordu ile vatanını kurtarmak için yola çıkmıştı; fakat Moğolların pususuna düşerek yenildi ve hayatını kaybetti (660— 1262).

Bereket versin Halîfe’nin akrabası Ebû’l- 'Abbâs Ahmed savaş meyda­nından uzaklaşıp Kahire’ye dönebilmişti. Bey Bars bu defa da bu Ah­med’i halifelik makamına çıkardı (660=1262). Bu yeni halîfe de el-Hâkim bi-emri-llâh unvanını aldı. Sayıları yirmiyi bulan Mısır Abbâsî halîfeleri bu zattan gelmişlerdir.

Mısır Abbâsî halîfelerinin hukukî durumlarına gelince, onlar tamamıyla sultanların memurları gibi idiler. Sultanlar emrederler, onlar da bu emirleri derhal yerine getirirlerdi. Verilen emirler karşısında tereddüt göstermek bile mevki ve itibarı kaybetmek ve dolayısıyla yoksulluğa düşmek demekti. Onun için hiçbir halîfe sultanın emir ve isteklerine karşı gelmemiştir.[15]

 

 NOTLAR

3 Halif ı Sultân, Mir Islama, Petersbourg, 1912, I, s. 203-226, 345-400.

4 Barthold’s Studien Über Kalif und Sultan, Der Islam, Strasbourg, 1916, V. s. 350-412.

Burada şu hususu açıkça belirtmek isterim ki Yavuz Selim’in halifeliği devralmadığını o dev­rin kaynaklarını okumam sonucunda anlamıştım. Esasen bu kaynaklardan birini, mesela Haydar Çelebi’nin Ruznâmesini okuyan bir kimse bunu anlayabilirdi. Bu sebeple yukarıda adı geçen Avrupalı şarkiyatçıların makalelerinden ve diğer makalelerden ancak, konuyu araştırmaya başladığım zaman haberdar olmuştum.

5 Bu arada ünlü âlim Cevdet Paşa da (1822-1895) Yavuz’un halifeliği Mısır seferi es­nasında aldığını yazıyor (Tarih, İstanbul, 1309, I, s. 38). Yine o Hazret-i Peygamber’e isnat edilen İstanbul’un fethi ile ilgili hadisin de doğruluğuna inanıyor ki (aynı eser, I, s. 37) hayret vericidir.

6 Düvel-i İslâmiye, İstanbul, 1927, s. 16, 21.

7 “Bu cihete (yani halifeliğin Selim tarafından devralındığına) dair tarihlerimizde hiç malumat bulamadık” (aynı eser, s. 19).

8 “Fazla olarak Mısır'da bulunan Abbasî halîfesi el-Mütevekkil ‘ala’llâh-ı Sâlis de İs­tanbul’a sevk olunduktan sonra hilâfet-i İslâmiyye Osmanlı sultanlarına intikal etmiştir” (s. 109, ayrıca 17-19. ve 322. sahifelere de bk.).  Fakat H. Edhem Eldem sonra başka bir kitabında Yavuz Selim’in halifeliği devralma­dığını, esasen buna da ihtiyaç olmadığını açıkça yazmış ve bu devralma rivayetine inandık­ları için Tanh-ı Enderun müellifi Ata’yı, Müverrih Hayrullah Efendi ile Vatan Şâiri Namık Kemal’i tenkid etmiştir (Mısır’ın son Memlûk sultanı Melik Tumanbay II. adına Çorlu’da bulunan bir kitabe, İstanbul, 1935, s. 37-46).

9  I. s. 19.

10 V-ı, s. 151. Bu ilâve de, bundan önceki ilâve gibi, Ansiklopedinin Tahrir Heyeti’ne aittir. Bu sonuncuda mühim bir hata vardır ki o da Selim’in, Mısır Ulemasını toplayıp on­lardan sultanlığının meşruluğu için halîfeden icâzet talebinin gerekli olup olmadığını sor­masıdır. Evvela Haydar Çelebi’nin Rûznâmesinde böyle bir haber olmadığı gibi, olması da mümkün görülmezdi. Çünkü Yavuz gibi kudretli ve kültürlü bir hükümdarın hiçbir nüfuzu olmayan halîfeye, Mısır ve Suriye üzerindeki hakimiyetinin meşruiyeti için de olsa başvur­mayı düşünmüş olması kabul edilemez. Sâniyen Mekke şerifinin oğlu ile Selim’e emanet-i mubâreke’yi gönderdiğinin söylenmesi de yanlıştır. Çünkü Mekke şerifi tarafından Osmanlı hükümdarına kutsal sayılan herhangi bir şey gönderilmemiştir. Eğer Tahrir Heyetince Feri­dun Bey’in Münşeâtı’ndaki Haydar Çelebi’nin Rûznâme’sine bir göz atılsa idi, bu yanlış mütalâa, şüphesiz, serdedilmeyecekti.

11 X, s. 430.

12 Yavuz Sultan Selim, Ankara, 1969, s. 210-215.

13 Bu yetkililerin başında Merhum I.H. Uzunçarşılı gelmektedir. Uzunçarşılı “Osmanlı Tarihî” adlı eserinde kaynak göstermeyerek şunları yazmıştır: “II. Mütevekkil 'alâ'llah, İstan­bul’da bulunduğu sırada hilâfeti Sultan Selim’e terk eylemiş olduğundan bu tarihten itibaren Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 26 Receb 1342 ve Mart 1924 tarihinde hilâfeti ilgasına kadar Osmanlı pa­dişahları dört asır büyük bir İslam kütlesi tarafından halîfe olarak tanınmışlardır (TTK yayınların­dan, Ankara, 1949, II, s. 280).

14 Bu ismin Bay Bars şeklinde okunması, bana göre hatalı gibi görünüyor. Çünkü bay (zengin) kelimesi kaynaklarda, daima, elif konularak bây  (metin, beyaz, kanca, siyah beyaz içeren bir resim

Açıklama otomatik olarak oluşturuldu ) şeklinde yazılır. Bey de umumiyetle beg yazı tipi, beyaz, siyah beyaz, siyah içeren bir resim

Açıklama otomatik olarak oluşturuldutarzında gösterilir. Bu sebeple Bey Bars’daki bey, beg’in Kıpçaklarca telaffuz edilen şekli olmalıdır. Çünkü Kıpçaklar’ın beg’i bey şeklinde söyledikleri bili­nir.

15 Halîfelerden bazıları talihsiz bir hayat geçirmişlerdir. Mesela Üçüncü Halîfe el-Müstekfî bi’llâh (701-740-1302-1340), değerli bir insandı. İyi kalbli, cömert, kültürlü, yazısı güzel, çevgen oyununda mahirdi. Sultan el-Melikün-Nâsır onu çok seviyordu. Fakat kuru bir iftira yüzünden, bu faziletli insanı ilk önce kalede haps tuttuktan sonra, Kûs yöresine sürdü. El-Müstekfî orada hayata veda etti (740—1340).

Onun halefi olan el-Vâsik bi’llâh ise zevk ü safa içinde yaşamayı sevdiği ve bilhassa ayak takımı ile düşüp kalkmaktan hoşlandığı için halifelikten azledilmişti (740—1340).

Aynı yüzyılın ikinci yarısında Ebu Abdullah Muhammed, el-Mütevekkil ‘ala’l-lâh un­vanı ile üç defa halifelik makamına geçmiş ise de Sultan Berkuk tarafından bir müddet ka­lede hapsedilmişti (ölümü: 791 — 1389).

Kardeşi el-Mu‘taşım bi’llâh ise iki defa halledilmişti. El-Mütevekkil’in oğlu el-Musta ın’e gelince o, ilk ve son defa, sultanlık tahtına çıkarılan halîfedir.

Fakat el-Müsta'în, sultanlığı mecbur bırakıldığı için kabul etmişti. Mamafih hiçbir gücü olmayan sultanlığı da ancak altı ay kadar sürdü. 815 (1412) yılında sultanlığı sona er­dirilen el-Müsta in, kalede hapsedilmiş, 816 (1414) da da halifelikten çıkarılıp İskenderi­ye’de hapse gönderilmişti. Onun orada 824 (1421) yılına kadar yattığı biliniyor. El-Müsta'în’in anası Bay Hatun adlı bir Türk cariyesi idi. Hapisden çıktıktan sonra yine İsken­deriye’de oturmuş ve parası olduğu için müreffeh bir hayat geçirerek mahpusluk yıllarının acılarını unutmaya çalışmıştır. Kardeşi ve halefi el-Mu’tazid de Gözel adlı bir Türk cariyesinden doğmuştu. El-Mu’tezid değerli bir halîfe idi; öyleki o, Abbâsî halîfelerinin en fazilet­li şahsiyetlerinden biri sayılmıştır (ölümü: 1441). El-Müstekfî bi’llâh’dan sonra halîfe olan el-Kâim bi-emri‘llâh ise hayatının son yıllarını sürgüne gönderildiği İskenderiye’de geçir­mişti (ölümü: 855 — 1451).


Yazının tamamı burada: https://belleten.gov.tr/tam-metin-pdf/1381/tur 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder