Umberto Eco
1959
IV. Gökadalararası Arkeolojik İncelemeler Kurultayı Tutanakları, Sirius, 4. Kesim, Matematiksel Yıl 121. Dünya, Kuzey Kutbu, Prens Joseph Kara Üniversitesi, Arkeoloji Bölümünden Prof. Anouk Ooma tarafından okunan bildiri.
Saygıdeğer meslektaşlar,
Kuzeyli bilim adamlarının bir süredir yoğun bir 'araştırma etkinliğine giriştiğini ve sonuç olarak, eski çağlarda ya da daha doğrusu Patlamanın bütün yaşam izlerini yok ettiği, o zamanlar 1980 olarak bilinen felaket yılından önce gezegenimizin ılıman ve tropik bölgelerinde serpilip gelişmiş olan eski uygarlığın birçok kalıntısını gün ışığına çıkardığını eminim bilmiyorsunuzdur. Herkesin bildiği gibi, ondan sonraki bin yıl boyunca, bu bölgeler radyoaktivite tarafından öylesine kirlenmiş olarak kaldı ki, otuz-kırk yıl öncesine kadar keşiflerimiz, bilim adamlarımızın uzak atalarımızın gerçekleştirdiği uygarlığın derecesini bütün Gökadaya açıklamayı o kadar istemelerine karşın, bu topraklara ancak çok büyük tehlikelerle karşılaşarak yaklaşabildi.
Bir şey, sonsuza kadar sır olarak kalacaktır bizim için; İnsanlar bu dayanılmayacak kadar kızgın alanlarda nasıl oturabildi ve çok kısa aydınlık ve karanlık dönemlerin birbirini izlemesinin zorunlu kıldığı o anlamsız yaşam tarzına nasıl uydurabildiler kendilerini? Ama yine de eski yeryüzü sakinlerinin, bu kör edici aydınlık ve karanlık vertigosu içinde, etkin biyoritimler kurabildiğini, zengin ve düzenli bir uygarlık geliştirebildiğini biliyoruz. Yaklaşık yetmiş yıl önce (tamı tamına söyleyelim, Patlama sonrası 1745 yılında) dünyasal yaşamın söylencesel en güney ucu olan Keykjavik’teki gelişmiş üsten Profesör Amaa A. Kroak’ın önderliğindeki bir keşif grubu bir zamanlar Fransa olarak bilinen çöle kadar ilerledi. Orada, bu eşsiz bilim adamı, radyasyonun ve zamanın ortak etkilerinin bütün fosil kalıntılarını yok ettiğini hiçbir kuşkuya yer vermeyecek biçimde kanıtladı. O zaman, uzak atalarımız hakkında herhangi bir şey bilme umudumuz yok gibi görünüyordu.
Ondan önce, P.Ö. 1710 yılında, Profesör Ulak Amjacoa’nın Alfa Kentaur Vakfının sağladığı cömert destek sayesinde yürüttüğü keşif, Loch Ness’in radyoaktif sularını iskandil etmiş ve bugün genellikle eskilerin ilk ‘kriptokitaplığı’ olduğu düşünülen şeyi ele geçirmişti. Üzerinde BERTRANDUS RUSSELL SUBMERSİT ANNO HOMİNİ MCMLI sözleri kazılı çinko bir sandık, koca bir beton blok içine gömülüydü. Bu sandıkta, hepinizin de bildiği gîbi, Britannica Ansiklopedisi ciltleri vardı; bunlar, yok olmuş uygarlık hakkında bugünkü tarih bilgimizin büyük bir bölümünü oluşturan çok zengin bilgiler sağladı bize. Çok geçmeden öteki bölgelerde (Almanya toprağında, üzerinde TENEBRA APPROPINQUANTE yazılı mühürlü bir kasa içinde bulunan kitaplık da içinde) başka kriptokitaplıklar bulundu. Çok geçmeden apaçık ortaya çıktı ki, yaklaşan trajediyi eksi dünyalılar arasında yalnızca kültür adamları sezmişti. Ellerindeki tek yoldan buna bir çare bulmaya çalışmışlardı: Yani, uygarlıklarının hazinelerini gelecek kuşaklar için saklayarak. Karşıtı bütün kanıtlara karşın gelecek kuşaklar diye bir şeyi önceden görebilmek… ne büyük bir inançtı bu!
Karşısında heyecan duymamamız olanaksız olan bu sayfalar sayesinde, seçkin meslektaşlarım, hiç olmazsa o dünyanın nasıl düşündüğünü, insanların nasıl davrandığını, sonul dramanın nasıl gözler önüne serildiğini bilebiliyoruz. Ha, yazılı sözün, yazıldığı dünya hakkında yetersiz bir tanıklık sağladığının elbette farkındayım, ama bu değerli yardımdan da yoksun olsaydık halimiz nice olurdu, bir düşünün! ‘İtalyan sorunu’, hiçbiri, hepimizin bildiği şu soruya bir kanıt bulamamış arkeologları ve tarihçileri büyülemiş olan bilmecenin tipik bir örneğini sunuyor bize: Niçin, bildiğimiz ve öteki topraklarda bulunan kitapların da fazlasıyla gösterdiği gibi, eski bir uygarlığın beşiği olan bu ülkede niçin, diye soruyoruz, herhangi bir kriptokitaplıktan herhangi bir iz bulunamadı? Bu soruya yanıt olarak ileri sürülen varsayımların sayısız olduğu kadar yetersiz de olduğunu biliyorsunuz; fakat halihazırda bildiğiniz şeyi tekrarlama tehlikesini göze alarak, bunları sizin için kısaca sıralayacağım:
1) Akdeniz Havzasındaki Patlama adlı kitapta (Baffin, P.S. 1750) zengin bilgilerle sunulan Aakon-Sturg Varsayımı. Birtakım termonükleer olaylar İtalyan kriptokitaplığını yok etti. Bu varsayım sağlam kanıtlarla desteklenmektedir, çünkü Adriyatik Sahilinden tümel çatışmayı başlatan ilk güdümlü atom mermileri ateşlendiğinde, İtalyan yarımadasının en ağır darbeyi yiyen yer olduğunu biliyoruz.
2) Çok okunan İtalya Diye Bir Yer Var mıydı? (Baren City, P.S. 1712) adlı kitapta açıklanan Ugum-Noa Noa Varsayımı. Bu varsayımda, yazar, tümel çatışmadan önce toplanmış yüksek düzeyli politik konferansların raporlarını dikkatle inceleyerek, ‘İtalya’nın hiçbir zaman var olmadığı sonucuna varıyor. Bu varsayım kriptokitaplıklar sorununu (daha doğrusu onların yokluğu sorununu) açık bir biçimde çözüyorsa da, ‘İtalyan’ halkının kültürüyle ilgili İngiliz ve Alman dillerinde sağlanan bir sıra bilgiyle çelişir gibi görünüyor. Öte yandan, Fransız dilindeki belgeler, Ugum-Noa Noa’nın bize anımsattığına göre, bu konuyu tamamen atlıyor ve böylece onun cesur fikrine destek veriyor.
3) Profesör Ixptt Adonis Varsayımı (bkz. İtalya, Altair, 22. Bölüm, Matematiksel Yıl 120). Bu, hiç kuşkusuz hepsinden daha parlak, ama aynı zamanda en az kanıtlanmış olan varsayımdır. Patlama sırasında İtalyan Ulusal Kitaplığının, belirlenemeyen nedenlerden dolayı son derece karışık bir durumda olduğunu; İtalyan bilim adamlarının, gelecek için kitaplıklar kurma işiyle îlgilenmekten çok mevcut kitaplıkları hakkında ciddi endişe taşıdıklarını, gerçekten de ciltlerce kitabı barındıran binanın çökmesini önlemek için çok büyük çabalar göstermek durumunda olduklarını ileri sürüyor. Bu varsayım, dünyalıları her gün ballı börek atıştırarak, geyik boynuzundan arplarını tıngırdatarak tembel bir mutluluk içinde yaşamış insanlar gibi düşünmeye alışkın, gezegenimizle ilgili her şeyin çevresinde çabucak bir söylence aylası ören dünyalı olmayan modern bir gözlemcinin ustalığını sergiliyor. Tersine, Patlamadan önce eski dünyalıların ulaştığı uygarlığın ileri derecesi bu tür utanç verici bir savsaklamayı anlaşılmaz kılıyor; özellikle de, ekvator-berisi öteki ülkelerin keşfi, kitap saklama konusunda oldukça ileri tekniklerin varlığını oraya koyduğundan beri.
Böylece başladığımız noktaya dönmüş bulunuyoruz. Öteki ülkelerin kriptokitaplıkları erken yüzyıllar için yeterli belgeler sapıyor olsa bile, Patlama öncesi İtalyan kültürü hep en koyu giz perdesiyle sarılı kalmaktadır. Doğru, yapılan dikkatli kazılar sırasında şaşırtıcı da olsa son derece sağlıksız, ilginç bazı belgeler bulunmakta. Burada Kosamba’nın ortaya çıkardığı küçük bir kağıt parçasını anacağım. Bu kağıttaki metin, kısa ve özlü şiirler konusunda İtalyan beğenisini açıkça gösteriyor. Metni bütünüyle alıyorum buraya: ‘Bu bizim yaşam yolumuzun ortasında. Kosamba bir Ache ya Eke diye birinin (Sturg’in işaret ettiği gibi, kalıntının üst kısmı ne yazık ki yırtılmış, bu yüzden adın tamamı belirsiz) yazdığı Gülün Adı başlıklı, besbelli bahçecilik üzerine bir bilimsel tez kitabının kapağını buldu. O dönem İtalyan biliminin genetikte büyük ilerleme gösterdiğini de anımsamalıyız; bu bilgiler üzerinde AJAX (ilk Ari savaşçıya bir gönderme) harfleriyle birlikte BEYAZDAN DAHA BEYAZ sözlerinden başka bir şeyin yazılı olmadığı, ırkın geliştirilmesi için bir ilaç içeriyor olması gereken bir kutu kapağından çıkarabildiğimize göre, ırkların ıslahı bilim dalında kullanılıyor olsa bile.
Bu değerli belgelere karşın hiç kimse o halkın tinsel düzeyinin kesin bir tablosunu oluşturabilmiş değil henüz: Eğer söylememe izin verirseniz, siz seçkin meslektaşlarım, yalnızca şiirsel sözcükle, bir dünyanın ve bir tarihsel durumun imgelemci bilinci olarak şiirle tam olarak dile getirilen bir düzeydir bu.
Kendime, bu denli uzun, ama umarım yararsız olmayan Bir giriş yapma iznini verdiysem şimdi büyük bir coşkuyla size bir haber vermek istememdendir. Ben ve Çıplak Ada Edebiyatı Kraliyet Enstitüsünden değerli meslektaşım Baaka B.B. Baaka A.S.P.Z., İtalyan yarımadasının ürkütücü bir bölgesinde, üç bin metre derinlikte olağanüstü bir buluş yaptık. Definemiz, Patlamanın yeryüzü kabuğunu korkunç bir biçimde yukarı kaldırmasıyla bir lav akıntısı tarafından örtülmüş, şans eseri dünyanın derinliklerine batmıştı. Yırtılmış ve parçalanmış, birçok bölümleri kayıp, hemen hemen okunamaz durumda, ama yine de soluk kesici bulgularla dolu bu küçük kitap görünüş ve boyutları bakımından fazla gösterişli bir şey değil, kapağında Dünün ve Bugünün En Çarpıcı Şarkıları diye bir başlık var. Biz bulunduğu yeri dikkate alarak Quaternulus Pompeianus adını verdik ona. Aziz meslektaşlarım, hepimiz biliyoruz ki, ‘şarkı’ sözcüğü, Britannica Ansiklopedisinin de doğruladığı gibi, eskil on dördüncü yüzyılda belli Şiirsel kompozisyonları işaret eden bir terim olan İtaIyanca canzone ya da canzona’yı karşılamaktadır; 'çarpıcı' “sözcüğünün tıpkı (başka bir yerde bulunan) 'vuruş' sözcüğü gibi, müziğin matematik ve genetik bilimlerle paylaştığı bir özellik olan ritimle ilişkili oIması gerektiğini düşünüyoruz. Ritim, birçok halklar arasında felsefi bir anlam da kazanmıştı ve artistik yapıların özel bir niteliğimi işaret etmede kullanılıyordu (bkz. Paris Ulusal Kriptokitaplıkta bulunmuş olan kitap, M. GHyka, Essai sur le rhythme, N.R.F., 1938). Bizim Quaternulus’umuz, böylece, o dönemin en değerli şiirsel kompozisyonlarının nefis bir antolojisi, akıl gözüne eşsiz bir güzellik ve tinsellik panoraması açan lirik şiir ve şarkıların bir özeti olmuş oluyor.
Eskil çağda yirminci yüzyılın şiiri, başka yerlerde olduğu gibi İtalya’da da, dünyanın yaklaşmakta olan ölümünün bilincinde bir bulunan şiiriydi. Aynı zamanda bir inanç şiiriydi. Dünyevi tasaları kınayan bir uzun şiirden olması gereken bir dize var elimizde —ne yazık ki, okunabilen tek dize— ‘Maddi bir dünya bu.” Bundan hemen sonra, doğaya bir yalvarış ya da bereket ilahisinden olduğu besbelli bir başka parçanın dizeleri çarpıyor bizi: ‘Yağmurda şarkı söylüyorum, işte şarkı söylüyorum yağmurda, şahane bir duygu bu...’* Bu şarkının bir genç kızlar korosu tarafından söylendiğini kolayca hayal edebilirsiniz: Bu tatlı sözler, bir pervigilium’da ekim zamanı beyaz tüller îçînde dans eden genç kızlar imgesi uyandırıyor insanda? Ama bir başka yerde yalnızlığın ve şaşkın kişiliğin acımasız betimlemesinde olduğu gibi, bir umutsuzluk duygusu, tehlikeli anın açıkça farkında olma duygusu buluyoruz; Britannica Ansiklopedisinin Luigi Pirandello hakkında söylediklerine inanılırsa, metni onun yazdığına inanmaya götürüyor bizi:
‘Kim? Çaldı benim kalbimi?
Kim?
Bütün gün düş gördüren bana? Kim...’
Başka bir canzona (‘Benimkî mayısta, onunki haziranda. Ne çabuk unuttu beni?) aynı dönemden bazı İngilizce dizelerin, belirsiz bir ‘en zalim ay’dan söz eden şair Thomas Stearns’ün yazdığı James Profrock’ın şarkısına bir karşılık olduğunu akla getiriyor.
Bu dağlayıcı acı, bazı şiir yorumcularını tarıma ait şiirlere ya da öğretici şiire sığınmaya mı itti? Örneğin, şu dizedeki bozulmamış güzelliğe bakın: ‘Mahmur bir göl, tropikal bir ay...’ Burada su imgesinin tanıdık ve simgesel bir kullanımını buluyoruz, daha sonra da doğanın gizemli sonsuzluğu karşısında insanın zayıflığını ima eden aynı görkemli ve yüce varlığı. Şu dizelere duyduğum hayranlığı eminim siz de paylaşırsınız: ‘Haziran bastırıyor her yeri, çayırları, ovaları; mısırlar bir fil gözü kadar yüksek...’ Görülüyor ki metin, bereket törenlerinden kaynaklanıyor, bahar ruhundan, insan kurbanlardan, belki de toprak anaya sunulan bir genç kızın kalbinden. Bu türlü törenler, onların zamanında, İngiltere Bölgesinde, bazıları adım Altın Kase diye okusa da genellikle Altın Dal denilen, neye gönderme yaptığı belirsiz bir kitapta çözümlenmişti. (bkz. Axbzz Eowrrsc’in henüz dilimize çevrilmemiş çalışmasının çeşitli yerleri, ‘Altın Dal mı, Altın Kase mi? Xpt Agrschh Clwoomai,’ Arcturus, 2. Bölüm, Matematiksel yıl 120).
Aynı bereket törenlerini ya da Frigyalıların Attis’in ölümü törenlerini, şöyle başlayan bir başka güzel şarkıyla bağlamak istiyor insan: ‘St. James Hastanesine gittim, bebeğimi görmeye, soğuk beyaz bir masaya yatırılmış...’ Saint James'e yapılan gönderme İspanyol Santiago’sunu akla getiriyor ve mutlu bir sezgi bizi bunu ünlü bir hac kentinin adı olarak tanımaya götürdü. O zaman, bir Liberya şiirinin tamamlanmamış bir çevirisiyle karşı karşıya olduğumuzu fark ettik. Ne yazık ki hepimizin de bildiği gibi, İspanyolca hiçbir metin bulunamamıştır, çünkü Britannica Ansiklopedisinin bize bildirdiğine öre, Patlamadan yaklaşık yirmi yıl önce bu ulusun dini yetkilileri özel bir nihil obstat’ı1{13} olmayan bütün kitapların yakılmasını emretmişti. Fakat, artık yabancı kitaplarda bulunan kısa alıntılar sayesinde bir süreden beri Federico Lorca olarak da tanınan, söylenceye göre, zorla iğfal ettiği yirmi beş kadın tarafından barbarca öldürülen on dokuz ya da yirminci yüzyıl söylencesel Katalan ozanı Federico Garcıa’nın kişiliği hakkında oldukça açık bir fikir oluşturabilmiş bulunuyoruz. 1966’da bir Alman yazarı (C.K. Dyroff, Lorca: Ein Beitrag zum Duendegescbichte als Flamencowissenschaft) Lorca’nm şiirinden ‘ölümde-aşk-gibi-kök salmış olmanın’ şiiri olarak söz ediyor; bu şiirde çağın ruhunun, Endülüs gökleri altında cenaze törenine yakışır bir biçimde yapılmış kadanslar yoluyla kendini kendine açıkladığı belirtiliyor. Yukarıda anılan metne son derece uyan bu sözler Quaternulus’ta basılı, ateşli İberya sıcaklığı taşıyan öteki harika dizeleri aynı yazara bağlamamıza olanak sağlıyor: ‘Cuando caliente el sol su esta playa...’ Aziz dostlar, uzayvizyon araçlarının bizi sürekli kasvetli ve korkunç öykünmeci bir müzik bombardımanına tuttuğu bugün, saçma sapan sözleri, şarkı diye haykıran sorumsuzların, çocuklarına anlamsız şeyleri şarkı diye öğrettiği bugün, adı sanı belirsiz bir bando şefinin, endüstriyel saçmalığın en son ürünü, sarhoş gemicilerin ağzından duyulabilecek açık saçık dizeleri (‘Kanı, görmek istemem kanı, Ignacio’nun kumlara dökülmüş kanını) nasıl müzikleştirdiğini anlatan, ‘Kuzeyli insanın Çöküşü’ adlı çok önemli denemeyi anımsatma cesaretini göstereceğim. İzin verin bana, Lorca’nın çağın köyü karanlığından bize ulaşan o ölümsüz dizelerinin, iki bin yıl önceki bir dünyalının ahlaki ve entelektüel erdemine tanıklık ettiğini söyleyeyim. Karşımızda, kültürle şişmiş bir kafanın dolambaçlı, çapraşık araştırmalarına dayanmayan, ama içten gelen basit, taptaze ritimleri kullanan bir şiir var; bizi, böyle bir tansıktan, yaratıcı doğum sancısının değil bir Tanrı’nın sorumlu olduğunu düşünmeye götüren bir şiir. Bayanlar ve baylar, büyük şiir her yerde kendini belli eder; onun biçemi başka şeyle karıştırılamaz; evrenin birbirine ters uçlarından bile yankılansa, yakınlıklarını, benzerliklerini ortaya koyan kadanslar vardır. Böylece, seçkin meslektaşlarım, iki yıl önce bir Kuzey İtalya kentinin yıkıntıları arasında bulunmuş bir kağıt parçası üzerindeki bir tek dizeyi, tam metnini Quaternulus’ta iki sayfa olarak bir araya getirdiğimi sandığım daha büyük bir şarkının bağlamı içine yerleştirerek, sonunda bilime yaraşır bir karşılaştırma yapabildiğimi sevinç ve derin bir coşkuyla bildiririm size. Anlamca zengin eşsiz bir kompozisyon, Aleksandrin aylası içinde bir mücevher, biçemi, dili kusursuz:
Ciao ciao bambina
Get thee to a nunnery
Nunnery, hey nonny!
Come back to Sorrento
As dreams are made on.
Korkarım bu bildiri için bana verilen zaman bitti. Konuyu daha fazla tartışmak isterdim, ama çok hassas birkaç dilbilim sorununu çözer çözmez, bu paha biçilmez buluşumun meyvelerini tercüme edip yayınlayacağıma inanıyorum. Sonuç olarak, sizleri, kendi değerlerinin yok oluşunu ağlamadan sızlanmadan dile getirmiş, her zaman zarif ve güzel bir dünyayı betimleyen elmas sözleri neşeli bir incelikle söylemiş bu kayıp uygarlığın imgesiyle baş başa bırakıyorum. Fakat sonun bir sezgisiyle birlikte, peygamberimsi bir duyarlık da vardı. Geçmişin dipsiz, gizemli derinliklerinden, Quarternuhıs Pompeianus’un yıpranmış, silinmiş sayfalarından, radyasyonun kararttığı bir sayfada tek başına durup duran bir tek dizede, ileride ne olacağını bildiren bir önsezi buluruz belki de. Patlamanın tam da arifesinde şair, dünya nüfusunun yazgısını gördü, kutuplardaki geniş buz tabakaları üzerinde yeni ve daha ergin bir uygarlık kurulacak ve yepyeni ve mutlu bir gezegenin üstün ırkı temelini Eskimo soyundan alacaktı. Şair, geleceğin yolunun Patlamanın dehşetinden erdeme ve ilerlemeye doğru gittiğini gördü. Bunu görünce de artık korku ya da pişmanlık duymadı, böylece şu, bir mezmur gibi dolaysız dizeyi boşalttı şarkısının içine: ‘Bir eğlentideysen eğer paltonu ilikle. Kendine iyi bak.’
Yalnızca bir dize; fakat bize, refah içinde ilerleyen Kutup çocuklarına, acı, güzellik, ölüm ve yeniden doğuş darboğazından bir inanç ve dayanışma bildirisi gibi geliyor, atalarımızın güzel ve sevgili yüzlerini bir an için bu bildiride görüyoruz.
*"Singing in the rain" kastediliyor.
Yanlış Okumalar, Umberto Eco, Can Yayınları, s: 24-41
ayrıca bkz. http://meltemgurle.blogspot.com.tr/2009/12/yanlis-okumalar.html
1959
IV. Gökadalararası Arkeolojik İncelemeler Kurultayı Tutanakları, Sirius, 4. Kesim, Matematiksel Yıl 121. Dünya, Kuzey Kutbu, Prens Joseph Kara Üniversitesi, Arkeoloji Bölümünden Prof. Anouk Ooma tarafından okunan bildiri.
Saygıdeğer meslektaşlar,
Kuzeyli bilim adamlarının bir süredir yoğun bir 'araştırma etkinliğine giriştiğini ve sonuç olarak, eski çağlarda ya da daha doğrusu Patlamanın bütün yaşam izlerini yok ettiği, o zamanlar 1980 olarak bilinen felaket yılından önce gezegenimizin ılıman ve tropik bölgelerinde serpilip gelişmiş olan eski uygarlığın birçok kalıntısını gün ışığına çıkardığını eminim bilmiyorsunuzdur. Herkesin bildiği gibi, ondan sonraki bin yıl boyunca, bu bölgeler radyoaktivite tarafından öylesine kirlenmiş olarak kaldı ki, otuz-kırk yıl öncesine kadar keşiflerimiz, bilim adamlarımızın uzak atalarımızın gerçekleştirdiği uygarlığın derecesini bütün Gökadaya açıklamayı o kadar istemelerine karşın, bu topraklara ancak çok büyük tehlikelerle karşılaşarak yaklaşabildi.
Bir şey, sonsuza kadar sır olarak kalacaktır bizim için; İnsanlar bu dayanılmayacak kadar kızgın alanlarda nasıl oturabildi ve çok kısa aydınlık ve karanlık dönemlerin birbirini izlemesinin zorunlu kıldığı o anlamsız yaşam tarzına nasıl uydurabildiler kendilerini? Ama yine de eski yeryüzü sakinlerinin, bu kör edici aydınlık ve karanlık vertigosu içinde, etkin biyoritimler kurabildiğini, zengin ve düzenli bir uygarlık geliştirebildiğini biliyoruz. Yaklaşık yetmiş yıl önce (tamı tamına söyleyelim, Patlama sonrası 1745 yılında) dünyasal yaşamın söylencesel en güney ucu olan Keykjavik’teki gelişmiş üsten Profesör Amaa A. Kroak’ın önderliğindeki bir keşif grubu bir zamanlar Fransa olarak bilinen çöle kadar ilerledi. Orada, bu eşsiz bilim adamı, radyasyonun ve zamanın ortak etkilerinin bütün fosil kalıntılarını yok ettiğini hiçbir kuşkuya yer vermeyecek biçimde kanıtladı. O zaman, uzak atalarımız hakkında herhangi bir şey bilme umudumuz yok gibi görünüyordu.
Ondan önce, P.Ö. 1710 yılında, Profesör Ulak Amjacoa’nın Alfa Kentaur Vakfının sağladığı cömert destek sayesinde yürüttüğü keşif, Loch Ness’in radyoaktif sularını iskandil etmiş ve bugün genellikle eskilerin ilk ‘kriptokitaplığı’ olduğu düşünülen şeyi ele geçirmişti. Üzerinde BERTRANDUS RUSSELL SUBMERSİT ANNO HOMİNİ MCMLI sözleri kazılı çinko bir sandık, koca bir beton blok içine gömülüydü. Bu sandıkta, hepinizin de bildiği gîbi, Britannica Ansiklopedisi ciltleri vardı; bunlar, yok olmuş uygarlık hakkında bugünkü tarih bilgimizin büyük bir bölümünü oluşturan çok zengin bilgiler sağladı bize. Çok geçmeden öteki bölgelerde (Almanya toprağında, üzerinde TENEBRA APPROPINQUANTE yazılı mühürlü bir kasa içinde bulunan kitaplık da içinde) başka kriptokitaplıklar bulundu. Çok geçmeden apaçık ortaya çıktı ki, yaklaşan trajediyi eksi dünyalılar arasında yalnızca kültür adamları sezmişti. Ellerindeki tek yoldan buna bir çare bulmaya çalışmışlardı: Yani, uygarlıklarının hazinelerini gelecek kuşaklar için saklayarak. Karşıtı bütün kanıtlara karşın gelecek kuşaklar diye bir şeyi önceden görebilmek… ne büyük bir inançtı bu!
Karşısında heyecan duymamamız olanaksız olan bu sayfalar sayesinde, seçkin meslektaşlarım, hiç olmazsa o dünyanın nasıl düşündüğünü, insanların nasıl davrandığını, sonul dramanın nasıl gözler önüne serildiğini bilebiliyoruz. Ha, yazılı sözün, yazıldığı dünya hakkında yetersiz bir tanıklık sağladığının elbette farkındayım, ama bu değerli yardımdan da yoksun olsaydık halimiz nice olurdu, bir düşünün! ‘İtalyan sorunu’, hiçbiri, hepimizin bildiği şu soruya bir kanıt bulamamış arkeologları ve tarihçileri büyülemiş olan bilmecenin tipik bir örneğini sunuyor bize: Niçin, bildiğimiz ve öteki topraklarda bulunan kitapların da fazlasıyla gösterdiği gibi, eski bir uygarlığın beşiği olan bu ülkede niçin, diye soruyoruz, herhangi bir kriptokitaplıktan herhangi bir iz bulunamadı? Bu soruya yanıt olarak ileri sürülen varsayımların sayısız olduğu kadar yetersiz de olduğunu biliyorsunuz; fakat halihazırda bildiğiniz şeyi tekrarlama tehlikesini göze alarak, bunları sizin için kısaca sıralayacağım:
1) Akdeniz Havzasındaki Patlama adlı kitapta (Baffin, P.S. 1750) zengin bilgilerle sunulan Aakon-Sturg Varsayımı. Birtakım termonükleer olaylar İtalyan kriptokitaplığını yok etti. Bu varsayım sağlam kanıtlarla desteklenmektedir, çünkü Adriyatik Sahilinden tümel çatışmayı başlatan ilk güdümlü atom mermileri ateşlendiğinde, İtalyan yarımadasının en ağır darbeyi yiyen yer olduğunu biliyoruz.
2) Çok okunan İtalya Diye Bir Yer Var mıydı? (Baren City, P.S. 1712) adlı kitapta açıklanan Ugum-Noa Noa Varsayımı. Bu varsayımda, yazar, tümel çatışmadan önce toplanmış yüksek düzeyli politik konferansların raporlarını dikkatle inceleyerek, ‘İtalya’nın hiçbir zaman var olmadığı sonucuna varıyor. Bu varsayım kriptokitaplıklar sorununu (daha doğrusu onların yokluğu sorununu) açık bir biçimde çözüyorsa da, ‘İtalyan’ halkının kültürüyle ilgili İngiliz ve Alman dillerinde sağlanan bir sıra bilgiyle çelişir gibi görünüyor. Öte yandan, Fransız dilindeki belgeler, Ugum-Noa Noa’nın bize anımsattığına göre, bu konuyu tamamen atlıyor ve böylece onun cesur fikrine destek veriyor.
3) Profesör Ixptt Adonis Varsayımı (bkz. İtalya, Altair, 22. Bölüm, Matematiksel Yıl 120). Bu, hiç kuşkusuz hepsinden daha parlak, ama aynı zamanda en az kanıtlanmış olan varsayımdır. Patlama sırasında İtalyan Ulusal Kitaplığının, belirlenemeyen nedenlerden dolayı son derece karışık bir durumda olduğunu; İtalyan bilim adamlarının, gelecek için kitaplıklar kurma işiyle îlgilenmekten çok mevcut kitaplıkları hakkında ciddi endişe taşıdıklarını, gerçekten de ciltlerce kitabı barındıran binanın çökmesini önlemek için çok büyük çabalar göstermek durumunda olduklarını ileri sürüyor. Bu varsayım, dünyalıları her gün ballı börek atıştırarak, geyik boynuzundan arplarını tıngırdatarak tembel bir mutluluk içinde yaşamış insanlar gibi düşünmeye alışkın, gezegenimizle ilgili her şeyin çevresinde çabucak bir söylence aylası ören dünyalı olmayan modern bir gözlemcinin ustalığını sergiliyor. Tersine, Patlamadan önce eski dünyalıların ulaştığı uygarlığın ileri derecesi bu tür utanç verici bir savsaklamayı anlaşılmaz kılıyor; özellikle de, ekvator-berisi öteki ülkelerin keşfi, kitap saklama konusunda oldukça ileri tekniklerin varlığını oraya koyduğundan beri.
Böylece başladığımız noktaya dönmüş bulunuyoruz. Öteki ülkelerin kriptokitaplıkları erken yüzyıllar için yeterli belgeler sapıyor olsa bile, Patlama öncesi İtalyan kültürü hep en koyu giz perdesiyle sarılı kalmaktadır. Doğru, yapılan dikkatli kazılar sırasında şaşırtıcı da olsa son derece sağlıksız, ilginç bazı belgeler bulunmakta. Burada Kosamba’nın ortaya çıkardığı küçük bir kağıt parçasını anacağım. Bu kağıttaki metin, kısa ve özlü şiirler konusunda İtalyan beğenisini açıkça gösteriyor. Metni bütünüyle alıyorum buraya: ‘Bu bizim yaşam yolumuzun ortasında. Kosamba bir Ache ya Eke diye birinin (Sturg’in işaret ettiği gibi, kalıntının üst kısmı ne yazık ki yırtılmış, bu yüzden adın tamamı belirsiz) yazdığı Gülün Adı başlıklı, besbelli bahçecilik üzerine bir bilimsel tez kitabının kapağını buldu. O dönem İtalyan biliminin genetikte büyük ilerleme gösterdiğini de anımsamalıyız; bu bilgiler üzerinde AJAX (ilk Ari savaşçıya bir gönderme) harfleriyle birlikte BEYAZDAN DAHA BEYAZ sözlerinden başka bir şeyin yazılı olmadığı, ırkın geliştirilmesi için bir ilaç içeriyor olması gereken bir kutu kapağından çıkarabildiğimize göre, ırkların ıslahı bilim dalında kullanılıyor olsa bile.
Bu değerli belgelere karşın hiç kimse o halkın tinsel düzeyinin kesin bir tablosunu oluşturabilmiş değil henüz: Eğer söylememe izin verirseniz, siz seçkin meslektaşlarım, yalnızca şiirsel sözcükle, bir dünyanın ve bir tarihsel durumun imgelemci bilinci olarak şiirle tam olarak dile getirilen bir düzeydir bu.
Kendime, bu denli uzun, ama umarım yararsız olmayan Bir giriş yapma iznini verdiysem şimdi büyük bir coşkuyla size bir haber vermek istememdendir. Ben ve Çıplak Ada Edebiyatı Kraliyet Enstitüsünden değerli meslektaşım Baaka B.B. Baaka A.S.P.Z., İtalyan yarımadasının ürkütücü bir bölgesinde, üç bin metre derinlikte olağanüstü bir buluş yaptık. Definemiz, Patlamanın yeryüzü kabuğunu korkunç bir biçimde yukarı kaldırmasıyla bir lav akıntısı tarafından örtülmüş, şans eseri dünyanın derinliklerine batmıştı. Yırtılmış ve parçalanmış, birçok bölümleri kayıp, hemen hemen okunamaz durumda, ama yine de soluk kesici bulgularla dolu bu küçük kitap görünüş ve boyutları bakımından fazla gösterişli bir şey değil, kapağında Dünün ve Bugünün En Çarpıcı Şarkıları diye bir başlık var. Biz bulunduğu yeri dikkate alarak Quaternulus Pompeianus adını verdik ona. Aziz meslektaşlarım, hepimiz biliyoruz ki, ‘şarkı’ sözcüğü, Britannica Ansiklopedisinin de doğruladığı gibi, eskil on dördüncü yüzyılda belli Şiirsel kompozisyonları işaret eden bir terim olan İtaIyanca canzone ya da canzona’yı karşılamaktadır; 'çarpıcı' “sözcüğünün tıpkı (başka bir yerde bulunan) 'vuruş' sözcüğü gibi, müziğin matematik ve genetik bilimlerle paylaştığı bir özellik olan ritimle ilişkili oIması gerektiğini düşünüyoruz. Ritim, birçok halklar arasında felsefi bir anlam da kazanmıştı ve artistik yapıların özel bir niteliğimi işaret etmede kullanılıyordu (bkz. Paris Ulusal Kriptokitaplıkta bulunmuş olan kitap, M. GHyka, Essai sur le rhythme, N.R.F., 1938). Bizim Quaternulus’umuz, böylece, o dönemin en değerli şiirsel kompozisyonlarının nefis bir antolojisi, akıl gözüne eşsiz bir güzellik ve tinsellik panoraması açan lirik şiir ve şarkıların bir özeti olmuş oluyor.
Eskil çağda yirminci yüzyılın şiiri, başka yerlerde olduğu gibi İtalya’da da, dünyanın yaklaşmakta olan ölümünün bilincinde bir bulunan şiiriydi. Aynı zamanda bir inanç şiiriydi. Dünyevi tasaları kınayan bir uzun şiirden olması gereken bir dize var elimizde —ne yazık ki, okunabilen tek dize— ‘Maddi bir dünya bu.” Bundan hemen sonra, doğaya bir yalvarış ya da bereket ilahisinden olduğu besbelli bir başka parçanın dizeleri çarpıyor bizi: ‘Yağmurda şarkı söylüyorum, işte şarkı söylüyorum yağmurda, şahane bir duygu bu...’* Bu şarkının bir genç kızlar korosu tarafından söylendiğini kolayca hayal edebilirsiniz: Bu tatlı sözler, bir pervigilium’da ekim zamanı beyaz tüller îçînde dans eden genç kızlar imgesi uyandırıyor insanda? Ama bir başka yerde yalnızlığın ve şaşkın kişiliğin acımasız betimlemesinde olduğu gibi, bir umutsuzluk duygusu, tehlikeli anın açıkça farkında olma duygusu buluyoruz; Britannica Ansiklopedisinin Luigi Pirandello hakkında söylediklerine inanılırsa, metni onun yazdığına inanmaya götürüyor bizi:
‘Kim? Çaldı benim kalbimi?
Kim?
Bütün gün düş gördüren bana? Kim...’
Başka bir canzona (‘Benimkî mayısta, onunki haziranda. Ne çabuk unuttu beni?) aynı dönemden bazı İngilizce dizelerin, belirsiz bir ‘en zalim ay’dan söz eden şair Thomas Stearns’ün yazdığı James Profrock’ın şarkısına bir karşılık olduğunu akla getiriyor.
Bu dağlayıcı acı, bazı şiir yorumcularını tarıma ait şiirlere ya da öğretici şiire sığınmaya mı itti? Örneğin, şu dizedeki bozulmamış güzelliğe bakın: ‘Mahmur bir göl, tropikal bir ay...’ Burada su imgesinin tanıdık ve simgesel bir kullanımını buluyoruz, daha sonra da doğanın gizemli sonsuzluğu karşısında insanın zayıflığını ima eden aynı görkemli ve yüce varlığı. Şu dizelere duyduğum hayranlığı eminim siz de paylaşırsınız: ‘Haziran bastırıyor her yeri, çayırları, ovaları; mısırlar bir fil gözü kadar yüksek...’ Görülüyor ki metin, bereket törenlerinden kaynaklanıyor, bahar ruhundan, insan kurbanlardan, belki de toprak anaya sunulan bir genç kızın kalbinden. Bu türlü törenler, onların zamanında, İngiltere Bölgesinde, bazıları adım Altın Kase diye okusa da genellikle Altın Dal denilen, neye gönderme yaptığı belirsiz bir kitapta çözümlenmişti. (bkz. Axbzz Eowrrsc’in henüz dilimize çevrilmemiş çalışmasının çeşitli yerleri, ‘Altın Dal mı, Altın Kase mi? Xpt Agrschh Clwoomai,’ Arcturus, 2. Bölüm, Matematiksel yıl 120).
Aynı bereket törenlerini ya da Frigyalıların Attis’in ölümü törenlerini, şöyle başlayan bir başka güzel şarkıyla bağlamak istiyor insan: ‘St. James Hastanesine gittim, bebeğimi görmeye, soğuk beyaz bir masaya yatırılmış...’ Saint James'e yapılan gönderme İspanyol Santiago’sunu akla getiriyor ve mutlu bir sezgi bizi bunu ünlü bir hac kentinin adı olarak tanımaya götürdü. O zaman, bir Liberya şiirinin tamamlanmamış bir çevirisiyle karşı karşıya olduğumuzu fark ettik. Ne yazık ki hepimizin de bildiği gibi, İspanyolca hiçbir metin bulunamamıştır, çünkü Britannica Ansiklopedisinin bize bildirdiğine öre, Patlamadan yaklaşık yirmi yıl önce bu ulusun dini yetkilileri özel bir nihil obstat’ı1{13} olmayan bütün kitapların yakılmasını emretmişti. Fakat, artık yabancı kitaplarda bulunan kısa alıntılar sayesinde bir süreden beri Federico Lorca olarak da tanınan, söylenceye göre, zorla iğfal ettiği yirmi beş kadın tarafından barbarca öldürülen on dokuz ya da yirminci yüzyıl söylencesel Katalan ozanı Federico Garcıa’nın kişiliği hakkında oldukça açık bir fikir oluşturabilmiş bulunuyoruz. 1966’da bir Alman yazarı (C.K. Dyroff, Lorca: Ein Beitrag zum Duendegescbichte als Flamencowissenschaft) Lorca’nm şiirinden ‘ölümde-aşk-gibi-kök salmış olmanın’ şiiri olarak söz ediyor; bu şiirde çağın ruhunun, Endülüs gökleri altında cenaze törenine yakışır bir biçimde yapılmış kadanslar yoluyla kendini kendine açıkladığı belirtiliyor. Yukarıda anılan metne son derece uyan bu sözler Quaternulus’ta basılı, ateşli İberya sıcaklığı taşıyan öteki harika dizeleri aynı yazara bağlamamıza olanak sağlıyor: ‘Cuando caliente el sol su esta playa...’ Aziz dostlar, uzayvizyon araçlarının bizi sürekli kasvetli ve korkunç öykünmeci bir müzik bombardımanına tuttuğu bugün, saçma sapan sözleri, şarkı diye haykıran sorumsuzların, çocuklarına anlamsız şeyleri şarkı diye öğrettiği bugün, adı sanı belirsiz bir bando şefinin, endüstriyel saçmalığın en son ürünü, sarhoş gemicilerin ağzından duyulabilecek açık saçık dizeleri (‘Kanı, görmek istemem kanı, Ignacio’nun kumlara dökülmüş kanını) nasıl müzikleştirdiğini anlatan, ‘Kuzeyli insanın Çöküşü’ adlı çok önemli denemeyi anımsatma cesaretini göstereceğim. İzin verin bana, Lorca’nın çağın köyü karanlığından bize ulaşan o ölümsüz dizelerinin, iki bin yıl önceki bir dünyalının ahlaki ve entelektüel erdemine tanıklık ettiğini söyleyeyim. Karşımızda, kültürle şişmiş bir kafanın dolambaçlı, çapraşık araştırmalarına dayanmayan, ama içten gelen basit, taptaze ritimleri kullanan bir şiir var; bizi, böyle bir tansıktan, yaratıcı doğum sancısının değil bir Tanrı’nın sorumlu olduğunu düşünmeye götüren bir şiir. Bayanlar ve baylar, büyük şiir her yerde kendini belli eder; onun biçemi başka şeyle karıştırılamaz; evrenin birbirine ters uçlarından bile yankılansa, yakınlıklarını, benzerliklerini ortaya koyan kadanslar vardır. Böylece, seçkin meslektaşlarım, iki yıl önce bir Kuzey İtalya kentinin yıkıntıları arasında bulunmuş bir kağıt parçası üzerindeki bir tek dizeyi, tam metnini Quaternulus’ta iki sayfa olarak bir araya getirdiğimi sandığım daha büyük bir şarkının bağlamı içine yerleştirerek, sonunda bilime yaraşır bir karşılaştırma yapabildiğimi sevinç ve derin bir coşkuyla bildiririm size. Anlamca zengin eşsiz bir kompozisyon, Aleksandrin aylası içinde bir mücevher, biçemi, dili kusursuz:
Ciao ciao bambina
Get thee to a nunnery
Nunnery, hey nonny!
Come back to Sorrento
As dreams are made on.
Korkarım bu bildiri için bana verilen zaman bitti. Konuyu daha fazla tartışmak isterdim, ama çok hassas birkaç dilbilim sorununu çözer çözmez, bu paha biçilmez buluşumun meyvelerini tercüme edip yayınlayacağıma inanıyorum. Sonuç olarak, sizleri, kendi değerlerinin yok oluşunu ağlamadan sızlanmadan dile getirmiş, her zaman zarif ve güzel bir dünyayı betimleyen elmas sözleri neşeli bir incelikle söylemiş bu kayıp uygarlığın imgesiyle baş başa bırakıyorum. Fakat sonun bir sezgisiyle birlikte, peygamberimsi bir duyarlık da vardı. Geçmişin dipsiz, gizemli derinliklerinden, Quarternuhıs Pompeianus’un yıpranmış, silinmiş sayfalarından, radyasyonun kararttığı bir sayfada tek başına durup duran bir tek dizede, ileride ne olacağını bildiren bir önsezi buluruz belki de. Patlamanın tam da arifesinde şair, dünya nüfusunun yazgısını gördü, kutuplardaki geniş buz tabakaları üzerinde yeni ve daha ergin bir uygarlık kurulacak ve yepyeni ve mutlu bir gezegenin üstün ırkı temelini Eskimo soyundan alacaktı. Şair, geleceğin yolunun Patlamanın dehşetinden erdeme ve ilerlemeye doğru gittiğini gördü. Bunu görünce de artık korku ya da pişmanlık duymadı, böylece şu, bir mezmur gibi dolaysız dizeyi boşalttı şarkısının içine: ‘Bir eğlentideysen eğer paltonu ilikle. Kendine iyi bak.’
Yalnızca bir dize; fakat bize, refah içinde ilerleyen Kutup çocuklarına, acı, güzellik, ölüm ve yeniden doğuş darboğazından bir inanç ve dayanışma bildirisi gibi geliyor, atalarımızın güzel ve sevgili yüzlerini bir an için bu bildiride görüyoruz.
*"Singing in the rain" kastediliyor.
Yanlış Okumalar, Umberto Eco, Can Yayınları, s: 24-41
ayrıca bkz. http://meltemgurle.blogspot.com.tr/2009/12/yanlis-okumalar.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder