16 Mart 2016 Çarşamba

Frantz Fanon Üzerine

Alice Cherki
2000

Yeryüzünün Lanetlileri kitabı 1961 yılı Kasım sonunda François Maspero Yayınları’ndan çıktığında, lösemiden rahatsız olan yazarı Frantz Fanon Amerika Birleşik Devletleri’nde, Washington yakınlarındaki Bestheda kliniğinde ölümle mücadele ediyordu. Matbaadan çıkar çıkmaz el konulmaması için çetin yarı-gizlilik koşullarında basılan kitap, dağıtılır dağıtılmaz “devletin iç güvenliğine zarar verdiği” suçlamasıyla toplatıldı. Yine Fanon’un 1959 yılında Maspero Yayınları’nca basılmış ilk kitabı olan L’An V de la révolution algérienne’in [Cezayir Devriminin Beşinci Yılı] ve Cezayir savaşıyla ilgili çeşitli eserlerin (örneğin Maurice Maschino’nin Le Refus’sü [Red], Maurienne’in Le Déserteur’ü [Asker Kaçağı], onlardan önce de Henri Alleg’in La Question’u [Sorgu]) başına da aynı şey gelmişti. O dönemde bu tür yasaklar alışıldık şeylerdi.

Ama yine de kitap elden ele dolaşır ve basın geniş yer ayırır. Tunus üzerinden geçen karmaşık bir yolla Fanon 3 Aralık günü kitabının bir nüshasını eline alır. Yanında da gazetelerden kesilmiş yazılar vardır. 30 Kasım tarihli L’Express’te çıkmış olan Jean Daniel’in uzun bir makalesi övgü doludur. Bunu okuyan Fanon şu karşılığı verir: “Kuşkusuz, ama bu bana iliğimi iade etmez.” Fanon birkaç gün sonra, 8 Aralık 1961’de öldüğünde otuz altı yaşındadır.


1925 yılında Martinik’teki Fort-de-France’da, hali vakti yerinde bir küçük burjuva ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Çok sayıda kardeşin ortasında, köleliği sorgulamanın henüz âdet olmadığı eski bir sömürge dünyasında büyüdü. Bununla birlikte Fanon çok genç yaşta “de Gaulle’cü Güçler”e, Karaiplerdeki gönüllüleri toplayan V. tabura katıldı. Bu katılımı sırasında direniş kültürü edindi, ama aynı zamanda bayağı, gündelik ırkçılığı da deneyimleme imkânı buldu. (Aralarındaki tek ortaklığın bu olduğunu sık sık söylediği müstakbel General Salan tarafından verilmiş olan) savaş nişanıyla birlikte terhis olunca 1945 yılında Martinik’e geri döner, bakalorya sınavını verir ve Aimé Césaire’le sık sık görüşür (ona büyük bir hayranlık duymakta ama siyasal görüşlerini paylaşmamaktadır). Césaire o dönemde Martinik’i Fransa’nın bir eyaleti olarak kabul etmeyi tercih etmişti.

Fanon kendini hemen Fransa’da bulur ve Lyon’da tıp öğrenimine devam eder. Öğrenimine paralel olarak felsefe, antropoloji ve tiyatroya merak sarar ve erken psikiyatri uzmanlığına başlar. Aynı zamanda, hiçbir siyasal partiye katılmaz ama sömürgecilik-karşıtı bütün hareketlere katılır ve sömürge kökenli öğrencilere yönelik çıkartılan Tam Tam adlı küçük bir süreli yayının yazı işlerine katkıda bulunur. Özellikle ilk makalesini 1952 yılında Esprit dergisinde yayınlar. “Kuzey Afrika Sendromu” adlı bu makalede, bir sürgün olan, “gün be gün ölen insan” olmaktan ıstırap çeken, kökenlerinden ve amaçlarından koparak, büyük gürültü patırtı içine fırlatılan bir nesne ve bir şey halini alan Kuzey Afrikalı işçiyi sorgular.

On beş ay kalacağı Saint-Alban psikiyatri kliniğinde Fanon çok önemli biriyle karşılaşır: ispanyol kökenli psikiyatr ve Franco-karşıtı militan François Tosquelles. Bu Fanon için hem psikiyatri planında hem de sonraki angajmanları açısından çok önemli bir eğitim olur. Bedensel ile psişiğin, yapı ile tarihin bağlantısı yerine akıl hastalığının tüm dereceleriyle sorgulandığı noktayı burada bulur. 1953 yılında psikiyatri klinikleri hekimi olur ve Cezayir’deki Blida psikiyatri kliniğine atanır. ilk kitabı olan Peau noire, masques blanc [Siyah Deri, Beyaz Maskeler] 1952 yılında Francis Jeanson sayesinde Seuil Yayınları’ndan çıkmıştı.

Cezayir’de yalnızca akıl hastanelerinin klasik psikiyatrisiyle karşılaşmakla kalmaz, dahası yerlilerin ilkelciliği üzerine Cezayir Okulu’nun psikiyatrlarının teorisiyle de karşılaşır. Dönemin Cezayir’inin sömürge gerçeğini yakından keşfeder. Başlangıçta tüm enerjisini kendi sorumluluğundaki servisleri dönüştürmeye harcayacak ve Tosquelles’in uyguladığı “sosyal-terapi”yi getirecektir. Böylelikle tedavi edenlerin akıl hastalarıyla ilişkisini sürekli dönüştürmeye çalışır, Avrupalılarla olduğu kadar Müslüman “yerliler”le de ilişkiye girer ve onların kültürel göndergelerini, dillerini, toplumsal yaşamlarının örgütlenmesini, anlam oluşturabilecek her şeyi restore etmeye çalışır. Bu küçük psikiyatrik devrim hem tedavi personeli tarafından –ki bunların çoğu siyasal olarak angaje kişilerdi– hem de bölge militanları tarafından kabul gördü. Fanon’un ünü yayılır. Yıl 1955’tir ve Cezayir savaşı başlar.

Fanon Cezayirlilerin bağımsızlık arzusu karşısında Fransız sosyalist hükümetinin körlüğünü anlamaz ve sömürgecilik-karşıtı tavırları giderek daha fazla bilinir. Siyasi tutukluların ailelerine maddi destek vermeyi amaçlayan insani yardım derneği olan “Cezayir Dostları” hareketiyle ilişkiye girecektir. Bu dernek aslında Blinda yakınlarında gerilla faaliyeti yürüten savaşçılarla bağlantı halindeki milliyetçi militanların yönetimindedir. Fanon’a ilk gelen talep, psişik rahatsızlık çeken gerillalarla ilgilenmesi olur.

Böylelikle, psikiyatri ile politik angajman arasındaki kılcal ilişkiler yoluyla Fanon Cezayirlilerin bağımsızlık mücadelesine katılır. 1956 yılı sonunda psikiyatri doktoru görevinden istifa eder ve sömürge genel valisi Robert Lacoste’a yazdığı bir açık mektupta insanları ne pahasına olursa olsun zihinsel rahatsızlıklarından kurtarmanın kendisi için imkânsız olduğunu, “hukuksuzluğun, eşitsizliğin ve inayetin yasama ilkesi haline getirildiği, kendi ülkesinde sürekli akıl hastası olan yerlinin mutlak bir kişisizleştirme içinde yaşadığı bir ülkede bu insanları yerli yerine yerleştirmenin” elinden gelemeyeceğini belirtir. Fanon Cezayir’den sürülür.

Daha sonra Fransa’da üç ay geçirir. 1957 yılının bu ilk üç ayında, Cezayir’in bağımsızlığının kaçınılmaz olduğu şeklindeki görüşüne yandaş bulamaz. FLN’nin Fransa federasyonundan yardım alarak Tunus’a geçer ve orada ulusal kurtuluş hareketinin dış örgütlenmesini oluşturur. Kopuş tamamlanmıştır.

Fanon Tunus’ta hem psikiyatri alanında hem de politik alanda olmak üzere ikili bir faaliyet yürütecektir. FLN’nin gazetesi El Mucahid’in kadrosuna dahil olacaktır. Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin bütün çelişkilerine, politik temsilciler ile ordu arasındakiler de dahil olmak üzere, içerden tanık olacaktır. Çoğu zaman hayal kırıklığına uğrasa da, Cezayir kurtuluş mücadelesinin bir savunucusu ve sürekli yenilikçi bir psikiyatr olarak kalmaya devam edecektir. Aşağı-Sahra Afrika’sıyla giderek daha fazla ilgilenecektir ve Cezayir Cumhuriyeti geçici hükümeti tarafından 1959 sonunda Kara Afrika’da gezici büyükelçi olarak atanacaktır. Afrika’da bağımsızlıklar yılıdır bu. Fanon gerçekten de bir gezgin olacaktır, Gana’dan Kamerun’a, Angola’dan Mali’ye hesapsızca dolaşarak gerçek bir bağımsızlık mücadelesini savunacaktır. Hatta Mali’den yola çıkarak Sahra’dan geçecek ve Cezayirli savaşçılarla birleşecek bir cephe olasılığı bile düşünür.

Ama 1960 Aralık ayında, Tunus’ta kaldığı sırada, Fanon omurilik lösemisine yakalandığını fark eder. Bir yıllık ömrü kalmıştır ve bu sırada Les Damnés de la terre’i [Yeryüzünün Lanetlileri] yazar.

Adı, yayıncılarının değil kendisinin seçtiği tek kitap olan bu eser, bir hekim olarak o dönemde tedavisi olmadığını bildiği bir hastalığa mahkûm biri tarafından kaleme alındı.

Saate ve ölüme karşı gerçek bir yarışta Fanon son bir mesaj vermek ister. Kime? Yoksullara, mülksüzlere. Ama bunlar, esasen, “Ayağa kalkın yeryüzünün lanetlileri, ayağa kalkın açlığın forsaları” diye marşlar söyleyen XIX. yüzyıl sonu sanayileşmiş ülkelerinin proleterleri değillerdir. Fanon’un hitap ettiği yeryüzünün lanetlileri gerçekten toprak ve ekmek isteyen yoksul ülkelerin yoksulları, mülksüzleridir; oysa ki o dönemde genellikle ırkçı ve deniz-aşırı halklar konusunda açıkça cahil olan Batı dünyasının işçi sınıfı doğrudan doğruya kâr elde ettiği sömürgelerin kaderine nispeten ilgisizlik sergiliyordu.

Ne bir ekonomi kitabı, ne bir sosyoloji, hatta politika denemesi olan bu eser sömürgeleştirilmiş ülkelerin durumu ve geleceğine hakkında bir çağrı, hatta bir alarm çığlığıdır. Fanon, bütün eserlerinde olduğu gibi, politika, kültür ve bireyi gerilim halinde buraya yerleştirir ve ekonomik, politik ve kültürel tahakkümün tahakküm altındaki kişi üzerindeki etkilerini açıklar. Fanon’un analizi yalnızca halkların değil öznelerin de köleleştirilmesinin sonuçları üzerinde ve öncelikle bireyin kurtuluşu, “varlığın sömürgesizleştirilmesi” olan kurtuluş koşulları üzerinde ısrarla durmaktadır.

Yeryüzünün Lanetlileri Frantz Fanon’un son kitabıdır. 1952 yılında, yirmi beş yaşındayken, Siyah Deri, Beyaz Maskeler’i ve 1959 yılında Cezayir Devriminin Beşinci Yılı’nı yazmıştı. Bunlar François Maspero’nun ilk yayınladığı kitaplar oldu. Çok sayıda makale de yazdı: Daha önce sözünü ettiğimiz “Kuzey-Afrika Sendromu”, psikiyatri tebliğleri ve özellikle 1956 yılında Birinci Siyah Yazarlar Kongresi’nde yaptığı “Irkçılık ve Kültür” konuşması ile 1959 yılında Roma’da ikinci Siyah Yazarlar Kongresi’ndeki “Kültür ve Ulus” tebliği. Bütün bu metinlerde argümanların açılımı teorik olana değil yaşanan şeylere dayanır. Düşüncesinin gelişiminin çıkış noktası yaşanan şeylerdir. Daha Siyah Deri, Beyaz Maskeler’de ırkçılık üzerine düşünme, bazı kültürlerin tekyanlı olarak kararlaştırılmış tahakkümüne bağlanmıştı: bir kaza, psikolojik bir kapris değil, sömürge durumunda da işleyen kültürel bir baskı sistemi söz konusudur. Egemen kültürün uyguladığı baskının, toplulukları, politikayı ve kültürü, aynı zamanda psişik varlığı etkilendiren baskının sonuçları aydınlatılmazsa ırkçılığa karşı savaşmak boşunadır.

Yeryüzünün Lanetlileri’nde toplulukları olduğu kadar bireylerin kişisel geleceklerini de altüst edip başkalaştıran egemen bir dünyanın yabancılaştırması üzerine bu soruşturma sürer. Kitap, ezen/ezilen ilişkisinin verilerini ve kurtuluşun koşullarını politik mücadele çerçevesinde radikalleştirerek ele alır ve öznenin kurtuluşunu politika ile kültüre bağlar. Son iki bölümden biri kültüre ve kültürün ulusal inşayla ilişkisine, ikincisi ise Cezayir savaşının her iki tarafta yol açtığı travmatik rahatsızlıklara ayrılmıştır.

Fanon kendi tekil deneyiminden yola çıkarak yazar; kendi dolaysız tarihinden, bu tarihe dalışından, özümsemesi ve aktarması şart olan deneyimden yola çıkar. Yazının kendisi de bu hareketi izler: Kitabın beş bölümünü oluşturan farklı temalar fragmanlar halinde, bir şiirin kıtaları halinde düzenlenmiştir; bunların arasına kesin analiz zamanları girer ama bunlar her zaman, genç Fanon’un ilk kitabı Siyah Deri, Beyaz Maskeler hakkında kendisinin söylediği gibi, anlamların ötesinde, yalnızca kavramın kullanımına bağlı olmayan bir kavrayış üretmeye çalışan bir dilde yazılmıştır.

Fanon, söylem türlerini ve düzeylerini –politik, kültürel ve psikolojik analiz– karıştırmış olmakla, zihinsel rahatsızlıkla karşılaşan psikiyatr olarak deneyiminin alanından politik alana uygun düşmeyen veriler taşımakla eleştirilebilir, eleştirilmiştir de. Üslubu lirik ve kâhince olarak nitelenerek eleştirilebilir. Ama, paradoksal bir şekilde, Fanon’un modernliğini oluşturan da budur. Psikiyatr olarak ıstırap çeken öznelliklerle deneyimi onu yoksullarla doğrudan temas noktasına yerleştiriyordu.

Şiddet üzerinde ısrar etmiş olması da eleştirilmiştir. Oysa Fanon bireye karşı uygulanan şiddetin sonuçlarını kendi deneyimiyle bilmektedir: Bireyin kendisi için kişiliksizleştirici taşlaşmadan ya da yeri belli olmaz biçimde uygulamaya koyacağı korkunç bir şiddet itkisinin istilasından başka çaresi kalmaz. Bu şiddet, inkâr edilmek yerine, aşmayı sağlayan kurtuluş mücadelesi olarak örgütlenmelidir. “Irkçılık ve Kültür”de Fanon tebliğini şöyle noktalıyordu: “işgalcinin spazmlı ve katı kültürü, serbest kaldığında, gerçekten kardeş olan halkın kültürüne açılır. iki kültür karşı karşıya gelebilir, zenginleşebilir. […] Evrensellik, sömürge statüsü bir kez geri dönüşsüz olarak ortadan kaldırıldığında farklı kültürlerin karşılıklı göreceliğini üstlenme kararında yatar.” Siyah Deri, Beyaz Maskeler’de de siyah dünya ile beyaz dünya arasındaki bu aşmayı belirtir: “Her ikisi de kendi atalarının insanlıkdışı seslerinden uzaklaşmalıdırlar ki böylece gerçek bir iletişim doğabilir.” Bu aşma anlayışı, bu arada politik mücadele içinde radikalleşmiş olsa da, Yeryüzünün Lanetlileri’nde yeniden karşımıza çıkar.

Fanon’un dileği üzerine Sartre’ın bu kitaba yazdığı güzel önsöz, belli ki yıllar içerisinde metnin gövdesinden daha fazla okunmuştur. Yine de, belli bir biçimde, Fanon’un kaygılarını ve üslubunu saptırmaktadır. O esasen Avrupalılara hitap ederek, o metin ile temsil ettiği metin arasına ilk uyumsuzluğu dahil etmektedir. Fanon ise bütün ötekilere hitap etmektedir ve “öteki korkusu”nun aşılmış olacağı bir gelecekten söz etmektedir onlara. Bu önsöz özellikle Fanon’un şiddet üzerine analizini radikalleştirmektedir. Gerçekten de Sartre şiddeti doğru bulurken Fanon analiz eder, onu başlı başına bir amaç haline getirmez, zorunlu olarak geçilecek bir yer olarak görür. 

Bu nedenle Sartre’ın yazısı zaman zaman suç işlemeye teşvik vurguları taşımaktadır. “Fanon’u okuyun: Çaresizlik dönemlerinde duyulan çılgınca öldürme isteğinin sömürge insanının kolektif bilinçaltı olduğunu anlayacaksınız,” ya da “Bir Avrupalıyı öldürmek bir taşla iki kuş vurmak, tek bir atışta hem ezeni hem de ezileni yok etmektir: geriye bir ölü ve bir özgür insan kalır,” gibi cümleler Fanon’un önermelerinin kapsamını daraltmaktadır, çünkü bunlar şiddeti değil, bireysel gerçek cinayeti doğrular gibidir. Benliğin bir olasılığı içinde varlık haline gelebilmenin çağrısı olan her insan varlığına içkin şiddetin içinde değil, suça eğilimliliğin içindeyiz. Fanon Sartre’ın önsözünü okurken hiç yorum yapmadı; hatta, her zamanki halinin tersine son derece sessiz kaldı. Yine de, François Maspero’ya, vakti geldiğinde kendini ifade etme imkânı bulacağını umduğunu yazdı.

Yetmişli yıllarda kılavuz bir kitap olarak kabul edilen, esasen Üçüncü Dünyacılığa bağlı olan ve ezilenin bulunduğu yerde yabancılaşmasının [delirmesinin] temelleri üzerindeki ısrarcı sorgulamasını geri planda bırakarak politik tezleri öne çıkan Yeryüzünün Lanetlileri daha sonra unutuldu ve onunla birlikte Fanon’un bütün eseri de zaman aşımına uğramış kabul edildi. Fanon’un gösterdiği politik cesaret artık işe yaramaz –çünkü geride kaldığı söylenen bir sömürgesizleştirme dönemine bağlıydı– olarak ve olguların hayalkırıklığına uğrattığı bir umudun taşıyıcısı olarak kabul edildi. Fanon kurtuluş mücadelesinde köylülerin gücünü fazla abartmamış mıydı? Ne var ki, dönemin Cezayir politik mücadelesi koşullarında savaşçılar çoğunlukla köylülerden oluşuyordu. Fanon’un dönemsel bir tarihi deneyimi yazdığını unutmayalım. Ve ona göre, köylü dinamizmi, “Kendiliğindenliğin Büyüklüğü ve Zaafı”nda (Yeryüzünün Lanetlileri’nin ikinci bölümü) açıkladığı gibi gericiliğe de devrime de eşlik edebilir.

Dinin gücünü küçümsememiş miydi? Gerçekten de, Fanon’un katıldığı Cezayir kurtuluş mücadelesi islami bir devrim olarak kendini tanıtmıyor ve farklı akımları bir araya getiriyordu. 1956 yılında Summam kongresi platformu, esinleyicilerinin çelişkilerine rağmen, dini merkeze koymuyor, daha ziyade çoğulluğa başvuruyordu. Fanon’un sömürgesizleştirme yolundaki ülkelere, yeni insan yaratma, oluşturma çağrısı Afrika ülkelerinin geleceği tarafından sakatlanmadı mı? Sonraki jeopolitik evrim tüm bu umutları yalanlamadı mı? Aslında bu evrim Fanon’un çekindiği bir gelecek karşısındaki çekincelerinin (“Ulusal Bilincin Geçirdiği Sınavlar ve Sıkıntılar” bölümü) sağlam temellere dayandığını doğruladı.

Fanon olumsal bir gerçekliği analiz ediyordu ve onun kitabı, mümkün olabilecek olana bir çağrı olarak anlaşılmak yerine kendi döneminin bağlamıyla sınırlandırılırsa ancak “evre-dışı” olarak algılanabilir. Umutlarının somutlaşmamış olması bu umutları ifade ettiği gerçekliği yanlış mı kılar? Bu gerçekliğin, şiddet de dahil olmak üzere, günümüzde artık sömürge baskısı ya da üçüncü dünyanın geleceği terimleriyle ifade edilmediğini, eşitsizliklerin büyümesi, Kuzey ile Güney arasındaki büyüyen mesafe, dışlama, öznelerin nesneye indirgenmesi terimleriyle dile getirildiğini gayet iyi biliyoruz.

Sömürgesizleştirmeden ve Cezayir Savaşı’ndan kırk yıl sonra, ekonomik küreselleşmenin diktasına doğru ilerlediğini gördüğümüz bir dünyada bu gerçeklik, gündelik olarak, Güney/Kuzey ilişkisi içinde yazılır ve belirir: Afrika ülkeleri hükümetlerinin örgütlediği, kurumlaştırdığı ve gelişmiş dünyanın büyük petrol, ilaç şirketlerinin ve diğerlerinin sağlamlaştırdığı yozlaşma ve çürüme. Aynı zamanda bu aynı dünya, demokrasiyi amaçlayan bütün kurtuluş hareketlerinin, Fanon’un hayalini kurduğu ve bu amaçla, angaje bir psikiyatrken ezilen halkların davasının militanı haline geldiği, halkların kendi kendilerini yönetmelerinin kötüye kullanılması karşısında, müdahale etmeme adına, ama özellikle de sürdürülmesi gereken bir ekonomik emperyalizm adına ilgisizliğini korumuştur.

Ama bu gerçeklik yalnızca “gelişme yolunda” denen ülkeleri ilgilendirmekle kalmaz. Aynı zamanda, “gelişmiş” denen dünyadaki eşitsizliklerin büyümesini de kapsar; bu büyüme en yoksullar için geçici işleri ve işsizliği zorunlu kılmakta ve onlara ütopik değil topik bir yer ayırmaktadır: Bu yer, dışlamadır. Fanon bunun yanlışlığını ortaya koyuyordu, çünkü herkesin “ölüme yakın” bir yaşam sürmesini, gündelik geçim derdi içinde sürünmesini, hayatı “temel verimlilikte bir açılım ya da gelişme olarak değil, atmosferik bir ölüme karşı sürekli mücadele olarak” algılamalarını istemiyordu. Fanon her insanın kendi tarihinin öznesi ve politikanın faili olmasını arzuluyordu.

Ruanda’dan Bosna’ya, Afganistan’dan Ortadoğu’ya, Amerika’yı ve Avrupa’yı da kapsayacak şekilde, parçalanmış, kana ve ateşe bulanmış, şiddetin şiddeti kovaladığı ve devletlerin yol açtıkları şey karşısında şaşkınlığa ve öfkeye kapıldığı, halkların şiddetinin cehennemi ve insanlıkdışı bir döngü yarattığı, hem bireysel düzlemde hem de kolektif planda XXI. yüzyıl kuşaklarının düşüncesini, yaşamını ve geleceğini ortadan kaldıran bir dünya uzanmaktadır.

Günümüzde Cezayir savaşından yeniden söz ediliyor; otuz beş yıl boyunca “olaylar” diye adlandırıldıktan sonra nihayet yeniden adı konuyor. Yeniden güncelleniyor ve işkence teşhir ediliyor. Ama birçok güncel yazı, o dönemde çatışan iki tarafın vahşetini birbirine denk göstererek, güçlerin dengesizliğinin analizini gözardı ediyor. Fanon’un kendi döneminde analiz etmiş olduğu, birbirinden kopuk, her türlü diyaloğu dışlayan bu iki dünya arasındaki bu güçler ilişkisi, dünyanın birçok bölgesinde bugün de yürürlükte değil midir? Şirketler ve gelişmiş devletler bizzat kendi topraklarında şiddetin ortaya çıkmasına şaşırdıklarında, öfke anlayışın yerini almıyor mu? Şunu anlayalım: Bu iki dünya arasında hiçbir anlaşma kurulamadığında, söz aracılığıyla her türlü dolayım uzamı kapandığında ve en güçlü dünya ötekinin yerinin de sahibi olduğunu –bu yer ister toprak olsun, ister kültürel ya da psişik– ilan ettiğinde olup biten nedir? Fanon’u telaşlandırmış ve onu Yeryüzünün Lanetlileri’ni yazmaya yöneltmiş olan şey tam da bu dünyanın öngörüsüdür.

Ayrıca, kurtuluş savaşları da dahil olmak üzere, bitmek bilmez sıkıntılara yol açan ve şiddetin yinelenip durmasına, etnik ve kimlik regresyonlarına neden olan savaşların travmatik sonuçlarını da fark etmişti. Bu regresyonlar bitmekte olan yüzyılın tarihini kat eder ve yeni, ama aynı zamanda çok eski bir fikirle yeni yüzyılı başlatırlar: Ötekini kötülüğün, kendini ise iyiliğin cisimleşmesi olarak göstermek.Fanon bu simgeleri Yeryüzünün Lanetlileri’ndeki sömürge durumu analizinde tanımlamıştır: Sömürgeci için sömürge halkı kötülüğün cisimleşmesidir. Bunun ötesinde, bu konfigürasyonun öznel plandaki yıkıcı etkilerini de belirtir: kötülük olarak tanımlanan, bakışın dondurduğu kişi öncelikle öznelikten-çıkartıcı utancı, sonra da nefreti hisseder. Bu süreç günümüzde tuhaf bir güncellik kazanmıştır.

Yeryüzünün Lanetlileri’ni bu eserin yazıldığı, sınırları belirli tarihsel dönemin ötesinde ve bizim modernitemiz ışığında tekrar okumak gerekir. Bize neyi göstermektedir? Büyümenin Güney’de olduğu kadar Kuzey’de de bir yana bıraktıklarının çoğalması, ama aynı zamanda bu aynı modernitenin küreselleşme karşısında “hiçsizler” olarak belirtmekten sevinç duyduğu herkesin öznel olarak aşağılanma ve ezilmesinin sürekli yenilenmesi: vatansızlar, topraksızlar, evsizler, işsizler, kâğıtsızlar, söz söyleme hakkından yoksun olanlar.

Yeryüzünün Lanetlileri’ni okumak ya da tekrar okumak, insanların bu türden yoksunluk kayıtları içinde tutulduklarında ne olduğunu anlamaya yardım eder: şiddet, etnik ya da kimlik regresyonlarına başvuru. Ama bu yinelenen temaların ötesinde, Fanon’un güncelliği şunda da yatmaktadır: Bir yanda güç ilişkilerinin yabancılaşmasının materyalist analizinin ve diğer yanda varoluşçu ya da kültürcü özne bakış açısının (hatta, psikanalitik düzlemde, çevredeki dünyadan kopuk bir öznel macera bakış açısının) birbirine hak vermediği bir dönemde, öngörülü bir şekilde, o, bedeni, dili ve başkalığı bizzat politikanın geleceğinin inşasında zorunlu öznel deneyim olarak koyan yeni bir bilgi inşasını yerleştirmeye çalıştı. Bu yaklaşım özünde Marcuse Okulu’nun yaklaşımından, hatta ikinci Dünya Savaşı’nın ve Amerika Birleşik Devletleri’ne zorunlu sürgünlerinin ezdiği Viyana’nın politik psikanalistlerinin kaygılarından pek de uzak değildir.

Dolayısıyla Fanon’un büyük bir güncellik taşıması tesadüf değildir. Kökenleri ve geçtiği yol itibarıyla, bu zaman dilimini kesintiye uğratmış travmatik durumlarla boğuşan faillerinden biri olduğu geçen yüzyılın olaylarıyla kesişir.

Ayrıca yaşamı ve düşüncesinin evrimi bakımından da güncelliğini korumaktadır: Bu ekonomik küreselleşme ve öznenin dışlanması çağında, ideolojilerin çöküşü olarak adlandırılan şeyin ötesinde, genç Fanon’un yazdığı ve eylem halindeki tüm düşüncesine rehberlik eden cümle –“Ey bedenim, beni daima sorgulayan bir insan kıl!”–, dilleri ve doğum yerleri neresi olursa olsun zamanımızın birçok gencinde yankı bulmaktadır.

Yeryüzünün Lanetlileri, Frantz Fanon,  Çeviri Şen Süer, VERSUS KİTAP,  Kasım 2007

ayrıca bkz. https://tr.wikipedia.org/wiki/Frantz_Fanon

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder