24 Ekim 2017 Salı

Bilim Nedir?

Isaac Asimov

Bilim meraktan doğdu... Hani insana mevlâsını da, belâsını da bulduran "merak" var ya? İşte, ondan...
Merak, durdurak bilmeyen, sınır tanımayan bir öğrenme arzusudur. Cansız maddelerde bulunmayan, üstelik canlıların yalnızca bir bölümünde görülen bir özelliktir. Bu yüzden, yaşayıp da "merak duymayan" yaratıklara "canlı" demeye kolay kolay dili varmaz insanın...

Örnek olarak ağacı alalım. Ağaç, içinde bulunduğu, içinde yeşerip dalbudak saldığı çevre hakkında merak duymaz. Hasbelkader oradadır. Sünger de, midye de öyle... Nelere gereksinmeleri varsa, rüzgar, yağmur, akıntılar getirir onları... Onlar da alabildiklerini alırlar, bu doğa olgularından... Ama, gün olur, doğa, onlara, yangın, zehir, deprem, etobur ve asalakları da getirir. İşte, o zaman, yaşadıkları gibi, gösterişsizce, tantanasız biçimde, öte âleme göçüp giderler.



Varoluşun ilk aşamalarında canlı yaratıklar hareketsizdi, doğaya kuldu. Ama, neden sonra, bazı canlılar bağımsız ve serbest hareket edebilme yeteneğini geliştirdiler. Bu yaratıkların doğayı, çevrelerini denetim altına alabilmelerinde önemli bîr adım oldu bu... Yiyecekleri şeylerin ayaklarına gelmesini beklemek yerine, onları aramaya, onların peşine düşmeye başladılar böylece...

"Macera" dünyaya böyle ayak bastı. Macerayla birlikte de "merak" doğdu. Kıyasıya, acımasızca sürdürülen besin avında çekingenlik gösterenler, macerayı göze alamayanlar, doğayla ve çevreleriyle ilişkilerinde "tutucu" olanlar yaya kaldılar, ölüp gittiler. Kısacası, çevreye, çevrede olup bitenlere "merak duyma" varoluşun kaçınılmaz bedeli olup çıktı.

Tek-hücreli paramesyumlara bakın... Bir şeyler arıyormuş gibi hareket ederler doğada... Kuşkusuz, bizim gibi, insanlar gibi, "bilinçli" bir arayış, "bilinçli" bir istek değildir bu... Ama, basit bir kimyasal-fiziksel arayış bile olsa, yine de arayıştır. Yiyecek bir şeyler bulabilmek için doğayı kolaçan eder gibidir. İşte, merakın "güdüsel" denilebilecek bu "eyleme dönüşme biçimi", hareket eden canlıları hem hareketsizlerden, hem de cansızlardan ayırır. Onları insana en çok yakınlaştıran özellikleridir bu...

Canlı yaratıkların evrimine baktığımızda, onların, zaman içinde, giderek daha karmaşıklaştıklarını, yeni ve daha karmaşık duyular geliştirdiklerini, çevreye daha duyarlı duruma geldiklerini görürüz. Doğal çevreyle daha yoğun bir iletişim kurmaya, çevreden yeni mesajlar alıp oraya yeni mesajlar yollamaya başlarlar. Hangi sebep-sonuç ilişkisindendir bilinmez, ama, çevre hakkında duyularca toplanıp yorumlanan bilgilerin depolandığı sinir sistemi de bu süreç içinde giderek karmaşıklaşır.


Ama, her şeyin olduğu gibi, dış dünyadan alınan, depolanan ve yorumlanan bilgilerin de bir sınırı, bir kapasitesi vardır. Öyle bir an gelir ki, toplanıp yorumlanan bilgiler "ihtiyaç duyulan" bilgileri aşar. Diyelim ki, herhangi bir canlı yaratık tıka-basa doydu. Görünürde de canına kastedecek herhangi bir tehlike yok... O zaman ne yapacak? Sorun da bu ya...

Tıka-basa doymuş, tehlikeyle burun buruna olmayan yaratığın önünde bazı seçenekler vardır. Örneğin, istiridye mahmurluğuyla kabuğuna çekilebilir. Ama, daha karmaşık, daha üst yaşam biçimlerini simgeleyen canlılar böyle yapmazlar. Çevrelerini kolaçan ederler, doğa hakkında yeni şeyler öğrenme istek ve güdüsünü sergilerler. "Zararsız merak" da diyebilirsiniz buna... Böylesi zararsız meraklara burun kıvırabilir, onu küçümseyebilirsiniz. Yanılırsınız, böyle yapmakla... Canlılarda zekânın ölçeği, ölçütüdür bu merak... Örneğin, bir köpek, en miskin anında bile, sağı-solu koklar, insan kulağının alamadığı seslere durup dururken kulak kabartır. Kedi öyle mi? Değil elbette... Doymuş kedi, meraksız bir yaratıktır. Tüylerini yalar, büyük bir keyifle gerinir, sonra da derin bir uykuya dalıp gider. İşte, köpeğin kediden "zeki" sayılması da bundandır.

"Merak fazlası" da diyebilirsiniz buna...

Yaratık ne kadar zeki, beyni ne kadar gelişkinse, "merak fazlası" da o kadar çoktur.

Alalım maymun örneğini... "Maymun iştahlı" sözü boşuna edilmemiştir. Sağı-solu kurcalayan, her şeye burnunu sokan, olur-olmaz şeyleri en az bir kere deneyenler için kullanılır bu deyim... Arı kovanı gibi işleyen bir beyni vardır bu yaratığın... Ortada "merak duyulacak" bir şeyler olmasa bile arayıp bulur, yaratır. Sözün özü, maymun meraklı bir yaratıktır. Merak duymuş olmak için merak duyar. Bu açıdan bakıldığında, insan, süper maymundan gayrisi değildir.

İnsan beyni, tüm evrende en iyi örgütlenmiş, en karmaşık kitledir. Çevreyle ilgili bilgileri algılama, depolama ve yorumlama kapasitesi, varoluş için gerekli kapasitenin çok ötesindedir. Bir hesaba göre, insan beyni, insan ömrü süresince, 15 milyar kalem bilgi toplayabilir, edinebilir.

Varoluş için büyük yararları olduğu gibi, "hayat" yönünden de zararları vardır bunun... Böylesine geniş bir alanda böylesine çok bilgi sahibi olmak, insanda, "can sıkıntısı" denilen onanmaz hastalığa yol açar. Bildikleriyle ister istemez yetinmek zorunda kalan, öğreneceği fazla bir şeyler kalmayan insanlar, beyinlerini varolmaya yetecek kadar çalıştırırlar. Bu da, en hafifi zihin dağınıklığı, en şiddetlisi ruh hastalığı olan çeşitli düzensizliklere yol açar.

Özetle söyleyelim: Ortalama insanda yoğun, dur-durak bilmeyen, sınır tanımayan bir merak vardır. Bu merakını hemen elinin altında bulunan olanaklarla, yararlı biçimde gideremezse, "kötü ve zararlı" biçimlerde giderme yolunu seçer. "Arayan belâsını da bulur, mevlâsını da bulur" ya da "Burnunu başkalarının işine sokma" sözleri bu gibilerine söylenir. Merakın sonuçları her zaman hoş değildir, kısacası... "insanın başına ne gelirse ya meraktan..." diye başlayan sözler, boşuna söylenmemiştir, yani...

İnsana zaman zaman zararlı sonuçlar da getirebilen "merak", insan ırkıyla ilgili efsanelerde de dizboyudur. Alın, Eski Yunan'daki "Pandora Kutusu" öyküsünü... Efsane o ki, "ilk kadın" olan Pandora'ya "açılması yasak" bir kutu vermişler. Merak bu ya? O da hemen oracıkta kutuyu açıvermiş.. Hastalık, açlık, nefret ve akla gelebilecek her türlü kötülük çıkıvermiş kutudan... Bir daha da kutuya girmemiş, O günden bu yana dünyanın başına musallat olmuş...

İncil'in sayfalarına göz atıp Havva'nın öyküsünü okuduğumuzda, Yılan'ın tahrik edici, ayartıcı, baştan çıkartıcı sözler etmek için boşuna nefes tükettiğini görürüz. "Onca dil dökmeye ne gerek vardı?" diye kendi kendimize sorarız. Biliriz ki, Havva anamız, o kahrolası merakı yüzünden, nasıl olsa "yasak meyve"yi yiyecekti. Simgelere meraklı olanlar için söyleyelim: Elinde yasak meyvesi, ağacın altında duran Havva'yı ilgiyle dalından izleyen yılan, aslında, MERAK'ın ta kendisidir.

İnsandaki tüm güdüler gibi, merak da, kuşkusuz, kötü biçimlerde, kötü amaçlarla kullanılabilir. Üstyerine görev olmadığı halde başkalarının ne yaptığını, ne konuştuğunu, ne düşündüğünü merak edenlere, küçümseyici biçimde, "meraklı" denmesi de bundandır. Ama, ne olursa olsun, merak yine de insan beyninin en erdemli, en soylu özelliklerinden biridir. "Merak", yani "bilmek ve öğrenmek arzusu" olmasaydı, insan da olmazdı.

"Bilmek ve öğrenmek arzusu" herşeyden önce, insan yaşamının günlük gereksinmelerinin karşılanmasına dönüktür. Ekim en etkili biçimde nasıl yapılır? Hasat en az kayıpla nasıl kaldırılır? Hayvanlar nasıl avlanır? Elbise nasıl dikilir? "Uygulamalı sanatlar" da diyebilirsiniz, merakın bu dile geliş biçimine...

Ama, varolmak için ihtiyaç duyulan bu basit beceriler geliştirildikten sonra ne olacak? Günlük gereksinmeler karşılandıktan sonra neye merak duyulacak? İşte, günlük gereksinmelerin karşılanmasıyla mantığı gereği yetinemeyen "bilmek ve öğrenmek arzusu", bu noktadan sonra, insanı, daha geniş-ufuklu, daha kapsamlı, daha karmaşık çabalara itmektedir.

Alalım, "güzel sanatlar" örneğini... Bir görüşe göre, "güzel sanatlar" insanın doymak bilmeyen, sınır tanımayan ruhsal gereksinmelerini karşılamak amacından çok, can sıkıntısından doğmuştur. Yapılacak başka şey olmadığı için yaratılmıştır. Bir bakıma doğru, bir bakıma eksiktir bu görüş... Sanat tarihini inceleyenler, güzel sanatların, yalnızca ruhsal değil, "dünyevî" boyutlarının da bulunduğunu bilirler. Resim ve heykellerin bereket ve din simgeleri olarak kullanıla geldiğini bilmek için de ayrıca sanat tarihçisi olmak gerekmez. Ama, öte yandan, önce bu nesnelerin yaratıldığı, sonra da kullanıldığı bir gerçek... Bu da, güzel sanatların can sıkıntısından doğduğu görüşüne güç kazandırıyor.

Bize kalırsa, güzel sanatların güzellik duygusundan, güzellik arayışından doğduğunu söylemek, sapla samanı karıştırmaktır. Deyim yerindeyse, kağnıyı öküzün önüne koymaktır. Önce ortaya sanat çıkmıştır. Buna "güzel" denmesi sonradandır, "güzellik" yönünde gelişmesinin doğal uzantısıdır. Kısacası, güzel sanatlar, kendileri için pratik kullanımlar bulunmadan çok önce doğmuşlardır. İnsan beynine, insanın "yaratıcı" yeteneklerine "meşgale" bulmak için yaratılmışlardır.

Öte yandan, çok güzel, çok görkemli bir sanat eserinin üretilmesi de, tek başına, doyum veren bir meşgale değildir. O sanat eserinin başkalarınca görülmesi, beğenilmesi esastır. Yalnızca yaratıcısı için değil, seyircisi için de "meşgale" olması gerekir. Bir sanat esirini "büyük ve görkemli" yapan en önemli şey, onun sağlayacağı doyum ve heyecanın başka yerlerde bulunamamasıdır. Bir sanat eserinde, insanın düşünme yetilerini, meraklarını kamçılayan öylesi çok bilgi birikimi vardır ki, sanat düşmanı eblehler dışındaki herkesin beyninde bir kıpırdanış, bir heyecan, bir canlanma oluşur.

Ama, öte yandan, güzel sanatlarla uğraşmak boş zamanlan değerlendirmede doyum veren bir araçsa, bir de olumsuz yönü vardır. İşlek ve yaratıcı bir zekânın yanında, bedensel çabayı, çalışmayı da gerektirir. Oysa, yalnızca zihinsel çaba gerektiren, bedeni zorlayıp yormayan başka uğraşılar da vardır. İşte, bilgi arayışı böylesi bir uğraşıdır. Toplanan bilginin ne yapılacağı, nerede kullanılacağı hiç, ama hiç önemli değildir. Önemli olan bilginin, arayışın kendisidir. Bilgilenmek için bilgi aramak da diyebilirsiniz buna...

Birşeyler öğrenme isteği ve bu isteğin gerçekleştirilmesi için harcanan, çabalar, insanı yüceltir, daha önce düşlemediği doruklara ulaştırır, beyin için gerçekten görkemli bir "meşgale" olur. Günlük yaşamda pratik değeri olan şeyler hakkında bilgi toplamaktan başlar bu iş.. Sonra "estetik bilgisi" denilen, "saf bilgi" olarak anılan doruğa ulaşır.

Örneğin, "saf bilgi" bilgi edinmiş olmak için edinilen bilgi, "Gökyüzünün tavanı ne kadar yüksektir?" ya da "Taş neden düşer?" gibi sorulara yanıt arar. Düpedüz meraktır bu... Pratik kullanımı olmayan, bu yönüyle de "tembel" olan, ama aynı zamanda sorunların özüne acımasızca, kestirme yoldan inen bir merak... Gökyüzü ne kadar yüksekse yüksek... Taş neden düşerse düşsün... Size ne, bunlardan? Doğru yanıtını alsanız, ne işinize yarar? Taşın neden düştüğünü bilmeniz, onun kafanıza düşmesini önler mi? Sizde yaratacağı acıyı hafifletir mi? Gökyüzünün ne kadar yüksek olduğu, hava kirliliğine çözüm bulmanızı sağlar mı?

Bütün bu sorulara olumsuz yanıt vermek zorundasınız. Gelin görün ki, pratik hiç bir değeri olmayan bu tür soruları soranlar, dur-durak bilmeden bunlara yanıt arayanlar var. Hep olmuştur. Görünüşte pratik değeri bulunmayan bu tür yararsız sorulan sorup onlara yanıt aramak, insanın öğrenme isteğinden, beyni işler durumda tutma zorunluluğundan kaynaklanmaktadır. Hepsi bu kadar...

Bu tür sorularla uğraşan insanın yapacağı iş, estetik bakımdan doyurucu bir yanıt bulmaktır. Ortalama insanın gördüğü, algıladığı, anladığı bir takım durumlarla, birtakım olaylarla benzerlikler, paralellikler kurmaktır.

"Bulmak"... "Keşfetmek"...

Tılsımlı sözler bunlar... "Buluş ve keşif" eskilerce, gökten inen bir vahiy ya da ilham perisinin sihirli değneğinin dokunmasıyla oluşan bir şey olarak görüle gelmiştir. Ama, ister vahiy olsun, ister ilham perisinin eseri, bu keşiflerin, bu buluşların herkesçe anlaşılabilmesi için, mutlaka günlük yaşamla bir bağlantısı, günlük yaşamda somut bir ifadesi olması gerekir. Örneğin, şimşek yakıcı, yıkıcı ve dehşet vericidir. İnsanın kafasında ok gibi, mızrak gibi, fırlatılan silahların çağrışımını yapar. Böylesi bir silahın öldürücü sonuçlarını yaratır.Ama, ortada fırlatılan bir silah olunca, bir de "fırlatan" olması gerekmez mi? İlkellerin, şimşeği, Tanrı Thor'un çekici ya da Zeus'un parıltılı mızrağı olarak görmeleri bundandır. Mızrağın neden atıldığı değil, kim tarafından atıldığı sorusunun yanıtıdır. Madem silah büyüktür, o zaman atanın da normalden büyük olması gerekir.

İşte, efsaneler böyle doğar. Doğa güçleri kişileştirilir, tanrılaştırılırlar.

Efsaneler birbirini kovalar, birbirleriyle etkileşir. Kuşaktan kuşağa geçerken de, o efsanelere hayat veren doğa güçleri giderek bir sis perdesinin arkasına çekilirler. Geriye efsanenin nedeni değil kendisi kalır. Kimi "çocuk masalı" durumuna dönüşür, kimi kıssadan hisse çıkarılan, dinlerin parçası olan bir içerik, bir anlam edinir.

Nasıl sanat "uygulamalı" ya da "güzel" olabiliyorsa, aynı şekilde, efsaneler de uygulamalı ya da güzel olabilirler. Kimi efsane estetiktir, hoşa gider ve bu yüzden sürdürülür. Kimi efsane insanlığın pratik amaç ve çıkarları için kullanılır, Örneğin, tarihin ilk tarımcıları "yağmur" olayına çok meraklıydılar. Kendileri için büyük önem taşıyan bu nesnenin gerektiği zaman değil de aklına estiğinde neden yağdığını merak eder, dururlardı. Bereketi, üremeyi, toprağın doğurganlığını simgeliyordu yağmur... Yağdığında doğayı yeşertiyor, canlandırıyordu. İnsan yaşamında "seks" ne iş yapıyorsa, yağmur da doğada onu yapıyordu. Üstelik, gökyüzüyle toprak arasında bir bağlantıydı. İşte, Yer Tanrıçası ya da Gök Tanrısı efsanesi buradan doğdu. Yağmurun yağmayışını tanrıların öfkesine, yağmur yağışını da onların sevincine bağlamak alışkanlık oldu. Bu efsanenin yerleşmesiyle birlikte, ilk çiftçiler, tanrıları sürekli mutlu ve keyifli tutmanın yollarını aramaya başladılar, törenler, şölenler düzenlediler. Hatta, gökle toprağın şeytana uyup birleşmeleri için, seks alemleri düzenleme yoluna gittiler.

İnsanlığın kültürel ve edebî mirası içinde, en iç gıcıklayıcı, en güzelleri, kuşkusuz, Eski Yunan efsaneleridir. Ama, aynı Eski Yunan efsaneleri, insanlara evrene yanlış ve ters biçimde bakmayı, onu kişi-üstü, cansız bir şey olarak görmeyi de öğretmişlerdir.

İlk efsanelerde, doğa güçleri, tıpkı insanlar gibi, cilvekârdı. Neyi ne zaman yapacakları önceden kestirilemezdi. Ne kadar insanüstü gösterilirlerse gösterilsinler, Zeus, Marduk ya da Odin gibi tanrılar, sokaktaki adam gibi, çocuksu, duygusal, hoppa, kaprislidir. Olmadık nedenlerden ötürü birbirlerine kazık atarlar, kızarlar, küserler. Rüşvet yiyenlerin başlarını bile çevirip bakmayacakları rüşvetlerle yetinirler. Böylesi tanrıların denetimindeki bir evrende bugünden yarına neler olabileceğini kimse kestiremeyeceği için de, o zamanın insanları, doğayı anlamak, açıklamak için özel bir çaba göstermemişlerdir. Gerek duymamışlardır buna... Tanrıların gönlünü hoş edeceklerini düşündükleri işleri yapmakla yetinmişlerdir.

Zamanla, Eski Yunan düşünürleri, evreni, katı ve değişmez işleyiş kuralları bulunan bir makine olarak görmeye başlamışlardır. "Efsane" olayı böylece ters-yüz olmuştur. "Efsane" gözlükleriyle evreni gören insanlar, kavrama ters ve aykırı biçimde, doğanın kanuniyetlerini, işleyiş yasalarını aramaya koyulmuşlardır.

Bilim yönünde, bilimsel bilgi yönünde ilk büyük adımdır bu...

Bilim tarihçilerine göre, bilimsel bilgi yönünde ilk dev adım, İ.Ö. 600 yılında Miletuslu Thales tarafından atıldı. Ama, bilim tarihini kendi açılarından yeni baştan yazan Yunanlılar, Thales'e, insan ömrüne sığmayacak kadar çok keşif ve buluşlar yüklediler. Thales'i daha alçak gönüllü biçimde değerlendirenlere göreyse, bu bilim adamı, Babil'deki bilgi birikimini eski Yunan'a aktarmaktan başka bir şey yapmadı. Ama, kim ne derse desin, Thales'in, İ.Ö. 585 yılı için öngördüğü güneş tutulmasının gerçekleşmesi önemli bir olaydır. Bilim adına büyük bir puandır.

Doğa yasalarının işleyişi konusunda zihin egzersizlerine başlayan Eski Yunanlıların düştükleri temel yanlış, doğanın oyunu kurallarına göre oynayacağını varsaymaktı. Böyle olunca, doğru ve bilimsel biçimde doğanın üstüne gidilirse, o da bütün sırlarını ortaya döker, geriye de sorun kalmazdı. Kısacası, doğanın, eltopu kurallarıyla futbol oynamayacağını düşünmüşlerdi, Eski Yunan düşünürleri... İki bin yıl sonra, "Tanrı"nın bazı anlaşılmaz incelikleri olabilir, ama hiç bir zaman kötü niyetli değildir" diyen Albert Einstein da, Eski Yunanlı düşünürlerin temeldeki bu iyimserliklerini paylaşıyordu. Doğa yasaları, bir kere keyfedilmeye görsünler, herkesin anlayacağı basitlikte olacaklardı.

Bu Eski Yunan iyimserliği, çağımız insanının kültür mirasıdır.

Doğa oyunu kurallarına göre oynayınca, bütün iş, olayları gözlemek ve bu gözlemlerden elde edilen verileri yorumlayarak temel yasalara ulaşmak için, düzenli bir sistem geliştirmektir. Bu düzenli sistem içinde, yerleşik tartışma kurallarına uygun olarak, bir noktadan bir başka noktaya geçmekse "mantık"tır. Gerçi insanların bir şeyler keşfetmesinde esin perisinin de rolü olabilir, ama, aslolan, kuram ve varsayımların mantık yoluyla sınanmasıdır. Küçük bir örnek alalım: Votkayla soda, viskiyle soda, rakıyla soda, konyakla soda, romla soda insanı sarhoş eden içkiler olduklarına ve bunların ortak paydası "soda" olduğuna göre, sarhoşluğun mantıkî sebebi sodadır. Eski Yunan mantığı, kendi mantığı gereği, bu mantıkî sonucun çıkarılmasını gerektirmektedir. Belli ki, bu mantıkta bir yanlış vardır. İnce düşünülürse bu yanlış bulunabilir de... Ne var ki, bu mantık yanlışlarının keşfedilmesi her zaman böylesi kolay da olmamaktadır. Olmamıştır.

Böyle "mantık oyunları" ya da ''mantık yanlışları", Eski Yunan'dan bu yana birçok düşünürün ilgisini çekmiş, bu mantık yanlışlarını bulup çıkarmak onlar için eğlendirici bir meşgale olmuştur. Bu arada, sistematik mantığın ilk temellerinin İ.Ö. dördüncü yüzyılda Stagira'lı Aristo tarafından atıldığını da hemen belirtelim.



İnsanla doğa arasındaki zihinsel savaşın üç temel unsuru vardır. Önce, doğanın belli bir yönü hakkında gözlemler yapmak, veri toplamak gerekir. İkinci olarak, bu verilerin düzenli ve anlamlı biçimde sınıflandırılmaları gelir. Bu "sınıflandırma" toplanan verilerin niteliğini değiştirmez, daha kolay görülmelerini anlaşılmalarını sağlar. Bu işlemi, briçte, kağıtların, maça, karo, kupa ve sinek gruplarında toplanıp büyüklüklerine göre sıralanmalarına benzetebiliriz. Kağıtların, değeri değişmez, ama, bu sınıflandırma, oyunun hem daha hızlı, hem daha düzenli ve planlı oynanmasına olanak verir. Üçüncü işlem, düzenli biçimde sınıflandırılmış gözlemlerden yola çıkarak, tüm gözlemleri derleyip özetleyen ortak bir ilke, ortak bir kural bulup çıkarmaktır.

Örneğin, suyla dolu bir küvete konulduklarında taş batar, tahta yüzer, demir batar, tüy yüzer, cıva batar, zeytinyağı yüzer. Batan cisimlerle yüzen cisimleri iki ayrı listede toplayıp bir gruptaki cisimlerin öteki gruptaki cisimlerden hangi noktalarda ayrıldıklarının bir dökümünü yaparsanız, şu sonuca yararsınız: Ağır cisimler suda batar, hafif cisimler yüzer.

Eski Yunanlı düşünürler, evrene bakış açılarındaki bu yeni yaklaşıma "philosophia", yani "felsefe" adını vermişlerdir. "Bilgi aşkı" anlamına gelir. Daha da serbest bir çeviri yaparsanız, bunun adı, "öğrenme arzusu", yani MERAK'tır.

Eski Yunanlıların en büyük bilimsel başarılarının "geometri" alanında elde edildiğini bilmeyen yok... Bunun da nedeni, iki temel yaklaşım geliştirmiş olmalarıdır. Bunlardan biri SOYUTLAMA, öteki de GENELLEME'dir.

Küçük bir örnek verelim. Eski Mısır'da arazi sürveyanları, doksan derecelik bir açı çizmenin kolayını bulmuşlardı. Uzunca bir ipi 12 eş uzunlukta parçaya katlıyorlar, sonra da bir yanında 3, bir yanında 4, bir yanında 5 kat ip bulunacak biçimde bir üçgen oluşturuyorlardı. Dik açı, üç katlı yanla 4 katlı yanın birleştiği noktada meydana geliyordu. Mısırlıların bu basit ve kestirme yöntemi nasıl keşfettikleri bilinmez, ama, arazi ölçüm ve çizimlerinde kullanmakla yetindikleri bellidir. "Meraki" Yunanlılar işi bir adım öteye götürdüler. Böyle bir üçgende nasıl olup da bir dik açı meydana geldiği sorusu kafalarına takılmıştı. Yaptıkları gözlemler ve çözümlemeler sonunda, ortaya çıkan fiziksel yapının kendi başına bir anlam taşımadığını, üçgenin yapımında ister ip, İster tahta kullanılsın,aynı sonucun doğduğunu kavradılar. Bütün sorun, düz çizgilerin açı yaparak kavuşmalarında düğümleniyordu. Her türlü görsel gerçekten bağımsız olan ve ancak insanın hayal gücünde varlık kazanan "ideal düz çizgi" kavramını gerçekleştirmekle, Eski Yunanlılar, "soyutlama" denilen yöntemi de geliştirdiler. Soyutlama, bu yönüyle, gereksizlerin ayıklanması ve yalnızca belirleyiciler üstünde durulmasıydı. Yöntem, bugün de, bu özelliğini korumaktadır.

Eski Yunanlı geometriciler, her sorunu kendi içinde ele alıp bireysel çözümler aramak yerine, sorunları sınıflandırıp ortak çözümler aramak yoluna da gittiler. Örneğin, bir yanı 3, bir yanı 4, bir yanı da 5 arşın olan üçgenlerin içinde 3 ve 4 arşınlık çizgilerin kesişme noktasında dik açı meydana geldiğini saptadıktan sonra, aynı dik acının 5, 12 ve 13 arşınlık üçgenlerle 7, 24 ve 25 arşınlık üçgenlerde de oluştuğunu saptadılar. Ama, bu ölçüler birer "rakam"dı. Tek başlarına alındıklarında belli bir anlamlan da yoktu. İş, dik açılı bütün üçgenleri tanımlamada kullanılabilecek bir ortak payda, bir ortak özellik bulmaktı. Sırf meraktan kafa yoran Eski Yunan geometricileri, bir üçgenin dik açılı üçgen olabilmesi için, yanlarının uzunluğu arasındaki ilişkinin x2+y2=z2 (burada "z", en uzun yanın uzunluğudur) olması gerektiğini saptadılar. Dik açıysa, "x" ve "y" uzunluktu yanların birleştikleri noktada oluşuyordu. Örneğin, ilk Örnekte 9+16= 25, ikincisinde 25 +144 =169, üçüncüsünde de 49 + 576 =625 sonucu alınıyordu.

Bu tür denklemler çoğaltılabilir. Burada önemli olan, hangi iki sayının karelerinin toplamının tek sayının karesine eşit olduğunu bulmak değil, belli sayı grupları arasında bir ilişkinin bulunduğunu keşfetmek, üstelik bunu kanıtlamaktı. İşte, geometri, Eski Yunan'da yeni yeni GENELLEME'ler yapmanın, "kafayı çalıştırma"nın bir aracı olarak gelişti.

Üstelik, bazı Eski Yunanlı matematikçiler, geometrik şekillerin çizgi ve uçları arasındaki ilişkiler üstünde de durdular. Böyle ilişkilerin bulunduğunu keşfettiler. Bir bilimsel söylentiye göre, dikaçılı üçgen sorununu çözen, İ.Ö. 525 yılında Samos'lu Pithagoras' tır. Bu buluş, onun adıyla, "Pithagoras Teoremi" olarak anılır. İzleyen yüzyıllarda, "Eşek Teorisi" olarak anılmasının nedenleriyse pek bilinmiyor.

Bir başka önemli buluş da, Öklid'den geldi. Öklid, İ.Ö. 300 yılında, kendisinden önce geliştirilmiş bütün matematik teorilerini bir araya topladı, sınıflandırdı, ortak yönlerini saptadı ve daha önce kanıtlanmış bazı teorileri kullanarak başka teorilerin kanıtlanabileceğini ortaya koydu. Ama, giderek, Öklid de bilimsel bir bataklığa battı. Her teori kendisinden önce kanıtlanmış bir teoriyle kanıtlanabileceğine göre, Teori No. l nasıl kanıtlanacaktı?

Bunun da kolayı bulundu. Teori No. l, kanıt, gerektirmeyecek kadar açık, seçik ve kesin olmalıydı. İşte,bu tartışılmaz açıklıktaki yargılara, "aksiyom" adı verildi. Öklid, ayrıca, piyasada fır dönen aksiyomların sayısını en aza indirmeyi de başardı. Bu aksiyomlardan yola çıkarak, "Öklid Geometrisi" adı verilen görkemli ve karmaşık yapıyı oluşturdu. Böylesi az malzemeyle böylesi dev bir yapı ortaya çıkarmak, "müteahhit" diye geçinen değme babayiğidin harcı olmasa gerekir. O kadar ki, Öklid'in yapıtı, iki bin yıl sonra bile dimdik ayakta duruyor.



Tümdengelim yöntemi uygulamak, bir aksiyomlar dizesinden yola çıkarak "tartışmasız" kabul gören bir bilgi kümesine varmak, kuşkusuz çok ilginç, eğlendirici bir çaba... Eski Yunanlılar bu oyuna tek sözcükle "âşık" oldular. Aşkın gözü kör olduğu için de, iki temel yanılgıya düştüler.

Bir kere, bilgi edinmenin tek geçerli ve saygın yöntemi olarak tümdengelim yöntemini benimseyip,öteki bütün yaklaşımları reddettiler. Oysa, başkaları gibi, onlar da, bazı bilgi biçimlerinin edinilmesinde tümdengelim yönteminin yetersiz kaldığını biliyorlardı. Örneğin, Korint'le Atina arasındaki mesafenin tümdengelim yöntemiyle hesaplanamayacağını, bunun için mutlaka somut ölçümler yapılması gerektiğini Eski Yunanlıların bilmediğini düşünmek, onları safdillikle suçlamak olurdu. Eski Yunanlılar, işlerine geldikçe, zorda kaldıklarında somut doğa olaylarına bakarlardı. Bunu yaparlarken de, hani neredeyse, yaptıklarından utanırlardı. Onlara göre, edinilmeye değer bilgi, beyin hücreleri çalıştırılarak elde edilen bilgiydi. Günlük yaşayışla, günlük olaylarla ilgili bilgiler, onların gözünde, "ikinci sınıf bilgiydi. Bizim Eflâtun diye tanıdığımız Platon'la bir öğrencisi arasında geçen şu ilginç tartışma hep anlatılır. Öğrenci, matematik dersinin sonunda, "Peki hocam" demiş, "İyi, güzel ama bütün bunların yararı ?" Sonra eklemiş: "Ne gibi sonuçlar çıkar bundan?" Platon köpürmüş, kölelerinden birini çağırtmış, "Bu öğrenciye bu hafta harçlığını vermeyeceksin" demiş... Sonra da öğrenciye dönüp, "Gördün mü? Matematik dersinin böyle de sonuçları olabiliyor" demiş... Öğrencinin o gün okulla ilişkisinin kesildiğini söylemeye bilmem gerek var mı?

Eski Yunanlıların günlük işler konusunda bilgi edinmeyi böylesi horlamalarının önemli bir nedeni, büyük olasılıkla, ekonomileri gibi, kültürlerinin de "kölecilik" anlayışına dayanması... Bu tür kültürlerde günlük ayak işlerinin bütünüyle kölelere bırakıldığı, efendilerinse daha "soylu" işlerle uğraştıkları bir gerçek... Spor bunlardan biridir. Yalnızca boş zamanı olan soyluların yaptıkları bir iştir. Burada, Yunanlıların felsefeye bir tür oyun, bir tür zihin sporu olarak baktıkları anlaşılıyor. Günlük kültürümüzde de bunun örnekleri yok mu? Örneğin, sporu zevk için yapan "amatör kişiye bakıp amatörlüğün erdemlerini sıralamak, spordan geçimini sağlayan "profesyonel" kişiye ise "amatörlüğün kutsal kurallarını çiğneyen kötü adam" muamelesi yapmak, Eski Yunanlıların yaptıklarının bir benzeri değil mi? Kimin amatör, kimin profesyonel olduğu konusunda kılı kırk yarıp gerçekler dünyasının ötesine kaçan Olimpiyat Komiteleriyle günlük işleri kölelere bırakan, kendileri de soylu işlerle uğraşan Eski Yunan köle sahipleri arasında ne fark var? Pek yok galiba...

Eski Yunan'daki bu boşgezerlik kültürünün bir uzantısı da, Korent'le Atina arasındaki mesafe gibi "dünyevî" sorunlarla hiç ilgilenilmemesi, böylesi önemsiz ve tehlikeli konuların "saf bilgi" cennetine girmekten alıkonulması... Altında yatan nedenler ne olursa olsun, Eski Yunan düşünürlerinin, bu tutum yüzünden, kendilerini gereksiz yere kısıtladıklarını, düşüncelerinin önüne kendi elleriyle engeller diktiklerini söyleyebiliriz. Alalım Arşimet örneğini... Arşimet'in dünyanın günlük gidişini değiştiren çok önemli keşif ve buluşlarının bulunduğunu bilmeyen yok gibidir. Oysa, Arşimet, bu dünyevî buluşlarından belki de "utanç" duyduğu için bunları hiç yayınlamamış, pür matematikteki buluşlarını dünyaya duyurmakla yetinmiştir. Kısacası, Eski Yunan düşüncesini kısıtlayan en önemli etken, "dünyevî" konulara, doğa olaylarına, günübirlik olup bitenlere duyulan ilgisizliktir. Dünyadan kaçıp felsefeye sığınıştır. Bütünüyle soyut ve biçimsel biçimde düşünmeleri gerçi kendisini geometrideki başarılarıyla göstermiştir, ama, bu keçi inadı, Yunan düşüncesini, ikinci büyük yanlışını yapmaya ve çıkmaza girmeye zorlamıştır.

Bir geometri sistemi geliştirmede aksiyomların ne kadar yararlı olduğunu gören Yunanlılar, bunun iğfaline kapılarak, aksiyomları "mutlak gerçek" olarak görmeye ve benzeri "mutlak gerçek"lerden yola çıkarak başka bilgi dallarının geliştirilebileceğini sanmaya başladılar. Örneğin, astronomide, herkesin gözleriyle gördüğü, tartışılmasına bile gerek olmayan şu aksiyomları, şu mutlak gerçekleri benimsediler: (1) dünya hareketsizdir ve evrenin merkezidir; (2) dünya kusurlu ve yozdur, oysa gökyüzü ölümsüzdür, değişmezdir, kusursuzdur. "Daire" denilen geometrik şekil kusursuz bir eğri olduğuna, gökyüzü de kusursuz bulunduğuna göre, bütün gökyüzü cisimleri kusursuz bir yörünge içinde dünyanın çevresinde dâireler çizerek dolaşmaktadır. Denizlere açılmak ve takvim yapmak gibi "dünyevî" zorunluluklarla ister istemez karşılaşan Eski Yunan bilginleri, zamanla, gezegenlerin yörüngelerinin kusursuz daireler olmadıklarını anladılar. Hem "dünyevî" gerçeklere pay bırakmak, hem de eski görüşlerinde diretmek için karmaşık daire sistemleri önermeye, geliştirmeye başladılar. İ.Ö. 150 yılında İskenderiyeli Ptolemaeus'un geliştirdiği karmaşık gökyüzü sistemi, bu çabanın bir ürünüdür. Aynı şeye örnek olarak, Aristo'nun hayal gücüne dayalı "tartışmasız" aksiyomlarını da gösterebiliriz. Taşın tüyden daha hızlı düştüğünü göz göre göre, Aristo, bir cismin düşüş hızının gövde ağırlığına orantılı olduğunu söylemiştir.

Gidecek yeri kalmayınca, bu tur "tartışmasız" aksiyomların bir noktadan sonra uçurumun ucuna geleceği, küçük bir dürtüklemeyle de tepetaklak aşağı düşeceği belliydi. Öyle de oldu. Eldeki tüm aksiyomları tüm boyutlarıyla derinlemesine irdeleyen Eski Yunan bilimcileri, matematik ve astronomi dallarında artık öğrenilecek hiç bir şey kalmadığı yargısına vardılar. Felsefe bilgisi konusunda öğrenilebilecek her şey öğrenildikten sonra da "düşünce" durdu. Eski Yunan'ın Altın Çağından iki bin yıl sonra bile, insanlar, açıklanması güç bir "dünyevî" sorunla karşılaşınca, kaçamağı, "Aristo şöyle dedi", "Öklid şöyle der" gibi sözlerde buldular. Gariptir, bu yanıtlar herkese uzun süre yetti de arttı bile...



Matematik ve astronominin tüm sorunlarını çözen Eski Yunan düşünürleri, bundan sonra, bakışlarını, daha önemli ve karmaşık konulara, örneğin "insan ruhunun derinlikleri" sorununa çevirdiler. Sözgelişi, Platon, yağmurun neden yağdığı ya da gezegenlerin neden hareket ettiği gibi sorulardan çok, "Adalet nedir? Erdem nedir?" gibi derin konularla ilgiliydi. En yüce doğa felsefecisi Aristo ise, en yüce ahlâk felsefecisi de Platon'du, Eski Yunan düşüncesinin o görkemli günlerinde... Ama, zaman geçtikçe, Yunan düşünürleri, ahlâk felsefesinin zevklerine,keyfine kaptırdılar kendilerini... Kısırlıktan başka şey vaat etmeyen bilim felsefesinden, doğa felsefesinden giderek uzaklaştılar. Antik Çağ felsefesinin son aşamasına, aşırı mistik bir içeriği olan ve İ.S. 250'de ortaya Plotinus tarafından atılan "neo-Platonizm"e böyle gelindi.

Tanrının özü ve insanlarla ilişkileri konusunu vurgulayarak işleyen Hıristiyanlık ahlâk felsefesine yepyeni boyutlar ekledi. Bu süreç içinde de, bilim ve doğa felsefesi bütünüyle ikinci plana itildi. Bütün "düşünen beyin"ler, ahlâk felsefesine vurdular kendilerini... İ.S. 200'den İS.1200'e kadar geçen bin yıllık sürede, Avrupalı düşünürlerin tek tutkusu, tek meşgalesi dinbilimle bütünleşen ahlâk felsefesi oldu. Doğa felsefesi de unutuldu gitti.

Orta Çağ felsefesi, aslına bakılırsa, karanlığın felsefesidir. Neyse ki, Arap dünyası, Orta Çağ boyunca Aristo ve Ptolemy'nin düşüncelerini yaşattılar da, doğa ve bilim felsefesi bütünüyle yitip gitmedi.

Batı Avrupa'nın Aristo'yu yeniden keşfetmesi, İ.S. 1200'lere rastlar. Eski Yunan'ın kültürel geleneğini ölüm döşeğinde bile sürdüren Bizans İmparatorluğu'nun da bu yeniden keşfedişte büyük etkisi olmuştur. İçinde yaşanılan koşulların etkisiyle, Aristo'nun mantık ve muhakeme sisteminin ilk uygulandığı yer dinbilimdir. İ.S. 1250 yılında Aristo ilkelerine dayalı "Thomism" sistemini geliştiren St. Thomas Aquinas, aynı zamanda, Roma Katolik Kilisesinin temel dinbilim anlayışını da oluşturmuştur.

Ama, "meraki" insanlar çok geçmeden, Eski Yunan düşüncesini lâik alanlara da uygulamaya başlamışlardır.

Rönesans akımının öncülerinin "hümanist" (insancıl) olarak anılmalarının temelinde yatan neden, bunların, ilgilerinin ağırlık merkezini Tanrı'dan İNSAN'a kaydırmalarıdır. İngiliz dilinde, tarih, edebiyat ve sanat gibi bilim dallarının "hümanite" genel başlığı altında toplanmasının kökenleri de. buraya kadar gider.

Meraklı, arayış içindeki beyinlere Eski Yunan düşüncesi yeterli ve doyurucu gelmediği için, Rönesans düşünürleri, bu felsefeye yepyeni boyutlar eklemek zorunda kalmışlardır. Bu genel çerçeve içinde, örneğin 1543 yılında, Polonyalı gökbilimci Nicolaus Copernicus'un Eski Yunan düşüncesinin astronomiyle ilgili temel aksiyomunu reddettiğini görüyoruz. Copernicus gerçi "dairevî yörünge" görüşünü benimsemiştir; ama, evrenin merkezinin dünya değil, güneş olduğunu doğru biçimde öne sürmüştür. Gök cisimlerinin gözle görülen hareketlerini açıklamada büyük kolaylıklar getirmiştir, bu yeni aksiyom... Gelin görün ki, dünyanın "sabit" olmayıp hareket ettiği aksiyomu, gözle görülmediği, algılanamadığı için bir türlü benimsenememiştir. "Bilim" dünyasının bu yeni aksiyoma alışması için tastamam yüzyıl geçmesi gerekmiştir.

Aslına bakılırsa, Copernicus'un önerdiği sistem "köklü" sayılabilecek bir değişiklik değildir. Aksiyom değiştirmiştir. Hepsi o kadar... Kaldı ki, Samos'lu Aristarchus'un tastamam 2000 yıl önce "merkez güneştir" dediği de bilinmektedir.

Sakın yanlış anlaşılmasın! Bir aksiyomu bırakıp yenisini benimsemek az-buz iş değildir. Örneğin, ondokuzuncu yüzyıl matematikçilerinin Öklid aksiyomlarına karşı çıkmaları ve Öklidçi olmayan bir geometri sistemi önermeleri, bir çok alandaki düşünce biçimlerini köklü şekilde değiştirmiştir, örneğin, bilim adamları, evrenin tarih ve yapısını açıklarken, Öklidçi olmayan Riemannian geometrisini benimsemekte, Öklid'in daha çok "akla-mantığa uygun" geometrisini reddetmektedirler.

Copernicus'un etkileri de bir bakıma dolaylı olmuş, köklü değişikliklerle sonuçlanacak bazı süreçleri harekete geçirmiştir.

Bu yeni süreçler bir İtalyanda,Galileo Galilei'de somutlaşmaktadır.

Eski Yunanlılar, mantık yürütmeye başlarken, gözle açık-seçik görülen, herkesçe benimsenmesi kolay ve "tartışmasız" doğa olaylarını çıkış noktası olarak almayı yeğlerlerdi. Kolaylarına gelirdi bu... Bir cismin ağırlığıyla düşüş hızının doğru orantılı olduğu görüşünü sınamak için Aristo'nun aynı yükseklikten değişik ağırlıkta iki taş atıp atmadığım bilmiyoruz,ama, şu kadarını biliyoruz ki, böylesine görgül deneyler, Eski Yunanlılar için gereksizdi, anlamsızdı, dünyevîydi. Böylesine deneyler saf bir tümdengelimin tüm güzelliklerine gölge düşürüyordu. Kaldı ki, tümdengelimin sonuçlarıyla deney sonuçları birbirine ters düşerse, deneyin sonuçlarının doğru olduğu ne malûmdu? Saf olmayan, kusurlu bir dünyanın gerçekleriyle kusursuz bir soyut görüşler dünyasının "hayal"leri çelişirse, kusurlu ve yoza abone olmanın ne anlamı vardı? Kusursuz bir kuramı kusurlu araçlarla sınamak ne ölçüde doğru sonuçlar verebilirdi?

İşte, Galileo Galilei ortaya çıkana kadar "bilim"e egemen olan görüş buydu.

Görgül deneylerin felsefî açıdan saygınlık kazanmaya başlaması, St. Thomas Aquinas'in çağdaşı olan Roger Bacon ve onun da adaşı olan Francis Bacon'la başlar. Yine de diyoruz ki, gerçek bilimde devrim Galileo ile başlamıştır. Eski Yunan düşüncesinin egemenliğini yıkan odur. Galileo usta ve inandırıcı bir mantıkçı, kendisini iyi satmasını bilen usta bir reklamcıydı. Yaptığı, deneyleri öylesine renkli ve etkileyici biçimde anlatırdı ki, kısa sürede, Avrupa'nın görmüş geçirmiş bilim çevrelerini avucunun içine almıştı. Galileo'nun yöntemlerini de, sonuçlarını da benimsediler, bu bilim çevreleri...

Hakkında anlatılan en ünlü öyküye göre, Galileo, Pisa Kulesi'nin tepesine çıkmış ve biri beş kiloluk, biri yarım kiloluk iki cismi aşağıya bırakmış... Aynı anda çarpmış cisimler yere... Derler ki, cisimlerin aynı anda yere çarpmalarının çıkardığı gürültü, çöken Aristo fiziğinin gümbürtüsünden başka bir şey değilmiş...

Aslına bakılırsa, Galileo'nun gerçekten böyle bir deney yapıp yapmadığı kesin değil... Büyük olasılıkla da yapmamıştır. Ama, bu tür taktikler Galileo'ya öylesine özgüdür ki, yüzyıllar boyunca, doğru olsun, olmasın, herkes inanmıştır böyle bir deneyin yapıldığına...

Galileo'nun eğimli yüzeylerden aşağıya doğru toplar yuvarladığı, bunların belli süreler içinde katettikleri mesafeleri ölçtüğü bilinmekte... Bu da, Galileo'nun, zaman boyutlu araştırmalar yapan, sistemli biçimde ölçümler alan ilk bilim adamı olduğunu ortaya koyuyor. Ama, Galileo'nun bilime en büyük katkısı, bilimin mantık yöntemi olarak,tümevarımı ön plana çıkarmasıdır. Bütünüyle varsayımlara dayalı bazı genellemelerden yola çıkarak sonuçlara ulaşan tümdengelim yönteminden farklı olarak, tümevarım, somut gözlemlerden yola çıkmakta ve genellemelere ("aksiyom" da diyebilirsiniz) varmaktadır.

Ama, bu noktada, Sezar'ın hakkını Sezar'a vermek gerekiyor. Eski Yunan düşünürleri de elbette aksiyomlarını kafadan uydurmaz, bunları bazı somut gözlemlere dayandırırlardı. Örneğin,iki nokta arasındaki en kısa mesafenin düz çizgi olduğu yönünde Öklid'in geliştirdiği aksiyom, biraz deneyim, biraz da dehâya dayalı bir buluştu. Yine de, çağdaş bilim anlayışı, bilgi edinme sürecinin temelinde tümevarım yönteminin yattığı görüşündedir. Yalnızca bilgi edinmenin değil, yapılan bazı genellemeleri haklı göstermenin, kanıtlamanın da tek yolu budur. Kısacası, bir genellemenin varlık şartı sürekli biçimde, yeni deney ve yöntemlerle sınanabilmesidir.

Görüldüğü gibi, bugün de geçerliğini koruyan bu yaklaşım, Eski Yunan'daki yöntemin taban tabana karşıtıdır. Somut dünyayı "ideal gerçek"in kötü bir karbon kopyası olarak görmek yerine, genellemeleri, gerçek dünyanın defolu aynası olarak değerlendirmektedir. Bu durumda, ne kadar sınanırlarsa sınansınlar, tümevarım deneyleriyle ulaşılan genellemelerin gerçekleri olduğu gibi yansıtması olanaksızdır. Herhangi bir genellemeyi doğrulayan milyarlarca bağımsız gözlem olsa bile, ona aykırı düşen bir gözlem, o genellemenin değiştirilmesini, o aykırı gözlem ışığında yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılar. Kısacası, "istisnalar kuralı bozmaz" lâfı palavradır. Çağdaş bilimde, istisnalar, kuralların mezarıdır. Üstelik, "kesinlik" de yoktur bilimde... Bir sonraki deneyin ne sonuç vereceği önceden kestirilemedikçe, kesinlikten de söz edilemez.

İşte, çağdaş doğa felsefesinin püf noktası buradadır. Eski Yunan düşüncesinde olduğu gibi, "mutlak gerçek"e ulaşmak, onu arayıp bulmak gibi bir iddiası yoktur. Alçakgönüllüdür, kısacası... Çağdaş bilimin gözünde, dahası, "mutlak gerçek" kavramı da abestir.

Bir gerçeği "kesin", bu yoldan da "mutlak" kılacak sayıda, deney yapmaya, bırakın insanın, tüm insanlığın ömrü yetmez.

Oysa, Eski Yunan düşünürlerinin kafasında böyle sınırlamalar, böyle kaygılar yoktu. Aynı yöntemi, "Madde nedir?" sorusuna da, "Adalet nedir?" sorusuna da uygulamışlardı. Çağdaş bilim, bu iki soru türüne değişik biçimde yaklaşmakta... Tümevarım yönteminin özünde, gözlemlenemeyen olgular konusunda genelleme yapılamayacağı görüşü yatar. "İnsan ruhu" gözle görülür, elle tutulur cinsten olmadığı için de genelleme dışıdır. Tümevarım yönteminin uygulanamayacağı bir alandır.

Çağdaş bilimin asıl zaferi, tüm bilim adamları arasında işbirliğine dayalı özgür iletişimin kurulmasıdır. Belki bizlere, bu temel gerçeği bilenlere garip gelebilir, ama, antik ve orta çağ filozofları böyle bir işbirliğine gerek bile duymamışlardı. Örneğin, Antik Yunan'ın Pisagorcuları, matematik alanındaki bütün buluşlarını "devlet sırrı" gibi kendilerine saklayan, başkalarıyla paylaşmaya yanaşmayan bir tür "gizli örgüt"tüler. Orta Çağ simyagerleri de, başkalarınca öğrenilmesin diye, simya deneyleri hakkındaki yazılarım çok eğreti, çok üstü kapalı biçimde yazarlardı. Bir başka ilginç olay da, İtalyan matematikçi Niccolo Tartaglia'nın kübik denklemleri çözme yolunu bulduktan sonra, ısrarla bunu kendine saklamasıydı. Kim bilir, belki de haklıydı bunu yapmakta... Matematikçi arkadaşlarından Geronimo Cardano bir gece Tartaglia'yı içirmiş, denklemi çözme yöntemini ağzından almış, sonrada "benim kendi buluşum" diye yayınlamıştı. Cardano'nun bu üçkağıtçılığının kuşkusuz bağışlanır yanı yoktur, ama, böyle bir buluşun mutlaka yayınlanması gerektiği konusundaki tutumu doğrudur.

Bugünkü bilim anlayışına göre, "gizli" tutulan bir bilimsel keşif ya da buluş, keşiften ya da buluştan sayılmaz. Bu yolda en kararlı adımı, Tartaglia-Cardano olayından yüzyıl sonra, bilimsel gözlem sonuçlarının tüm ayrıntılarıyla yayınlanmasının bir namus borcu olduğunu söyleyen İngiliz kimyacısı Robert Boyle atmıştır. Bundan da öteye, bir yeni gözlem ya da buluşun geçerli sayılabilmesi için, yayınlanmasından sonra bir başka gözlemce doğrulanması zorunludur. Bilim, bireysel bilim adamlarının değil, "bilim camiası"nın ortak ürünüdür.

"Bilim camiası" ya da "bilim topluluğu" adı verilen örgütlenmenin ilk ve en ünlü örneklerinden biri, kuşkusuz, Londra'daki Kraliyet Doğa Bilgisini Geliştirme Derneği'dir. Kısa adıyla "Kraliyet Derneği" olarak anılan bu kuruluş, Galileo'nun yaptığı deneylere ilgi duyan ve bunun çeşitli boyutlarını tartışmak için 1645 yılında bir araya gelen birkaç bilim adamının çabalarıyla ortaya çıkmış, 1660 yılında da Kral II. Charles tarafından tescil edilmiştir.

Kraliyet Derneği'nin çalışma yöntemleri de ilginçti. Bazen toplanıp görüş alışverişinde bulunur, bazen de mektuplaşıp yaptıkları deneylerin aşama ve sonuçlarını ayrıntılı biçimde birbirlerine aktarırlardı. Bu olumlu atılımlarına rağmen Kraliyet Derneği üyeleri, onyedinci yüzyıl süresince savunmada kaldılar. Bilim dili olarak hiç kimsenin anlamadığı Latinceyi bırakıp da herkesin anlayacağı İngilizce'yi konuşan ve yazan, görüşlerini ve buluşlarını birbirlerinden esirgemeyen, kısacası gizlilik ve bencilliğe dayalı bir bilim dünyasına çomak sokan bu "haylaz çocuk"lara, sanki, Pisagor, Aristo ve Öklid'in ruhları ayıplarcasına, kınarcasına bakıyorlardı, yukarılarda bir yerden...

Kraliyet Derneği, Isaac Newton'la birlikte utangaçlığını da yendi. Galileo'nun, Danimarkalı gökbilimci Tycho Brahe'nin ve Alman gökbilimcisi Johannes Kepler'in araştırma, deney ve gözlemlerinden yola çıkan Newton, cisimlerin hareketinin üç temel yasasını buldu. Daha da önemlisi, yerçekiminin evrenselliğiyle ilgili çığır açıcı genellemesini yaptı. Daha hayattayken putlaştırılan sayılı kişilerden biri durumuna geldi Newton... Onun buluşu, Eski Yunan düşünürlerinin kafalarında kurduklarından çok farklı, çok görkemli bir evren çıkardı ortaya... Öyle ki, bir anda, Eski Yunan'ın o heybetli, o herkesi küçümseyici bilim devleri, mahalle arasında çelik-çomak oynayan, arı kovanına çomak sokan haylaz çocuk durumuna kendileri geliverdiler.Onyedinci yüzyılın başında Galileo'nun başlattığı devrim, böylece, aynı yüzyılın sonunda Newton tarafından noktalandı.



İnsanla bilimin ilişkisini, "Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine" türünden bir masal dileğiyle sonuçlandırmayı çok isterdim. Gerçek şu ki, başlayan, mutluluk değil, güçlüktü. Bilimin tümdengelime dayandığı dönemlerde, doğa ve bilim felsefesi her okumuşun dağarcığında kendine bir yer bulabiliyordu. İnsanın genel kültürünün birer parçasıydı bunlar... Ama, işin içine tümevarım yöntemi karışınca, bilim de sürekli gözlem, öğrenme ve çözümlemeye dayalı bir "hamallık" haline geldi. Yalnızca amatörlerin oynadıkları "bir oyun olmaktan 'çıktı, amatörlerin boyunu aştı. Her geçen gün, bilimi daha da karmaşık duruma getirdi.

Çabuk olmadı bu gelişmeler... Newton devrimini izleyen yüzyıl içinde, çok üstün yetenekli bir bilim adamı, her şeye karşın, bilimsel bilginin bütün dallarında "usta" olabiliyordu. Ama, 1800'lü yıllara girilmesiyle birlikte, her alanda ustalık bir "hayal" olup çıktı. Her geçen gün, bilim adamları, alanlarında derinleşebilmek, yoğun biçimde çalışabilmek için, ilgi alanlarını kendi bilim dalları içinde bile daraltmak zorunda kaldılar. Bilimin dev bir hızla dalbudak salması, "uzmanlaşma" olayını beraberinde getirdi. Her yeni bilim adamı kuşağıyla birlikte de uzmanlaşma artmakta, yoğunlaşmakta, akıl almaz derinliklere ulaşmakta...

İşin bir de başka yönü var. Uzmanlaşma öylesine derinleşti ki, bir daldaki bilim adamı, başka daldaki bir bilim adamının söylediklerini, yazdıklarını anlayamaz duruma geldi. Bu da bilime büyük bir darbe indirdi, çünkü biliyoruz ki, bilimsel gelişme, değişik uzmanlık alanlarında toplanan bilimsel bilgilerin eşleşmelerinin, etkileşmelerinin ürünüdür. Üstelik, daha da kötüsü, "bilim camiası" dışındaki ortalama insanların bilimle ilgileri de koptu. Bilim adamlarına saygı duyulan büyük bir kişi olarak değil, şapkadan ne çıkaracağı bilinmediği için herkesçe korkulan bir büyücü, bir sihirbaz gözüyle bakılmaya başlandı. Bilimin öyle sıradan insanlarca kavranamayacak kadar gizemli ve büyülü bir şey olduğu, bilim adamlarınınsa sokaktaki adamdan çok farklı, garip yaratıklar oldukları görüşü, insanlarla bilim arasındaki mesafeyi de, soğukluğu da artırdı.

1960'lı yıllar, genç kuşakların bilime karşı soğukluklarının açık düşmanlığa dönüştüğü yıllardır. Gariptir, bu düşmanlık, en çok, yüksek öğrenim gören kuşaklar arasında oluşmuştur. Son iki yüzyılın bilimsel gelişmeleri üstüne kurulan sanayi toplumlarının kendi başarılarının ölümsüz yan etkilerini hissetmeye başlamaları da bunun üstüne tuz-biber ekmiştir.

Olanlara şöyle bir bakalım.

Tıptaki gelişmeler ölüm oranlarını düşürmüş, bu da büyük bir nüfus patlamasına yol açmıştır. Bir yandan kimya sanayinin artıkları, öte yandan motorlu taşıtlar havamızı, suyumuzu sürekli kirletmektedir. Toprakta yetişen maddelere ve enerjiye duyulan gereksinme, yerkabuğunu kemirmektedir.

Sokaktaki adamın gözünde bunun suçlusu bilimdir, bilim adamıdır. Bilmezler, düşünmezler ki, bilim ve bilginin yarattığı sorunları çözecek güç yine bilim ve bilgidir. Yoksa "cehalet" değil...

Çağdaş bilimin, bilim adamı olmayanlar için bir "sır", bir "bilmece" olması gerekmez. Bilimsel yazıların yazarla dizer arasında bir sır olarak kalması da gerekmez. Aradaki uçurumu kapatmak herkesin yararınadır. Yeter ki, bilim adamları kendi bilim dallarını herkesin anlayabileceği bir biçim ve dille anlatma sorumluluğunu üstlensinler. Bilimden nasibini almamışlar da bilim adamlarını dinlerken kulaklarının üstüne oturmasınlar. Dinlemeyi öğrensinler.

Bir bilim dalındaki gelişmelerin ne yönde olduğunu anlamak, bunun önemini kavramak için insanların o bilim dalının ıcığını-cıcığını bilmeleri de gerekmez. Bunu istemek, ünlü bir yazarın, örneğin Shakespeare'in bir yapıtını okuyup da bunu beğenen kişiden Shakespeare gibi dev bir ozan olmasını istemeye benzer. Beethoven'in senfonilerini zevkle dinleyen bir kişiden, oturup Beethoven düzeyinde senfoni bestelemesini istemeye benzer. Shakespeare'den ya da Beethoven'dan hoşlanmak insanların ne kadar hakkıysa, bilimdeki gelişmeleri izleyip bunlardan kıvanç duymak da herkesin hakkıdır.

"Bundan ne çıkar?" demeyin... Sorunun özü de burada yatmaktadır, bir bakıma... Bilimin, bilim adamlarının ne yaptıkları, neye yöneldikleri hakkında hayal-meyal bile olsa bir fikirleri bulunmayan kişiler, bilim üstüne kurulu çağdaş dünyada sürekli huzursuzluk ve tedirginlik duyarlar. Çevrelerinde olup bitenleri kavrayamadıkları içindir bu... Karşılaştıkları sorunların nedenlerini anlayamadıkları içindir.

Ama, bütün bunlar bir yana, bilim dünyası görkemli bir yerdir. Ardına kadar açılan kapılarıyla, genç yaşlı, her insana sınırsız ufuklar, doyulmaz zevkler verir. İnsan beyninin görkeminin, gücünün, gelişme ve geliştirme, yeteneğinin hem aynası, hem de en somut, ifadesidir.

Başlarken derim ki, sokaktaki insanın bilimden, bilimin de sokaktaki insandan öğreneceği çok şey vardır. Bilim herkese yetecek bir Krezus hazinesidir. 

................................

Kaynak: Bilim Dergisi - Mart 1982, Gelişim Yayınları, s. 4, 93-98
https://mkoz.files.wordpress.com/2015/03/bilim-nedir-asimov1982.pdf
Bu yazıyı çevirenin ismi ve hangi kaynaktan alındığı, dergide belirtilmemiş. 

Burada adı geçen dergiyle ilgili oldukça ayrıntılı bilgi var. 
Kaan Öztürk, Mart 2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder