Sir Mortimer Wheeler, İngiltere'de Maiden Kalesi'nde ızgara yöntemi kullanarak kazı yapıyor. 1934-1937 Kaynak: Brian Fagan, Archaeologists: Explorers of the Human Past |
Arkeoloji, geçmiş dönemlerde yaşamış insan topluluklarının kültürel ve toplumsal düzenlerini, günümüze kadar gelebilen maddi kalıntılara dayanarak araştıran, belgeleyen ve gelişim sürecini inceleyerek yorumlamaya çalışan bir bilim dalıdır.
Geçmişi algılamaya
yönelik iki farklı bakış açısı vardır. Bunlardan biri durağan ve zaman
derinliği olmayan bakış açışıdır. Buna göre insan ve içinde yaşadığı dünya, çok
da eski olmayan bir dönemde yaratılmış ve yaratıldıktan sonra evrim geçirmemiş,
değişiklikler yalnızca ayrıntı düzeyinde kalmıştır. Bu, söylencelere dayalı,
kanıtlanması gerekli olmayan, " inanılan" geçmiştir.
Bundan tümüyle farklı olan ikinci bakış açısı ise, geçmişi
anlamak için soru sorar ve sorduğu soruları yanıtlayacak somut kanıtlara gerek duyar.
Elde ettiği sonuçlara göre geçmişi tanımlamaya ve yorumlama çalışır. Bu bakış
açısında, geçmişin zaman derinliği ve geçmişten günümüze kadar sürekli bir
değişim vardır.
Çağdaş bilimin temeli, sorgulama ve sorulara somut kanıtlar
aranmasına dayanır; bu aynı zamanda çağdaş düşünce sisteminin de temel ilkesidir.
Bugün "Batı düşünce sistemi" olarak adlandırdığımız çağdaş düşünce sisteminin
temelinde "evrim" kavramı vardır. Burada evrim sözcüğünün yüklendiği iki
anlam vardır: Geçmiş zamansal olarak yassı değil, derindir; durağan değil devingendir;
zamanın derinliği de, değişim de somut verilerle
kanıtlanabilir.
Geçmişi bu bakış açısıyla inceleyen jeoloji, jeomorfoloji, paleoantropoloji,
sanat tarihi, tarih gibi birçok bilim dalından biri de arkeolojidir. Dolayısı ile
arkeoloji, zaman boyutu olan, kanıtlanabilir
geçmişi ortaya koyan bir bilim dalı olarak düşünce sisteminin bir parçası olmuştur.
Geçmiş dönemleri inceleyen bilim dallarının odaklandıkları konular birbirinden farklıdır;
ancak sürecin anlaşılabilmesi için bunların bütüncül bir bakış açısıyla ele alınması gerekir. Aydınlanma çağından bu yana geçmişi inceleyen
bilim dallarının inanç sistemleriyle uyuşmayan sonuçları ortaya çıkarması, önceleri
toplumda belirli bir dirençle karşılaşmıştır.
Austen Henry Layard, Ninova'yı kazıyor. (Mary Evans Picture Library/Alamy) |
Arkeolojinin kendine özgü alanı insan ve kültürüdür; bu nedenle
arkeoloji, geleneksel toplumların fazla ilgilenmediği yerbilimleri ya da doğa bilimleri
gibi alanlara kıyasla geleneksel bakış açısının olumsuz yanlarından çok daha fazla
etkilenmiştir.
Genel olarak arkeolojinin kapsamıyla ilgili yanlış bir kanı,
arkeolojinin yalnızca çok eski dönemlerle ilgilendiği, yakın dönemlerin ise sanat
tarihinin alanına girdiği şeklindedir. Nitekim ülkemizde Bizans, Osmanlı ya da Cumhuriyet
dönemi, arkeolojinin alanı olarak görülmemiş, bu dönemler sanat tarihi ya da tarih
bölümü içinde akademik programımıza girmiştir. Oysa sanat tarihi, geçmişi yalnızca
sanat eserlerinin üslup özellikleriyle, tarih ise geçmişteki insanların kendi yazdıklarını
esas alarak değerlendirir. Buna karşın arkeoloji,
aşağıda ayrıntılı olarak tanımlanacağı gibi, toplumun yaşamıyla ilgili her türlü
maddi kalıntıyı inceler. Bu nedenle artık günümüzde Bizans, Osmanlı ve Yakınçağ
arkeolojisi, sanat tarihi ya da tarihten çok farklı uzmanlık alanları olarak gelişmiştir.
Arkeolojinin zamansal alt sınırının başlangıcı, insanın ilk standart,
tanımlanabilir aleti yapmasıdır, üst sınırı ise “dün"e kadar gelir. Ancak ilk
insan tanımı, bilim dallarının ele alışına göre farklılık gösterir. Fizik antropoloji
ya da biyoloji açısından insanın tarihi, yaklaşık 5 milyon yıl kadar önce belirli
fiziki özelliklerle diğer primatlardan farklılaşmasıyla başlar. Kuşkusuz bu dönemde
de bazı aletler kullanmıştır. Ancak bunlar standartlaşmamış ve gelişigüzel kullanımlar
olduğundan arkeolojik anlamda tanımlanamaktadır. Arkeolojik anlamda insan tanımını, seçilerek kullanılan ya da yapılan aletlerin
standartlaşması belirler; bu,
bilginin ve deneyimin toplum içinde paylaşılması sürecinin de başladığı anlamına
gelir. İnsanı diğer canlılardan ayıran özellik de budur. Bugünkü bilgilerimizle
ilk standart aletleri, yani arkeolojinin başlangıcını yaklaşık 2,5 milyon yıl önceleri
olarak görmekteyiz. Bu tanımın bir başka
anlamı da arkeolojinin bilgiyi, bireylerin gelişigüzel davranışları ve yaptıklarından
değil, içinde bulunduğu toplumu, kültürü yansıtan bulgulardan üretmesidir. Başka
bir anlatımla arkeolojik anlamda insan tanımı, bireylerin, birçok primatın yaptığı
gibi, bir nesneyi kendi becerileriyle gelişigüzel alet olarak kullanmalarını değil,
edindikleri deneyim ve beceriyi toplumla paylaşmalarını ve sonraki kuşaklara bunu
aktarmalarını içerir.
Yukarıdaki tanımda da değinildi gibi arkeoloji, geçmişi "maddi kalıntı”lara dayanarak inceleyen
bir bilim dalıdır; bu insanın geçmişini inceleyen tarih, dilbilim, sosyal antropoloji
gibi diğer alanlarla arkeoloji arasındaki yaklaşım ve yöntem farkını belirler. Bu nedenle burada, arkeolojinin temelini oluşturan
"maddi kalıntı " kavramı daha ayrıntılı olarak tanımlanacaktır.
Maddi kalıntı, insan tarafından
doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenen, kullanılan, değiştirilen, yapılan ya da
biçimlendirilen her şeyi kapsamaktadır. Arkeolojinin bir bilim dalı olarak gelişmeye
başladığı ilk dönemlerde, arkeoloji kapsamı içinde, toplumun üst yapısıyla ilgili
kalıntılar düşünülmüş, bu bakımdan uzun süre sanat tarihi ile birlikte ele alınmıştır. Bu dönemlerde arkeologlar daha çok, sanatsal
değeri olduğu kabul edilen heykel, süsleme, değerli eşyalar, saray, tapınak, sur
gibi önemli yapılarla uğraşmışlar, çabalarını bunların tarihlendirilmesi ve üslup
değerlendirmesi üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Bugün artık, insan yaşamını ilgilendiren
her türlü kalıntı arkeoloji kapsamı içine girmiştir. Örneğin, insanın yaşamını sürdürmesi,
teknolojisiyle ilgili her türlü araç-gereç ve eşya, inanç, sanat, toplumsal örgütlemeyle
ilgili (silah, ticaret, büyü vb.) ya da en basit barınaktan, karmaşık amaçlı bir
yapıya kadar her türlü kalıntı, doğal çevre ile ilgili olarak insan tarafından etkilenen
her şey (tarla, topoğrafya, hayvan, bitki vb.) arkeolojide maddi kalıntı kapsamı
içinde değerlendirilmektedir.
Zaman içinde bir bilim alanı olarak arkeolojinin yalnızca bakış
açısı değil, kullandığı yöntemler de değişmiştir ve değişmektedir. Bir bulgunun
maddi kalıntı olarak tanımlanabilmesi için, arkeolojinin elindeki yöntemlerin o
bulguyu tanımlayabilecek nitelikte olması gerekir; örneğin, 1950'li yıllara kadar
bir kömür parçası tanımsız bir bulgu iken, organik maddelerin ölçümüne dayalı radyoaktif
tarihleme yöntemlerinin gelişmesiyle tanımlı bir bulguya dönüşmüştür.
Arkeoloji geçmişi maddi kalıntılara dayanarak inceler, ancak
o toplumun anlaşılmasında maddi kalıntıların getirdiği bir sınırlama da vardır.
Herhangi bir topluluğu tüm maddi kalıntılarıyla dondurup, gelecekte bir arkeoloğun
onu olduğu gibi görmesini sağlayabilsek dahi, sözlü bilgiler, psikolojik davranışlar,
insan mantığının içinde gelişen sebep-sonuç ilişkilerinden bağımsız olarak o
toplumu anlamaya çalışmak oldukça güçtür. Diğer bilim dallarında olduğu gibi, arkeolojide
de yapılan incelemenin etkinliği, o bilim dalının inceleme sırasında vardığı bilgi
ve teknik düzeyle sınırlıdır.
Arkeolog, birçok
bilinmeyenle dolu geçmiş bir toplumu incelediği zaman, eline geçen bazı nesnelerin
belge olduğunu anlamayabileceği gibi, teknik düzeyi onu belge olarak ortaya çıkaracak
düzeyde ele olmayabilir. Arkeologlar ilk dönemlerde yalnızca, kendi kültürleri
çerçevesinde, onlara "güzel" ve "ilginç" gelen kalıntıları ele
almışlar, diğerlerinin ya hiç farkına varmamışlar ya da bilimsel açıdan yararlı
bilgi ekle edilebileceğini düşünmemişlerdir. Örneğin tüm durumdaki heykeller ve
bezemeli kaplar ele alınmış, ancak kırık parçaların, günlük kullanıma ait basit
nesnelerin bilgi kaynağı olabileceği düşünülmemiştir. Bu yaklaşım, yalnızca Yunan-Roma
gibi yüksek uygarlıklar için değil, hemen hemen ele alınmış tüm kültürler için
geçerlidir. Taş Devri kültürleri incelenirken en büyük ve belirgin alet olan elbaltaları,
bu döneme ait tek kalıntı olarak düşünülmüş, çok uzun yıllar sonra elbaltalarıyla
birlikte sayıca onlardan daha çok ve daha ufak yongalardan oluşan aletlerin de var
olduğu anlaşılmıştır. Aynı şekilde, Taş Devri insanlarının mağaralarda yaşadığı
sanılmış, açık hava yerleşmeleri çok sonra fark edilmiştir.
Bu çizim, Giovanni Belzoni'nin, II. Rameses'in başını Nil nehrine taşıtırken gösteriyor.
(DeAgostini/Getty images)
|
Bunun yanı sıra, uzun süre arkeoloji tanımsal olarak kalmış,
ancak çok yakın bir zaman önce "sayısal dağılım"ın ve istatistiksel değerlendirmenin,
toplum yapısını anlamadaki önemi ortaya çıkmıştır. Örneğin, bir yapı kalıntısı incelenirken,
yapıdan çıkan tek bir değerli kabın yanı sıra birçok günlük kullanım kabının da
olduğunun göz ardı edilmesi, o tek değerli kabın işlevi konusunda yanıltıcı sonuçlar
doğurmuştur.
Arkeoloji geçmişe soru
sormaktır. Sorulan soruya ve kullanılan yönteme göre, alacağımız yanıt değişir.
Ancak soruyu ne şekilde sorarsak soralım, geçmiş yaşanmıştır ve hiç bir zaman değişmez;
soruyu soruş şeklimize, soruyu soranın düşünce sistemine göre aldığımız yanıtlar
değişse de, bu geçmişi değiştirebildiğimiz anlamına gelmez, yalnızca soruyu soranın
bakış açısını yansıtır. Bu nedenle geçmişin sorgulandığı dönemin ya da kişinin
düşünce yapısına, ilgi alanına, sorularına yanıt ararken, eldeki teknik donanıma
göre farklı anlamlar çıksa da, bu geçmişi değiştirmez. Dolayısıyla, aşağıda daha
ayrıntılı olarak değinileceği gibi, kültür tarihinin anlatımı, arkeolojinin kendi
tarihi içinde sürekli olarak değişmiş, soruların
vurgusu başkalaşmıştır.
Arkeoloji her zaman diğer sosyal bilim dallarının ve özellikle
felsefe, sosyoloji ve antropolojinin etkisi altında kalmış bir alandır. Dolayısıyla
soruyu soran arkeoloğun yaşadığı dönemin
genel ilgi alanı, sorulan soruları da belirler. Ancak diğer sosyal bilim alanlarıyla
bütünleşmiş, toplumsal gelişim çizgisini irdeleyen kuramlar bağlamında yapılan sorgulamaların
yanı sıra, arkeolojiye ait daha tanımsal yaklaşımlar da her zaman görülmüştür.
Bunların da düzeyi bireye ve dönemin yönlenmesine göre çeşitlenir. Soracağımız
soru çok basit olarak "Burada oturanlar nasıl evlerde yaşardı?" olabileceği
gibi; daha karmaşık olarak "Burada yaşayanlar evlerinin hangi bölümlerini ne
amaçla kullanıyorlardı ?" ya da "Doğal çevre ortamıyla kurdukları ilişki
nasıldı? " şeklinde de olabilir.
Arkeoloji, geçmiş dönemleri incelerken çok sayıda ayrıntıyı ele
almak durumundadır; bunlar uygarlığın gelişim sürecinin somut kanıtlara dayanmasını
sağlayan ayrıntılardır ve dolayısıyla araştırmaların ilk aşamasında topluma yansımayan
bilgilerdir. Buna karşılık arkeolojinin topluma yansıyan yüzü müzelerdir. Müzelerde
ise geleneksel olarak sergileme, genellikle göze güzel gelen, toplumun kolaylıkla
algılayabileceği heykeller, bezemeli kaplar, takılar gibi buluntulara dayalı olduğundan,
arkeologların yalnızca bu tür eserlerle uğraştığı düşünülmektedir. Oysa bu tür eserler,
yukarıda değindiğimiz çeşitli soruların yanıtları aranırken ortaya çıkan ve arkeolojinin
olmazsa olmazı olmayan buluntulardır. Bu durum toplumda arkeolojinin başlıca amacının
"değerli ve ilginç nesneler bulmak" olduğu gibi yanlış algılanmasına yol
açmıştır. Oysa arkeolojinin amacı, yukarıda da değinildiği gibi insan ve kültürünün gelişim sürecini belgeleyerek tanımlamaktır;
eser bulmak değildir.
Kaynak: 50 Soruda Arkeoloji, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 2011, s. 19-24
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder