2 Eylül 2024 Pazartesi

İlkel Düzen Efsanesi: Tüm toplumlar hastadır, ancak bazıları daha hastadır.

İlkel Düzen Efsanesi 
Tüm toplumlar hastadır, ancak bazıları daha hastadır. 



Orwell'in ünlü hayvanların eşitliği nüktesine yapılan bu gönderme, bir toplumun insan sağlığı ve mutluluğunu diğer toplumlara göre daha fazla tehdit eden geleneksel inanç ve uygulamaların varlığına dikkat çekmektedir. Aynı zamanda bu cümle, insan refahını tehdit eden bazı gelenek ve sosyal kurumların tüm toplumlarda var olduğunu göstermektedir. Yaşadıkları çevreye iyi bir biçimde uyum sağlamış olarak görünen toplumlar bile, refahlarını ya da bazı örneklerde bekalarını dahi gereksiz yere tehlikeye atacak inanç ve uygulamaları sürdürmeye devam etmektedir. 

Dünya üzerindeki toplumlar örneğin büyü, intikam veya ataerkillik gibi geleneksel uygulamaların çoğundan yararlı bir karşılık bulamadığı gibi çocukların beslenmesi, sağlığı ve eğitimini kapsayan geleneksel uygulamalardan da zarar görmüştür. Kölelik, çocuk katliamı, insanların kurban edilmesi, işkence, kadın sünneti, tecavüz, cinayet, kan davası, intihar ve çevre kirliliği bazen lüzumsuz yere bir toplumun tamamına ya da bir kısmına zarar vermiş ve bazı koşullar altında sosyal varlığı tehdit edebilmiştir. Çocuk istismarı, tehlikede olan çevre, evsizlik, uyuşturucu tehdidi, AIDS ve çete şiddeti ile alakalı TV programları ve manşetler tarafından kuşatılmış Amerikalılar için insanların kendilerine ve diğerlerine zararlı olabilecek bazı şeyleri yapabileceği düşüncesi, tartışmalı bir düşünce gibi görünmemektedir. 

Anoreksiya Nervoza veya kadına şiddete neden olan inançlar, muhtemelen zararlı olarak görülmekte ve Yahudi düşmanlığı veya ataerkillik lehine inançlar ise tehlikeli olarak görülmektedir. Amerikalılar; ABD'de bulunan çeşitli şehirleri kapsayan "nispi yaşam kalitesi" anket sonuçlarının, yabancı şehirler ve ülkeler için de geçerli olacağı fikrine inanmaktadır. Kamboçya'daki Kızıl Kmerlerin, Irak'ın ya da Hitler Almanya'sının siyasal sisteminin; Norveç, Japonya veya İsviçre'deki kadar iyi olduğu fikrinden birçok kişi kesinlikle rahatsız olur. Hatta bu kişiler, toplumların kendi uygulamalarını değerlendirmesi hariç olmak üzere, bir toplumun soykırım, işkence ya da insanların kurban edilmesi uygulamalarını değerlendirmenin bilimsel bir temelinin olmadığı iddiasına muhtemelen tepki gösterecektir. Bu durum, zaten güçlü ve geniş bir biçimde kabul edilen kültürel görelilik ilkesinin iddia ettiği şeydir. 

Gelelim "İlkel" toplumların, modem dünyadaki toplumlardan çok daha fazla uyum içerisinde olduğu inanışına. Yoksulluk, korku, yalnızlık, elem, hastalık ve erken ölümlerin Amerika'nın şehirlerindeki varoşlarına ve evsiz insanlarına, Güney Afrika'nın "zenci" kasabalarına, Sudan'ın açlıkla boğuşan köylerine, Brezilya'nın kenar mahallelerine ve Orta Amerika ya da Orta Doğu'nun savaştan tahrip olmuş topraklarına özgü olduğunu biliyoruz. İnsanların, devlet tarafından görmezlikten gelinme, ırkçılık, rüşvet, etnik, dinsel ve siyasal çekişme, ekonomik istismar, sosyal, kültürel ve çevresel baskıların diğer türleri arasında bahtsız birer kurban olduğunu da bilmekteyiz. Bununla birlikte, birçok ünlü akademisyen bu türden bir ızdırabın insan doğasına uygun olmadığına, birçok küçük toplumun bugün de sürdürdüğü gibi daha küçük ve homojen "halk" toplumlarında yaşayan insanların tarih boyunca daha güzel bir uyum ve mutluluk içinde yaşadığına inanmaktadır. İlkel toplumların modem toplumlara göre daha uyumlu, zalimlerin birer soylu ve hayatın bugüne göre geçmişte daha cennetvari olması durumları popüler kültürumüze ait sadece roman ve filmlere (son dönemlerde beğeni toplayan Kurtlarla Dans filmi hemen akıllara gelmektedir) yansıtılmadı, aynı zamanda akademik söylemlerde de derin bir biçimde aşılandı. 

Tarihi yeniden inşa etmenin "kayıp topluluk: yolu, modern dünyanın keyifsizliği ve kargaşasının insan doğasında olmadığı romantik inanışında yatmaktadır. Buna karşılık ıstırabın; her yere yayılmış sosyal düzensizliğin, başta ulus devletlere ve diğer geniş toplumlara baş belası olan çıkar mücadelesinin, bölücü etnik ya da dinsel ayrımcılığın ve sınıf çatışmasının ürünü olduğu düşünülmektedir. Diğer yandan daha küçük ve basit toplumlar, yakın ve düzenli çevrelerinin talebine istinaden kültürlerini geliştirdiklerinden dolayı yaşam stilleri nüfusları açısından daha büyük uyum ve mutluluk üretmiştir. Örneğin Robin Fox, erken yontma taş devri avlanma ortamını canlı bir biçimde şöyle tanımladı; " ... Bir tür olarak zekâmız, hayal gücümüz, zorbalığımız (böylece zorba hayal gücümüz), sebebimiz ve tutkularımızı kapsayan evrimleşmiş özelliklerimizin uyumu vardı; kaybettiğimiz bir uyum." Eğer küçük bir toplumda uyum eksikliği bulunuyorsa, birçok sosyal bilimci bunu başta kentleşme olmak üzere kültürel bağların çözülmesi nedenine bağlamaktadır. Tıpkı kültürel görelilik gibi bu fikir, Batı düşüncesine yüzyıllardır derinlemesine gömülmüştür ve bugün akademik düşüncede de sürdürülmektedir. Robert Redfıeld meşhur şehir halkı tipolojisini 1947'de yayınladığında, antropolojinin prestijini zaten var olan çok eski bir payeye getirmekten biraz fazlasını yaptı. Şehirlerin suç, düzensizlik ve her türden insani sıkıntılar ile karakterize edildiği ve küçük, izole ve homojen halk toplumlarının uyum içerisinde olduğu görüşü Aristofanes, Tacitus ve Eski Ahit'e kadar uzanmaktadır. 

Bu görüşe yeni şöhreti 19. Yüzyılda W.H. Morgan, Ferdinand Tönnies, Henry Maine, Fustel de Coulanges, Emile Durkhaim, Max Weber ve özellikle Komünist Manifestosu ile Kari Marx gibi etkili bazı figürler tarafından kazandırıldı. Onların ve diğerlerinin yazılan, halk toplumunu zaman içerisinde şekillendiren duygusal ve ahlaki bağlılık, samimiyet, sosyal bütünlük, süreklilik gibi olguların, sosyal düzensizlikten ve kişisel hastalıklardan kaynaklanan değişimin hüküm sürdüğü şehir hayatına geçerken kaybolduğu yönünde bir mutabakata yol açtı. Halk "topluluğu" ile kent "toplumu" arasındaki zıtlık yirminci yüzyılda sosyal bilimlerin en temel fikirlerinden biri haline geldi. Büyük şehir toplumlarının, halk toplumlarının karakteristiği olduğu düşünülen uyum içindeki toplum bilincini kaybettiği görüşü, sosyal bilimciler, siyaset bilimciler, sosyologlar, psikiyatristler, ilahiyatçılar, roman yazarları, şairler ve eğitimli halkın geneli arasında yayıldı. Kirkpatrick Sale yakın zamandaki kitabı "Cennetin Fethi'ne" (Amerika yerlilerinin Avrupalılar tarafından yenilmesi hakkında) olan eleştirilere, Avrupa kültürü ile kıyaslandığında fethedilmeden önceki Amerika'nın "ilkel toplulukların" "daha uyumlu, barışçıl, şefkatli ve rahat" olduğunu ısrarlı biçimde ifade ederek cevap verdi. Halk uyumu ile şehirli çatışması arasındaki zıtlığın kökleri evrimsel varsayımdan gelmektedir, şöyle ki; Amerika yerlileri gibi halk toplumlarında bulunan insanlar uyumlu yaşam biçimine ulaşmayı başarırken, aynı zamanda çevrelerini yok etmeden ve zarar verme-den adapte olmasına yardımcı olan geleneksel inanç ve uygulamaları da geliştirmişlerdi.

Jean Jacques Rousseau Asil Vahşi düşüncesini ortak dilimizin parçası yapmıştır ve bir şekilde de birçok çağdaş akademisyen bu görüşü halen sürdürmektedir. Birçok modem toplumun baş belası olan sosyal patolojiyi ispatlayan kanıtlar elimizde yeterince mevcut olmasına rağmen, il-kel düzene ilişkin güvenilir kanıtların mevcudiyeti çok daha azdır. Bu kanıtların neye benzediğine bakmadan önce, nasıl ortaya çıktığını durup düşünmeliyiz. Halk toplumlarındaki -devlet, endüstrileşme ve ekonomik sisteme geçmeden önce tüm dünya üze-rinde var olmuş küçük, geleneksel, genellikle karmaşık olmayan toplumlar- yaşama dair bilgiler, antropologların ilk çalışmaları neticesinde elde edilmiştir. Halk toplumlarına ilişkin bazı faydalı raporlar kaşifler, tüccarlar, misyonerler, askerler ve hatta maceraperestler tarafından elde edilmiştir ancak bu raporların birçoğu son derece yanlış hatta fantastik olmuştur. Bazı romantik halk toplumları, ilkel Arcadia (Arkadya) hakkında Rousseau'cu yanılsamaların ortaya çıkması ile sonuçlanacak kadar saldırganca negatif, bazıları ise kabile insanlarının insanlıktan nasibini almamış yaratıklar olarak karikatürize edecek kadar korkunç derecede negatif olmuşlardır. İnsanlar genellikle maymun ya da canavar olarak resim edilmiş ve Rousseau da ünlü Asil Vahşi betimlemesini bir orangutanın tasvirine dayandırmıştı. Yerel dilleri öğrenmiş ve sermayesi yaşadıktan toplum dışındaki diğer toplumların yaşamlarına katılmak, onları gözlemlemek ve onlarla mülakat yapmak olan bay ve bayan antropologlar, genellikle küçük ölçekli toplumların en doğru tanımlarını yapmıştır. 

Herkes Margaret Mead'ı duymuştur fakat O Samoa'ya, Yeni Gine'ye ya da Bali'ye gitmeden önce, yüzlerce antropolog kabile halkını zaten tanımlamıştı ve sonrasında binlercesi daha bu tanımı takip etti. Halk toplumları hakkında bildiklerimizin büyük kısmını bu antropologların etnografık ifadeleri sağlamaktadır. Elimizdeki bu bilgiler, 19. Yüzyılın sonları ve 20. Yüzyıl boyunca küçük ölçekli toplumlar tarafından yaşanmış hayatlar hak-kındaki mevcut en iyi bilgiler olmasına rağmen, bu bilgiler ne her şeyi içerecek şekilde tam ne de tamamıyla doğrudur. Bir antropolog normalde küçük bir toplumda bir (veya iki ya da üç) yıllık bir zamanını geçirerek, topluma dair bilgilerin yalnızca bir kısmını öğrenebilmekte ve profesyonel kariyeri süresince de sadece bir kısmını yazabilmektedir. Bu durum batılı olmayan bu küçük toplumlar arasında yaşayarak hayatlarını basit bir biçimde bütün yönleriyle tanımlayamayacağı anlamına gelmektedir. Aşağıda tartışacağımız birkaç sebepten ötürü birçok antropolog, halk toplumlarındaki yaşamın karanlık olan yönünü yazmamayı veyahut en azından bunun hakkında çok şey yazmamayı tercih etmiştir. Kahve veya bir kokteyl boyunca, kendi aralarında rahatça yaptıkları alan araştırması sohbetleri süresince gördükleri zalimlik, mantıksızlık ve sıkıntı türleri hakkında konuşabilmektedirler fakat sadece birkaçı, bu tarz şeyler ya da çeşitli halk toplumlarındaki insanların kendilerine ve başkalarına zararlı görünen şeyleri yapma yöntemleri hakkında yazmıştır. Sonuç olarak, tıpkı insanların refahına katkıda bulunmayan ancak inanıp uyguladıkları çeşitli şeylerin yetersiz şekilde savunulması gibi, dünyanın küçük toplumlarında gerçekten var olmuş sıkıntıların ve memnuniyetsizliklerin türü ve miktarı hakkındaki etnografik kayıtların önemli derecede eksik bilgilendirme yapması muhtemeldir. Genellikle bilgilendirme eksiktir çünkü antropologlar, bir halk toplumunda gördüğü zalim, zararlı veya etkisiz uygulamaların aslında sıkça rastlanan sömürgeciliğin neden olduğu sosyal düzensizlik sonucu meydana geldiğine inanmıştır. 

Tüm antropologlar belirli uygulamaların bazen raporlanmadığını bilir çünkü böyle yapmak insanları kendi gözleri önünde tanımlamak ve kötülemek olduğu için incitici olacaktır. Bu sebepler ile kişisel ön yargıların diğer biçimlerinden dolayı bazı antropolojik monograflar ya da diğer adıyla "etnografyalar" mükemmel, hatta romantik betimlemeler yapar. Örneğin Jane Belo, Balililer hakkında "Bebekler ağlamıyor, küçük çocuklar kavga etmiyor, genç kızlar kendi iffetlerini koruyor... Herkes kendi yaşıt ve büyüklerine saygıyla ve kendisinden küçük olanlara da kibarlık ve anlayışla davranıyor, ilaveten de kendisine verilen görevi hassasiyetle yürütüyor. İnsanlar, görünüşe göre rahatlıkla, hayatlarındaki faaliyetleri düzenleyen kanunlara küçük ya da büyük demeden bağlılar" diye yazmıştı. Ne yazık ki bu cennetvari görüşün gerçekçiliğini sağlamak için, -öyle görünüyor ki farkında olmadan- erkeklerin karılarını dövdüğünü, kadınların evlerinden kaçtığını, çocukların ebeveynlerine başkaldırıda bulunduğunu ve kendi geleneklerine ve kanunlarına karşı isyan eden insanların varlığını da belgelemektedir. Etnografık raporlarda hayatın gerçekleri ile ideal olanlar arasında bu türden çelişkilerin yer aldığı diğer birçok örnek vardır. En önemlilerinden biri de Robert Redfıeld'ın Meksika kasabası Tepoztlan hakkındaki izahatıdır çünkü halk-kent karşılaştırması gelişimine dair bilgi veren bu kasaba hakkındaki kendi düşüncelerini yazmıştır. Redfıeld, Tepoztlan halkını sakin ve halinden memnun, nerdeyse kişisel uyum ve sosyal bütünleşmenin ideal boyutu içerisinde yaşadığını yazmıştır. Ancak Redfıeld'ın eski öğrencisi Oscar Lewis birkaç yıl sonra Tepoztlan'ı yeniden çalıştığında, yaygın bir sosyal çatışma havası, şeytani dedikodular, gü-vensizlik, düşmanlık ve korku ile karşılaşmıştır. Tepoztlan'daki yaşamın kötü yönlerini anlatırken Lewis'ın biraz abartıya kaçmış olabileceği şüphesi vardır fakat Redfıeld 'ın Tepoztlan hakkındaki mükemmeliyet görüşleri ise şüphenin de ötesindeydi. Elizabeth Marshall Thomas, Güney Afrika'daki Kalahari Çölü'nün Sanları (önceden Bushmen olarak biliniyordu) hakkındaki kitabı "Harmless People (Zarar-sız İnsanları)" başlıklandırdığında, bu insanların kendileri ve çevreleriyle barış içinde olmaları konusunda algıladıklarını dile getiriyordu. 

Ne yazık ki Thomas'ın San uyumu görüşüyle ilgili kitabında sonradan yapılan, bu popüler kitabı okuyan genel kitlenin birçoğu tarafından muhtemelen gözden kaçmış bir düzeltme; Sanların son derece yüksek cinayet oranlarına ve daha önceki zamanlarda da savaşçı kimliğine sahip olduklarını gösterdi. 1961 yılında Colin M. Tumbull tarafından yazılmış daha popüler bir kitap, belki de en çok okunan etnografya, Zaire'nin Ituri Ormanları'nda yaşayan Mbuti Pigmeleri hakkındaki "The Forest People (Onnan İnsanlan)'dır." Tumbull'un detay ve kişisel gözlemler açısından zengin olarak zarafetle yazdığı bu kitap tüm ihtiyaçlarını karşılayan ormanla nerdeyse mükemmel bir uyum içinde yaşayan insanları tanımlamaktadır. Tumbull'a göre Mbuti'de cinayet, intihar ya da tecavüz, savaş, acı dolu üyelik töreni ve vücudun bir uzvunu kesme yoktu. Tumbull, Mbuti'nin kavgacı ve bazen savaşçı olduğunu, yalan söylediklerini, çaldıklarını, bazen de paylaşmayı reddettiklerini, (ayrıca av ağına sahip olan erkeklerin, sahip olmayanları sömürdüğü konusuna değinmekten kaçındığını) kabul etti fakat her şeye rağmen Tumbull, kültürlerinin ormanda bulunan dünyaları ile bir bütün olan Mbutilerin sevgi dolu ve mutlu insanlar olduğunu da ifade etmişti. Tumbull'un gözleriyle baktığımız zaman, Mbuti halk toplumu türünün ilk örneğiydi. Tumbull'un antropolog meslektaşları izahatının doğruluğu konusunu tartışmışlardır. Tumbull aynca Mbuti'de var olduğuna inandığı sevgi dolu ve uyum içerisindeki yaşam tarzına o kadar hayran kaldı ki on yıl sonra başka küçük bir toplum üzerinde çalıştığında, açık bir biçimde bu küçük toplumun sevgisiz varlığı karşısında dehşete düştü. 

Tumbull'un başka bir ünlü kitabı "The Mountain People (Dağ İnsanları)'nda" açıkladığı üzere, kuzey Uganda'daki yaklaşık 2.000 kişilik açlık çeken bir toplum olan Iklar korkunç düzeyde canavarlaşmış hale gelmişti; düşünüldüğünün aksine bu toplumu açlıktan kurtarmak için değil, onların asosyal, sevgisiz kültür-leri de onlarla birlikte yok olsun ve diğer insanlar da yozlaşmasın diye Tumbull, insafsız bir şekilde Uganda hükümetinin bir yetkilisine onların zorla toplanması ve ülkeye dağıtılması teklifinde bulundu. Bu duruma antropologların tepkisi çok sert oldu. Ik kültürüne ait çok kasvetli bir resim çizmesinin yanı sıra bunu etik olmayan bir tutumla yapmasından ötürü Tumbull sert bir biçimde eleştirildi. Iklar hakkındaki gerçek halen tartışmalı bir konudur. Eskiden avlanma ve bir dereceye kadar ziraat işleriyle uğraşan Iklar, Uganda hükümeti tarafından avcı-lığı bırakmaya ve tarıma yönelmeye zorlanmışlardır. Uzun süren kuraklık ekinlerine zarar verdiğinde, Iklar açlık yaşamaya başladılar ve Tumbull'a göre insanlığın nezaket, şefkat ve muhabbetine dair tüm özellikler küçille çocukların karşı koymaktan vazgeçmesi gibi yok oldu, yaşlılar açlığa mahkûm edildi ve yeterince güçlü herkes daha zayıf insanların ağızlarından yiyeceklerini aldı. Hayatta kalanların perişanlığı ve açlık seviyeleri daha yoğun bir biçimde arttıkça, hayatta kalmayı diğer her şeyin üstünde tuttukları hakkında küçük bir şüphe olabilir. Gerçi bu hayatta kalma güdüsü, Turnbell 'in sonrasında kabul ettiği gibi muhtemelen adaptifti. Adaptifliğin nasıl ve kimler için olduğu belirli bir zaman boyunca üzerinde çalışılmadan gerçek manada belirlenemedi ne Turnbull ne de eleştirileri buna bir mana kazandırdı. Tumbull'un alan araştırmalarını tamamlamasından on beş yıl sonra Bernd Heine (lrkları da içeren Kuliak dilleri üzerine Alman bir uzman), 1983'ün kısa bir döneminde Ikları ziyaret ettiğinde, Tumbull'un küçüle ölçekli toplumun neye benzediğinin Mbuti örneğinde Iklara yönelik vizyonunu çarpıttığı daha görünür hale geldi.

Yakın zamanda olmuş bir kuraklık ve birçok Iklıyı öldüren kolera salgınına rağmen, nüfusun sayıca arttığını ve halkın bir hayli sosyal olduğunu fark etti. Sonuçta Bernd Heine, Turnbull'un kitabının doğruluğu konusundaki soruların sayısını artırdı. Örneğin, Tumbull'un çalışmak için seçtiği kasabanın (tüm halkın yirmide biri) güvenlik sorunu nedeniyle polis ka-rakoluna yakın olduğunu ve bu bölgede asıl Ik nüfusundan fazla Ik olmayan komşu nüfusların var olduğuna değinmişti. Aynı zamanda Turnbull'un Ik dili terimleri kullanım biçiminden bu dilin sadece küçük bir kısmını kavradığını gösterdi ki, Turnbull da bunu kabul etti. İlaveten, Turnbull'un tipik bir Ik olarak tanımladığı bir adam olan Lomeja'nın aslında bir Ik bile ol-madığı, bunun yerine "bozuk Ik dili" konuşan bir Di-dinga olduğunu da ekledi. Benzer şekilde, Tumbull ta-rafından rapor edilen çeşitli etnografik gerçeklere de karşı çıktı ve gördüğü Ikların Turnbull'un tanımladıklarından "tamamıyla farklı insanlar" olduğu sonucuna vardı. Heine'ın eleştirileri (sadece Afrika ile ilgilenen akademisyenlerin okuyacağı bir bilim dergisinde yayınlandığı için) büyük oranda fark edilmemesine rağmen, bazı antropologlar dahil çoğu okuyucu için Iklar topluluk olma hissiyatını kaybetmiş bir halkın somut örneğiyken, Mbuti halen halk toplumunun gerçek bir modeli olarak karşımızda duruyor. Belo, Redfıeld ve Tumbull'un kişisel idealizmlerine ek olarak, bazı antropologların birlikte yaşayıp çalıştıkları insanların (hoşlandıkları ve saygı duydukları) en sevimsiz ve makul olmayan uygulamalarını yazarak güvenlerine ihanet etmeme konusunda antropolojiye açık bir komplo söz konusudur. Gerçekten de antropologlar arasında bir halkın uzun süreli inanç ve uygulamalarının -kültürlerinin ve sosyal kurumlarının- hayatlarında önemli bir rol oynaması gerektiği, yoksa bu inanç ve uygulamaların devam etmeyeceği konusunda yaygın bir varsayım söz konusudur. Böylece, birçoğumuza iğrenç gelen yamyamlık, işkence, bebek öldürme, kan davası, büyücülük, kadın sünneti, ayinli tecavüz, kafa avcılığı ve diğer geleneksel uygulamaların, bulunduğu toplumlarda bazı kullanışlı fonksiyonlara hizmet ettiği düşünülmüş ve yazılmıştır. Kuş tüyünün uçma ve kamufle etme özelliği gibi adaptif mucizenin yaradılışındaki biyolojik evrimin hikmetinden etkilenen çoğu akademisyen, kültürel evrimin de in-sanların ihtiyacını karşılayan geleneksel inanç ve uygulamaları üreten bir doğal seleksiyon süreci tarafından yönetildiğini düşünmektedir. Sonuç olarak etkin kurumlar ya da inançların anlamlı bir sisteminin olmadığı bir toplumla karşılaşıldığında genellikle, nedenin antropologlardan önce olay yerinde bulunmuş diğer insanların -sömürge görevlileri, askerler, misyonerler ya da tüccarlar-zararlı etkisi altında yatmakta olduğu düşünülür. Geleneksel inanç ve uygulamaları anlamsız ve hatta zararlı görünen bir toplumla karşılaşıldığında suç, çoğunlukla dışarıdan yapılmış zararlı bir müdahalenin altında aranır. Böylece bu dış bağlantının yol açtığı sosyal düzensizlik ve kültürel kargaşadan önce geleneksel nüfus yaşamının, cennetvari değilse bile en azından uyum içerisinde ve anlamlı olduğu görüşü devam etmektedir. Zamanın birinde Iklar bile sosyal uyumun ve sevginin keyfini sürmüşlerdi (Tumbull'un açıkça inandığı şey). 

Bu yüzden üzerinde çalışılan toplumların hayatlarını bazen etkisi altına alan düşmanlık, şiddet ya da zalimliği rapor etmek yerine bazı antropologlar sömürgeci güçlerin dini inançları, vergileri, kanunları ve ekonomik müdahaleleri ile bozmadan önce var olduğuna inanılan yaşam stillerini yeniden oluşturmaya çalıştılar. Az sayıda antropolog halk toplumlarının dış güçler tarafından etkilenmesinden önce cinayet, intihar, tecavüz ve savaşın bilinmediğine inanmaktadır fakat çoğu antropolog, etnografyalarını sanki bu tipten vakalann az sayıda olduğu ya da bu gibi davranışların bir şekilde insanların çevre koşullarına uyum sağlamalarına yardımcı oldukları gibi yazdılar. Sonuç itibariyle, daha iyisini bilen antropologlar tarafından bile ilkel düzen efsanesi farkında olunmadan teşvik edildi. Bu küçük toplumlarda meydana gelmiş maladaptif olabilecek özelliklerin sıklığı hakkında açık olmak çok zordur çünkü etnografik izahatların mevcut yapısı insanların tanımlanmış inanç ve uygulamalarının adaptif olmaktan başka bir şey olabileceği ihtimalini nadiren irdeler. Rastgele etnografik monograflar arasından çok sayıda eser seçseniz, muhtemelen bir avuç kadarında bir inanç ya da uygulamanın maladaptif sonuçlarını içeren bir analiz olur. Tam tersine eğer paradoksal, mantıksız, tuhaf, etkisiz ya da tehlikeli inanç ve uygulamalar tamamıyla tanımlanırsa (genellikle tanımlan-mıyor) bunların genellikle adaptif oldukları varsayılır ve onlar sanki bazı yararlı amaçlara hizmet ediyorlarmış gibi muamele görür. Örneğin; erkek sünnetinin en uç şekilleri -sidik yolunun kesilerek açılması, ot veya başka tür bir bitkinin sapıyla kazıyarak zarar verilmesi, penis ucunun kesilmesi ya da sünnet derisinin dikilmesi- bile etnografik literatürde (ama psikolojik literatürde değil) rasyonel olmayan, adaptif olmayan ya da maladaptif uygulamalar olarak değil, bu uygulamaların pozitif sosyal, kültürel veya psikolojik sonuçlan bağlamında analiz edilmektedir. Benzer biçimde, Firavun dönemi kadın sünneti bir kızın klitorisinin kesilmesi ve kesilen iki tarafın vajinal dudaklarda birleştirilmesini ya da kadınların genital bölgesindeki büyük dudakların dikilmesi uygulamalarını içerir. 

Boşluk dikilir ve dikilirken ürin ve adet dönemi kan akıntısı geçebilecek şekilde kibrit çöpü kadar bir boşluk bırakılır. Genç kadınlar evlendiğinde, bu küçük boşluk cerrahi olarak cinsel birleşmeye imkân verecek şekilde genişletilir. Büyük ağrılar çektirmesine ek olarak, bu prosedürler ciddi manada enfeksiyon, kısırlık ve hatta ölüm riski taşımaktadır. Yine de antropologlar, genelde bu dikme işlemini bir adaptif uygulama olarak yorumlamaktadır çünkü uygulayan insanlar bunu cansiperane savunmaktadır ve bu durumun aile onuru ve kadın iffeti değerlerini nasıl güçlendirdiği halihazırda görülebilmektedir. Dünya üzerindeki Müslüman toplumlar da dahil olmak üzere çoğu toplumun aile onuru ve kadın iffetini, dikme uygulamasını yapmaksızın yaşatmayı başarması nadir bilinir. Göreceli ve adaptasyon görüşünü savunan varsayımların kümülatif etkisi, antropologlar kuşağının neden öteden beri süre gelen inanç ve uygulamaların var olduğu konusunda iyi bir sosyal ya da kültürel sebebin olması gerektiğine inanmasını sağladı. Eğer bu uzun zamandır sürdüyse, o zaman adaptif olmalıdır veya dolaylı ya da dolaysız olarak küçük ve geleneksel toplumlardaki halkın yaşamı hakkında bildiğimiz şeyleri yazan çoğu insan tarafından böyle olduğu varsayılmıştır. Fakat herkes bu varsayımda bulunmadı. Mesela bazı çevrebilim odaklı etnograflar, özellikle bir halkın inanç ve kurumlarının nasıl uyumlu olabileceği konusunu dikkatlice değerlendiren tanımlar yapmıştır. Walter Goldschimdt'in Uganda Sebeilerinin etnografyası iyi bir örnektir. Sebeilerin yakın tarihinde kaydettiği göreceli pozitif sosyal ve kültürel adaptasyonlarını analiz ettikten sonra, Walter "dengesizlikler ve maladaptasyon" olarak kast ettiklerini özellikle "... Sebeilerin kendi sınırlarını muhafaza etme kapasitesine sahip sosyal bir düzeni kurma ve yerinde bir takım ahlaki ilkelere bağlılığı geliştirme konusundaki başarısızlığı" 'olarak tanımladı. Onun analizi bu sıkıntılara yol açan, değişen sosyoekonomik koşullara neden olan "başarısızlığı" belirlemek üzerine gitmiştir. Benzer biçimde, Klaus-Friedrich Koch 1960'ların ortalarında Irian Jaya'nın uzak doğusundaki Snow Dağları'nda yaşayan asimile edilmemiş Jaleler hakkında yazarak, kavga ve adam öldürmenin aralarında çokça yaygın olduğu ve bölünmeye yol açtığı, bunun sebebinin ise anlaşmazlık yönetimi metotlarının "çok az ve çok etkisiz" olması olduğu sonucuna varmıştır. Fakat, çevre bilimi odaklı etnograflar dahi maladaptasyona sınırlı ölçüde önem vermektedir. Bunun yerine önem, çeşitli ekonomik faaliyetler ve çevre arasındaki uygunluğa adapte olmaya verilmiştir. Belirli bir inanç ve kurumsallaşma uygulamasının fayda ve maliyetleri etnografik literatürde tartışıldığında, sonuç genellikle Dr. Pangloss'un modelidir. Eğer büyücülük gibi belli bir inanç sisteminin bir topluma zararlı olabileceği kabul edilirse, onun zararlarından çok daha fazla ağır basan faydalarının da olduğu hemen öne sürülür. Örneğin; Clyde Kluckhohn ve Dorothea Leighton klasik etnografyalan The Navaho (Navaholar)'da, aralarındaki büyücülerin varlığı hakkında yaygın Navaho inancının korku ürettiği, şiddete yol açtığı ve bazen masum insanların trajik acılar çekmesine neden olduğu sonucuna vardılar. Yine de Clyde Kluckhohn ve Dorothea Leighton, Navahoların akrabalarına ve "hayatın kendi tehlikelerine" karşı hissettiği tüm düşmanlığı büyücülere yönlendirmesine izin vererek büyücülük inançlarının "toplumun çekirdeğini sağlam tuttuğu" ve dahası, zenginlerin ve güçlülerin çok aşırı güce ulaşmasını engellediği ve genelde sosyal açıdan bölücü eylemleri önleme amacına hizmet ettiği sonucuna vardılar.

Kluckhohn ve Leighton söylediklerinin aksine olmasına rağmen, Navaho büyücülük inancının bu olumlu sonuçlarının -eğer gerçekten varsa- korku, şiddet ve açıkça ortada olan trajik acılara ağır bastığı konusunun açık olmadığını belirtmişlerdir. Halen yaygın olan teamül maladaptif potansiyeli taşıyan davranışların varlığına dair hiçbir açıklama getirilmemesidir. Bu olgu, çağdaş etnografyanın yanında daha önceden yazılmış çeşitli raporlarda klişeleşmiş ve bazı bilgili, seçkin etnograflann yazılannda da yansıtılmıştır. Örneğin; Britanyalı saygıdeğer sosyal antropolog E. E. Evans Pritchard klasik eseri "The Nuer" (Nuerler) adlı kitabında; Sudanlı erkeklerin küçük bir kışkırtmayla birbirleriyle çoğunlukla kavga ettiklerini, bazen bu kavgaların ölümle noktalandığını yazmıştı. Jale halkı gibi, Nuerler de bunun gibi şiddeti veya yol açtığı misilleme güdüsünü önleme konusunda etkili bir araca sahip değildi. Söylendiği üzere bilakis Nuer halkı bu duruma "bitmeyen bir kan davası" diyordu. Bu yıkıcı şiddet kalıbının maladaptif olması da kesinlikle inanılması güç değildi lakin Evans Pritchard bu konuya kitabında değinmedi. Evans Pritchard normal yıllarda bile "Nuer halkının gerektiği kadar gıda almamış olduğuna" değinmişti. Bir sığır hastalığının tüm sığır sürüsünü riske atacağı gerçeğine rağmen Pitchard, yine de Nuer halkının her ne kadar verimli tarıın arazileri kısıtlı olsa da ekim, nadas ya da gübreleme yapmadan uyguladıklan bağ ve bahçe işlerine nazaran hayvancılığı tercih ettiğini gözlemledi. Dahası, çoğunluğu açlık içinde yaşamasına karşın halk ne tavuk ne de yumurtalarını yemeyi kabul ediyordu ve bariz bir kınamayla söylendiği üzere balıkçı ve avcılar gibi "küçük hileler kullandılar.” Nuer halkı etkinliği az olan geçim stratejilerini kullanıyormuş gibi görünmekteydi fakat Evans Pitchard konuyu aydınlatacak hiçbir analiz sunmadı. Maladaptif görünen uygulamaların analiz edilmesindeki başarısızlık yaygınlaşmaya devam etmektedir. Örnek vermek gerekirse, Brezilya'nın Mehinaku yerlileri hakkında ayrıntılı araştırma yapan Thomas Gregor, ayrı bir köyde birlikte yaşayan 100 kadar kişinin hayatları ile ilgili önemli noktalara değinmiştir. Bir seri sosyal çatışma potansiyeline sahip olduğu söylenen bitmek bilmeyen hırsızlıklan ve zinaları gibi Thomas Gregor'un Mehinakulular hakkında yaptığı etkileşimli stratejilerinin betimlemeleri sezgisel olmuştur. Gregor bu türden uygulamalann neden hala devam ettiğini ve gerçekten maladaptiflik ihtimalini tartışmamıştır. Evans Pritchard ve Gregor arasında bir tercih yapmayı kast etmiyorum çünkü her ikisi de çoğu standarda göre gayet iyi etnografyalar yazdılar. Değinmeye çalıştığım husus, en başarılı etnografların bile küçük ve basit toplumlarda karşılaştıkları geleneksel inanç ve uygulamaların maladaptif potansiyellerini genellikle göz ardı etmeleridir. Gerçekten herhangi bir etnografı kuvvetli eleştiri yağmuruna tutma isteğim yok çünkü yıllar önce aynı varsayımları ben de yapmıştım. Çoğu etnograf "ilginç" bir geleneksel uygulamanın nasıl göründüğünün önemi olmadığı, bir kere anlaşıldıysa "adaptiflik duygusu" yaratacağı için adaptiflik varsayımının iyi bir şey olduğunu yazan Donald T. Campbell'e muhtemelen katılacaktır. Diğer birçoğu da şüphesiz Marvin Harris'in inançlar ya da uygulamaların adaptif olduğunun bir varsayım olması gerekmediği çünkü sosyal kültürel sistemlerin "ziyadesiyle değilse bile münhasıran" adaptif hususiyetlerden oluştuğunun kanıtlanmış olduğunu içeren deklarasyonuna katılacaktır. Yon Ranke ise özetle hem kültürün adaptif olduğu varsayımı hem de kültürlerin çoğunlukla ya da yalnızca adaptif özelliklerden oluştuğu hakkında gösterilen iddiaların eşit biçimde Tann'dan çok uzak olduğunu söylemiştir. Ekonomik uygulamaların bir kısmı istisna olmak üzere, bahsedilen yaygın adaptifliğin bir kanıtı olmamıştır ve bundan dolayı kültürün adaptif olması gerektiği varsayımı yersizdir. Bu konu sadece antropologları-"ilkel'', egzotik bir pireyi deve yapanlar- ilgilendiren bir konu değildir. Etnografik kayıtlardan yapılan çıkarımlar, kendi toplumumuz dahil diğer insan toplumlarının bazen yerine getirmesi gereken fonksiyonlarını neden yerine getirmediğini anlama konusu ile ilgilenen herkes için önemlidir. Geçmişte ve günümüzde bazı halk toplumları nispeten uyumludur, buna rağmen küçük ve basit toplumların hayattan memnuniyetsizlikten ve dertlerden tamamıyla arınmadığı bir gerçektir. Aslında bazı küçük toplumlar çevrelerinin gereksinimleriyle mücadele etme konusunda başarısızdır ve diğerleri de duyarsızlık, çatışma, korku, açlık ve ümitsizlik içinde yaşamışlardır. 

Yine de küçük ölçekli toplumların bizlere göre yaşadıkları çevrenin şartlarına daha iyi uyum sağlamış olduğu yönündeki inanç devam etmektedir. Bu kitabın ana fikri de bazılarının böyle olabileceği ancak diğerlerinin kati bir biçimde böyle olmadığını göstermektir. Küçük toplumların bir kısmında insanlar kronik olarak açlık içindedir ve birbirlerinin refahını çok az önemserler. Bolivya'nın doğusunda yer alan tropik ormanlarda avcılık, balıkçılık ve tarla ekip biçerek yaşamış Siriono yerlilerini düşünelim. Tumbull'un tanımladığı açlık içinde yaşayan Ikların aksine Siriono yerlileri tamamen asosyal değildi. En azından küçükken çocuklarına sevgi beslemeleri, aile bağlarına sahip olmaları, içki partileri ve güreş karşılaşmaları gibi bazı sosyal aktivitelerle iç içelerdi ve başta genç aşıklar olmak üzere, bazı insanlar birbirlerinden duygusal olarak etkilenme belirtileri gösteriyordu. Fakat 1941 ve 1942 yıllarında Siriono'da yaşamış Allan R. Holmberg (burada yaşarken Pearl Harbor saldırısını bile olaydan üç ay sonra öğrendi) bir bireyin diğerine karşı aile içinde bile hissiz olmasının kendisini "şaşkına çevirmeyi asla durdurmayacağını" yazmıştı. Bunu göstermek için, "tüm gün avlandıktan sonra kampa dönüş yolunda karanlığa yakalanmış bir adamın" tipik olduğu söylenen bir hikayesini şöyle anlatmaktadır: "Ay ışığının olmadığı bir gecede kaybolmuş bir adam defalarca yardım istemiş, Siriono yakınlarındaki bir kampta yaşayan akrabaları ise adamın çığlıklarını duymalarına rağmen önemsememişler. Yarım saat sonra bağırma sesi kesildiğinde, adamın kız kardeşi neşeli bir şekilde: 'Bir jaguar onu kapmış olmalı' demiş." Aslında, bu avcı geceyi bir ağaca tırmanarak ağacın tepesinde geçirmişti. O karanlık gecenin sabahında kampa döndüğünde kimse onu karşılamamıştı. Bunun yerine kız kardeşi yakaladığı avların küçük bir kısmını verdi diye acılı bir serzenişte bulunmuştu. Holmberg, Sirion halkının kavga ettiğini, yemekleri bir yerlere gizlemek, paylaşmayı reddetmek, tek başına gece ya da ormanda yemek, aile üyelerinden saklamak, özellikle kadınların yemekleri vajinalarına gizlemesi gibi konularda birbirleriyle sürekli kavga ettiklerini de ifade etmiştir. Siriono'da gıda daima kısıtlı ve açlık hayatın değişmez bir gerçeğiydi. Bazı grupların nerdeyse açlıktan ölmenin eşiğine geldiği zamanlar olurdu. 

Aslında göçebe hayata ayak uyduramayan hasta ve yaşlı insanlar dışlanırdı, bazen göç eden grubun arkasında acınacak halde ölene kadar sürünmeye bırakılırdı. Tıpkı sevgi ve şefkat gibi, keder de Siriono halkının nadiren olmasına izin verdiği bir lükstü. Siriono bölgesi pek de cömert bir bölge değildi, bir hayli çorak, genellikle soğuk, yağmurlu ve rüzgarlıydı ve Sirionolular tamamen çıplaktı. Halk ateşin nasıl yakılacağını dahi bilmiyordu ve bu yüzden de genellikle bayanlar her zaman yanan bir odun parçası taşımak zorunda kalıyordu. Ateş olmasına rağmen, ince malzemeden yapılmış evleri ve giyim malzemesi eksikliğinden dolayı genellikle soğuğa maruz kalırlar ve perişan olurlardı. Ayrıca ne başlarına bela olan sivrisinek, karınca, sinek, kene, uçan haşereler, anlar ile eşek anlarına ne de hayatlarını tehdit eden yılanlar, akrepler, örümcek ve jaguarlara karşı savunmaları vardı. Açlık, korku ve fiziki rahatsızlık ve birbirlerini umursamama sebeplerinden dolayı, Siriono uzun ve rahat bir biçimde yaşayamadı. Bu kitabın okuyucularından muhtemelen çok azı onların yaşadığı bu hayatı seçecektir ve onların komşuları da bu hayat tarzına imrenmeyecektir. Siriononun bu yaşam şekliyle ne kadar süre yaşadığını bilmiyoruz fakat yine de çok sene yaşamış olmalılar ve Ikların aksine, Sirionolar çevrelerine yıkıcı zararlar vermemişlerdir. Siriono yaşamındaki sefaletin sebebi olarak suçlayacak bir şey olsaydı, o da geçmişteki hadiseler veya belki de Siriononun ta kendisi olurdu. Zira Sirionolar kendi ihtiyaçlarını bile karşılama konusunda başarılı olamadılar ve kendileri de bunun farkındaydı. Geleneksel yaşam biçimleri dış güçler tarafından baskıya maruz kalmamasına rağmen, atılı araç ve silahlar üzerine ya da kiracı çiftçiler olarak çalışma fırsatı kendilerine teklif edildiğinde her ne kadar birçoğu kötü biçimde mağdur olsa da kabul etmeye isteklilerdi. Bazı Sirionolar orman göçebesi olarak hayatlarına devam etmesine rağmen, bunların çoğu birbirlerine olduğu kadar kültürlerine bağlı değillerdi. 

Siriononun aksine, Güney İtalya'da bulunan Montegranolu yoksul İtalyan çiftçiler kültürlerine bağlıydı fakat bu kültür çekirdek ailenin yararına onları yalnız yaşamaya yönlendirdi. Edward C. Banfıeld'a göre aileler, kısa dönem çıkarlarını karşılamak için ellerinden geleni yaptılar ve doğal olarak kendileri dışındaki diğer herkesin de aynı şeyi yaptığını düşündüler. Montegrano halkı la misera olarak bilinen amansız bir melankolinin yanı sıra, bitmek tükenmek bilmeyen bir açlık, tükenmişlik ve kaygı içinde yaşadı. Aynı zamanda değişmeyen fakirlik ve güçsüzlükten kaynaklanan zillete de katlanmak zorundaydılar. Hatta içinde yaşadıkları köyün yararına olabilecek herhangi bir organize topluluk faaliyeti (imece) gerçekleştirme konusunda isteksizdiler. Bir aile sadece iyi bir eğitim sayesinde kendini daha iyi koşullara getirebileceğinden dolayı çocukların daha iyi eğitim almasını çok istediler lakin kötü şartlara sahip okullarını iyileştirmek veya çocukların yakın kasabada bulunan daha iyi bir okula gidebilmesi adına bir otobüs organize etmek dahil hiçbir şey yapmadılar. En yakın hastane arabayla beş saat ötede, aynca ambulans hizmeti de yetersiz olmasına rağmen bu durumu iyileştirmek için de bir şey yapmadılar. Banfıeld, Montegrano halkının aile merkezli kültürlerinin birer "esiri" olarak toplum menfaatini ve bu arada kendi ailelerinin uzun dönem çıkarlarını sağlamaktan aciz oldukları sonucuna vardı. Bazen Montegrano'da yaşayan köylüler gibi bir nüfus, amaca zararı dokunsa da değer verdiği kültürel inançlarını sürdürürler. Bazen Siriono gibi fiziki çevresiyle etkin bir biçimde başa çıkamayan bir nüfus, değersiz sayılabilecek bağlılık ve zayıf sosyal bağlar geliş-tirmektedir. Bazen de Iklar gibi bir nüfus kendileri dı-şındaki hadiseler tarafından ezilmiştir. Bu üç örnek, küçük ölçekli toplumların karşılaştıkları sorunları etkili bir şekilde çözemediği ve umursamazlık, korku, soyutlanma veya alçaltmak yerine onları ayakta tutan ve refahlarını güçlendirenin salt kültür olduğunu ifade etmektedir. Toplumlar bazen kendi kontrolleri dışındaki olaylar tarafından zarara uğrarlar; sel, salgın hastalıklar, volkanik patlamalar ve teknolojik açıdan üstün insanlar tarafından elde edilen askeri zaferler bu olaylara verilebilecek sadece birkaç örnektir. Bu kitapta bu tarz felaketlerin ortaya çıkardığı sıkıntılara değil, çevresel ihtiyaçlarını karşılama konusunda zayıf kalan veya insanların sağlık ve refahlarına zararlı olan geleneksel inanç ve uygulamaları sürdürerek sorunların ortaya çıkmasına neden olan nüfuslara değinilmektedir. İster şehirli ister köylü, çeşitli toplumlardaki insanlar empati kurma, kibarlık, hatta aşk ve çevreleri tarafından ortaya çıkartılan zorluklarla şaşırtıcı bir şekilde başa çıkabilme yeteneğine sahip olduğu kadar kendi aralarında, diğer toplumlarla ve yaşadıkları çevreyle ilişkilerinde duygusuz biçimde zalimliğe, gereksiz yere sıkıntıya ve büyük ahmaklıklara yol açan inançlarını, değerlerini ve sosyal kurumlarını sürdürme konusunda da bir o kadar yeterlilerdir. İnsanlar daima akıllı değildir. Ayrıca yarattıkları toplumlar ve kültürler de insan ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde tasarlanmış ideal uyumlu mekanizmalar gibi görünmemektedir. Birçok akademisyenin yaptığı gibi, eğer bir nüfus geleneksel inanç ve uygulamaları yıllar boyu sürdürmüşse, bu inanç ve uygulamaların hayatlarında önemli bir rol oynaması gerektiği fikrinde ısrarcı olmak yanılgıdır. Geleneksel inanç ve uygulamalar faydalı olabilir, hatta önemli adaptif mekanizmalar olarak hizmet de edebi-lir, bununla birlikte zayıf, zararlı ve hatta bazen ölümcül dahi olabilirler. İlerideki bölümlerde, sosyal ve kültürel maladaptasyon ile neyi kastettiğimi tanımlayacak, küçük öl-çekli geleneksel toplumlarda yer alan birçok şekille il-gili örnekler verecek ve maladaptif inanç ve uygulamaları sürdürmenin neden olduğu faktörleri tanımlamaya çalışacağım.

Hasta Toplumlar
Robert B. Edgerton

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder