Jale Parla
Thomas Mann |
Mann’ın gençlik yıllarına etki eden sanatçı ve düşünürler
Schopenhauer, Wagner, Nietzshe’ydi. Her ne kadar sanatının biçimsel
özelliklerinde bu yazarların etkilerini ömrünün sonuna kadar koruduysa da
-özellikle Wagner’den esinlenen edebi leitmotif kullanımını[1]-
fikirleri zamanla bu yazarlardan çok uzaklaştı. Zaten Nazilerin sabrını taşıran
da 1933’de verdiği ve Wagner’i şiddetle eleştirdiği bir konferans olmuştur.
Başlangıçta Schopenhauer’ın fikir ve irade arasında var olduğunu söylediği
karşıtlığı yazarlığın (yaratıcılığın) bir gereği saymışken, sonradan bu
karşıtlığın on dokuzuncu yüzyıl romantik maraziliğinden başka bir şey
olmadığını söylemiştir.
Gençliğinde Wagner’in karamsarlığından ve ölüm temalarından
çok etkilenmiş olmakla birlikte, sonradan bu karamsarlık ve ölüm fikrinden
sıyrılmaya çalıştı. Nietzsche etkisi de Mann’ın romanlarına sıradan ve
geleneksel olana karşı bir başkaldırış olarak yansımıştı; hatta Mann’ın I.
Dünya Savaşı sırasında takındığı muhafazakâr ve anti-demokratik tavırda da
önemli ölçüde Nietzsche’den esintiler vardır. Bekleneceği gibi Hitler’e karşı
çıktığı zaman Nietzsche’deki güdülerin egemenliği ve will to power kavramlarını
da eleştirdi, gelgelelim Nietzsche’yi tümüyle yadsıması son romanı Dr.
Faustus’un yazılmasına kadar bekledi.
Mann’ın hemen bütün yapıtları, sanatçı ile burjuva
arasındaki ilişkiyi irdeler. Mann’ın terminolojisinde burjuva sıradan vatandaş
anlamına gelir. Pratik, sorunsuz, kendinden memnun, saygın vatandaş tipidir bu.
Hiçbirşeyi sorgulamaz, değer yargılarını sarsmaktan kaçınır. Bu vatandaşın
karşıtı sanatçıdır; içgüdüsel, şeytanı dürtülerin tutsağı, içi içini yiyen,
duyarlı fakat alıngan, sorgulayıcı fakat sinik bir kişiliği vardır sanatçının.
Sade vatandaşın o kendinden emin rahatlığına hem imrenir, hem de hiçbir zaman
tenezzül etmez.
1947'de Dr. Faustus’u yazdığı zaman Mann’ın sanatçı kavramı
artık eskisinden çok farklıydı. Bu romanın başkişisi olan kompozitör Leverkühn
de görünüşte yalnız, kendini toplumdan ayırmış bir kişidir. Çoğu zaman
suskundur; konuştuğunda ise yalnız yerleşmiş inanç ve tavırları sorgulamak için
konuşur. Yaşadığı çağın burjuva müzik zevkinden nefret ettiği için kendi
yalnızlığını yansıtacak bir müzik türü yaratma çabasındadır; fakat bu çaba
öylesine bir tutkuya dönüşür ki Leverkühn hiçbir şey besteleyemez. Burjuva
müziğinde duygu sömürüsü olarak nitelendirdiği duygusallıktan öylesine nefret
eder ki tümüyle duygudan arınmış bir müzik yaratmak ister. Bu müzik aynı
zamanda kolay duygusallığa kaçmayan kendi iç dünyasını da yansıtmalıdır.
Leverkühn, sıradan adamın duygusallığını bu denli yererken onun yerine bir şey
öneremez; tam bir yadsıma davranışıdır onunki ve bu tavrına uygun bir biçimde
yadsımanın en büyük sözcüsü şeytanla bir anlaşmaya girer.
Böylece roman hep iki düzlemde ilerler. Bir yandan topluma
yabancılaşmış Leverkühn’ün öyküsü anlatılırken, bir yandan da besteleri
incelenerek bunların nasıl tam da o Leverkühn’ün yabancılaştığı toplumu
yansıttığı gösterilir. Leverkühn’ün müziği yalnızca bestelediği tarihle
ilintili değildir; gelecekle de ilgili “uzak görüşlü” bir müziktir. Örneğin
Kıyamet adlı parçayı Leverkühn 1919’da bestelemiştir ve bu parça I. Dünya
Savaşı yenilgisinin kargaşasını yansıtır; ama Kıyamet aynı zamanda öykünün bize
anlatıldığı tarihte, yani 1944’te de geçerlidir.
Leverkühn’ün şeytanla giriştiği anlaşmadan kazandığı aslında
uzak görüşlülükten başka bir şey ve bu anlaşmadan dolayı çekmek zorunda olduğu
gerçek ceza, hep kaçmaya, üzerine çıkmaya, uzaktan irdelemeye çalıştığı toplumu
müziğinde içermesi, sanatının, kendisini kaçmak istediği gerçekliğe
hapsetmesidir.
1952’de yazdığı Sanatçı ve Toplum adlı bir yazıda Mann
sanatçı paradoksunu yeniden dile getirir. Sanatçı Mann’a göre bir ahlakçı
değildir ama ahlaki sorunlarıyla her an iç içedir, çünkü söylediği söz
eleştireldir, en genel anlamda yaşamın eleştirisi bile olsa. Bu yüzden de
ahlakla ilgilidir. Sanat bir oyundur gerçi, ama derin bir ciddiyetle oynanan
bir oyundur ve iyilik ve erdem gibi kavramlarla sıkı sıkıya bağıntılıdır.
Sonradan “faşizmin psikolojik bir irdelemesi” diye de andığı
Mario ve Sihirbaz adlı öyküsünde,
sihirbaz, oyuncu-sanatçıdır. Öykü, gerçekle düş arasındaki çizginin sürekli
bulandığı bir mekânda, bir tiyatro salonunda geçer. Ve Sihirbaz Cipolla bir
gözboyayıcıdır. Sihirbaz Cipolla’nın sanatını sahnelediği Torre di Venere
kasabası küçük olaylardan büyük kırgınlıklar çıkaran, her şeyi milli gurur
meselesi haline getiren gürültücü, cahil, kibirli insanların yaşadığı bir
kasabadır. Burada, turistik bir sahil kasabası olmasına rağmen, açık seçik bir
yabancı düşmanlığı vardır. Orta sınıfı hiçbir zaman sevmemiş olan Mann, başka
öykülerinde bu sınıfın küçük yaşam kaygılarıyla dolu hayat görüşünde gene de
sağlıklı bir taraf bulur. Oysa bu öyküdeki, yani Torre di Venere’deki orta
sınıf tümüyle sevimsiz ve iticidir.
Kadınlar kumsalda bağırarak konuşur; çocuklar hem
yaygaracıdır hem de sürekli “bayrak”, anavatan”,“şeref”, zafer” sözcüklerinin
geçtiği saldırgan savaş oyunları oynarlar. Orada tatil geçirmeye gelmiş ve
öykünün de anlatıcısı konumunda olan turist aile için çok yadırgatıcı bir
durumdur bu. Aynı ailenin çocuktarı da kasabanın çocuklarına uyum sağlamakta
güçlük çekerler. Babaları onlara bu yadırgatıcı durumu, kasaba insanlarının
“hastalığa benzer geçici bir süreç” yaşamakta olduklarını söyleyerek açıklamaya
çalışır.
Kasabanın neredeyse tek sevimli kişisi garson Mario’dur.
İçine kapalı fakat çocuklarla son derece iyi ilişki kurabilen bu garson
sonradan Sihirbaz Cipolla’nın en büyük numarasının baş aktörü olacaktır.
Kasabaya sihirbazlık gösterisi için gelen Cipolla’nın sıradan bir göz boyayıcı
olmadığını daha sahneye çıkar çıkmaz anlarız. Son derece kibirli bir adam olan
Sihirbaz, gösterisini sürdürürken sürekli konyak içer ve elindeki kırbacı
şaklatır. Sırtındaki kamburu önceleri eskiçağ şövalyelerinin kullandıklarını
andıran bir pelerinle saklamışken, bu ‘’ufak kusurunu” sergilediği noktada
kamburundan savaşa katılmasına ve bu en şerefi görevden yoksun kalmasına neden
olan bir şanssızlık olarak söz eder ve tabii hemen bütün seyircilerin
sempatisini kazanır. Gösterinin bundan sonrası Cipolla’nın hipnotizma yoluyla
seyircilerden seçtiği kişilerin iradesini yok etmesi ve onları kimi zaman en temel
inançlarının tersine, kimi zaman da kendilerini gülünç düşürecek biçimde irade
dışı davranışlara zorlamasıdır. Sıra Mario’ya gelinceye kadar.
Cipolla, Mario’yu sahneye zorla çağırır. Seyircilerden
aldığı küçük ipuçlarından Mario’nun ümitsiz bir aşk hikâyesi olduğunu
öğrenmiştir. Mario’yu hipnotize ederek, onun kendisini aşık olduğu kadın olarak
görmesini sağlar ve Mario’nun en erişilmez düşünün gerçekleştiğini sandığı
noktada (bu anda Mario sevdiği kadın zannederek Cipolla’yı öpmektedir.)
seyircilerden gelen bir kahkahayla yanılsama bozulur. Bunu izleyen büyük alkış
gürültüsünün arasında bir silah patlar. Bu, sahneden indikten sonra ansızın
geri dönüp Cipolla’yı öldüren Mario’nun silahının sesidir.
Thomas Mann’ın faşizmin psikolojisinin sergilenmesi diye
betimlediği bu öyküsü, öykünün geçtiği yerin de gösterdiği gibi İtalyan
faşizmini hedef alır. 1929’da yazdığı bu öyküde sanki Mussolini’nin 1932’de
Enciclopedia Italiana’da çıkan faşizm maddesinin birçok temasını haber
vermektedir. Torre di Venere’deki savaş idealizasyonu, Mussolini’nin faşizm
maddesinde betimlediği anti-pasifist görüşe tümüyle uyar. “Yalnızca savaş insan
enerjisini en yüksek gerilime çıkarır ve bunu göğüslemeye cesareti olan
kişileri asaletle damgalar.” der Mussolini.
Cipolla da sahnede sürekli kamburundan ötürü savaşamadığı
için bu işi yaptığını, fakat yaptığı işin savaşmaktan sonra yapılacak en asil
iş olduğunu, çünkü yaşama karşı manevi bir savaş verdiğini tekrarlar. Aslında
onun manevi güç dediği, yığınlar üzerinde tümüyle yanılsamaya dayalı bir manevi
otorite kurmaktır. Cipolla İtalyanca’da aynı zamanda soğan anlamına da gelir.
Mann’ın bu sözcüğü Mussolini’nin saçı dökülmüş kafasını çağrıştırmak için
özellikle seçtiği söylenmiştir. Sahnede sergilenen göz boyama taktikleri,
faşizmin taktikleridir. En
eğitimsizinden, en seçkinine kadar halkı galeyana getirip eleştirel ve
sorgulayıcı yönlerini yok etmektir. Cipolla’nın gösterisi sırasında
seyirciye kanıtlamaya çalıştığı başlıca iddiası onların özgür iradeleri
olmadığıdır. İki numara arasında özgür iradenin zaten gereksiz, hatta acı veren
bir şey olduğunu söyler. O, yani, Cipolla onların yerine seçim yaparak, yani
irade kullanarak, acı çekmektedir zaten. Cipolla’nın bu sözleri akla bir yandan
Erich Fromm’un özgürlükten kaçış kuramını getirirken, bir yandan da gene
Mussolini’nin faşizm maddesindeki bireysel özgürlük tanımıyla çakışır.
Mussolini. |
Seyirciye gelince, onlar açıkça her sınıftan İtalyanları
simgeler. Her ne kadar Sihirbaz’ın özel yetenek ve numaralarıyla yanıltılıp,
yanlış yönlendiriliyorlarsa da, bu aşağılanmaya ne denli hazır oldukları
öykünün birinci kısmında çizilen anlamsız kibirle, yabancı her şeye düşman
gelenekçilikleri ve saldırgan milliyetçilikleriyle belirlenir.
Mario ise böyle toplu bir isteriye bile karşı koyabilecek
başkaldırma gücünün simgesidir. Sihirbazı öldüren Mario’nun bir işçi olması da
dikkate değer. Mann hiç bir öykü veya romanında Mario ve Siharbaz’daki kadar
radikal bir tavır sergilememiştir.
Kaynak: Jale Parla, “Thomas Mann:
Sanatçı Siyasetin Dışında Kalabilir mi?”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler
Ansiklopedisi, c.3, İstanbul: İletişim Yayınları, içinde.
Çerçeve yazı, koyulaştırmayı, dip notu ve görselleri ben ekledim. DK
[1] Leitmotiv: Edebiyata müzik alanından geçen
bir kavramdır. Esası, bir müzik parçasının tekrarlanan nakaratıdır. Edebiyatta,
özellikle roman sanatında rağbet gören teknik bir unsurdur. Romanın değişik
bölümlerinde, çeşitli nedenlerle- vesilelerle tekrarlanan ifade kalıbıdır. Peyami Safa'nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nda Nüzhet'in kahkaları, Yalnızız romanında "çay iç"
cümlesi, Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar romanında Olric'in
"efendim" ifadesi, Turgut'un "bat dünya bat" sözü birer
leitmotiv örnekleridir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder