Burçak Evren
Yüzyılımızın başındaki Beyoğlu ya da o dönemdeki adıyla Pera; değişik insan mozaiğiyle her bir etkinliğin, her bir yeniliğin anında yansımasını bulup yeşerme ve serpilme olanağını yakaladığı bir semt görünümündeydi. Azınlıklar, Levantenler, bu kentin büyüsüne yakalanıp turist olmanın sınırlarını aşanlar, Avrupa’da eğitim görüp Batı’nın her bir etkinliğini özümsemek isteyen beyzadeler ve diğerleri Pera’nın kültür sanat etkinliklerinin başlıca tüketicisiydiler. Sanat, kültür ve eğlencenin at başı gidip süreklilik kazandığı Cadde-i Kebir’in ara sokakları bile, yaşıtı büyük kentlerin görkeminden daha göz alıcı, daha renkli ve daha bir çeşitliliğe sahipti. Bir yanda operetler, onun hemen yanı başında paten sahaları, devasa tiyatrolar, biraz ötesinde ortaoyunu, konserler, ayinler, balolar, gösteriler, gösteriler, gösteriler…
1900’lerin hemen başında Pera, çağın en yeni buluşu canlı resimlere, ya da bugünkü tanımıyla sinemaya da kucaklarını açmakta tereddüt etmedi. Lumiére Kardeşler’in sinema denen icadı ilk kez Beyoğlu’nda görücüye çıkıp Osmanlı’ya merhaba dedi. Galatasaray dönemecindeki Sponeck’teki gösteri dilden dile, kulaktan kulağa yayılıp da ünlü olunca Osmanlı’nın surete karşı günah ile yasak arasındaki tutsaklığı da loş salonların dayanılmaz cazibesinden yana ağırlığını koymakta gecikmedi. Kendini sulayan bahçıvan, bir trenin gara girişi, derken canlanıp da perdeden üzerine gelecekmiş gibi görünen tüm hareketli görüntüler, Karagöz’ün hayal perdesinin iki boyutuna galebe çaldı. Bir madamın, nadir de olsa kimi zaman bir matmazelin, filmin dramatik yapısına uygun bir başka ahenkle çaldığı piyanonun nağmeleri, sessiz filmlerin sessiz kahramanlarını bir anda Pera’nın kahramanları arasına sokmaya yetti. Sinemanın büyüsüne kapılmıştı bir kere Pera. Onu bırakmaya hiç de niyetli değildi. Sinema cazibesinden ve tekniğinden kaynaklanan büyüsünü, eğlencelerin odağı Pera’nın iliklerine dek işlerken, aslen Leh Yahudisi olan Romanya uyruklu Sigmund Weinberg de kollarını sıvayıp, bu icadın tecimsel yanıyla ilgilenmeye başladı. Sinemayı kahve ya da birahanelerin salonlarından sıyırıp yerleşik bir salona taşıma planlarına koyuldu. Pathé’yle temasa geçerek onun temsilciliğini üstlenip Pera’nın ve aynı zamanda ülkemizin ilk sinema salonu olan Pathé’yi 1908’de Tepebaşı’nda açtı. Artık Beyoğlu’nun bir sineması vardı. Ya da Beyoğlu da bir yerleşik sinemaya kavuşmuştu.
O yıllarda Pera’nın doğal bir uzantısı olan Tepebaşı adeta bir sanat ve eğlence odağıydı. Tiyatrolar, barlar, bahçeler sanki İstanbul’un tüm yükünü çekerdi. Ama bu yörenin böylesine bir konuma erişmesi için bir hayli uğraş verilmesi de gerekti. Çünkü tiyatrolardan önce bu bölge mezarlıktı. Bugünkü Meşrutiyet Caddesi’nin adı da Mezarlık Caddesi’ydi. Böylesi güzel bir yerin mezarlık olması, yabancı uyruklu sanatsever canlıların garibine gidip dikkatleri çekmesine neden oldu. Ama ne var ki bu Osmanlı’nın geleneksel yapısı “ecdat mezarlığına bir şey yapılmaz” karşı salvosuyla, yabancıların kabaran iştahlarını geçici bir perhize dönüştürmede başarılı oldu. 1872’de Guatalli Paşa’ya burada İtalyan Tiyatrosu yapması için çıkınca da büyük kıyametler koptu. Kısa bir süre sonra ecdat sevgisiyle ölüye saygı, yabancılarla dönemin yöneticilerine yaptığı cömert bağışlarla yapılması arzulanan tiyatronun ilk harcını oluşturdu. Böylece önce tiyatrolar sonra da bunlardan birinin yerine Pathé Sineması, Tepebaşı’nda biri yazlık, diğeri kışlık tiyatrolardan yazlık üzerine yapıldı. Bu tiyatroyu 1889’da Claudis adlı bir opera emprezaryosu yaptırmıştı. Ama özenle yapılan bu tiyatronun ömrü pek fazla olmadı. Ne de olsa ölülerin ahı tutmuş, tiyatro bir süre sonra yanarak kül olmuştu. Çok geçmeden Fransız Elçiliği ile Danıştay’ın 28.900 kuruşluk yardımı ecdat mezarlığı sakinlerinin bir kez daha susmalarına yetmişti. Eskisinden daha görkemli bir tiyatro binası için kollar sıvandı, mezar taşlarının yerinde kolonlar yükseldi. 1905’te Campanaki tarafından yapılan bina 1200 alacak büyüklükteydi. Tiyatroların koltuklarını Paris’teki Maison Vesbeceker, boya ve dekor işlerini de Leon yaptı. Yeni tiyatro amphithetra biçiminde olduğundan uzun süre halk arasında Anfi Tiyatrosu olarak anıldı. Ama bu tiyatronun da ömrü pek fazla olmadı. Çünkü yeni yeni yayılmaya başlayan sinema, kendi salonlarını oluşturma olgunluğuna erişinceye kadar, mevcut tiyatro binalarını gözüne kestirmişti. İşe, Avrupa’nın birçok merkezinde sinema salonları açan Pathé karışınca anfinin de aşağı yukarı yazgısı belli oldu. Çünkü Pathé İstanbul’a gönderdiği temsilcilerine en uygun binayı bulmaları için emir vermişti. Temsilciler ise tereddütsüz Pera’nın kalbi Tepebaşı’nı gözlerine kestirdiler. İşe Weinberg de el atınca Anfi Tiyatrosu 1908’de Cinéma Théâtre Pathé Fréres olarak kapılarını açmak zorunda kaldı. Pathé Sineması’nın açılışı pek görkemli oldu. Açılış gününe dek günün popüler gazetelerine devamlı ilanlar verildi.
Le Moniteur Oriental’da 9/1/1908’de yayımlanan ilanda şunlar yazıyordu:
“Nihayet, Stavro Papadopulo ve Pathé Kardeşler sayesinde İstanbul seyircisi Anfi Tiyatro’da sinema gösterileriyle tanışabilecek. Parisli Pathé Kardeşler Firması, daha önce İstanbul gazetelerinin haber vermiş olduğu gibi, İstanbul seyircilerine olan sözünü tutarak son model makinelerini buraya gönderdi. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra en kısa süre içinde gösterimlere başlanabilecek. Firma yetkilileri giriştikleri onca çalışmanın en büyük ödülü olarak Pera seyircisinin sıcak ilgisini bekliyor…”
Böylesine görkemli açılış, süper programlar ve ehven fiyatlarla Pathé sineması ancak Weinberg’in idaresinde sekiz yıl yaşayabildi. 1916’da adını değiştirerek Belediye Sineması oldu. Bu adla da iki yıl hizmet verdikten sonra bu kez de Jeah Lehman’ın işletmeciliğinde Anfi adını aldı. Ama sinemaların çilesi burada bitmez. Ecdat mezarlığının üzerine tiyatro ve sinema binası yapmanın çilesi bir süre daha devam eder. İşe önce Henri Habib, sonra da Necip Erses el atarak Anfi Sineması’nı 1924’te Asri yaparlar. Ne gariptir ki (neredeyse insanın ölülerin ahına inanacağı geliyor, ama biz bu tuhaf düşünceyi de kafamızdan atarak Pathé’nin serüvenini biraz daha sürdürelim) tarihî sinema bu adla da ancak 1941 yılına dek yaşayabilir. Bundan sonra Necip Erses sinemanın adını, kötü yazgısını değiştirmek için bir yarışma açar. Bu kez halkın sinemaya ad vermesini önerir ve bu yolda bir yarışma açar. Sonunda sinemanın adı Ses olur.
Bu sinema 16 Birinci Teşrin 1941’de mezarlık sakinlerine nispet yaparcasına Ebedi Aşk filmiyle perdelerini açar. “En güzel filmler ve tekmil şaheserleri”i göstereceğini ilan eder. Ne yazık ki bu da tutmaz. Yani kader değişmez, ama değişen başka şeyler vardır. O da, eğlence ve sanat merkezinin, Tepebaşı’ndan Pera’nın Cadde-i Kebir’ine kaydığıdır. Bunu fark eden Erses, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun işletmesindeki Operet ve Komedi bölümü olarak çalıştırılan yer ile Ses sinemasını değiş tokuş eder. Yani sinema Tepebaşı’ndan Cadde-i Kebir’e, tiyatro da Cadde-i Kebir’den Tepebaşı’na taşınır. Böylece Pathé’nin de uzun serüveni noktalanır. Bu tiyatro da bir dizi ihmalkârlık ve ilgisizlik sonucu yanıp kül olur.
Şimdi bu ilk sinemanın yerinde fuar salonu ile TRT’nin depoları bulunmaktadır. Bir gün, birileri çıkıp da, bu ilk sinemayı tekrar yaşatmak için kolları sıvar. Ama günümüzde böylesi mucizelere inanmak o denli zor ki.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder