George Orwell
1946
(...) Örneğin, bir İngiliz komünistinin ya da bir sempatizanın
Britanya ile Almanya arasındaki savaşa dair takınması gereken birbiriyle
uyumsuz çok sayıda tutumu ele alalım. 1939 Eylülü' nün dört yıl öncesinde böyle
birinin "nazizmin" korkunçluğu"ndan sürekli endişe duyması, yazdığı
her şeyi bir Hitler suçlamasına çevirmesi bekleniyordu. 1939 Eylülü'nden sonra,
yirmi ay boyunca Almanya'nın işlediği günahların kendisine karşı işlenenlerden
az olduğuna inanması ve yazarken "nazi" sözcüğünü lügatından
çıkarması; 22 Haziran 1941 sabahı, sekiz haberlerini dinledikten hemen sonra
ise yeniden nazizmin dünyanın gördüğü en korkunç kötülük olduğuna inanmaya
başlaması gerekiyordu.
Bu tür değişiklikler yapmak politikacılar için kolay
olsa da yazarlar açısından durum farklıdır. Eğer bağlılığını tam doğru anda
değiştirecekse, ya öznel duygulan hakkında yalan söylemek ya da onları
tamamıyla bastırmak zorunda kalacaktır. Her iki durumda da enerji kaynağını yok
etmiş olur. Yalnızca fikirler aklına gelmeyi reddetmeyecek, aynı zamanda
kullandığı sözcükler dokunuşu karşısında taş kesilecektir. Günümüzde siyasi
yazılar yazmak; neredeyse tamamen bir çocuğun meccano* setinin parçalarını
birbirine geçirmesi gibi önceden hazırlanmış cümlelerin birbirine geçirilmesinden oluşuyor.
[ * Meccano: Farklı metal parçalardan oluşan, lego
benzeri bir inşa oyunu. (ç.n.)]
Bu, otosansürün kaçınılmaz sonucudur. Yalın ve coşkulu bir dille yazabilmek için insanın korkusuzca düşünmesi gerekir ve eğer insan korkusuzca düşünürse politik açıdan ortodoks olamaz. Bu, egemen ortodoksinin uzun zamandır kurulu olduğu ve pek de ciddiye alınmasının gerekli olmadığı bir "inanç çağı"nda farklı olabilir. Bu durumda insan aklının büyük bir kısmı resmi olarak inandığı şeyden etkilenmemeyi sürdürebilir ya da sürdürmesi mümkün olabilir. Bu böyle olsa dahi Avrupa'nın geçirdiği yegane inanç çağı süresince düzyazının neredeyse ortadan kalktığını belirtmekte fayda var. Tüm Ortaçağ boyunca nerdeyse hiç kurmaca düzyazı yoktu ve çok az tarih yazım mevcuttu; toplumun entelektüel liderleri en ciddi düşüncelerini bin yıl süresince neredeyse hiç değişmemiş olan ölü bir dilde ifade ediyorlardı.
Bu, otosansürün kaçınılmaz sonucudur. Yalın ve coşkulu bir dille yazabilmek için insanın korkusuzca düşünmesi gerekir ve eğer insan korkusuzca düşünürse politik açıdan ortodoks olamaz. Bu, egemen ortodoksinin uzun zamandır kurulu olduğu ve pek de ciddiye alınmasının gerekli olmadığı bir "inanç çağı"nda farklı olabilir. Bu durumda insan aklının büyük bir kısmı resmi olarak inandığı şeyden etkilenmemeyi sürdürebilir ya da sürdürmesi mümkün olabilir. Bu böyle olsa dahi Avrupa'nın geçirdiği yegane inanç çağı süresince düzyazının neredeyse ortadan kalktığını belirtmekte fayda var. Tüm Ortaçağ boyunca nerdeyse hiç kurmaca düzyazı yoktu ve çok az tarih yazım mevcuttu; toplumun entelektüel liderleri en ciddi düşüncelerini bin yıl süresince neredeyse hiç değişmemiş olan ölü bir dilde ifade ediyorlardı.
Ancak
totalitarizm, bir inanç çağından çok bir şizofreni çağı vaat eder. Toplum,
yapısı belirgin bir biçimde yapay hale gelince; yani yönetici sınıfı
işlevlerini kaybetmesine rağmen güç kullanarak ya da sahtekarlıkla iktidara
tutunmakta başarılı olunca totaliterleşir. Böyle bir toplum ne kadar uzun var
olursa olsun asla ne hoşgörülü olabilir ne de entelektüel açıdan istikrarlı.
Asla ne olayların gerçeğe uygun bir şekilde kaydedilmesine ne de yazınsal
yaratımın ihtiyaç duyduğu duygusal samimiyete izin verir. Ancak totalitarizm
tarafından yozlaştırılmak için insanın totaliter bir ülkede yaşaması zorunlu
değildir. Belirli fikirlerin yalnızca yaygınlığı bile yazın için konuları
birbiri ardına erişilmez hale getirir. Nerede zorunlu bir -hatta sıkça olduğu
gibi iki- ortodoksi varsa orada artık iyi yazılar yazılmaz. İspanya içsavaşı
buna çok güzel bir örnek sundu.
Savaş, pek çok İngiliz entelektüelinin derinden
etkilendiği, fakat hakkında dürüstçe yazamadığı bir deneyimdi. Söylemenize izin
olan yalnızca iki şey vardı ve bunların her ikisi de düpedüz yalandı: Sonuç
olarak, savaş yığınla yayın ürettiyse de okumaya değer neredeyse hiçbir şey
üretemedi. (...) Şiirin -belki de kendi türünün en muhteşemi olmasa da iyileri arasında olan
şiirin- en engizisyoncu rejimde dahi hayatta kalması mümkündür. Özgürlük ve
bireyselliğin ortadan kaldırıldığı bir toplumda bile vatansever şarkılara ve
zaferleri öven ya da özenli bir dalkavuklukla hazırlanmış kahramanlık
baladlarına ihtiyaç olacaktır ve bu tür şiirler sanatsal değerlerini kaybetmek
zorunda kalmadan sipariş üstüne ya da ortaklaşa yazılabilir.
Düzyazı kaleme
alan yazar, yaratıcılığını öldürmeden düşüncelerinin kapsamım daraltamayacağı
için düzyazı başka bir alandır. Ancak totaliter toplumların ya da totaliter
dünya görüşünü benimseyen insan gruplarının tarihi, özgürlüğün kaybının her
türden yazına zararlı olduğu izlenimini uyandırıyor. Alman yazım, Hitler rejimi
boyunca neredeyse ortadan kalktı; İtalya' da da durum pek farklı değildi.
Çevirilerden hüküm verebileceğimiz kadarıyla Rus yazım da -kimi şiirler,
düzyazılardan daha iyi dursa da- devrimin ilk günlerinden bu yana gözle görülür
biçimde kötüleşti. Son on beş yılda çevrilen Rus romanları arasında ciddiye
alınabilecek olanlar varsa bile sayıları çok az. Batı Avrupa ve Amerika' da
yazın entelijansiyasının büyük bir bölümü Komünist Parti'ye üye veya ciddi
biçimde sempati duyar oldu; ancak tüm bu sol hareket son derece az sayıda
okunmaya değer kitap üretti. Aynı şekilde ortodoks katolikliğin de yazının
belirli türleri, özellikle de roman üstünde ezici bir etkisi var gibi
görünüyor. Üç yüz yıllık bir süre boyunca kaç kişi aynı zamanda hem iyi bir
romancı, hem de iyi bir katolik olmayı başardı ki?
Gerçek şu ki, kimi konular
sözcüklerle övülemez ve tiranlık da bunlardan biri. Engizisyonu öven iyi bir
kitap yazmayı hiçkimse beceremedi. Totaliter bir çağda belki şiir var olmayı
sürdürebilir ve mimari gibi belirli yarı sanatlar tiranlıktan kazanç dahi
sağlayabilir, ancak düzyazı kaleme alan yazarın suskunluk ile ölüm dışında
bir seçeneği yoktur. Bildiğimiz düzyazı rasyonalizmin, Protestan yüzyılların,
özerk bireyin ürünüdür. Ve entelektüel özgürlüğün yok edilmesi gazeteciyi,
sosyoloji yazarını, tarihçiyi, romancıyı, eleştirmeni ve şairi -bu sırayla-
kötürüm bırakır. Gelecekte kişisel duyguları ya da içten gözlemciliği içermeyen
yeni bir yazın türünün doğması mümkün; ancak günümüzde böyle bir şeyi tasavvur
etmek dahi mümkün değil. Rönesans'tan bu yana içinde yaşadığımız liberal
kültürün son bulması ve yazınsal sanatın onunla birlikte can vermesi çok daha
olası gözüküyor. Yazılı yayınlar, tabii ki, kullanılmaya devam edecek ve sıkı
sıkıya totaliter bir toplumda hangi okuma biçimlerinin var olmayı
sürdürebilecekleri hakkında tahminde bulunmak ilginç olur. Gazeteler,
televizyon teknolojisi daha yüksek bir aşamaya ulaşana dek muhtemelen var
olmaya devam edecek; ancak gazetelerden bağımsız olarak, endüstriyelleşmiş
ülkelerdeki büyük insan kitlelerinin şimdi dahi herhangi türden bir yazına
ihtiyaç duyup duymadığı şüpheli. Ne olursa olsun, bu kitleler çeşitli eğlence
türlerine harcadıkları parayı okumaya harcamaya gönülsüz. Filmler ve radyo
yapımları muhtemelen romanları ve öyküleri tedavülden kaldıracak. Belki de
insan inisiyatifini minimuma indiren bir çeşit üretim bandı sürecinin ürettiği
düşük kalitede duygusal bir kurmaca var olmayı sürdürecek. Makinelere kitap
yazdırmak, büyük olasılıkla insan yaratıcılığının ötesinde bir eylem
olmayacaktır. Ama bir çeşit makineleştirme sürecinin film ve radyoda, reklam
ve propagandada ve gazeteciliğin düşük kaliteli sahalarında şimdiden iş başında
olduğu görülebilir. Örneğin, Disney filmleri kısmen makinelerce, kısmen
sanatçıların bireysel stillerinin tabi olduğu gruplarda olmak üzere özünde bir
fabrika süreciyle üretiliyor. Radyo programları genelde konunun ve işleniş
tarzının önceden dikte edildiği yorgun düşmüş ikinci sınıf yazarlar tarafından
yazılıyor; bu durumda dahi yazdıkları, yapımcılar ve sansürcüler tarafından
şekle şemale sokulmayı bekleyen bir hammadde oluyor. Aynı durum devlet kurumlarının
sipariş verdiği sayısız kitap ve broşür için de geçerli. Hatta kısa öykülerin,
yazı dizilerinin ve ucuz dergiler için yazılan şiirlerin üretimi daha da
makineleşmiş durumda. Writer gibi dergiler, hepsi de önceden hazırlanmış
taslakları tanesi birkaç şiline teklif eden yazarlık okullarının reklamları ile
dolup taşıyor. Kimileri taslakların yanında her bölümün açılış ve kapanış
cümlelerini de veriyor. Diğerleri, sizi kullandığınızda kendi başınıza taslak
oluşturabileceğiniz bir çeşit cebir formülüyle donatıyor. Bir diğerinde,
üstlerinde karakterler ve durumlar olan; otomatik olarak usta işi öyküler
yaratmak için sadece karıştırılmayı ve dağıtılmayı bekleyen kart paketleri var.
Eğer hala gerekli görülürse totaliter bir toplumda yazın muhtemelen bu ya da
benzeri bir yolla üretilecek. Hayalgücü -hatta mümkün olduğunca bilinç- yazma
sürecinden tasfiye edilmiş olacak. Kitaplar büyük ölçüde bürokratlar tarafından
planlanacak ve o kadar çok elden geçecekler ki, bittiklerinde Ford marka bir
otomobilin montaj sürecinin sonunda olduğundan daha bireysel ürünler
olmayacaklar. Bu şekilde üretilecek her şeyin çer çöp olacağını belirtmeye gerek
yok. Zaten çer çöp olmayan tüm kitapların da devlet yapısını tehlikeye
sokacakları için geçmişten arta kalan yazımlar gibi yasaklanması ya da en
azından dikkatle yeniden yazılması gerekecektir.
Bu arada, totalitarizm her
yerde tamamıyla zafer kazanmış değil. Bizim toplumumuz hala -genel anlamda-
liberal. Konuşma özgürlüğü hakkınızı kullanabilmek için ekonomik baskılara ve
kamuoyunun güçlü kesimlerine göğüs germeniz gerekiyor olabilir, ancak henüz
gizli polis teşkilatlarıyla uğraşmak zorunda değilsiniz. Bu işleri gizli
kapaklı yapmaya hazır olduğunuz sürece her şeyi söyleyebilir ya da
yazabilirsiniz. Ancak, makalenin başında da söylediğim gibi, esas kötü olan
özgürlüğün bilinçli düşmanlarının aynı zamanda özgürlüğün en fazla şey ifade
etmesi gerekenler olması. Halk yığınları bu konuda ne olduğuyla ilgilenmiyor.
Ne sapkınlara eziyet edilmesi taraftarılar ne de onları savunmak için çaba sarf
edecekler. Totaliter dünya görüşüne sahip olmak için hem fazla aklı başında hem
de fazla aptallar. Entelektüel ahlaka karşı doğrudan ve bilinçli saldırı, yine
entelektüellerin kendisinden geliyor. Eğer bu mit karşısında diz çökmemiş
olsa Russever entelijansiyanın da hemen hemen aynı şekilde bir diğeri
karşısında diz çökecek olduğu düşünülebilir. Ancak ne olursa olsun bir Rus miti
mevcut ve bu mit, kokuşmuş bir yozlaşmaya yol açıyor. Son derece eğitimli
insanların baskı ve zulümlere umursamazca baktığını gördüğünde insan,
sinizmlerine mi, yoksa geleceği görme yetisinden bu kadar yoksun olmalarına mı
sinirleneceğini şaşırıyor. Örneğin, çok sayıda bilim insanı SSCB'nin şakşakçısı. Kendi çalışma sahalarına bir şey olmadığı sürece özgürlüğün ortadan
kaldırılmasının önemsiz olduğunu düşündükleri izlenimini uyandırıyorlar.
SSCB büyük ve hızlı gelişen bir ülke ve bilim emekçilerine şiddetle ihtiyacı
var; dolayısıyla onlara karşı cömert davranıyor. Bilim insanları, psikoloji
gibi tehlikeli konulardan uzak durdukları sürece ayrıcalıklı konumdalar. Diğer
yandan yazarlara acımasızca zulmediliyor. İlya Ehrenburg ve Alexei Tolstoy gibi
iktidarın fahişesi olan yazarlara büyük paralar ödendiği doğru; ancak yazar
için değerli olan yegane şey -ifade özgürlüğü- elinden alınıyor. Rusya'daki
meslektaşlarının sahip olduğu olanaklar hakkında büyük bir coşkuyla konuşan
İngiliz bilim insanlarının en azından bir bölümü bunu anlayabilecek çapta.
Ancak düşünceleri şu yönde: "Rusya' da yazarlara zulmediliyormuş. Ne fark
eder? Ben yazar değilim." Entelektüel özgürlüğe ve nesnel gerçeklik
tasavvuruna yapılan her saldırının uzun vadede tüm düşünce dallarını tehdit
ettiğini göremiyorlar.
Totaliter devlet, ihtiyaç duyduğu için şimdilik bilim
insanlarına hoşgörüyle yaklaşıyor. Nazi Almanyası'nda dahi Yahudi olmayan bilim
insanlarına görece iyi davranılıyordu ve bir bütün olarak Alman bilim camiası
Hitler'e karşı direniş göstermedi. Kısmen liberal düşünce alışkanlıklarının
kolayca aşılamaması, kısmen de savaş hazırlığı ihtiyacı nedeniyle tarihin bu
aşamasında en zorba hükümdar bile fiziksel gerçekliği dikkate almak zorunda.
Fiziksel gerçeklik tamamıyla görmezden gelinemeyeceği -örneğin bir uçak
projesi tasarlanırken iki artı iki dört etmeye devam ettiği- sürece bilim
insanının bir işlevi vardır ve bir dereceye kadar özgür olmasına bile
bırakılabilir. Uyanış daha sonra, ancak totaliter devlet iyice pekiştikten
sonra gerçekleşecektir. Bu arada bilim insanı eğer bilimin bozulmasının önüne
geçmek istiyorsa yazar arkadaşlarıyla bir şekilde dayanışması ve yazarlar
susturulduğunda ya da intihara sürüklendiğinde ve gazetelerde sistematik olarak
tahrifat yapıldığında, bunu ilgilenmeye değmeyecek bir mesele olarak
görmemelidir. Ancak fen bilimlerinde ya da müzik, resim ve mimaride durum nasıl
olursa olsun, göstermeye çalıştığım üzere, düşünce özgürlüğünün ortadan
kalktığı yerde yazının ölüme mahkum olduğu kesindir. Yalnızca totaliter bir
yapı edinen ülkelerde yazın ölüme mahkum olmakla kalmaz; aynı zamanda,
totaliter bir dünya görüşünü benimseyen, zulüm ve hakikatin tahrif edilmesi
için bahaneler üreten yazar da, bir yazar olarak kendini yok eder. Bu durumun
çıkışı yoktur. Ne "bireycilik" ve "fildişi kule"ye karşı
nutuklar ne de "gerçek bireyselliğe ancak toplumla özdeşleşerek
ulaşılabilir" sonucuna varan göstermelik klişeler satılık bir aklın
bozulmuş bir akıl olduğu gerçeğinin üzerini örtebilir. Bir noktada
kendiliğindenlik devreye girmediği sürece yazınsal yaratıcılık imkansızdır ve
dilin kendisi kaskatı kesilir. Gelecekte bir gün insan aklı şu anda olduğundan
tamamen farklı bir şeye evrilirse, yazınsal yaratıcılığı entelektüel
dürüstlükten ayırmayı öğrenebiliriz. Şu anda tek bildiğimiz, kimi vahşi
hayvanlar gibi hayalgücünün de esaret altında üreyemeyeceği. Bu gerçeği görmezden
gelen her yazar ya da gazeteci -ki Sovyetler Birliği'ne yönelik neredeyse her
övgü bu tür bir inkar anlamına geliyor- aslında kendi mahvoluşuna çağrıda
bulunmuş oluyor.
Polemic, Sayı 2, Ocak 1946
George Orwell, Kitaplar ve Sigaralar, Sel Yayıncılık, 2013/2, "Yazının Korunması", s:28-44
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder