4 Ocak 2016 Pazartesi

George Orwell: Totalitarizm

George Orwell
1946

(...) Örneğin, bir İngiliz komünistinin ya da bir sempatizanın Britanya ile Almanya arasındaki savaşa dair takınması gereken birbiriyle uyumsuz çok sayıda tutumu ele alalım. 1939 Eylülü' nün dört yıl öncesinde böyle birinin "nazizmin" korkunçluğu"ndan sürekli endişe duyması, yazdığı her şeyi bir Hitler suçlamasına çevirmesi bekleniyordu. 1939 Eylülü'nden sonra, yirmi ay boyunca Almanya'nın işlediği günahların kendisine karşı işlenenlerden az olduğuna inanması ve yazarken "nazi" sözcüğünü lügatından çıkarması; 22 Haziran 1941 sabahı, sekiz haberlerini dinledikten hemen sonra ise yeniden nazizmin dünyanın gördüğü en korkunç kötülük olduğuna inanmaya başlaması gerekiyordu. 

Bu tür değişiklikler yapmak politikacılar için kolay olsa da yazarlar açısından durum farklıdır. Eğer bağlılığını tam doğru anda değiştirecekse, ya öznel duygulan hakkında yalan söylemek ya da onları tamamıyla bastırmak zorunda kalacaktır. Her iki durumda da enerji kaynağını yok etmiş olur. Yalnızca fikirler aklına gelmeyi reddetmeyecek, aynı zamanda kullandığı sözcükler dokunuşu karşısında taş kesilecektir. Günümüzde siyasi yazılar yazmak; neredeyse tamamen bir çocuğun meccano* setinin parçalarını birbirine geçirmesi gibi önceden hazırlanmış cümlelerin birbirine geçirilmesinden olu­şuyor.


     [ * Meccano: Farklı metal parçalardan oluşan, lego benzeri bir inşa oyunu.          (ç.n.)] 

 Bu, otosansürün kaçınılmaz sonucudur. Yalın ve coşkulu bir dille yazabilmek için insanın korkusuzca düşünmesi gerekir ve eğer insan korkusuzca düşünürse politik açıdan ortodoks olamaz. Bu, egemen ortodoksinin uzun zamandır kurulu olduğu ve pek de ciddiye alınmasının gerekli olmadığı bir "inanç çağı"nda farklı olabilir. Bu durumda insan aklının büyük bir kısmı resmi olarak inandığı şeyden etkilenmemeyi sürdürebilir ya da sürdürmesi mümkün olabilir. Bu böyle olsa dahi Avrupa'nın geçirdiği yegane inanç çağı süresince düzyazının neredeyse ortadan kalktığını belirtmekte fayda var. Tüm Ortaçağ boyunca nerdeyse hiç kurmaca düzyazı yoktu ve çok az tarih yazım mevcuttu; toplumun entelektüel liderleri en ciddi düşüncelerini bin yıl süresince neredeyse hiç değişmemiş olan ölü bir dilde ifade ediyorlardı. 

Ancak totalitarizm, bir inanç çağından çok bir şizofreni çağı vaat eder. Toplum, yapısı belirgin bir biçimde yapay hale gelince; yani yönetici sınıfı işlevlerini kaybetmesine rağmen güç kullanarak ya da sahtekarlıkla iktidara tutunmakta başarılı olunca totaliterleşir. Böyle bir toplum ne kadar uzun var olursa olsun asla ne hoşgörülü olabilir ne de entelektüel açıdan istikrarlı. Asla ne olayların gerçeğe uygun bir şekilde kaydedilmesine ne de yazınsal yaratımın ihtiyaç duyduğu duygusal samimiyete izin verir. Ancak totalitarizm tarafından yozlaştırılmak için insanın totaliter bir ülkede yaşaması zorunlu değildir. Belirli fikirlerin yalnızca yaygınlığı bile yazın için konuları birbiri ardına erişilmez hale getirir. Nerede zorunlu bir -hatta sıkça olduğu gibi iki- ortodoksi varsa orada artık iyi yazılar yazılmaz. İspanya içsavaşı buna çok güzel bir örnek sundu. 

Savaş, pek çok İngiliz entelektüelinin derinden etkilendiği, fakat hakkında dürüstçe yazamadığı bir deneyimdi. Söylemenize izin olan yalnızca iki şey vardı ve bunların her ikisi de düpedüz yalandı: Sonuç olarak, savaş yığınla yayın ürettiyse de okumaya değer neredeyse hiçbir şey üretemedi. (...)  Şiirin -belki de kendi türünün en muhteşemi olmasa da iyileri arasında olan şiirin- en engizisyoncu rejimde dahi hayatta kalması mümkündür. Özgürlük ve bireyselliğin ortadan kaldırıldığı bir toplumda bile vatansever şarkılara ve zaferleri öven ya da özenli bir dalkavuklukla hazırlanmış kahramanlık baladlarına ihtiyaç olacaktır ve bu tür şiirler sanatsal değerlerini kaybetmek zorunda kalmadan sipariş üstüne ya da ortaklaşa yazılabilir.

Düzyazı kaleme alan yazar, yaratıcılığını öldürmeden düşüncelerinin kapsamım daraltamayacağı için düzyazı başka bir alandır. Ancak totaliter toplumların ya da totaliter dünya görüşünü benimseyen insan gruplarının tarihi, özgürlüğün kaybının her türden yazına zararlı olduğu izlenimini uyandırıyor. Alman yazım, Hitler rejimi boyunca neredeyse ortadan kalktı; İtalya' da da durum pek farklı değildi. Çevirilerden hüküm verebileceğimiz kadarıyla Rus yazım da -kimi şiirler, düzyazılardan daha iyi dursa da- devrimin ilk günlerinden bu yana gözle görülür biçimde kötüleşti. Son on beş yılda çevrilen Rus romanları arasında ciddiye alınabilecek olanlar varsa bile sayıları çok az. Batı Avrupa ve Amerika' da yazın entelijansiyasının büyük bir bölümü Komünist Parti'ye üye veya ciddi biçimde sempati duyar oldu; ancak tüm bu sol hareket son derece az sayıda okunmaya değer kitap üretti. Aynı şekilde ortodoks katolikliğin de yazının belirli türleri, özellikle de roman üstünde ezici bir etkisi var gibi görünüyor. Üç yüz yıllık bir süre boyunca kaç kişi aynı zamanda hem iyi bir romancı, hem de iyi bir katolik olmayı başardı ki? 

Gerçek şu ki, kimi konular sözcüklerle övülemez ve tiranlık da bunlardan biri. Engizisyonu öven iyi bir kitap yazmayı hiçkimse beceremedi. Totaliter bir çağda belki şiir var olmayı sürdürebilir ve mimari gibi belirli yarı sanatlar tiranlıktan kazanç dahi sağlayabilir, ancak düzyazı kaleme alan yazarın suskunluk ile ölüm dışında bir seçeneği yoktur. Bildiğimiz düzyazı rasyonalizmin, Protestan yüzyılların, özerk bireyin ürünüdür. Ve entelektüel özgürlüğün yok edilmesi gazeteciyi, sosyoloji yazarını, tarihçiyi, romancıyı, eleştirmeni ve şairi -bu sırayla- kötürüm bırakır. Gelecekte kişisel duyguları ya da içten gözlemciliği içermeyen yeni bir yazın türünün doğması mümkün; ancak günümüzde böyle bir şeyi tasavvur etmek dahi mümkün değil. Rönesans'tan bu yana içinde yaşadığımız liberal kültürün son bulması ve yazınsal sanatın onunla birlikte can vermesi çok daha olası gözüküyor. Yazılı yayınlar, tabii ki, kullanılmaya devam edecek ve sıkı sı­kıya totaliter bir toplumda hangi okuma biçimlerinin var olmayı sürdürebilecekleri hakkında tahminde bulunmak ilginç olur. Gazeteler, televizyon teknolojisi daha yüksek bir aşamaya ulaşana dek muhtemelen var olmaya devam edecek; ancak gazetelerden bağımsız olarak, endüstriyelleşmiş ülkelerdeki büyük insan kitlelerinin şimdi dahi herhangi türden bir yazına ihtiyaç duyup duymadığı şüpheli. Ne olursa olsun, bu kitleler çeşitli eğlence türlerine harcadıkları parayı okumaya harcamaya gönülsüz. Filmler ve radyo yapımları muhtemelen romanları ve öyküleri tedavülden kaldıracak. Belki de insan inisiyatifini minimuma indiren bir çeşit üretim bandı sürecinin ürettiği düşük kalitede duygusal bir kurmaca var olmayı sürdürecek. Makinelere kitap yazdırmak, büyük olasılıkla insan yaratıcılığının ötesinde bir eylem olmayacaktır. Ama bir çeşit makineleş­tirme sürecinin film ve radyoda, reklam ve propagandada ve gazeteciliğin düşük kaliteli sahalarında şimdiden iş başında olduğu görülebilir. Örneğin, Disney filmleri kısmen makinelerce, kısmen sanatçıların bireysel stillerinin tabi olduğu gruplarda olmak üzere özünde bir fabrika süreciyle üretiliyor. Radyo programları genelde konunun ve işleniş tarzının önceden dikte edildiği yorgun düşmüş ikinci sınıf yazarlar tarafından yazılıyor; bu durumda dahi yazdıkları, yapımcılar ve sansürcüler tarafından şekle şemale sokulmayı bekleyen bir hammadde oluyor. Aynı durum devlet kurumlarının sipariş verdiği sayısız kitap ve broşür için de geçerli. Hatta kısa öykülerin, yazı dizilerinin ve ucuz dergiler için yazı­lan şiirlerin üretimi daha da makineleşmiş durumda. Writer gibi dergiler, hepsi de önceden hazırlanmış taslakları tanesi birkaç şiline teklif eden yazarlık okullarının reklamları ile dolup taşıyor. Kimileri taslakların yanında her bölümün açılış ve kapanış cümlelerini de veriyor. Diğerleri, sizi kullandığınızda kendi başınıza taslak oluşturabileceğiniz bir çeşit cebir formülüyle donatıyor. Bir diğerinde, üstlerinde karakterler ve durumlar olan; otomatik olarak usta işi öyküler yaratmak için sadece karıştırılmayı ve dağıtılmayı bekleyen kart paketleri var. Eğer hala gerekli görülürse totaliter bir toplumda yazın muhtemelen bu ya da benzeri bir yolla üretilecek. Hayalgücü -hatta mümkün olduğunca bilinç- yazma sürecinden tasfiye edilmiş olacak. Kitaplar büyük ölçüde bürokratlar tarafından planlanacak ve o kadar çok elden geçecekler ki, bittiklerinde Ford marka bir otomobilin montaj sürecinin sonunda olduğundan daha bireysel ürünler olmayacaklar. Bu şekilde üretilecek her şeyin çer çöp olacağını belirtmeye gerek yok. Zaten çer çöp olmayan tüm kitapların da devlet yapısını tehlikeye sokacakları için geçmişten arta kalan yazımlar gibi yasaklanması ya da en azından dikkatle yeniden yazılması gerekecektir. 

Bu arada, totalitarizm her yerde tamamıyla zafer kazanmış değil. Bizim toplumumuz hala -genel anlamda- liberal. Konuş­ma özgürlüğü hakkınızı kullanabilmek için ekonomik baskılara ve kamuoyunun güçlü kesimlerine göğüs germeniz gerekiyor olabilir, ancak henüz gizli polis teşkilatlarıyla uğraşmak zorunda değilsiniz. Bu işleri gizli kapaklı yapmaya hazır olduğunuz sü­rece her şeyi söyleyebilir ya da yazabilirsiniz. Ancak, makalenin başında da söylediğim gibi, esas kötü olan özgürlüğün bilinçli düşmanlarının aynı zamanda özgürlüğün en fazla şey ifade etmesi gerekenler olması. Halk yığınları bu konuda ne olduğuyla ilgilenmiyor. Ne sapkınlara eziyet edilmesi taraftarılar ne de onları savunmak için çaba sarf edecekler. Totaliter dünya görüşüne sahip olmak için hem fazla aklı başında hem de fazla aptallar. Entelektüel ahlaka karşı doğrudan ve bilinçli saldırı, yine entelektü­ellerin kendisinden geliyor. Eğer bu mit karşısında diz çökmemiş olsa Russever entelijansiyanın da hemen hemen aynı şekilde bir diğeri karşısında diz çökecek olduğu düşünülebilir. Ancak ne olursa olsun bir Rus miti mevcut ve bu mit, kokuşmuş bir yozlaşmaya yol açıyor. Son derece eğitimli insanların baskı ve zulümlere umursamazca baktığını gördüğünde insan, sinizmlerine mi, yoksa geleceği görme yetisinden bu kadar yoksun olmalarına mı sinirleneceğini şaşırıyor. Örneğin, çok sayıda bilim insanı SSCB'nin şakşakçısı. Kendi çalış­ma sahalarına bir şey olmadığı sürece özgürlüğün ortadan kaldı­rılmasının önemsiz olduğunu düşündükleri izlenimini uyandırı­yorlar. 

SSCB büyük ve hızlı gelişen bir ülke ve bilim emekçilerine şiddetle ihtiyacı var; dolayısıyla onlara karşı cömert davranıyor. Bilim insanları, psikoloji gibi tehlikeli konulardan uzak durdukları sürece ayrıcalıklı konumdalar. Diğer yandan yazarlara acımasızca zulmediliyor. İlya Ehrenburg ve Alexei Tolstoy gibi iktidarın fahişesi olan yazarlara büyük paralar ödendiği doğru; ancak yazar için değerli olan yegane şey -ifade özgürlüğü- elinden alınıyor. Rusya'daki meslektaşlarının sahip olduğu olanaklar hakkında büyük bir coşkuyla konuşan İngiliz bilim insanlarının en azından bir bölümü bunu anlayabilecek çapta. Ancak düşünceleri şu yönde: "Rusya' da yazarlara zulmediliyormuş. Ne fark eder? Ben yazar değilim." Entelektüel özgürlüğe ve nesnel ger­çeklik tasavvuruna yapılan her saldırının uzun vadede tüm dü­şünce dallarını tehdit ettiğini göremiyorlar.  

Totaliter devlet, ihtiyaç duyduğu için şimdilik bilim insanlarına hoşgörüyle yaklaşıyor. Nazi Almanyası'nda dahi Yahudi olmayan bilim insanlarına görece iyi davranılıyordu ve bir bü­tün olarak Alman bilim camiası Hitler'e karşı direniş göstermedi. Kısmen liberal düşünce alışkanlıklarının kolayca aşılamaması, kısmen de savaş hazırlığı ihtiyacı nedeniyle tarihin bu aşamasında en zorba hükümdar bile fiziksel gerçekliği dikkate almak zorunda. Fiziksel gerçeklik tamamıyla görmezden gelinemeyece­ği -örneğin bir uçak projesi tasarlanırken iki artı iki dört etmeye devam ettiği- sürece bilim insanının bir işlevi vardır ve bir dereceye kadar özgür olmasına bile bırakılabilir. Uyanış daha sonra, ancak totaliter devlet iyice pekiştikten sonra gerçekleşecektir. Bu arada bilim insanı eğer bilimin bozulmasının önüne geçmek istiyorsa yazar arkadaşlarıyla bir şekilde dayanışması ve yazarlar susturulduğunda ya da intihara sürüklendiğinde ve gazetelerde sistematik olarak tahrifat yapıldığında, bunu ilgilenmeye değmeyecek bir mesele olarak görmemelidir. Ancak fen bilimlerinde ya da müzik, resim ve mimaride durum nasıl olursa olsun, göstermeye çalıştığım üzere, düşünce özgürlüğünün ortadan kalktığı yerde yazının ölüme mahkum olduğu kesindir. Yalnızca totaliter bir yapı edinen ülkelerde yazın ölüme mahkum olmakla kalmaz; aynı zamanda, totaliter bir dünya görüşünü benimseyen, zulüm ve hakikatin tahrif edilmesi için bahaneler üreten yazar da, bir yazar olarak kendini yok eder. Bu durumun çıkışı yoktur. Ne "bireycilik" ve "fildişi kule"ye karşı nutuklar ne de "gerçek bireyselliğe ancak toplumla özdeşleşerek ulaşılabilir" sonucuna varan göstermelik klişeler satılık bir aklın bozulmuş bir akıl olduğu gerçeğinin üzerini örtebilir. Bir noktada kendiliğindenlik devreye girmediği sürece yazınsal yaratıcılık imkansızdır ve dilin kendisi kaskatı kesilir. Gelecekte bir gün insan aklı şu anda olduğundan tamamen farklı bir şeye evrilirse, yazınsal yaratıcılığı entelektüel dürüstlükten ayırmayı öğrenebiliriz. Şu anda tek bildiğimiz, kimi vahşi hayvanlar gibi hayalgü­cünün de esaret altında üreyemeyeceği. Bu gerçeği görmezden gelen her yazar ya da gazeteci -ki Sovyetler Birliği'ne yönelik neredeyse her övgü bu tür bir inkar anlamına geliyor- aslında kendi mahvoluşuna çağrıda bulunmuş oluyor. 

Polemic, Sayı 2, Ocak 1946


George Orwell, Kitaplar ve Sigaralar, Sel Yayıncılık, 2013/2, "Yazının Korunması", s:28-44

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder