23 Şubat 2017 Perşembe

Albert Camus: «Saat beşte adalet yerine getirildi."

Albert Camus

1914 savaşından az önce, suçu fazlasıyla öfke uyandıran bir katil (bir çiftçi, ailesini çocuklarıyla birlikte öldürmüştü) Cezayir’de idama mahkûm edildi. Sözkonusu kişi, kan çılgınlığı içinde cinayet işleyen, üstelik kurbanlarının öteberisini çalarak durumunu ağırlaştıran bir tarım işçisiydi. Olay büyük yankılar uyandırdı. Genellikle, kafasının kesilmesinin böyle bir canavar için pek yumuşak bir ceza olacağı düşünülmekteydi. Çocukların da öldürülmüş olmasını büyük bir tiksintiyle karşılayan babamın da aynı şekilde düşündüğünü söylediler.

Bu konuda bildiğim pek az şeyden biri, kendisinin infazda hazır bulunmak istemiş olmasıdır. Büyük bir kalabalıkla birlikte, şehrin öbür ucundaki infaz yerine gitmek için geceyarısı kalkmıştı. O sabah gördüklerinden bir daha kimseye tek kelime söz etmedi.
Yalnız annem onun eve yüzü allak bullak, hışım gibi girdiğini, kimseyle konuşmadığını, bir süre yatağına uzandıktan sonra birden kusmaya başladığını anlattı. Babam, büyük formüller ardında gizlenen gerçeği kavramıştı. İnfaz anında, öldürülen çocukları düşüneceği yerde, kafası kesilmek için giyotinin altına atılan ve ölümden sonra bile ihtilaçlar içinde kıvranan vücudu düşünmüştü.

Bu ayinsel hareketin basit ve doğru bir adamın öfkesini yenmek için pek fazla korkunç olduğunu ve
yüz kere hakedilmiş olarak gördüğü bir cezanın sonuç olarak onda büyük üzüntüden başka duygu yaratmadığını kabul etmek gerek. En büyük adalet, korumak durumunda olduğu namuslu adama yalnız kusma duygusu veriyorsa, onun olması gerektiği gibi, siteye daha fazla barış ve düzen getirdiğini savunmak imkânsızlaşıyor. Tam tersine en büyük ceza bize, en aşağı cinayetin kendisi kadar isyan uyandırıcı şekilde çarpmakta ve bu yeni cinayet toplumsal bünyeye karşı girişilmiş saldırıyı onarmak şöyle dursun, eski lekenin yanına bir yenisini eklemektedir.

Bu öylesine gerçektir ki, kimse sözü geçen törenden açıkça sözetmeye cesaret edememektedir.
Bundan söz etmekle yükümlü olan memur ve gazeteciler, törenin utanç verici ve kışkırtıcı yanının iyice bilincine varmışçasına, kalıplaşmış formüllerden meydana gelen ayinsel bir dil kullanırlar. Böylece kahvaltı saatinde gazetenin bir köşesinde, mahkûmun «topluma olan borcunu ödediğini», veya «Suçunun cezasını çektiğini», ya da «Saat beşte adaletin yerine getirildiğini» okuruz. Memurlar, mahkûmdan «ilgili» veya «müşteri» diye söz eder ya da, onu İdam Mahkûmu kelimesinin baş harfleriyle belirtirler.

Ölüm cezası hakkında eğer deyim uygunsa yalnızca alçak sesle konuşulur ve yazılır. Son derece
uygarlaşmış olan toplumumuzda bir hastalığın çok tehlikeli olduğunu ondan doğrudan söz edemememizden anlarız. Uzun süre burjuva ailelerinde, büyük kızın ciğerlerinin zayıf olduğundan veya babanın «urdan » şikayet ettiğinden söz edilmiştir; çünkü verem ve kanser biraz utanç verici hastalıklar olarak kabul edilmekteydi. Bu kural kuşkusuz ölüm cezaları için de geçerlidir, çünkü herkes ondan yalnızca örtülü sözcüklerle söz etmeye çabalamaktadır. Kişinin bünyesi için kanser ne ise, toplumun bünyesi için ölüm cezası da. odur, şu farkla ki, kimse şimdiye kadar  kanserin gerekliliğini ileri sürmüş değildir. Aksine ölüm cezasını topluma, pek üzüntü verici bir gerek olarak sunmaktan geri durulmamıştır; böylece kaçınılmaz bir gereklilik olduğu için öldürme meşruiyet kazanıyor, ama bu üzüntü verici bir hareket olduğu için de üzerinde konuşulmuyordu.

Benim niyetim ise, tam tersine nobranca konunun üzerine gitmektir. Bunu ne skandal zevki, ne de sanırım doğal ahlak bozukluğu dolayısıyla yapacağım. Yazar olarak bazı nezaket davranışlarından
dehşete düşmüş, insan olarak insanlık koşullarımızın iğrendirici yönleri kaçınılmaz ise onları sessizce
karşılamak gerektiğini düşünmüşümdür. Ama eğer sessizlik veya dilin kurnazlıkları, değiştirilmesi
gereken bir suistimalin veya giderilmesi olası bir felaketin sürmesine katkıda bulunuyorlarsa, o zaman açık konuşmaktan ve kelimelerin örtüsü altında gizlenen müstehcenliği gözler önüne sermekten başka çare yoktur. Demirperdenin bu yanındaki ülkeler içinde Fransa, ceza dağarcığında idama hâlâ yer veren bir diyâr olmanın parlak şerefini İspanya ve İngiltere* ile paylaşmaktadır. Bu ilkel âyin, yalnızca kendisine belletilen, tantanalı sözlere göre hareket eden kamuoyunun umursamazlığı ve bilgisizliği yüzünden günümüze kadar yaşayabilmiştir.. Muhayyile (imgelem) uyuduğu zaman sözcükler anlamlarını kaybederler: Sağır bir halk bir adamın mahkûmiyetini dalgınlık içinde dinler. Ama onlara makina gösterilsin, tahtaya ve demire dokunmaları, düşen başın sesini duymaları sağlansın, o zaman birden uyanan toplum imgelemi aynı anda hem kullanılan dili hem de cezayı reddedecektir.

Bu yazı; Ölüm Cezası Üstüne Düşünceler, içindedir, s: 13-16
A. Camus/A. Koestler, Türkçesi : Ali Sirmen, Alan Yayıncılık 1986

[Başlığı ben koydum]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder