17 Şubat 2017 Cuma

Milliyetçilik

Craig Calhoun


http://ursay.org/2016/11/13/what-is-nationalism/
İkiyüz senedir, kimi zaman manşetlere çıkan, kimi zaman da
modasının geçtiği ilan edilen milliyetçilik, devrimlerde ve bağımsızlık
mücadelelerinde önemli bir rol oynamıştır. Ama o asıl,
milliyetçi projelerin ulaştığı başarının bir ölçüsüdür; bu öyle bir
başarıdır ki sanki bize uluslar hep varmış ve siyaseten hep özerkmiş
gibi gelir. En azından zengin Batı ülkelerinde, dünya görüşümüzün
-örneğin, vatandaşlığın ve pasaportların düzenlenişi, tarihe
bakışımız, edebiyat ve sinemayı sınıflandırma biçimimiz,
olimpiyat oyunlarında yarışma şeklimiz gibi- içine işlemiş olan
milliyetçiliği görmezden gelmeye yatkınızdır.
Yalnızca, devletlerle
onların sınırlarını veya hükümet biçimlerini değiştirmek isteyenler
arasındaki çatışmalar şeklinde ortaya çıktığında bunun
üzerinde dururuz. Bu tür, şiddet yüklü kolektif eylemler, bir dalga
gibi, gözle görünür biçimde kabarır ve söner; her sönüş akademisyenlerin
milliyetçiliği, takatten düşmüş, geçmişe ait bir sorun
sanmalarına yol açar. Oysa alenî milliyetçi mücadelelerin ardında,
dünyayı -temelde uluslardan ve onların ilişkilerinden oluşan
bir dünya- bir görme, düşünme ve dile getirme yöntemi olarak
milliyetçiliğin biçimlendirdiği, çok daha derin, kolektif kimlik ve
gurur örüntüleri yatar.

1990’larda milliyetçilik yeniden ön sayfalara çıktı. Sovyetler
Birliği’nin dağılmasıyla, onun eski parçalarından bir düzine kadarında
milliyetçiler, özerkliklerini ilan etme cesareti buldular.
[aşağıdaki olgu ve olayları; maddeler halinde, ben  yazdım DK]

*Siyasi sınırlarıyla etnik sınırlarının denkleşmesini isteyen Ermenilerle
Azeriler, Dağlık-Karabağ yüzünden kapıştı.

*Çeçen ayaklanmacılar Rusya’yla çatıştı.

*Ve sağcı Rus milliyetçileri de ülkelerinin eski
dominyonlarını kaybetmesinden dolayı seslerini yükseltti.

*Milliyetçi savaşlar eski Sovyetler Birliği’yle de sınırlı kalmadı.
Sırp, Hırvat ve Boşnak komşular, bir zamanların Yugoslavya’sında
birbirlerini öldürmeye başladılar.

*Çekoslovakya, daha barışçıl bir şekilde Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak ikiye ayrıldı.

*Quebec’in, virgülden sonraki küsurat kadarlık bir oy oranıyla
Kanada’dan ayrılmasına ramak kaldı.

*Norveçli seçmenler milliyetçi duygularını Avrupa Birliği üyeliğini reddederek gösterdiler.

*Avrupa Birliği’nin bizzat kendisinin, bir yandan yeni devletvâri bir
aygıta dönüşürken, Avrupalılığı da yeni bir milliyetçilik olarak savunmaya
başladığı ortaya atıldı.

*Büyük Britanya, Hong Kong sömürgesini ulusal hükümranlık adına (Hong Kong vatandaşları
için bu kendi kaderlerini tayin hakkından çok uzak olsa da) Çin’e
devrederek imparatorluk olma iddialarının birinden daha vazgeçti.

*Amerikalı politikacılar, mültecilere ve Asya ile ticarete karşı sert
duruşlar sergileyerek milliyetçi hassasiyetlerini ispatlamakta adeta
birbirleriyle yarıştılar.

*Irak, sömürge Irak’ının sabık eyaleti olan Kuveyt’i, ülkenin ayrılmaz bir parçası
olduğunu savunarak işgal etti; Birleşmiş Milletler ülke sakinlerinin sadece
küçük bir azınlığını temsil eden bir Kuveyt rejiminin ulusal hükümranlığını savunmak
durumunda kaldı.

*Aynı Ortadoğu’da, Filistinlilerin yıllardır
uğraştığı özerk bir ulus-devlet kurma çabaları tam somut
meyveler vermeye başlamışken, İsrail başbakanı ultra milliyetçi
bir Musevi tarafından öldürüldü.

*Eritre, önce bir imparatorlukken, bu imparatorluktan bir ulus çıkarma yolunda şedit bir komünist
girişime sahne olan Etiyopya’dan, otuz yıllık bir ulusal
mücadele sonunda ayrılarak bağımsız bir devlet oldu. Etiyopya’nın
yeni hükümeti ise olası milliyetçi başkaldırıların önünü alabilmek
için, ülkeyi oluşturan farklı milliyetlerin özerklik, hatta ayrılıp
kendi devletlerini kurma hakkını anayasal güvence altına alma
yolunu seçti.

*Daha güneyde, Afrika Ulusal Kongresi (ANC)
Güney Afrika’ya çoğunluk kuralı getirirken, Sudan’da kuzeyliler
ulusal birlik adına güneyli ayrılıkçıları öldürmeye girişti.

Milliyetçiliğin hâlâ revaçta olduğunu gösteren bu örnekler
atışması daha da sürebilir. Ancak bu durum bir bakıma yanıltıcıdır.
Yalnızca, çoğunlukla şiddet içeren böyle çatışmalar üzerinde
durmak, bizi milliyetçiliğe çaresi bulunması gereken bir sorun, sınırlar
çizilip halkın egemenliği kurulur kurulmaz başını alıp gidecek
bir husus olarak bakmaya yöneltir. Oysa bu, sınırlar ve halkın
egemenliği gibi kavramların kendilerinin de, modern dünyaya
kavramsal formunu ve pratikteki düzenini verdiren milliyetçi
söylemin eriştiği mertebenin bir ürünü olduğunu unutmamız anlamına
gelecektir.

Milliyetçilik yalnızca buhranlar ve alenî çatışmalarda
öne çıkan bir şey değildir. O, modern çağın kolektif bilincinin
ve son iki yüz yılımıza damgasını vuran devlet yapısının
da temelini oluşturur. Gerçekten de, milliyetçilik yalnızca siyasi
değil, aynı zamanda kültürel ve kişisel bir kimlik meselesidir.
Ulus söylemi özellikle özlemler ve özdeşleşme bağlamında dile
getirilirken, -birçok bakımdan hısım olan- devlet söylemi daha
çok akıl ve çıkar terimleriyle ifade edilir. Milliyetçilik kısmen bizi
biz yaptığı, bestekâr ve sanatçılara ilham kaynağı olduğu ve tarihle
(dolayısıyla ölümsüzlükle) bağ kurmamızı sağladığı için
duygusal bir güce sahiptir. Londra’da açılan ve ‘Ulusal Sanat Koleksiyonları
Fonu (ki kendisi de 19. yüzyıl ortalarında, ‘Ulusların
Baharı’nda kurulmuştu) tarafından kurtarılan’ eserlerin yeraldığı
bir sergi için yapılan şu değerlendirmeye bir bakalım: ‘Basitçe denebilir ki,
temel sorun antik bir ulusun, kendi geçmişini ayakta tutmaya ve kültürünün
devamlılığını sağlamaya yetecek iradeye ve maddi olanaklara sahip
olup olmadığıdır’. (Mclikian 1997: 7)
Daha da basitleştirelim: İngilizcedeki adıyla Falkland Savaşı sırasında,
hastahanede anfizemden ölmek üzere olan, Oxford Üniversitesi
çalışanlarından Frank Fiarris’i ziyaret ettiğimde, “İnsanlar
ölür,” dedi. “Ama İngiltere hep var olacaktır.”

Milliyetçiliğin, kimi selim ve iç rahatlatıcı, kimi dehşet salan
envai çeşidi vardır. Sosyal bilimciler bazen ‘iyi’ milliyetçilik
veya vatanseverlik ile ‘kötü’ milliyetçiliği veya şovenizmi, sanki
tamamıyla farklı toplumsal olgularmış gibi çözümlemeye kalkarlar.
Hâlbuki bu, onların anlaşılmalarını zorlaştırdığı gibi, benzerliklerini
de gizler. Ulusal kimliğin ve sadakatin gerek olumlu, gerekse
olumsuz göstergelerini şekillendiren, aynı ortak milliyetçi
söylemdir. Daha küresel -gerçekten uluslararası- bir söylemin
onları tek tek nasıl oluşturduğunu ve şekillendirdiğini görmeksizin,
bu özgül vakaların hiçbiri asla tam anlamıyla kavranamaz.
Bu, milliyetçi hareketler, milliyetçi devlet politikaları, edebiyat ve
sanattaki milliyetçi geleneklerle sıradan insanların, dünyanın neresine
nasıl oturduklarına ilişkin gündelik kavramlaştırmaları
için de geçerlidir. Milliyetçilik, başka şeylerin yanı sıra Michel
Foucault’nun (1969, 1977; ayrıca bkz. Brennan 1990) ‘söylemsel
oluşum’ (discursive formatioıı) diye adlandırdığı ve bilincimizi de
şekillendiren bir konuşma biçimidir, ama daha birçok soru ve sorun
yaratmaya, bizi daha ileri tartışmalara sürüklemeye ve onu
nasıl düşünmemiz gerektiği konusunda tartışmalar çıkarmaya
devam edecek kadar da çetrefillidir.

Mesele katılımcıların sadece özel bir terimi kullanıp kullanmamalarından
ziyade (krş. Greenfeld 1992), başka olaylarla ve eylemlerle
bağlantılı başka bazı konuşma veya davranma biçimlerini
mümkün ya da imkânsız kılan ya da başkalarınca kesin bazı sonuçlara
yol açacak biçimde algılanan bir tür dili, bir konuşma biçimini, bir retoriği kullanıp kullanmamalarındadır. Örneğin, Quebecli
partizanlar milliyetçilik retoriğini kullanırken, emperyalizm
karşıtı milliyetçiliğe kesin gönderme yapmakta, Birleşik Devletler
veya Fransa’yla birleşmeyi savunanlara karşı çıkmakta ve potansiyel
bir özerk devlet olarak meşruiyet iddiasında bulunmaktadır.

Bir ulus olarak tanınmak için, toplumsal dayanışma -sureten
ulusun üyeleri arasında belli ölçüde bir bütünleşme- ve kolektif
kimlik -bütünün üyeler tarafından kabulü ve bütünün parçası
olma kapsamında bir bireysel kimlik anlayışı- gerekir. Ama
toplumsal dayanışma ve kolektif kimliğe, ailelerde de rastlanabilir,
şirket çalışanlarında da, imparatorluk ordularında da. Bunlar
bir topluluğa ulus diyebilmenin gerekli asgari şartları olsa da,
onun tanımı olmaktan çok uzaktır. Peki, toplumsal dayanışma ve
kolektif kimliğe sahip bir topluluğa ulus diyebilmemiz için ideal
olarak başka hangi ek özellikler gerekir?
İşte bu, milliyetçiliğin söylemsel oluşumunun devreye girdiği
noktadır. Toplumsal dayanışmayı, kolektif kimliği ve bağlantılı
soruları (siyasal meşruiyet gibi) bu düşünme tarzı, hem milliyetçi
bir kendini-kavrayışın üretiminde, hem de milliyetçi iddiaların
başkalarınca kabulünde hayati rol oynar. Benedict Anderson,
bu anlamda ulusları ‘hayali cemaatler’ olarak tarif etmiştir.
Söylediği gibi, ‘yüz yüze ilişkiler sürdüren ilk köylerden daha büyük
bütün cemaatler (hatta belki onlar bile) hayalidir. Cemaatler
gerçek ya da yapay oluşlarıyla değil, hayal ediliş tarzlarıyla ayırdedilirler’
(1991:6). Toplulukları ayırdetmenin elbette başka yolları
da vardır; büyüklükleri, idari örgütlenme düzeyleri, iç eşitlik
dereceleri vb. Ama bize düşen ilk iş, milliyetçilikle özdeşleşen kolektif
kimliği ve toplumsal dayanışmayı ‘hayal etme’nin ayırdedici
biçimini biraz olsun kavramaktır.
Aşağıda sayılanlar -her ne kadar hiçbiri kesin olarak tanımlayıcı
değilse ve hepsi farklı uluslarda farklı derecelerde bulunsa
da- ulus retoriğinin en önemli özellikleri gibi görünüyor
(zatenönemli olan bunların ağır basmasıyla biçimlenen bir dokunun
bulunması):

1. Sınırları olan bir toprak veya belirli bir nüfus ya da her
ikisi.

2. Bölünmezlik - ulusun bir bütün olduğu kavramı.

3. Egemenlik ya da en azından egemenlik ülküsü taşımak ve
böylece özerk ve kendine yeterli olduğu varsayılan bir devlet olarak
diğer uluslarla şeklî eşitlik.

4. ‘Üstün’ bir meşruiyet kavramı -örneğin hükümetin ancak
halkın iradesi tarafından desteklendiği veya en azından ‘halkın’
ya da ‘ulusun’ çıkarlarına hizmet ettiği sürece adil olduğu düşüncesi.

5. Halkın kolektif olaylara katılımı - ulus mensubiyeti esasına
göre seferber edilen bir nüfus (ister savaşla, ister sivil yurttaşlıkla
ilgili faaliyetler için).

6. Doğrudan üyelik - herbir bireyin, ulusun ivedi bir parçası
oluşu ve bu bağlamda diğer üyelerle kategorik olarak eşit görülmesi.

7. Dilin, paylaşılan inanç ve değerlerin, alışılmış pratiklerin
bir birleşimini içerecek biçimde bir kültür.

8. Zamansal derinlik - ulusun, geçmiş ve gelecek nesilleri
içerdiği ve ortak bir tarihi olduğu haliyle zaman içinde varolduğu
anlayışı.

9. Ortak mezhep veya ırk özellikleri.

10. Belli bir toprakla tarihi, hatta kutsal bir bağ.

Bunların ulus retoriğinin özellikleri, ulusları tanımlarken genellikle
vazedilen iddialar olduğunu tekrar kaydedelim. Aslında
uluslar, egemenliklerini gerçekten ellerine alıp alamadıkları, kendilerini
iç bölünmelere karşı savunarak bütünlüklerini koruyup koruyamadıkları,
mükemmel bir kültürel birliğe ya da çok eski bir
kültüre sahip olmaları hasebiyle sınırlarının değişmezliğini kabul
ettirip ettiremedikleri gibi deneysel kıstaslarla etkin bir biçimde tanımlanmazlar.
Ulusları ulus yapan daha ziyade kendi iddiaları, kolektif kimlik üretmeye,
insanları kolektif projeler için seferber etmeye, kişileri ve uygulamaları 
değerlendirmeye yönelik bu tür iddialara dayanan konuşma, düşünme 
ve hareket etme biçimleridir.

Elimizde eksiksiz bir liste yok; burada kesin bir ulus tanımı
vermiyor, ortak bir doku, bir örüntü teşhis etmeye çalışıyoruz. Sıraladığımız
hususlar bir ‘ideal tip' geliştirmemize yardımcı olabilir;
ama bu sadece kavramsallaştırmaya bir yardımdır; operasyonel
bir tanım ya da deneysel olarak sınanabilir bir tarif değildir.
‘Ulus’ kelimesi, sayılan özelliklerin çoğuna sahip olan ya da olduğunu
iddia eden topluluklar için kullanıldığında anlamlı olur
ve herkes tarafından anlaşılır. Hangi altı, yedi veya sekiz özelliğin
daha önemli olduğu, ulustan ulusa değişir. Uluslar, onları ulus yapan
‘özleri’ farkedildiği için değil, Ludvig Wittgenstein’ın (1953)
‘ailevi benzerlik’ diye adlandırdığı dokuya sahip oldukları için
ulus olarak kabul edilir. Bazı kardeşlerin, çenesi değilse de burnu
aile burnudur ya da onlarda ailenin karakteristik açık alnı yoktur
da yeşil gözleri vardır; bu özelliklerin tamamı ailenin bütün
üyeleri tarafından paylaşılmadığı gibi, aile mensubu olmayanlar
tarafından da aynen paylaşılmaz. Yine de ortada bir doku olduğunu
görebiliriz. Ulusal ideoloji, kimi ortamlarda karakteristik
özelliklerden birini ya da birkaçını taşımayabilir ya da diğerlerine
daha fazla vurgu yapabilir. Bir ulusun ulus olarak tanınması,
katı bir tarife değil, bu dokunun hâkimiyetine bağlıdır. (1)

Milliyetçiliğin bu anlamda üç boyutu vardır. Birincisi, bir
söylem olarak milliyetçilik: Yani, dünyanın her yerinde insanları,
özlemlerini ulus ve ulusal kimlik bağlamında düşünmeye ve o çerçeve
içine yerleştirmeye götüren kütiirel anlayışın ve retoriğin üretimiyle
belli ortam ve geleneklerdeki belli milliyetçi dil ve düşünce türlerinin üretimi.
İkincisi, bir proje olarak milliyetçilik: Yani
insanların ulus olarak algıladıkları toplulukların çıkarlarını, bir
birleşim ya da tarihsel gelişme içinde, ya genellikle varolan bir
devlete daha fazla katılarak ya da ulusal özerklik, bağımsızlık ve
kendi kaderini tayin veya belirli toprak parçalarını birleştirme yoluyla
ilerletmeye çalıştıkları, toplumsal hareketler ve devlet politikaları.
Üçüncüsü, bir değerlendirme biçimi olarak milliyetçilik:
Yani bir ulusun üstünlüğünü savunan siyasi ve kültürel ideolojiler,
bunlar genellikle akımlarla ve devlet politikalarıyla özdeşleştirilir,
ancak bu şart değildir. Bu üçüncü anlamıyla milliyetçiliğe ahlâkî
bir yaptırım statüsü de verilmiş olur: Örneğin ulusal sınırlar devlet
sınırları ile örtüşmelidir ya da bir ulusun üyeleri o ulusun ahlâkî
değerlerine uymak zorundadır, gibi. Milliyetçilik, bu ahlâkî
yaptırımlardan yola çıkarak sergilenen bazı davranışlar -etnik temizlik,
ulusal arınma ideolojileri ve yabancı düşmanlığı gibi- vasıtasıyla
bir ulusa aşırı sadakatle özdeşleştirilen bir hal alır.

Kendi topluluğuna sadakatin temelleri tabii ki çok eskiye
dayanır. Bu, milliyetçiliğin, ilk olduğu, yani hatırlanandan ve insanlık
tarihinin kayda geçirilişinden bile önce varolduğu iddiasını
en açık şekilde taşıyan boyutudur. Fakat topluluklar ve topluluğa
sadakatin birçok şekli olabilir, dolayısıyla bunlar tek başına
milliyetçiliği oluşturmaktan ya da açıklamaktan uzaktır. İnsan ailesine
sadık (tarih boyunca milliyetçiliğin gerektirdiği sadakatten
çok daha sık rastlanan bir sadakattir) olabildiği gibi, bir şehre de
sadakat besleyebilir (bu şehir o ulusa ait görülsün ya da görülmesin).
Machiavelli’nin 16. yüzyılda Floransa’ya sadakati, milliyetçilik
tarihinin bir parçasıdır. Çünkü bu sadakat, Machiavelli’nin
devletin doğası, siyasi iktidar ve siyasi toplulukların tek tek üyelerini,
onları yönetenlere bağlayan ilişki hakkında kapsamlı ve etkili
bir şekilde yazı yazmasına yol açmıştır. Ama 16. yüzyılda ne
Floransa bir ülkeydi, ne de Machiavelli için ‘Floransalı’ kimliğinin
daha geniş ‘İtalyan’ kimliğiyle ilişkisi belirleyici bir nitelik taşıyordu.
19. yüzyılda gerçekleşen Risorgimento’ya* kadar, bütün İtalyanları
aynı devlet çatısı altında birleştirmeyi amaçlayan milliyetçi
düşünce revaçta değildi. Hatta ideoloji, o sırada dahi gerçeğin
önünden gidiyordu. Massimo D’Azeglio kaygısında haklıydı:
'İtalya’yı yarattık, şimdi de İtalyanları yaratmamız gerekiyor’
(Hobsbawm 1990: 44).

Böyle bir program, kendi içinde homojen bir ulusal kimliğin
teşvikini önerir. Bu dışsal farklılıklar kavramının içsel aynaya
düşen imgesidir. Herkesin bir ‘asıl’ kimliği -kendi içinde bütünleşik
ve tüm diğerlerinden farklı bir kimlik- olduğu düşüncesi,
milliyetçilik tarihini dokuyan önemli ipliklerden biridir. Böyle bir
kavram kolaylıkla baskıcı bir hâl alabilir; nitekim 'etnik temizlik’
ve ulusun parçası addedilenler arasında 'doğru’ kültür ve hareket
biçimlerini teşvik etme projelerinde rol oynamıştır. Bireylerarası
dayanışma ağlarıyla sureten benzer insanları geniş kategorilere
sokarak 'tek’lik vazetme talepleri arasında önemli bir fark vardır.

Bu sebeple, 1066’da İngiltere olmaya başlayan yerde, Norman
işgalciler karşısında krala ve akrabalarına sadık olmak başka
bir şeydi; izleyen yıllarda, Camelot’u mitleştirerek, 'Norman
Boyunduruğu’nu güya-sınıfsal şikâyetlerin odağı yaparak ve 'İngiltere’nin
her zaman var olacağını’ ileri sürerek İngiliz milliyetçiliğini
beslemek başka. Soyut bir kategori olan İngiltere’ye duyulan
sadakat, herbiri gerçek ve özgül yoldaşlara beslenen sadakatten
epey farklıydı. Bireylerarası ilişki ağları insanı yerel bir
mekâna oturturken, ‘ulus’ kategorisine mensubiyet insanı karmaşık
ve küresel olarak bütünleşmiş bir dünyaya yerleştirir. Bu
kolayca bir kenara atılamaz. Ama bu aynı zamanda çatışmaların
kaynağı, kişisel ve kolektif şikâyetleri aşmanın sorunlu bir
şeklidir.

(*) 19. yüzyılda doğan ve İtalya’yı birleştirmeyi amaçlayan ideolojik, siyasi ve edebi akım -

(1) Ulus kavramının (ya da onunla ilişkili milliyetçilik ve milliyet gibi terimlerin) hiçbir tanımı
şimdiye dek genel bir kabul görmemiştir (Smıth 1973, 1983; Altcr 1989; Motyl
1992; Connor 1994; Hail 1995).

İstanbul BIlgI Üniversitesi Yayınları
İstanbul, EkIm 2012/3
ÇEVİREN BİLGEN SÜTÇÜOĞLU
alıntı: s:1-9

[koyu renkler ve görseller bana aittir. DK]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder