27 Haziran 2017 Salı

Amele Taburları

ERIK JAN ZÜRCHER

Amele taburunda çalışan bir grup erkek.
https://en.wikipedia.org/wiki/Labour_Battalions_(Ottoman_Empire)#/media/File:Labor_Battalions_(Amele_Taburu).png
Dönemin diğer orduları gibi Osmanlı ordusunda da -hem barış hem de savaş zamanında- amele taburları vardı. Bu taburlar, Osmanlı ordusunu oluşturan yedi ordunun “menzil müfettişlikleri”ne bağlıydı. Amele taburlarının sayısı savaş boyunca değişmekteydi. Ama her durumda 70 ile 120 arasında aktif tabur olduğu söylenebilir.(1)
Bunun ifade ettiği toplam güç ise, 25.000 ile 50.000 kişi arasında değişir.(2) Amele taburları pek çok alanda çalışma yapmıştır, ama en önemlisi yol tamiri ve taşımadır. Taşıma ve iletişim, Osmanlı ordusunun en zayıf yanını oluşturmaktaydı. İmparatorluğun sadece 5700 kilometrelik demiryolu vardı. Yoğunluğu ise (ülkenin yüzeyine göre değerlendirildiğinde) Fransa’nınkinin otuzda biriydi.(3) Demiryolları tek hattı. Anadolu ile Arap vilâyetlerini Toros ve Amanos dağlarından (Gavur dağları) birbirine bağlayacak temel bağlantılar kesintili olduğu için, malzemeler dört kez indirilip sonra tekrar yüklenmek zorundaydı. Çerekli (Ankara’nın doğusu), Ulukışla (Kuzey Toroslar) ve Resülayn’daki (Musul’un batısı) demiryolu başlangıç noktaları, Kafkasya ve Mezopotamya’daki cephelere üç-dört haftalık yürüme mesafesindeydi. Her bir top mermisi ya da hayvan yemi torbası, savaş patlak verdiğinde zaten kötü bir durumda olan ve ağır trafikle daha da kötüleşen yollarda çok uzun mesafelerde taşınmak durumundaydı. Savaşın başlamasından sonra girişilen en acil tamiratların gerçekleştirilmesi sekiz ayı almıştır.(4) Arap aşiretleri Osmanlılara deve satmakta pek istekli olmadıklarından, özellikle deve genelde de yük hayvanı tedarikinde sıkıntı çekiliyordu. Bu durumda malzemelerin önemli bir kısmı amele taburlarındaki askerlerin sırtında taşınmaktaydı.

Amele taburları, cepheye ilişkin bu türden birincil görevlerinin yanısıra, ordunun Levazım Dairesi için de bir dizi görev üstlenmişti. Bunlar kısmen endüstriye ilişkin görevlerdi. İstanbul ve çevresindeki bir dizi silah, cephane, ayakkabı ve elbise fabrikası (barış zamanında bile) askeri kuruluşlar olarak yönetilmekteydi.(5) Kısmen esnaf tipi (tamir dükkânları, fırınlar), kısmen de tarımsal kuruluşlardı. Bu son durumda amele taburları, Orta Anadolu’nun tahıl üretimi bölgelerinden cepheye giden köylülerin yerini almaktaydı. Bu birlikler gayri-Müslimlerden ve bazen de kadınlardan oluşmaktaydı. Savaşın ilk yılında bunlar, insan eksikliği yüzünden üçte iki oranında düşen üretim düzeyinin yükseltilmesinde önemli rol oynamışlardır.(6) Bu son derece önemli bir konuydu, çünkü daha önce İstanbul’u besleyen Rus ve Romanya tahılı, savaşla birlikte kesilmişti.

Amele taburları başlıca Ermenilerden ve onların yanısıra Süryani ve Rumlardan oluşuyordu. Bir kaynağa göre buralarda Ermeni oranı yüzde 75 idi.(7) Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Osmanlı ordu birliklerinin etnik bileşimi hakkında bulunan deliller çelişkilidir. İttihad ve Terakki’nin orduyu bir çeşit “eritme potası” olarak kullanması ilân edilmiş bir politika gereğiydi ve bu tehlikeli kabul edilen Hıristiyan azınlıkların Türk birlikleri içinde erimesi anlamına da gelmekteydi. Ancak, Müslümanlar sözkonusu olduğunda, etnik olarak homojen gruplar bir istisna değil, bir kuraldı. İngiliz ve Alman subayları “iyi Anadolu birlikleri”nden ya da “ikinci sınıf Arap birlikleri”nden sözetmekteydiler. Farklı etnik topluluklar arasında açık bir hiyerarşi vardı. Örneğin, Araplar ikinci sınıf, Kürtlerse son derece güvenilmez kabul edilmekteydi.(8) Osmanlı ordusunun gözünde bağlılıklarından kuşku duyulan Ermeni ve Rumlar ise, yeterince önemsenmeyen amele taburlarına aktarılmaya lâyık adaylardı. İlk aşamada 45 yaşın üzerindekilerden birlikler oluşturuldu. Müslümanlar sözkonusu olduğunda bu yaştakiler, “mustahfız” (yedekler) içine alınmaktaydı. Osmanlı ordusunun Doğu saldırısının başarısızlığı ve yaşanan Sarıkamış yenilgisinin ardından ise, 25 Şubat 1915’te ordudaki Ermenilerin silahsızlandırılması kararı alındı. Açıktı ki bu karar, düzenli ordu birliklerinde görevlendirilmiş Ermenilerin amele taburlarına aktarılmasını gerektiriyordu. Kafkasya cephesindeki pratik uygulamanın bu olduğunda hiçbir kuşku yoktur. Ancak bu uygulama her yeri kapsamaz. Çünkü 1916 baharı gibi geç bir tarihte bile, Sina cephesinde ön hatlarda Ermeni askerlerin hizmet yaptığına ilişkin değerlendirmelere rastlamış bulunmaktayız.

Ermeni amele taburlarındaki korkunç koşulları tasvir eden pek çok tanıklık vardır. Askerler yetersiz beslenmektedir, güçlerini tüketmişlerdir ve nihayet hastalıklarla boğuşmaktadırlar.(9) Ancak şurası da unutulmamalı ki, bir bütün olarak Osmanlı ordusunun içinde bulunduğu koşullar inanılmaz derecede kötüdür. Askerler ve sözde en iyi bakımı alan cephedeki birlikler genellikle kötü beslenmektedir. Doğu Anadolu’da yüksek dağlarda mevzilenen askerlerin üzerinde sadece yazlık giysiler vardır. Filistin cephesinde Osmanlı askerleri, ölü İngiliz askerlerinin elbise ve botlarını almak üzere riskli harekâtlar yapmaktadır. Hastalıklar (en başta kolera ve tifüs), çatışmalardan daha çok insan kaybına yol açmıştır. Ama elbette amele taburlarının ya da garnizon birliklerinin içinde bulunduğu koşulların, cephedeki askerlerden daha da kötü olduğunda hiç kuşku yoktur.(10)

Özellikle Ermeni sivil halkın sürülmeye başlanmasından sonra amele taburlarındaki Ermeniler, askeri önderlik ve birlik komutanları tarafından güvenilmez kabul edildiler. O yüzden silahlı muhafızların kontrolü altında tutuluyorlardı.(11) Öte yandan -subayların askerleri insafsızca dövdüğü sahnelerle tasvir edilen- askerlere yönelik kötü muameleler, ordunun seferber edilme güçlüğü bağlamında ele alınmalıdır. Avrupa’nın tersine burada, kitleleri akın akın 1914’ün bayrakları altında toparlayan heyecanlı yurtseverlik dalgaları yoktur. Tersine, asker adaylarının birliklerine katılması için son derece sert tedbirler alınmaktadır. Tümen çapındaki birlikler de dahil olmak üzere, birliklerin cepheye giderken güçlerinin yarıya yakın bir kısmını kaybetmeleri hiç de olağanüstü bir şey değildi. Bu sorun özellikle Arap birliklerinde çok büyüktü. Arap asker adaylarının cephe hattına muhafız kontrolünde ve zincirlenmiş olarak gönderildiklerini gösteren raporlar vardır.(12) Bu askerlerin gördükleri muameleye ilişkin tasvirler, Ermeni birliklerinde yaşananları hatırlatır. Diğer bir ifadeyle 1914-15 kışında amele taburlarındaki Ermeni askerlerin içinde bulunduğu koşullar, ordunun bütününde olan bitenin aşırı bir biçimini ifade eder.

Ancak, Nisan 1915’te başlatılan, tamamen farklı karakterde bir olgudur. Katliam başladığında, doğal olarak amele taburlarındaki Ermeni askerler kolay hedef haline gelmişlerdir. Toplu öldürmeler esas olarak Ermeni erkeklerini hedef almıştır. Bu birliklerde ise, silahlı muhafızların gözetimi altında on binlerce Ermeni erkeği bulunmaktadır. Dolayısıyla saldırı kararı alındığında bunların hiçbir şansı yoktur. Ancak yoketme eylemlerinin zamanlaması ve metodu, yerine göre değişecektir. Örneğin, Kafkasya cephesinde Rus ordusu saldırıda iken öncelik, Ermenileri zarar veremeyecek hale getirmek ve düşmana iltihak etmelerini önlemektir.(13) Silahsızlandırılmalarının ardından bunların önemli bir kısmı amele taburlarına gönderilir. Ancak aralarından pek çoğu hapishane benzeri koşullarda kontrol altında tutulur ve sonunda öldürülürler. Fiili öldürme eyleminin, asker ve jandarmaların ve Kürt aşiretlerinin işi olduğu rapor edilmiştir. Asker ve jandarmalar, Ermenileri elli ile yüz arasında değişen gruplar halinde belli noktalarda toplamakta ve silah ve süngüyle öldürmektedirler.(14) Kürt aşiretleri ise yollardaki konvoylara saldırılar düzenlerler.(15) Öte yandan Çanakkale ve Sina cephelerinde ya da Bağdat Demiryolu inşaatlarındaki Ermeni amele taburları, çalışmalarını 1915 sonlarına, hattâ 1916 yazına kadar sürdürmüş gözükmektedirler. Ermeni askerlerin öldürülmesinin, 1915-16’daki büyük tehcir harekâtının başlangıç ve sonunda yoğunlaştığını söylemek mümkündür. Doğudaki Ermeni askerleri ilk öldürülenler arasındadır. Bunlar Mayıs 1915’te Ermeni kitlelerin sürülmesine ciddi olarak başlanmasından önce saldırıya uğrarlar. Son terör dalgasının hedefi ise, o zamana kadar hâlâ gerekli oldukları düşünülenlerdir. O sıralarda Vehib Paşa gibi bir Kafkas cephesi komutanının, yol inşaatlarında çalışan Ermeni amelelerin öldürülmesinden sorumlu olanları askeri mahkemeye vermeye çalışmasına şaşırmamak gerekir.(16) Ne var ki, öfke ve çılgınlık bir kez zincirlerinden boşaldığında -bizzat ordunun çıkarlarını bile temel almış olsalar- akılcı argümanlara kimse kulak asmaz. Örneğin, Bağdat Demiryolu, çalışmalarının uyumlu bir şekilde sürmesi için Ermeni amele ve memurların ustalığına muhtaç durumdadır. O yüzden şirket, Osmanlı hükümetinden gelen ve gittikçe artan baskılara karşı, çalışanlarını sürgünden korumak için bir ölçüye kadar başarılı bir mücadele vermiştir. Ancak, Osmanlı hükümeti, demiryollarında çalışan Ermeniler üzerinde bir baskı unsuru olarak, bunların eş ve çocuklarını sürgüne gönderme yoluna başvurur. Sonunda demiryolu şirketi, Amanos dağlarındaki tünellerde çalışan amelelerini, bu tünellerin ifade ettiği tüm stratejik öneme rağmen, sürgün ve ölümden kurtarma konusunda başarısızlığa uğrar.(17)

Bazı Ermeni askerler Müslümanlığı kabul ederek kurtulur. Sarafian, Osmanlı Ermenilerinin yüzde beş ile onunun, Müslümanlığı kabul ederek ölüm yürüyüşünden kurtulduğunu söylemektedir. Bu kabul, bazen gönüllü (tabiî o koşullar dikkate alındığında bu sözcük ne kadar anlamlı ise) bazen de hükümet zoruyla olur. Zor kullanarak Müslümanlaştırma uygulaması ise, Müslüman evlerine ya da yetimhanelerine alınan Ermeni kadın ve çocuklar aracılığıyla gerçekleşir.(18) Öyle gözükmektedir ki, zorla ve kitlesel Müslümanlaştırma, orduda da uygulanmıştır. Sina cephesinden bir görgü tanığı, çok sayıda Ermeni askerinin Müslüman olmayı, isimlerini değiştirmeyi ve sahra hastanelerinde sünnet olmayı kabul ettiğini ve bunun resmi törenlerle kutlandığını anlatır.(19)

İster Türk ister yabancı olsun, Birinci Dünya Savaşı’na ilişkin askerlik tarihi, amele taburlarına neredeyse tamamen gözlerini kapamıştır. Pek çok Türk ve Alman komutanın anılarında (Ali İhsan (Sabis), Halil (Kut), Mustafa Kemal, Kâzım Karabekir, Liman von Sanders, Kannengiesser, Kress ve diğerleri) bu olgunun kaderi hakkında bir şeyler bulmak imkânsızdır. Bu yargı, Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı ordusu hakkında yazılmış askeri tarih kitapları için de geçerlidir. Örneğin aslında mükemmel bir çalışma olan Ed Erickson’un Ordered to Die* ve Maurice Larcher’in daha eski tarihli La guerre turque dans la guerre mondiale bu zaafı taşırlar. Bu eksiklik önemlidir, çünkü konu, Osmanlı Ermenileri üzerindeki baskı ve yok etme harekâtının önemli bir veçhesiyle ilgilidir. Ama bunun da ötesinde bu eksiklik, sıradan Osmanlı askerinin kaderi hakkında bir ilgisizliği de ifade eder (unutmamak gerek ki en nihayet bu Ermeniler, bizzat kendi orduları tarafından ya da onun suç ortaklığı ile öldürülmüş bulunan Osmanlı askerleridir). Sonuç olarak, Birinci Dünya Savaşı Osmanlı ordusunun sosyal tarihi, hâlâ yazılmayı bekliyor.

...
1. Düşük sayıya, Erol Çatma’nın Asker İşçiler’de (İstanbul: Ceylan, 1998, s.40 vd.) verdiği sıralama temelinde ulaşılmıştır. Yüksek sayı ise, Avusturya elçisi Pomiankowski’nin verdiği sayıdır. (Zusammenbruch des Osmanischen Reiches, Graz: Akademische Druck - und Verlagsanstalt, tıpkıbasım 1969 [ilk baskı 1928, s.93].
2. Savaş sırasında pek çok Osmanlı birliğinde önemli insan gücü yetersizliği vardır. Bir görgü tanığının ifadesine göre bir taburda başlangıçta 350 kişi vardır. Bir diğeri ise bağlı olduğu taburun 280’inin öldürüldüğünü söyler. (Raymond H. Kevorkian, “Receuil de témoignages sur l’extermination des amele tabouri ou bataillons des soldats-ouvriers Arméniens de l’armée Ottomane pendant la première guerre mondiale”, Revue d’Histoire Arménienne Contemporaine 1 (1995): 289-303.
3.  Erik Jan Zürcher, “Between Death and Desertion. The Expérience of Ottoman Soldier in World War I”, Turcica 28 (1997), s.250 (bkz. bu kitapta 11. makale).
4. Ahmed Emin [Yalman], Turkey in the World War, s.88.
5.  Çatma, Asker İşçiler, s.41-42.
6.  Zafer Toprak, Türkiye’de “Millî İktisat” (1908-1918), Ankara: Yurt, 1982, s.318.
7.  Hilmar Kaiser tarafından sağlanan 33. belge (no. 6738) Documents, Ankara: Directorate General of Press and Information, tarihsiz, s.91-92 içinde.
8.  Erik Jan Zürcher, “Between Death and Desertion”, s.240-241.
9.  Harry Morgenthau, Secrets of the Bosphorus, Londra: Hutchinson, 1918, s.199.
10.  Zürcher, “Between Death and Desertion”, s.249-250.
11. Belge 33’te (no 6738) muhaberat komutanı amelelerin başında beklemek üzere daha çok askeri birlik talep etmektedir. Yine 25 Temmuz 1915 tarihinde İstanbul’daki Genelkurmay merkezinden gönderilen bir telgraf, bu konuda özel olarak dikkat gösterilmesini ister. Askeri Tarih Belgeleri Dergisi özel sayı 1, s.92. (Bana bu belgeyi ilettiği için Hilmar Kaiser’e teşekkür ederim).
12. Francis Yeats-Brown, Golden Horn, Londra: Gollancz, 1932, s.120.
13. Rafael de Nogales, Four Years Beneath the Crescent, Londra: Scribner’s, 1926, S.41. Yazar burada, Ermeni birliklerin toplu olarak kaçışının, Osmanlılar için çok ciddi bir tehlike olduğunu tasvir etmektedir.
14. Kevorkian, Receuil de témoignages, s.290 (İsviçreli Zurlinden’in tanıklığı). Aynı metod, Alman Künzler tarafından Urfa’daki uygulamalara ilişkin olarak ve (başka kaynaklara dayanarak) Morgenthau tarafından anılarında tasvir edilmektedir. (Bkz. Akçam, İnsan Hakları, 243).
15. Kevorkian, Receuil de témoignages, s.295.
16. Akçam, İnsan Hakları, s.244.
17. Hilmar Kaiser, “The Baghdad Railway and the Armenian Genocide 1915-1916”, Richard G. Hovannisian der., Remembrance and Denial. The Case of the Armenian Genocide, Detroit: Wayne State University Press, 1999, s.67-112.
18. Ara Sarafyan, “The Absorption of Armenian Women and Children into Muslim Households as a Structural Component of the Armenian Genocide”, Omer Bartov and Phyllis Mack, der., In God's Name. Genocide and Religion in the Twentieth Century içinde, Oxford ve New York: Berghahn, 2001, s.211.
19. Dr. Krieger’in bu konudaki raporu, Hilmar Kaiser tarafından Kudüs’teki Siyonist Merkez Arşivi’nde bulunmuştur. Z3 (Zionistische Zentralbüro Berlin 1911-1920); dosya 66 (Konstantinopel 1913-1918). Bu bilgi için Hilmar Kaiser’e teşekkür ediyorum.
(*) Size Ölmeyi Emrediyorum, çev. Tanju Akad, İstanbul: Kitap, 2003.

ERIK JAN ZÜRCHER, SAVAŞ, DEVRİM VE ULUSLAŞMA, TÜRKİYE TARİHİNDE GEÇİŞ DÖNEMİ: 1908-1928
ÇEVİREN ERGUN AYDINOĞLU, İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI, 1. Baskı İstanbul, Ocak 2005, 12 bölüm. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder