Halil Berktay
Osmanlı'da askeri sınıfın üyeleri A. Yeniçeri B. Sipahi Schweigger Salomon - 1608
Bugün Batı tarihçiliği, uzun vadeli sosyo-ekonomik (Ömer Lütfi Barkan'ın yaptığı gibi, "içtimai ve iktisadi'' adı altında düpedüz formalist ve dar hukuki değil, gerçekten sosyo-ekonomik) ve kültürel yapı değişimlerini esas alan: bu süreçlerin bağrından fışkırdığı geniş kitlelerin anonim, kendiliğinden varoluş biçimlerinin içine girip, o günlük yaşantının her alt faaliyetini olanca renkliliği içinde yeniden canlandıran; böylece aslında isimsiz halkı insanlaştırmayı, özneleştirmeyi başaran, aşağıdan yukarı bir yaklaşımla, son derece çeşitli ampirik araştırmalar üretiyor. Türk tarihçiliği ise zihinsel zincirlere vurulmuş durumda. Benzeri ampirik[1] çalışmalar, ancak bir dizi duyarlılığın araştırmacılara yön vermesiyle ilerleyebilir. Bunun için önce, devletçi-milliyetçi tarihçiliğin Augeas ahırlarında[2] kapsamlı bir teorik temizlik gerekiyor.
''Batı'da köylü ayaklanmaları var, bizde yok" -nereden biliyorsunuz? Önü arkası fazla
kurcalanmaksızın ulu orta tekrarlanıp duran bu önerme, herhangi bir ciddi çalışmaya dayanmadan
önce, ideolojik bir sistemin yapıtaşlarından birini meydana getiriyor: "Batı'da feodalizm var, bizde yok (çünkü bireysel lordluk yok, tımarlar köylü üzerinde yargı hakkıyla elele gitmiyor ve babadan oğula geçmiyor); Batı'da sömürü var, bizde yok (çünkü serfler karşısında senyörlerin sınırsız keyfiliğine (?) karşılık, Osmanlı reayasının vergilendirilmesi devlet eliyle, kanunlarla düzenleniyor);
Batı'da sınıflar ve sınıf mücadelesi var, bizde ise sınıflar devleti değil, devlet sınıfları yaratıyor ve sınıf mücadelesi gelişmiyor (çünkü -olabilecek en sofistike varyantıyla- Avrupa Ortaçağ manorlarında demesne denilen bey toprağı ya da hassa çiftlik üzerindeki angaryanın senyör ile serfi "üretim sürecinde" zıtlaştırmasına karşılık, ürün-rantın hakim olduğu Osmanlı toplumunda sipahi ile reaya sadece mahsulün kaldırılmasından sonra, "bölüşüm sürecinde" yüzyüze geliyor.) Batı'da sivil toplum ve birey var, bizde yok (çünkü otoritenin parsellendiği Avrupa feodalizminde fiefler çok geniş muafiyetlerden yararlanırken, Osmanlı'da merkezi devlet her yerde hazır ve nazırdır); aynı nedenlerle Batı'daki başkaldırı geleneği de oluşmuyor ve Türkiye bu yüzden modernliğe/kapitalizme/demokrasiye geçemedi, geçemiyor...'' Avrupa ile Asya'yı bıçakla kesilmişçesine, tertemiz biçimde birbirinden ayıran bu varlar-yoklar listesinde;
(a) devlet kaynaklı, halka her zaman devlet ve nizam-ı alem açısından bakan Osmanlı belgelerinin doğal deformasyonu;
(b) Tek Parti yönetiminden milli şefliğe geçiş yıllarında yatan bugünkü muhafazakar tarihçiliğimizin bu gizemsizleştireceğine, katı bilimci bir tavırla gerçeğin ta kendisi kabul edip, sınıf mücadelesi
kavramını Türkiye tarihinden sürüp atma çabasında kendi devlet fetişizmini Osmanlı "altın
çağ"ından gerekçelendirmeye başlaması;
(c) kapitalistleşme patikasına girmiş Batı'nın ve despotik Doğu ile 15. -16., yüzyıllarda ilk temasınının yarattığı (Perikles Atina'sında "Yunanlıların" bir zamanlar barbarların şimdi yaşadığı gibi yaşıyorlardı" basit gerçeğini Thukydides[3] dışında kimsenin görmemesini andıran) "özsel farklılık" yanılsaması üzerinde üzerinde yükselip, Montesquieu, Hegel ve Marx gibi en büyük düşünürleri de içine alan Oryantalist paradigma[4]
(d) tarihsel materyalizmin genel yönelimini izlemek yerine bir Marksolog tutumuyla, Oryantalizmin özcülüğünün (essentialism)[5] Marx''taki yankısı olan "Asya Üretim Tarzı"[6] hipotezine bağlılığı yeğleyen çağdaş AÜT teorisyenlerinin düşünceleri, tuhaf bir şekilde birleşmektedir. Şu farkla ki, Osmanlı düzenine ilişkin bütün temel saptamaları muhafazakar tezlerin değişik söylenişlerinden ibaret olan AÜT teorisyenleri, aynı değer yargılarına sahiptiler: Türk devletçi-milliyetçilerinin "iyi" deyip yücelttiği her şeyi, klasik Oryantalistler gibi AÜT'çüler de kapitalizmin mümkün olmadığı bir durağanlıktan sorumlu sayıp "kötü" görüyorlar. Öyle veya böyle; yarım yüzyıldır, köylü ayaklanmaları ya da daha genel olarak Osmanlı toplumunda sınıf mücadelesinin açık ve örtük, bilinçli ve bilinçsiz, gündelik ve patlamalar halindeki bütün tezahürleri üzerine tarihçilik disiplininin
içinden düzgün incelemeleri, yukarıdaki önyargılar bütünü peşinen buduyor, inatçı radikaller
çıkarsa tez aşamalarında "doğal ayıklama"ya uğratıyor, engelliyor.
tıklayarak büyütünüz
Kuşkusuz ideoloji ile birlikte değerlendirilmesi doğru olan disiplinlerarası parçalanma, Osmanlı
köylü ayaklanmalarına veya şimdilik; daha nötr bir deyimle halk hareketlerine duyarlıklı bir
araştırma yaklaşımının önündeki ikinci büyük barikatı oluşturuyor. Bugün tarih dalları ve
alt-dallarının aşağı doğru bölüne bölüne gelip dayandığı küçük uzmanlık alanlarında kariyer
yapmaya uğraşan insanların pek azı başlarını kaldırıp sağa sola bakıyor, diğer alanlarda biraz okumaya gayret ediyor; örneğin Osmanlı tarihçileri ile Batı Avrupa Ortaçağ tarihçileri, tamamen birbirinden kopuk faaliyet gösteriyor (tabii bu kompartmanlaşma özellikle bizim Osmanlıcılarımızın işine geliyor). Sınırlı bir malzeme üzerinde alabildiğine yoğunlaşınca, o somutla ilgili her şey özgül, orijinal ve benzersiz gözükmeye başlıyor; tek bir konuda ampirik bilgi çoğalması, evrensel boyutlar taşıyan bir teorik formasyonla desteklenmediği takdirde, olmadık optik yanılgılara düşebiliyor. El hak, Osmanlı tarihçilerinin kaçı, senyörlerin serflere istediğini yaptırabileceği ya da manorlarda demeste'nin, feodal sömürüde angaryanın esas olduğu fikrine bugünkü Batılı Ortaçağcıların kahkahayla güleceğinin farkındadır. "Batı lordlarının keyfiliği" ve "Doğu toplumlarının durağanlığı" tezlerinin simetriğiden, yani Aydınlanma düşünürlerinin çoğunun kendi geçmişlerini: Avrupa feodaizmini, durağan görmüş olduklarından ve yaygın bir geleneğinden de asıl Asya yönetimlerini keyfi sayıldığından, böyle karşılaştırmalar bütün apriorist aforizmaları geçersizleştireceğinden mi, kimse söz etmiyor? 1986'da İngiltere'deki bir bilimsel toplantıda, çok değerli bir Türk tarihçisi, köylülerin padişahı/kralı "iyi", çevresindeki yüksek ricali ise "kötü" saymalarını, Osmanlı Türk toplumuna özgü bir algı biçimi diye anlatmaya başladı -niçin,yıllarca okuduğu, çalıştığı, tezini yazdığı ülkenin ünlü 1381 Ayaklanmasında İngiliz köylülerinin tıpatıp aynı bilinci taşıdıklarını bilmiyor? Başlıbaşına bir sorun da, Oryantalist paradigmanın içerdiği ikiliklere temel yapılmak istenen gözlem dilimlerinin belirlenişi. Bazen çok rahat bir tarzda, örneğin, Batı'da krallık kurumunun seçimsel karakterine karşılık Osmanlı'da böyle bir şey olmadığı (bir kere daha, hem buna sevinen muhafazakar tarihçilerce, hem bundan yakınan AÜT'çülerce) söylenebiliyor. Bırakalım, Osmanlı merkeziyetinin en güçlü olduğu 15. ve 16. yüzyıllarda dahi devşirmelerin ve soyluların, yeniçerlerin ve ulemanın, net bir saltanat veraseti kuralının olmadığını herkesin bildiği
koşullarda, kimin tahta çıkacağını ve kim(ler)in öldürüleceğini saptamaya ayrı ayrı "partner
halinde nasıl karıştığını; bu karşılaştırmanın bir tarafında yer alan Erken Ortaçağ Cermen
şefliğinin karşısına neden Fatih veya Kanuni dikiliyor da, Cengiz'lerin, Timur'ların han seçilişi
geleneğiyle aynı platformda, ilk Osmanlı beylerinin de, bir kabileler topluluğunun savaş
önderleri olarak, çevrelerindeki aşiret reislerince bu göreve seçilip uzun süre "eşitler arasında ilk" olmaktan sıyrılamadıklarına (bütün diğer hataları bir yana Osmancık romanı ve televizyon dizisinde Tarık Buğra'nın da kaydettiği bu yalın olguya) hiç değinilmiyor? Bu seçimsel beylikten sultanlık ve padişahlığa evriliş Osmanlıyı benzersiz kılmaz; çünkü aynı evrim, seçimsel krallığın yerini mutlak monarşinin alışıyla, Batı'da da Orta ve Geç Ortaçağ'da gözlenebiliyor.
"Batı'da köylü ayaklanmaları var, bizde yok" iddiasının şimdiye kadar ortaya atılış biçimi ve düzleminde, protatiplerine işaret ettiğim bütün hatalar ve darlıklar bir araya geliyor. Bu
görüşte olanlar, 1402-1412 Fetret Devri'nin Bedreddin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal hareketlerini de köylü ayaklanması kabul etmiyorlar, örneğin; 1502 ve 1511'de Doğu Anadolu'da patlak verip II. Bayezid'in bastıramadığı, sonradan Yavuz'un bu 40 bin köylü ve göçebeyi kesip Anadolu'yu zorla Sünnileştirmesine yol açan başkaldırıları da; aynı şekilde, 16. yüzyılın sonundaki
Celilli isyanlarını da. Niçin? İlk grup hakkında, Şeyh Bedreddin'in okunduğunda çok da "komünistçe" gelmeyen felsefesinin panteist ve senkretist karakterinden, şehzade kavgalarının olağandışı koşullar yarattığından, vb. dem vuruluyor; ikinci gruba itirazlar, olayın Şiilik/Alevilik ve İran'daki Safevi devletine destek sorunu olarak görülmesinde düğümleniyor; Büyük Kaçgun hem fazla heterojen, hem de fazla geç bulunarak klasman dışı tutuluyor; hepsinin ortak yanları olarak, net bir toprak talebinin, net bir sınıfsal bileşim ve antagonizmanın, net bir din-dışı bilincin saptanması zikrediliyor. 17.-19. yüzyıllarda ise her türlü "eşkiyalık ve halk hareketi" olduğu biliniyor mu; o zaman da Osmanlı düzeni zaten çözülme halinde deniliyor; ayaklanmak marifet değil, yani, şöyle adam gibi köylü ayaklanması olacaksa okul kitaplarındaki tarihle yükselme devrinde ya da klasik çağda olması öngörülüyor. Başka bir deyişe, kimseye köylü ayaklanması veya halk hareketi beğendirilemiyor. Bunun ardında, bir kere özellikle 1502 ve 1511'e bakışta, Osmanlı devletinin ideolojisini teslimiyet ile, derinleşen bir devletin göçebeliği ezip köylülüğü daha fazla sömürmesine tepkinin dinsel heterodoksluk kanalına akışındaki nedenselliği kavrayamayış, apaçık farkedilebiliyor. Hatta tarihçilerimiz Ortaçağ toplumlarında sınıf mücadelesinin hemen her yerde dini ideoloji örtüsü altında kendini ifade ettiğinden genel olarak habersiz davranıyorlar. Nihayet bir o ayaklanmaya köylü ayaklanması adının layık görülmesi için, galiba sınıf bileşimi bakımından çok saf, bilinci bakımından çok bilimsel, programı bakımından tüm feodal aristokrasinin topraklarına el konulup bunların köylülere dağıtılmasın da çok kararlı, ittifakları bakımından her türlü hakim sınıf kesiminden ya da komşu iktidar odaklarından çok bağımsız davranması zorunlu oluyor Bunlar da yetmiyor; ayaklanmanın, söz konusu Ortaçağ devlet ve düzeninin inişe geçtiği bir aşamada veya zaafa uğradığı bir konjonktürde değil de, yükseliş sürecinde ve gücünün doruğunda, yönetimin başarısına, ekonominin canlılığına ve devletin birleşik aygıtının tüm bastırma kapasitesine meydan okuyarak kendini ispatlaması isteniyor. Peki, Batı'da var mı böyle köylü ayaklanması? Bunu kimse düşünmüyor.
Biz söyleyelim: Yok. Sondan başlayacak olursak, Avrupa Ortaçağ'ında da köylü ayaklanmaları, feodalizmin yükseldiği, henüz basit ve hafif bir devletin/aristokrasinin köylüleri fazla yüksek sömürü oranlarına maruz bırakmadığı, üreteci güçlerin çok geri bir noktadan yola çıkan tırmanma çizgisinin büyük krizlere uğramadığı erken yüzyıllara değil, her yerde yoğunlukla 14. yüzyıl ortasından sonraya, başka bir deyişle, Batı feodalizminin kendi organik takvimi içinde görece geç, krizlerin baş gösterdiği, kapitalist gelişmenin uç verdiği bir aşamaya işaret ediyor. (14 yüzyıl sonları ve 15. yüzyılın ilk yarısı, İngiltere-İtalya Almanya üçgeninin her köşesinde bir köy ve şehir ayaklanmaları furyasına tanık: İngiltere'de 1381 ve sonra 1450'lerin Jack Gade isyanı; 1370'lerde Floransa'da Comp Hareketi; Almanya'da Engels'in o denli ilgilendiği köylü savaşı. İşe bakın ki Osmanlılarda 1402-1412 ayaklanmaları öbeği de bu dönemde. Tesadüf mü? Avrupa çapında bir krizin ürünü mü? Bu sorular daha yeni gündeme geliyor) Ayrıca hiçbir yerde köylülerin, istikrar hüküm sürerken, sadece kendi başlarına, hakim sınıfların belirli unsurlarıyla ilişki kurmaksızın, yekpare bir devletin üstüne gitmeleri söz konusu değil, Heterojenlik, karışık bilinç biçimleri, sınırlı talepler, düzen-ötesi perspektiflerin yokluğu, Ortaçağ köylü ayaklanmalarının evrensel karakteri. Esasen bu yüzden, Batı'da da "köylü ayaklanması yok, halk hareketi yok" diyen tarihçiler var! Roland Mersnier, örneğin, Sovyet tarihçisi Porşnev'in sınıfsal hareketler gözüyle baktığı olayları "merkezi otoriteye karşı vergi protestoları" olarak değerlendiriyor. Jacques Leers de Ciomp ayaklanmasının gerçekten aşağı sınıfların eylemi değil, hakim sınıf içindeki çelişkilere bağlı olarak kitlelerin kullanılmasının ürünü olduğu kanısında. Gösterilen gerekçeler, Osmanlı toplumundaki sınıf mücadelesinin iskonto edilişine hayli benziyor.
Öyleyse Türkiye'nin Ortaçağ düzeninin ve ürettiği çelişme türlerinin hiç mi özgüllüğü yok, Batı
Avrupa karşısında elbet; ve bu sorun kulaktan dolma ya da retorikle halledilemez. "Yok"luğu baştan, hazır modellerden hareketle ilan edilen birşey, nasıl doğru dürüst araştırılabilir? Profesyonel tarihçilik,bu işe yeniden başlamalı. İdeoloji tabakalarını bir bir kaldırdıktan sonra, sıra gerçek özgüllükleri yakalayıp gerçek temellerine oturtmaya gelebilir.
Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansk. İletişim Yayınları, 54 . Bölüm, s. 1738-39
NOTLAR
Yazının tamamını, aynen aldım.
Notlar, koyulaştırmalar ve italikler bana aittir. DK
[1]Ampirik: Araştırma, deney ve gözlem yoluyla elde edilen verilere dayanılarak ulaşılan bilgi veya bilgiler.
[2] Herakles'e (Herkül) verilen oniki görevden biri, Augeas'ın Ahırlarının temizlenmesiydi. Bir kahramana uygun olmayan, aşağılatıcı bir görevdi bu. Herkül nehirlerin yardımıyla bu işi bir günde başarır... bkz. http://www.aktuelarkeoloji.com.tr/herakles-ve-12-gorevi
[3] Atinalılar ile Spartalılar arasındaki Peloponnesos Savaşları’nı ayrıntılı bir biçimde yazan Thukydides, kendinden önceki ve çağdaşı olan tarih yazarlarından farklı olarak; sadece belli bir konuya yoğunlaşması (Peloponnesos Savaşları), kronolojiyi kullanması, açıklamalarını olayların neden-sonuç ilişkilerine dayanarak yapması, mitsel güçlere ve onların işlerine, eserinde yer vermemesi nedeniyle "modern" tarihçiliğin kurucusu olarak kabul edilmiştir.
[4] Paradigma: a. Verili bir topluluğun üyeleri tarafından paylaşılan inançlar, değerler, teknikler ve benzerliklerinin muhtelif kümelenme biçimlerinin tamamı b. Bir şeyin nasıl üretileceği konusunda örnek, model
[5] Özcülük (Essentialism): Adeta doğuştan gelen, "doğamız itibarıyla sahip olduğumuz addedilen", ezeli, ebedi, değişmeyen, dış etkenlerden etkilenmeyen özelliklerin olduğu inancı... Bu yaklaşım, insan hakları ve demokrasi bilinci açısından önemli sakıncalar taşır; klişe ve önyargıları besler ve onlardan beslenir, özgür yurttaşların katılım ve etkileşimi sayesinde gerçekleşebilecek değişimi yoksayar veya "yozlaşma, benliğini yitirme, özünden uzaklaşma" olarak addeder..
Örneğin herhangi milletin kahraman ya da korkak, kadınların anne.. vb. olduklarına dair önermeler, metaforlar (mecazlar), benzetmeler, ya da metonimler.... https://tarihegitimi.blogspot.com/2016/12/ders-kitaplarndaki-insan-haklar.html
Bu metinde ortyantalizmin bağrında yaşayan, onun ayrılmaz, içkin parçasını oluşturan; ezeli, ebedi, değişmez değer yargılarından, inançtan bahsediliyor.
[6] Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT veya AÜT): Marks'a göre toplumların gelişiminde belli bir aşamaya tekabül eden üretim biçimi. Marks bu tür toplumsal-siyasal örgütlenmelerde özel toprak mülkiyetinin bulunmadığını, merkezi ve despotik bir devletin yaratılan artı-ürüne el koymakla birlikte, toplumun gereksindiği hizmetleri ve büyük bayındırlık işlerini gerçekleştirdiğini ileri sürmüştür. AnaBritannica, cilt 2, s. 455
ATÜT konusunda şunlara da bkz.
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder