Mete Tunçay
Mete Tunçay'ı, Marks'tan çeviri yaptığı için tutukluyorlar. Öyle bir dönemdi.. Solcu sayılan herkese o zamanlar anarşist deniyordu. Şimdinin teröristi gibi. |
Tarihin ayrı ayrı türleri vardır. En basitinden, incelenen
dönemin zamanımızdan uzaklığına
göre, tarih (yazı)-öncesi tarih, eskiçağ tarihi, Ortaçağ tarihi, Yeniçağ
tarihi, Yakın çağ tarihinden söz edilebilir.
Bu dönemlerden
herhangi biriyle metotlu olarak uğraşana "tarihçi" denir; ama
yaptıkları iş, birbirlerinden hayli farklıdır. Prehistorya[2]
çalışan tarihçi (arkeolog), bulabildiği kalıntılardan, o nesneleri yapan ve
kullanan insanların yaşamına ilişkin genellemeler
kurmak zorundadır. Yakın dönemlere doğru geldikçe, tarihçinin marifeti, tam
tersine, belge-tanıklık bolluğu içinde anlamlı-önemli olanları seçmektir. (Elbette, benim
bizdeki Sol'un tarihi konusunda yaptığım gibi, yasaklamalar nedeniyle malzemesi
zor bulunacak bir alanda çalışmıyorsa!)
Sonra, araştırılan mekânlara
göre de, tarih türleri farklılaşır: Türkiye
tarihi, Avrupa tarihi, Uzakdoğu tarihi, Güney Amerika tarihi vb. Bunlarla
uğraşanların bazı sorunları ortaktır, ama bazıları da kendilerine özgüdür.
Nihayet, tematik tarih türleri vardır: Siyasal olaylar tarihi, toplumsal tarih, kültürel tarih, ekonomi tarihi, felsefe tarihi, siyasal düşünceler tarihi, bilim tarihi ve elbette, tek tek bilimlerin tarihi (tıp tarihi, fizik tarihi, kimya tarihi vb.) Bunların herbirinin sorunsal çerçevesi başka başka olmalıdır.
Yine de, ne tür tarih
yaparlarsa yapsınlar, bütün tarihyazımcı[3]ların
şunlar gibi, kimi ortak niteliklerinin bulunması gerektiğini söyleyebiliriz:
Bütün verileri
sorgulamak;
eleştirel ve nesnel
olmak;
varolmayanın olduğunu
söylememek;
varolanı görmezlikten
gelmemek;
biriciklikler üstünde
odaklaşırken, başka zaman, mekân ve alanlardan benzerliklerle karşılaştırmalar
yapmak;
çağının değerlerini
ürününe yansıtmak (örneğin, günümüzde barıştan ve demokrasiden yana olmak).
Ama, tarihyazımında herhangi bir konuyu tüketmecesine doğru
bilgi ortaya koymak mümkün müdür?
Bu denememde, böyle bir şeyin olamayacağını tartışarak,
tarihyazımı alanının kimi yanlış anlaşılma biçimlerine ışık tutmak istiyorum.
Genel tasarıma göre, geçmiş olay, kişi vb. üstüne yeterince belge bulur ve
onları tarih metodolojisi kuralları uyarınca yorumlarsanız; tarihçi sıfatıyla
üzerinize düşen işi tamamlamış olursunuz; bir daha, bir başka yerde ve zamanda,
bir başka tarihçinin o konuyla uğraşması gerekmez.
Oysa, tarihyazımının gerçekliği hiç de öyle değildir.
Belki diğer alanlarda, hatta doğa bilimlerinde de, her türlü
bilginin ancak onunla uğraşan birey (yani bilim insanı) üzerinden toplumsal bir
dolayımla varolabileceği doğrudur. Ama insan bilimleri arasında bile, toplumsal göreceliğin[4]
tarihçilik kadar belirgin olduğu bir başkası yoktur.
Bu soyut savları açıklamak için kendi deneyimlerimden basit bir örnek vereyim. 35 küsur yıl önce, Türkiye'deki Sol'un tarihini çalışmaya başlamıştım. Bu amaçla, yakın geçmişimizin bir dönemlendirmesini yapmam gerektiğini düşündüm. 1908 Meşrutiyeti'nden yola çıkacağım aşağı yukarı belliydi. Benden Önce, merhum Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya gibi, ülkemizin 20. yüzyıl başlarını araştıranlar, Hürriyetin İlânı'yla birlikte, siyasal ve kültürel açılardan Osmanlı Devleti'nde derinliğine bir nitelik değişikliği yaşandığını ortaya koymuşlardı. Ama daha sonraki dönemleri ayıran kırılma noktaları nelerdi? 1923'teki Cumhuriyetin İlanı, çoğu tarihçinin kullandığı, besbelli bir seçenekti.
Elbette, akıp giden zaman sürecini dönemlere ayırmanın, ancak anlamayı-kolaylaştırıcı (heuristic) ve simgesel bir şey olduğunu biliyordum; çizgiyi şurada ya da burada çizmek, özünde çok da önemli değildi. Yine de, bir dönemin bittiğini, bir başkasının başladığını söyleyebilmek için, aralarında farklar olmalıydı. Oysa, 29 Ekim'in birkaç ay öncesiyle birkaç ay sonrası arasında, bence, biçimler dışında pek bir şey değişmemişti. Sonra fark ettim ki, Şeyh Said İsyanı üzerine 1925 Mart başında çıkarılan "Takrir-i Sükûn Kanunu" ile kamusal yaşamda temel bir şeyler değiştirilmişti. Ondan öncesiyle sonrası arasında süreklilikten çok, "kopuş" vardı. 1925'te bir "Siyaset dönemi"nin sona erdiğini ve bir "İdare dönemi"nin başladığını ileri sürerek, Sol ile ilgili etkinlikleri bu çerçeveye yerleştirmeye koyuldum.Acaba niçin,
1925-1945 yılları arasında bizde "siyaset"in olmadığını ileri
sürmüştüm?
Sol tarihimiz üstüne ilk çalışmalarımı, İngiltere'den
döndüğüm 1963 ile, bunu doçentlik tezi olarak verdiğim 1966 yılları arasında
yaptım. 27 Mayıs müdahalesinin üstünden çok vakit geçmemişti. Birçok genç gibi
ben de, ordunun buyurganlaşmış Demokrat Parti iktidarını devirmesine
sevinmiştim. Ama kısa sürede, bu hareketin siyaset-karşıtı anlamını ve böylesi
bir tutumun içerdiği sakıncaları kavramaya başladım. 1961 Anayasasıyla birlikte, Türkiye'de Sol yeniden keşfedilmişti. Ama bu
Sol, anti-emperyalist boyut üzerinden Kemalist milliyetçilikle uzlaşma
halindeydi, (birçokları, bunun güvenlik endişesiyle başvurulan bir taktik
olduğunu düşünebilir. Bence büsbütün öyle değildi.)
Menderes-Zorlu-Polatkan idamları günlerinde, iki yıllığına
İngiltere'ye gittim. "Siyaset Bilimi Doktoru" unvanıma karşın,
Batı'yı birçok bakımdan (örneğin, laiklik konusunda) yanlış bildiğimi öğrendim.
Londra İktisat ve Siyaset Bilimi Okulu'nda derslerini izlediğim Michael
Oakeshott'tan[5]
etkilenerek "siyaset, ancak özgür
siyasettir" diye düşünmeye başladım. Oysa, daha önceleri siyasetten
anladığım, "iktidarın çevresinde olup bitenler" gibi bir şeydi. B.
Crick'in siyasetin savunulması üstüne İngilizce kitabını okudum. Yine oradaki hocalarımdan Karl R. Popper'in[6] metodolojisi,
kuramlara eleştirel yaklaşımın ötesinde, onların yanlışlıklarının kanıtlanması
için çalışmayı, ancak (şimdilik) yanlışlanamadıkları sürece varlıklarına
katlanmayı, kullanılmalarını öneriyordu.
Bu soyut kavramları, Türkiye'nin yakın geçmişine ilk
uygulama girişimim, Samet Ağaoğlu'nun Kuva-yı Milliye Ruhu'nu hatırlayarak
oldu. Samet Bey, bu kitabı, DP'nin muhalefet döneminde, CHP'lilerin kendi
tarih-öncelerinin önem ve değerini vurgulayarak tek-parti otokrasisine
saldırmak için yazmıştı. (Bizde tek-parti yönetiminin kurulmasını, Sol üstüne
çalışmamdan sonraki yıllarda ayrıca araştırdım.) Hürriyetin İlân edildiği 1908'den,
Takrir-i Sükûn'un getirildiği 1925'e kadar, İttihatçı diktası altında geçen
1913-1918 alt-dönemi hariç, biz "Siyaset" yaşamıştık. 1960 Devrimi,
bana da, kamusal yaşamda iyi niyet ve samimiyet gibi niteliklere bakmanın
beyhudeliğıni gösterdi. Tepeden-inme
zorlamalarla çağdaşlaşma olamıyor, azgelişmişlik çemberi kırılamıyordu. Sol
değer ve düşüncelere yakınlık duymaya başladım. İngiltere'de o ülke sosyalizmin
(genellikle Marksist olmayan) geçmişini araştırdım; bu bana, Marksist
arkadaşlarıma oranla daha geniş bir perspektif kazandırdı.
Marx için, insanlık komünist aşamaya erişince Siyaset sona
erecek, onun yerini "Şeylerin İdaresi" alacaktı. Sınıfsal anlamda,
siyaset olumsuz, idare olumlu kavramlardı. Oysa, Komünizm gelmeden siyaset
kaldırılır, insanlar "siyasetsiz idare" edilirse, buna olumsuz
gözlerle bakmalıydık. Ben de, bizde 1925'te başlayan "İdare"
döneminin çok-partili yaşama dönülen 1945'e kadar sürdüğünü yazdım.
Siyasetin yerine
idareyi geçirme eğilimleri, iktidar sürelerinin ortalarında buyurganlaşan
DP'den sonra da, 20. yüzyılın ikinci yarısında birçok kereler askerlerce temsil
edildi.
Şimdiden geriye bakınca, çalışmamın kuramsal çerçevesi bana böyle oluşmuş görünüyor. (Gerçekte o zaman neler düşündüğümü hiç kimse bilemez!) Pekiyi, bu ayrıntıları niçin anlattım? Tarih Nedir'in (ve Sovyetler Birliği tarihi üstüne bir dizi cildin vb.) yazarı E. H. Carr[7], (T.C.'nin 29 Ekim 1923'te kurulduğu gibi) olgusal doğrulardan sapmamanın, tarihçi için bir erdem değil, ödev olduğunu belirtmişti.
Gerçekten, tarihyazımını başka yazın türlerinden ayıran,
burada yapılan yorumun niteliğidir.
Tarihyazımında yorum, nelerin kurulacak anlatıda "olgular"
sayılacağının saptanmasıyla başlar. Bu anlam yakıştırma işlemi, tarihçinin
kafasındaki çerçeve uyarınca yapılır. O çerçeve ise, (tarihçinin zekâsı ve
yaratıcılığı gibi öznel öğeler bir yana) toplumsal olarak belirlenir. Tarih yazarı, (başka bütün insanlar gibi,
ama diyelim sanatçılardan daha çok) yaşadığı çağın ürünüdür.
Ben, anlattığım çalışmayı Türkiye'de 1960 Devrimini izleyen
yıllarda yapmamış, İngiltere'ye gidip sözünü ettiğim düşünsel etkilenmelere
uğramamış olsaydım, vb. böyle bir dönemlendirmeye gider miydim?
Bu süreçte (tarihyazımcı) birey önemli gibi duruyor; ama
daha yakından bakınca, o kendi üstüne düşen ışıkları kafasında kırarak yansıtan
bir prizmadan başka bir şey değildir. (Benzetme/analoji ile akıl yürütmenin
aldatıcı olduğunu biliyorum; ama bunun anlatım kolaylığı sağladığı açıktır.) Aynı ortam ve çağda başka bir prizmadan
farklı görüntüler yansıyacağı gibi, aynı prizmanın bir başka ortam ve çağda
yansıtacağı görüntüler de farklı olacaktır. Burada, postmodern tarih kuramlarının tartışmasına hiç girmek istemiyorum.
Geçmişin olayları verilidir; varolmayanı uyduramayız. Ancak, kimilerini anlam
yakıştırarak "tarihsel olgu" düzeyine yükseltip, anlatımızı onların
üstünden kurabiliriz. Aynı ortam ve çağda yaşayan ve aynı geçmiş dilimini
araştıran iki tarihçi, dikkatlerini başka başka olgulara odaklayıp, bunların
arasında farklı ilişkiler görebilirler. Birbirlerini etkileseler de, ayrı
tarihler yazarlar. Daha önemlisi, belirli bir tarihyazımcının aynı konuyu başka
bir ortam ve çağda olsaydı farklı yazacağını düşünmemizdir. (Ötekinin tersine
bu, varsayımsal kalmak zorunda bir örnek!) Geçmiş
öylece durup durur, ama oradaki olaylara bakan kişinin benimsediği değerler,
duyarlılıkları, kurduğu ilişki çerçeveleri, farklı tarih-yazımlarına yol
açacaktır.
Yazımın en başında, tarihçinin neler yapması, neler
yapmaması gerektiğini sıraladım. Ama kendi tanımladığı malzemeyi incelerken,
asıl, "sorun yakalama"ya çalışmalıdır. Bilinenlere yenilik
getirmenin, katkı yapmanın yolu budur. Sorun yakalamak, varolan öykünün öğeleri
arasında ya da onlarla (henüz o öyküye katılmamış) sizin anlamlı gördüğünüz bir
bilgi parçası arasında bir çelişki, en azından bir uyuşmazlık bulunduğunu
saptamak demektir. Sorunu çözmek, genellikle sorunu yakalamaktan daha kolaydır.
Yeterince düşünürseniz, bir açıklama bulursunuz. Fark ettiğiniz aykırılıkların
üstesinden gelmeye çalışmanız, katkının, yeniliğin söz konusu olmadığı
durumlarda da hayli işe yarar.
Yine kendi deneyimimden bir örnek vereyim. Ben, yakın dönem
Türkiye tarihini biraz araştırmış olmakla birlikte, öteden beri "Batı'da Siyasal Düşünceler Tarihi"
öğretmenliği yapıyorum. Rahmetli Nurullah Ataç, edebiyat öğretmenlerine
"edebiyat memuru" derdi. Benimki de, "siyasal düşünceler tarihi
memurluğu" gibi bir şey. O alanda katkılara yol açabilecek araştırmalar
falan yapmış değilim. İşim, geçmiş düşünürleri doğru dürüst anlamaya ve
öğrencilerime doğru dürüst anlatmaya çalışmakla sınırlı.
Bir keresinde, Aristoteles okuturken, onun hocası Platon'u
ne kadar kötü anlattığı dikkatimi çekti.
İngilizce'sinden Türkçe'ye çevirdiğim Politika'da (Remzi Kitabevi),
Platon'un Devlet'ine (Politeia-Republic) ilişkin olarak söylediklerini, sınavda
benim bir öğrencim yazsa kırık not verirdim. Üstelik, Aristoteles'in
Akademia'da uzun yıllar Platon'dan ders gördüğünü biliyoruz. Başvurduğum hiçbir
felsefe tarihi kitabında bu sorunun açıklamasını bulamadım. Sonra, Platon'un Yasalarını
(Nomoi) okudum.
Aristoteles'in Politika'sındaki çoğu fikirlerin bu kitaptan
esinlendiğini gördüm. Sorun (bence) aydınlandı: Aristoteles Platon'un Politeia'yı
yazdığı dönemde değil, Nomoi’yle uğraştığı yaşlılık yıllarında öğrencisi olmuş,
onun o zamanki görüşlerinin etkisi altında kalmıştı. Herhalde, hiç değilse bazı
klasik çağ felsefe tarihi uzmanları bunu biliyorlardır; ama ben onlardan
öğrenmedim, kendim fark ettim.
Başta sıraladığım tarihçilik kurallarından birinin daha
uygulanışını göstermek için, kendi mütevazı tarihyazımcılık serüvenimden bir
başka örneğin üstünde durayım, inkılap Tarihi denilen alanda çalışanlar,
bilindiği gibi, kabaca ikiye ayrılır: Osmanlı'dan
Cumhuriyet'e geçişte süreklilikten çok kopuş yaşandığını düşünenler ve bu
süreçte kopuştan çok süreklilik görenler. "Resmî tarihçiler" ilk eğilimdendirler;
ben diğerleri gibi, sürekliliğin daha ağır bastığını düşünüyorum.
"Kopuş" kuramcıları, bunu belirtmek kendi tezlerini kuvvetlendireceği
halde, (TBMM Tutanakları, Düsturlar, gündelik gazeteler gibi sıradan kaynakları
zahmet edip incelemedikleri için) Cumhuriyet kurulurken Osmanlı asker ve sivil
bürokrasisinin esaslı bir biçimde tasfiye edildiğini yazmamışlardır. Ben, bu
ayıklamayı yapan "Heyet-i Mahsusalar"ın varlığını keşfedince, süreklilik
tezini zayıflatacağını bile bile, hiç duraksamadan, bu konuda uzunca bir makale
yazdım ve Kanun-i Esasinin 100. Yılı Armağanı'nda yayımladım (SBF Yay., 1978,
s. 307-29.).
Daha sonra, Cemil Koçak arkadaşımın da Tarih ve Toplum dergisinin
52. sayısında (Nisan 1988) tamamlayıcı bir yazısı çıktı. (Bildiğim kadarıyla,
ondan beri Heyet-i Mahsusalar üstünde hiç durulmadı.[8])
Bizim yazdıklarımızla konu tüketilmiş, iş bitmiş midir? Elbette, hayır. Biz
sadece bir olguyu saptadık.
Benim bir dipnotunda değindiğim gibi, Genelkurmay
Başkanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Danıştay arşivlerinde bulunması gereken
ilgili belgelerin incelenmesi, erken Cumhuriyet döneminde devletin
benlik-imgesini, hatta o zamanki "vizyon"u kavramamızla hâlâ yardım
edebilir.
Bizde Tarihyazımcılığın hal-i hâzin hakkında söylenecek
şeyler çok. Hiç kuşkusuz, genç tarihçilerimiz değerli çalışmalar yapıyorlar. Ama birçok bilgiyi, güvendikleri (ikinci
el) kaynaklardan eleştirisiz aktarıyorlar, girdikleri çizgide yeterince aykırı
düşünmüyorlar gibi bir izlenim var. İnşallah, yanılıyorumdur.
Eleştirel Tarih
Yazıları, Mete Tunçay, Liberte Yayınları, s. 238-244
Bu kaynaktan aynen alınmıştır. Notlar ve vurgular bana
aittir. DK
[1] Yazının
Kaynağı: Toplum ve Bilim, sayı 91 (Kış 2001-2002), s. 280-284. 238 Eleştirel
Tarih Yazıları
[2] Pre:
Önce. Prehistorya: Tarih Öncesi
[3]
Tarihyazımı: Historiyografi. https://tr.wikipedia.org/wiki/Tarihyaz%C4%B1m%C4%B1 (bu madde kurallara göre yazılmış, seçkin bir
maddedir.)
[8] "2005'te Cemil Koçak, bana ithaf etmek zarafetini gösterdiği, kapsamlı bir Heyet-i Mahsusalar çalışması yayımladı (İletişim Yayınları)". Mete Tunçay'ın notu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder