7 Ocak 2022 Cuma

Tarih Yazımının Bazı Sorunları Üstüne Düşünceler[1]

 Mete Tunçay


Mete Tunçay'ı, Marks'tan çeviri yaptığı için tutukluyorlar. Öyle bir dönemdi..
Solcu sayılan herkese 
o zamanlar anarşist deniyordu. Şimdinin teröristi gibi.


Tarihin ayrı ayrı türleri vardır. En basitinden, incelenen dönemin zamanımızdan uzaklığına göre, tarih (yazı)-öncesi tarih, eskiçağ tarihi, Ortaçağ tarihi, Yeniçağ tarihi, Yakın çağ tarihinden söz edilebilir.

Bu dönemlerden herhangi biriyle metotlu olarak uğraşana "tarihçi" denir; ama yaptıkları iş, birbirlerinden hayli farklıdır. Prehistorya[2] çalışan tarihçi (arkeolog), bulabildiği kalıntılardan, o nesneleri yapan ve kullanan insanların yaşamına ilişkin genellemeler kurmak zorundadır. Yakın dönemlere doğru geldikçe, tarihçinin marifeti, tam tersine, belge-tanıklık bolluğu içinde anlamlı-önemli olanları seçmektir. (Elbette, benim bizdeki Sol'un tarihi konusunda yaptığım gibi, yasaklamalar nedeniyle malzemesi zor bulunacak bir alanda çalışmıyorsa!)

Sonra, araştırılan mekânlara göre de, tarih türleri farklılaşır: Türkiye tarihi, Avrupa tarihi, Uzakdoğu tarihi, Güney Amerika tarihi vb. Bunlarla uğraşanların bazı sorunları ortaktır, ama bazıları da kendilerine özgüdür.

Nihayet, tematik tarih türleri vardır: Siyasal olaylar tarihi, toplumsal tarih, kültürel tarih, ekonomi tarihi, felsefe tarihi, siyasal düşünceler tarihi, bilim tarihi ve elbette, tek tek bilimlerin tarihi (tıp tarihi, fizik tarihi, kimya tarihi vb.) Bunların herbirinin sorunsal çerçevesi başka başka olmalıdır.

Yine de, ne tür tarih yaparlarsa yapsınlar, bütün tarihyazımcı[3]ların şunlar gibi, kimi ortak niteliklerinin bulunması gerektiğini söyleyebiliriz:

Bütün verileri sorgulamak;

eleştirel ve nesnel olmak;

varolmayanın olduğunu söylememek;

varolanı görmezlikten gelmemek;

biriciklikler üstünde odaklaşırken, başka zaman, mekân ve alanlardan benzerliklerle karşılaştırmalar yapmak;

çağının değerlerini ürününe yansıtmak (örneğin, günümüzde barıştan ve demokrasiden yana olmak).

Ama, tarihyazımında herhangi bir konuyu tüketmecesine doğru bilgi ortaya koymak mümkün müdür?

Bu denememde, böyle bir şeyin olamayacağını tartışarak, tarihyazımı alanının kimi yanlış anlaşılma biçimlerine ışık tutmak istiyorum. Genel tasarıma göre, geçmiş olay, kişi vb. üstüne yeterince belge bulur ve onları tarih metodolojisi kuralları uyarınca yorumlarsanız; tarihçi sıfatıyla üzerinize düşen işi tamamlamış olursunuz; bir daha, bir başka yerde ve zamanda, bir başka tarihçinin o konuyla uğraşması gerekmez.

Oysa, tarihyazımının gerçekliği hiç de öyle değildir.

Belki diğer alanlarda, hatta doğa bilimlerinde de, her türlü bilginin ancak onunla uğraşan birey (yani bilim insanı) üzerinden toplumsal bir dolayımla varolabileceği doğrudur. Ama insan bilimleri arasında bile, toplumsal göreceliğin[4] tarihçilik kadar belirgin olduğu bir başkası yoktur.

Bu soyut savları açıklamak için kendi deneyimlerimden basit bir örnek vereyim. 35 küsur yıl önce, Türkiye'deki Sol'un tarihini çalışmaya başlamıştım. Bu amaçla, yakın geçmişimizin bir dönemlendirmesini yapmam gerektiğini düşündüm. 1908 Meşrutiyeti'nden yola çıkacağım aşağı yukarı belliydi. Benden Önce, merhum Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya gibi, ülkemizin 20. yüzyıl başlarını araştıranlar, Hürriyetin İlânı'yla birlikte, siyasal ve kültürel açılardan Osmanlı Devleti'nde derinliğine bir nitelik değişikliği yaşandığını ortaya koymuşlardı. Ama daha sonraki dönemleri ayıran kırılma noktaları nelerdi? 1923'teki Cumhuriyetin İlanı, çoğu tarihçinin kullandığı, besbelli bir seçenekti.

Elbette, akıp giden zaman sürecini dönemlere ayırmanın, ancak anlamayı-kolaylaştırıcı (heuristic) ve simgesel bir şey olduğunu biliyordum; çizgiyi şurada ya da burada çizmek, özünde çok da önemli değildi. Yine de, bir dönemin bittiğini, bir başkasının başladığını söyleyebilmek için, aralarında farklar olmalıydı. Oysa, 29 Ekim'in birkaç ay öncesiyle birkaç ay sonrası arasında, bence, biçimler dışında pek bir şey değişmemişti. Sonra fark ettim ki, Şeyh Said İsyanı üzerine 1925 Mart başında çıkarılan "Takrir-i Sükûn Kanunu" ile kamusal yaşamda temel bir şeyler değiştirilmişti. Ondan öncesiyle sonrası arasında süreklilikten çok, "kopuş" vardı. 1925'te bir "Siyaset dönemi"nin sona erdiğini ve bir "İdare dönemi"nin başladığını ileri sürerek, Sol ile ilgili etkinlikleri bu çerçeveye yerleştirmeye koyuldum.

Acaba niçin, 1925-1945 yılları arasında bizde "siyaset"in olmadığını ileri sürmüştüm?

Sol tarihimiz üstüne ilk çalışmalarımı, İngiltere'den döndüğüm 1963 ile, bunu doçentlik tezi olarak verdiğim 1966 yılları arasında yaptım. 27 Mayıs müdahalesinin üstünden çok vakit geçmemişti. Birçok genç gibi ben de, ordunun buyurganlaşmış Demokrat Parti iktidarını devirmesine sevinmiştim. Ama kısa sürede, bu hareketin siyaset-karşıtı anlamını ve böylesi bir tutumun içerdiği sakıncaları kavramaya başladım. 1961 Anayasasıyla birlikte, Türkiye'de Sol yeniden keşfedilmişti. Ama bu Sol, anti-emperyalist boyut üzerinden Kemalist milliyetçilikle uzlaşma halindeydi, (birçokları, bunun güvenlik endişesiyle başvurulan bir taktik olduğunu düşünebilir. Bence büsbütün öyle değildi.)

Menderes-Zorlu-Polatkan idamları günlerinde, iki yıllığına İngiltere'ye gittim. "Siyaset Bilimi Doktoru" unvanıma karşın, Batı'yı birçok bakımdan (örneğin, laiklik konusunda) yanlış bildiğimi öğrendim. Londra İktisat ve Siyaset Bilimi Okulu'nda derslerini izlediğim Michael Oakeshott'tan[5] etkilenerek "siyaset, ancak özgür siyasettir" diye düşünmeye başladım. Oysa, daha önceleri siyasetten anladığım, "iktidarın çevresinde olup bitenler" gibi bir şeydi. B. Crick'in siyasetin savunulması üstüne İngilizce kitabını okudum. Yine oradaki hocalarımdan Karl R. Popper'in[6] metodolojisi, kuramlara eleştirel yaklaşımın ötesinde, onların yanlışlıklarının kanıtlanması için çalışmayı, ancak (şimdilik) yanlışlanamadıkları sürece varlıklarına katlanmayı, kullanılmalarını öneriyordu.

Bu soyut kavramları, Türkiye'nin yakın geçmişine ilk uygulama girişimim, Samet Ağaoğlu'nun Kuva-yı Milliye Ruhu'nu hatırlayarak oldu. Samet Bey, bu kitabı, DP'nin muhalefet döneminde, CHP'lilerin kendi tarih-öncelerinin önem ve değerini vurgulayarak tek-parti otokrasisine saldırmak için yazmıştı. (Bizde tek-parti yönetiminin kurulmasını, Sol üstüne çalışmamdan sonraki yıllarda ayrıca araştırdım.) Hürriyetin İlân edildiği 1908'den, Takrir-i Sükûn'un getirildiği 1925'e kadar, İttihatçı diktası altında geçen 1913-1918 alt-dönemi hariç, biz "Siyaset" yaşamıştık. 1960 Devrimi, bana da, kamusal yaşamda iyi niyet ve samimiyet gibi niteliklere bakmanın beyhudeliğıni gösterdi. Tepeden-inme zorlamalarla çağdaşlaşma olamıyor, azgelişmişlik çemberi kırılamıyordu. Sol değer ve düşüncelere yakınlık duymaya başladım. İngiltere'de o ülke sosyalizmin (genellikle Marksist olmayan) geçmişini araştırdım; bu bana, Marksist arkadaşlarıma oranla daha geniş bir perspektif kazandırdı.

Marx için, insanlık komünist aşamaya erişince Siyaset sona erecek, onun yerini "Şeylerin İdaresi" alacaktı. Sınıfsal anlamda, siyaset olumsuz, idare olumlu kavramlardı. Oysa, Komünizm gelmeden siyaset kaldırılır, insanlar "siyasetsiz idare" edilirse, buna olumsuz gözlerle bakmalıydık. Ben de, bizde 1925'te başlayan "İdare" döneminin çok-partili yaşama dönülen 1945'e kadar sürdüğünü yazdım.

Siyasetin yerine idareyi geçirme eğilimleri, iktidar sürelerinin ortalarında buyurganlaşan DP'den sonra da, 20. yüzyılın ikinci yarısında birçok kereler askerlerce temsil edildi.


Şimdiden geriye bakınca, çalışmamın kuramsal çerçevesi bana böyle oluşmuş görünüyor. (Gerçekte o zaman neler düşündüğümü hiç kimse bilemez!) Pekiyi, bu ayrıntıları niçin anlattım? Tarih Nedir'in (ve Sovyetler Birliği tarihi üstüne bir dizi cildin vb.) yazarı E. H. Carr[7], (T.C.'nin 29 Ekim 1923'te kurulduğu gibi) olgusal doğrulardan sapmamanın, tarihçi için bir erdem değil, ödev olduğunu belirtmişti.

Gerçekten, tarihyazımını başka yazın türlerinden ayıran, burada yapılan yorumun niteliğidir.

Tarihyazımında yorum, nelerin kurulacak anlatıda "olgular" sayılacağının saptanmasıyla başlar. Bu anlam yakıştırma işlemi, tarihçinin kafasındaki çerçeve uyarınca yapılır. O çerçeve ise, (tarihçinin zekâsı ve yaratıcılığı gibi öznel öğeler bir yana) toplumsal olarak belirlenir. Tarih yazarı, (başka bütün insanlar gibi, ama diyelim sanatçılardan daha çok) yaşadığı çağın ürünüdür.

Ben, anlattığım çalışmayı Türkiye'de 1960 Devrimini izleyen yıllarda yapmamış, İngiltere'ye gidip sözünü ettiğim düşünsel etkilenmelere uğramamış olsaydım, vb. böyle bir dönemlendirmeye gider miydim?

Bu süreçte (tarihyazımcı) birey önemli gibi duruyor; ama daha yakından bakınca, o kendi üstüne düşen ışıkları kafasında kırarak yansıtan bir prizmadan başka bir şey değildir. (Benzetme/analoji ile akıl yürütmenin aldatıcı olduğunu biliyorum; ama bunun anlatım kolaylığı sağladığı açıktır.) Aynı ortam ve çağda başka bir prizmadan farklı görüntüler yansıyacağı gibi, aynı prizmanın bir başka ortam ve çağda yansıtacağı görüntüler de farklı olacaktır. Burada, postmodern tarih kuramlarının tartışmasına hiç girmek istemiyorum. Geçmişin olayları verilidir; varolmayanı uyduramayız. Ancak, kimilerini anlam yakıştırarak "tarihsel olgu" düzeyine yükseltip, anlatımızı onların üstünden kurabiliriz. Aynı ortam ve çağda yaşayan ve aynı geçmiş dilimini araştıran iki tarihçi, dikkatlerini başka başka olgulara odaklayıp, bunların arasında farklı ilişkiler görebilirler. Birbirlerini etkileseler de, ayrı tarihler yazarlar. Daha önemlisi, belirli bir tarihyazımcının aynı konuyu başka bir ortam ve çağda olsaydı farklı yazacağını düşünmemizdir. (Ötekinin tersine bu, varsayımsal kalmak zorunda bir örnek!) Geçmiş öylece durup durur, ama oradaki olaylara bakan kişinin benimsediği değerler, duyarlılıkları, kurduğu ilişki çerçeveleri, farklı tarih-yazımlarına yol açacaktır.

Yazımın en başında, tarihçinin neler yapması, neler yapmaması gerektiğini sıraladım. Ama kendi tanımladığı malzemeyi incelerken, asıl, "sorun yakalama"ya çalışmalıdır. Bilinenlere yenilik getirmenin, katkı yapmanın yolu budur. Sorun yakalamak, varolan öykünün öğeleri arasında ya da onlarla (henüz o öyküye katılmamış) sizin anlamlı gördüğünüz bir bilgi parçası arasında bir çelişki, en azından bir uyuşmazlık bulunduğunu saptamak demektir. Sorunu çözmek, genellikle sorunu yakalamaktan daha kolaydır. Yeterince düşünürseniz, bir açıklama bulursunuz. Fark ettiğiniz aykırılıkların üstesinden gelmeye çalışmanız, katkının, yeniliğin söz konusu olmadığı durumlarda da hayli işe yarar.

Yine kendi deneyimimden bir örnek vereyim. Ben, yakın dönem Türkiye tarihini biraz araştırmış olmakla birlikte, öteden beri "Batı'da Siyasal Düşünceler Tarihi" öğretmenliği yapıyorum. Rahmetli Nurullah Ataç, edebiyat öğretmenlerine "edebiyat memuru" derdi. Benimki de, "siyasal düşünceler tarihi memurluğu" gibi bir şey. O alanda katkılara yol açabilecek araştırmalar falan yapmış değilim. İşim, geçmiş düşünürleri doğru dürüst anlamaya ve öğrencilerime doğru dürüst anlatmaya çalışmakla sınırlı.

Bir keresinde, Aristoteles okuturken, onun hocası Platon'u ne kadar kötü anlattığı dikkatimi çekti.

İngilizce'sinden Türkçe'ye çevirdiğim Politika'da (Remzi Kitabevi), Platon'un Devlet'ine (Politeia-Republic) ilişkin olarak söylediklerini, sınavda benim bir öğrencim yazsa kırık not verirdim. Üstelik, Aristoteles'in Akademia'da uzun yıllar Platon'dan ders gördüğünü biliyoruz. Başvurduğum hiçbir felsefe tarihi kitabında bu sorunun açıklamasını bulamadım. Sonra, Platon'un Yasalarını (Nomoi) okudum.

Aristoteles'in Politika'sındaki çoğu fikirlerin bu kitaptan esinlendiğini gördüm. Sorun (bence) aydınlandı: Aristoteles Platon'un Politeia'yı yazdığı dönemde değil, Nomoi’yle uğraştığı yaşlılık yıllarında öğrencisi olmuş, onun o zamanki görüşlerinin etkisi altında kalmıştı. Herhalde, hiç değilse bazı klasik çağ felsefe tarihi uzmanları bunu biliyorlardır; ama ben onlardan öğrenmedim, kendim fark ettim.

Başta sıraladığım tarihçilik kurallarından birinin daha uygulanışını göstermek için, kendi mütevazı tarihyazımcılık serüvenimden bir başka örneğin üstünde durayım, inkılap Tarihi denilen alanda çalışanlar, bilindiği gibi, kabaca ikiye ayrılır: Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçişte süreklilikten çok kopuş yaşandığını düşünenler ve bu süreçte kopuştan çok süreklilik görenler. "Resmî tarihçiler" ilk eğilimdendirler; ben diğerleri gibi, sürekliliğin daha ağır bastığını düşünüyorum. "Kopuş" kuramcıları, bunu belirtmek kendi tezlerini kuvvetlendireceği halde, (TBMM Tutanakları, Düsturlar, gündelik gazeteler gibi sıradan kaynakları zahmet edip incelemedikleri için) Cumhuriyet kurulurken Osmanlı asker ve sivil bürokrasisinin esaslı bir biçimde tasfiye edildiğini yazmamışlardır. Ben, bu ayıklamayı yapan "Heyet-i Mahsusalar"ın varlığını keşfedince, süreklilik tezini zayıflatacağını bile bile, hiç duraksamadan, bu konuda uzunca bir makale yazdım ve Kanun-i Esasinin 100. Yılı Armağanı'nda yayımladım (SBF Yay., 1978, s. 307-29.).

Daha sonra, Cemil Koçak arkadaşımın da Tarih ve Toplum dergisinin 52. sayısında (Nisan 1988) tamamlayıcı bir yazısı çıktı. (Bildiğim kadarıyla, ondan beri Heyet-i Mahsusalar üstünde hiç durulmadı.[8]) Bizim yazdıklarımızla konu tüketilmiş, iş bitmiş midir? Elbette, hayır. Biz sadece bir olguyu saptadık.

Benim bir dipnotunda değindiğim gibi, Genelkurmay Başkanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Danıştay arşivlerinde bulunması gereken ilgili belgelerin incelenmesi, erken Cumhuriyet döneminde devletin benlik-imgesini, hatta o zamanki "vizyon"u kavramamızla hâlâ yardım edebilir.

Bizde Tarihyazımcılığın hal-i hâzin hakkında söylenecek şeyler çok. Hiç kuşkusuz, genç tarihçilerimiz değerli çalışmalar yapıyorlar. Ama birçok bilgiyi, güvendikleri (ikinci el) kaynaklardan eleştirisiz aktarıyorlar, girdikleri çizgide yeterince aykırı düşünmüyorlar gibi bir izlenim var. İnşallah, yanılıyorumdur.

 

Eleştirel Tarih Yazıları, Mete Tunçay, Liberte Yayınları, s. 238-244

Bu kaynaktan aynen alınmıştır. Notlar ve vurgular bana aittir. DK

 



[1] Yazının Kaynağı: Toplum ve Bilim, sayı 91 (Kış 2001-2002), s. 280-284. 238 Eleştirel Tarih Yazıları

[2] Pre: Önce. Prehistorya: Tarih Öncesi

[3] Tarihyazımı: Historiyografi. https://tr.wikipedia.org/wiki/Tarihyaz%C4%B1m%C4%B1  (bu madde kurallara göre yazılmış, seçkin bir maddedir.)

 [4] Görecelik: (Görecilik, rölativizm) Bağıntılı, bağlı. Zamana, mekana, bağlı olduğu her neyse ona göre algılanması, yorumlanması, gözlenmesi, deneylenmesi değişen herhangibir şey.. Tersi nesneldir, objektiftir (bu da tartışmalıdır aslında).. Ona göre, bana göre, şuna/buna göre olan bir şey (olgu, olay, kavram, nesne).

[8] "2005'te Cemil Koçak, bana ithaf etmek zarafetini gösterdiği, kapsamlı bir Heyet-i Mahsusalar çalışması yayımladı (İletişim Yayınları)".  Mete Tunçay'ın notu.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder