19 Ağustos 2017 Cumartesi

"İçsavaş Tanrı’nın armağanıdır!"

"Hiçbir şey ummuyorum, (Δεν ελπίζω τίποτε,)
  hiçbir şeyden korkmuyorum, (Δεν φοβούμαι τίποτε,)
  özgürüm. (Είμαι λεύτερος.)"

Madrid, uçaklar tarafından bombalanırken. 1936
http://www.3djuegos.com/foros/tema/42176781/0/el-asedio-de-madrid-1936-39/
….
Otomobile atladım. Heyecanımı zor tutuyordum. Biliyordum ki kurtuluş yoktu. Bugün, güneş yine
parlak, gökyüzü tertemizdi.. Uçaklar çalışacaktı ve ben dünyanın en güzel süslerinden birinin kül olduğunu görecektim. Faşist hatları dün yer değiştirmiş. Madrid’e daha çok yaklaşmış, Caravanchel mahallesine girmişlerdi. Çember gitgide daralıyor, Franco’nun sıcak soluğu Madrid’in boğazında buğulanıyordu.


Geçende kırmızı krallık takkesi giymiş bir papaz bana:
— Tanrı Burgos hükûmetini tanıdı! demişti. Bakın, ne güneş, nasıl bir gökyüzü var... Uçaklar işleyebiliyor, ordumuz çamurlar içinde batıp çıkmıyor, Faslılar soğuktan titremiyor. Tanrı bizimle beraberdir!
Alaycı bir tavırla:
—Ah cinayet! dedim.
Papaz kızgın bir halde karşılık verdi:
— Tanrı, Vatan, Kral!



Tekrar ve hızla ölüm yolunu geçiyoruz. İlliescas, Torrejon, Parla, Getafe, Alcorcon, Leganes ve Caravanchel’e varıyoruz. Sabah sabah toprak top atışlarıyla sarsılıyor, bölük bölük askerler cepheye koşuyor, Faslılar çakal gibi uluyor, uçaklar nerede ise görünecek...  Dünyanın her tarafından gelmiş gazeteciler var burada. Büyük bir zengin evinin dördüncü katına çıkıyoruz. Mobilyalar, elbiseler, aynalar, fotoğraflar, kitaplar hepsi parçalanmış, yırtılmış ve pislik içinde...  Dördüncü kattaki masa kurulu halde... Büyük, porselen supiyerin içindeki çorbanın üzeri örtülmüş. Duvarda büyük, siyahımtırak kırmızı bir leke... Yaklaştım: Kan ve kıllar!

 Cumhuriyetçilerin Siperi, 1936, Madrid
http://www.3djuegos.com/foros/tema/42176781/0/
el-asedio-de-madrid-1936-39/
En yüksek taraçaya tırmandık. Rahleleri, sandıkları, çamaşır bohçalarını ve yatakları toplayıp üzerlerine oturduk. Aşağıda, sanki elimizi uzatsak tutacakmışız gibi, gerçekten elle tutulur ve aynı zamanda hayatın öbür kıyısında bir hayatmış gibi duran Madrid var...
Bugün sokaklar boş, pencereler kapalı, alanlar ıssız... Gülleler aralıksız, merhametsiz ve ahenkli bir şekilde düşüyor üstüne. Dürbünlerle biraz duman, fışkıran bir alev, kırılan bir pencere yıkılan bir duvar görüyoruz. Tanrısal gövde parça parça kopup yıkılıyor. Kül dalgaları boğucu..

Dönüp meslektaşlara bakıyorum. Hepsi dürbünleri gözlerine dayamış, bu en acıklı manzarayı seyrediyorlar. Ürperdim. Yüzlerde en küçük bir insanca acıma yok. Bazılarının dudakları alaylı alaylı gülümsüyor, bazılarının dişleri ısırmaya hazır bir köpeğinkiler gibi fırlamış, bazıları da umursamaz, soğuk ve üzüntüsüz. Bu insanlık dışı teknik uygarlık beynimizi vahşileştirmiş, yürekleri kurutmuş, insanları bilim barbarları haline sokmuş. Artık insan bu kadar insanlık dışına çıktıktan sonra, yok olması mukadderdir (ve haklı). Ve belki de bütün bu kan, tutarsızlık ve sertlikle dolu İspanyol dramı, büyük (ve daha korkuncu haklı) bir felaketin önsözüdür. “İmdat!” diye bağıracak oldum ama vakit bulamadım. Arkamızda, ufukların derinliğinden bulutsuz gökyüzünde uçakların uğultusu duyuldu. Taraçadakilerin hepsi sevinç içinde saymaya başladılar: “13-15-19-21!”
Yine üçer üçer, ortadaki önde, ötekiler biraz arkada olmak üzere geliyorlar. Ahenkli şeytanca bir düzen içinde, atmacalar gibi kıvrılan büyük bir hat. Ama bu atmacalar, kanatlarının üstünde kırlangıç değil, bombalar taşıyor; ölüm dolu fıçılar kadar büyük bombalar.

Domuz dişli, sarışın bir gazeteci bağırdı:
Madrid bir vagon dolusu kül olacak!
Bir an için gözlüklerini çıkardı, soğuk mavi gözleri madeni ışıklarla parıldadı.

Artık uluyarak yaklaşmış olan uçakları, mağrur binaları, kiliseleri, müzeleri, insan dolu fakir mahalleleriyle hala çok güzel olan Madrid’e baktım içimden dedim ki: “Güle güle! Güle güle!” Madrid’in güneşte yıkanan manzarasını içimde, ruhumun derinliğinde korumaya o derece geçici olan çerçevesini kaybetmemeye, birkaç saniye geçip de kül olmadan önce, hayatım boyunca aklımda tutmaya çalıştım.

Uçaklar artık bir sıra halinde Madrid’in üstündeydi. Bir an için ürkmüş gibi kanatları hareketsiz kaldı. Bu şahane hareketsizlikle, her uçaktan dürbünlerle küçük siyahlığın düşüşünü görünceye kadar gecen saniye yüz yıldan da uzundu. Tepemizde yoğunlaşmış dayanılmaz bir yüzyıl, hareketsiz kalmıştı.
Ruhum Madrid’in ruhu ile birleşmiş, çağdaş Mahşer ’in, bu yirmi bir baş meleğinin altında korku ile himayesiz bir halde toprağa gömülmüştü. O anda hiç bir şey düşünemiyor, insanca bir söz dahi söyleyemiyordum. Çığlık bile (yani insanı en derin ve en noktasız şekilde belirleyebilecek şey) beni kavrayamıyordu. Bu olumsuzluk bir şimşekti ama hayatın kendi hayatımın Madrid’inkinin her şeyin bütün acısını yaşayacak zamanı buldum ve birden, Manzanares’in sol kıyısında yerden korkunç çığlıkların yükseldiği duyuldu: “Kro! Kro!” Yirmi bir defa!.. Ve birden yirmi bir tane duman sütunu gökyüzüne doğru yükseldi. Madrid’in yirmi bir parçası, belki de yirmi bir mahallesi (taşlar, ağaçlar ve insanlar) toz olmuş, havaya dağılmıştı. Madrid dumanların arasında kayboldu. Titriyordum. Diyordum ki: “Şimdi dumanlar dağılınca ortaya ne çıkacak?”  Çok hafif bir rüzgâr esti, dumanlar dağıldı; evler derlenip toparlanmış, ürkmüş gibi yeniden göründü. Ama Madrid’in Kuzey kesiminden duman tütüyordu.  Damları yalayan alevden diller yükseldi. Vücudunda yirmi bir delik açılmıştı.. Madrid’in tüyleri yolunuyor, kömür parçaları halinde dökülüyor, kül oluyordu. Etrafımdaki gazeteciler sevinçle zıplıyorlardı. Alkışlamaya başladılar.
(...)
Hepimiz dürbünlerle ön tarafa, ilk evlere, Palazio ve Plaza de Moros yakınındaki dolambaçlı sokaklara bakıyoruz. Korkunç kavga orada başlıyor. Evler kapatılmış, pencereler tıkanmış, sokaklarda kimse yok. Artık tüfek değil, el bombasıyla süngü işliyor. Boğaz boğaza kapışıyorlar.
Solgun benizli subay yanımdaki rahleye oturdu. Sordum:
— Bu katliam ne zaman son bulacak?
— Şu melun Madrid kül olduğu zaman...
— Peki, külü ne yapacaksınız?
Hırstan titreyen bir sesle;
— Onu havaya savuracağız! dedi.
— Ona acımıyor musunuz?
Omuzlarını kaldırdı ve kısa bir sessizlikten sonra mırıldandı:
— iç savaş Tanrı’nın armağanıdır!

Artık Madrid’in can çekişmesine bakamıyordum. Aşağı, sokağa indim. Bir otomobil üç yaralıyı taşıyordu. Elinden yaralanmış genç bir falanjiste sordum:
— Ne oluyor?
Genç asker kızgın cevap verdi:
— Katliam! Kudurdu namussuzlar! Kapılarla pencerelerin arkasında mevzilenmiş, bize ateş ediyorlar. Kapıdan kapıya el bombalan atarak ilerliyoruz. Duvar deliniyor, avluya gidiyoruz. Odadan odaya, merdivenden merdivene, kattan kata kovalıyoruz onları.. Onlar: “Geçmeyeceksiniz! Geçmeyeceksiniz!” diye bağırıyor. Biz de “Geçeceğiz!” diye bağırıyoruz. Nitekim geçtim de..
Hırs kana bulanmış delikanlıyı canlandırıyor. 
Alçak sesle başlamıştı şimdi yavaş yavaş alevlenip hırçınlaşıyor:
— Bin yıl yaşasam, dedi, bin yıl savaşırım!

Ağzına kadar yaralılarla dolu kamyon ve otomobiller. Hepsi de, kurşun kendilerini en esaslı bir zevk sırasında isabet etmiş gibi kızgındı. Yüzleri hiddetten parlıyordu; dans eden bir adamın yüzü gibi... Savaşın bütün sırrı kendini sarhoş olmaktan alıkoymamaktır. O zaman korku ortadan kalkar, ölüm ile hayatın tadı aynı olur. İnsanı çok tatlı yayılma, genişleme ve yok olma özlemi sarar... Bu kekre gelişme, tehlikeyi zevk haline sokabilir. Kırılma ile ölüm, alışılmış hayattan tamamen farklı bir düzey üzerindedir. Burada bu manzaralar acıyı davet eder. Ama sarhoş olmayan savaşçının vay haline! O zaman her şey kâbus, korku ve panik halini alır.

Yakalanan antifaşist direnişçiler idam edilirken
http://www.3djuegos.com/foros/tema/42176781/0/
el-asedio-de-madrid-1936-39/
Yaralılarla dolup taşan yeni kamyon ve otomobiller geldi. Toledo’dan Faslılar, lejyonerler ve subaylar da geliyordu. Sessizdiler. Havada keskin bir huzursuzluk vardı. Toledo’dan tanıdığım ve şimdi o da huzursuz bir halde buraya gelen dost bir subaya. Binbaşı Rubio’ya sordum:
— Ne olup bitiyor?
— Ne mi oluyor? Anlamıyor musunuz? diye karşılık verdi. Savaşın romantik olan, ilk safhası başlıyor. Birincisi sabırsızlık, keyif ve cesaret istiyordu. İkincisi sabır, ciddiyet ve metanet istiyor. Kızıllar şimdi Madrid’e çekildi. Her biri evinde mevzilenmiş birer çeteci gibi... Yolları, komşularını, girdiyi çıktıyı biliyorlar. Pencerelerin arkasına yatakları yığıyor, onların ardına saklanarak ateş ediyorlar. Karıları onlara yardım ediyor, yemek, su ve mermi taşıyor. Geceleyin uyuyabilir, üşümez, yağmur yemez, güçlük çekmez. Artık sokaktan sokağa, evden eve korkunç kovalamaca başladı. Evet kudurmuşçasına dayanıyorlar ama geçeceğiz!...


Zafer, nihayet kendisine yakışan yüksek ve tehlikeli, yere yerleşmişti. Şair Lorca’nın uzaktaki Cordoba’sı toplayıcılar erişemediği için, elma ağacının tepesinde çok yüksekte parlayan Safo’nun kırmızı elması oldu. Ulaşılmaz elma, güneş ve yağmur altında yıkanmış, kan kırmızısı rengiyle parlıyor...

"Hepsi Lorca'ydı";  "Lorca Eran Todos"; "Hepimiz Lorca'yız"
Öldürüldüğü varsayılan yere dikilen hatıra taşı. Barranco de Viznar.
Barranco de Viznar, toplu mezarların olduğu yerdir.
Lorca'nın kalıntılarının da burada olduğu düşünüldü. Cesedi bulunamadı.
Akşam üzeri Toledo’ya vardığımda, serseri aşkı yine sokaklarda gördüm. Yeni Fas taburları gelmiş, sokaklar, meyhaneler, kahveler dolmuş. Radyolar bağıra bağıra gayret vermeye başladılar. Ama bu akşam yüzleri huzursuz ve karanlıktı.  Piskoposluk sarayının kapısında bir İspanyol dostum beni durdurdu:
— Biliyor musun, dedi, sevdiğin ozanı öldürdüler?
Tüylerim ürpererek bağırdım:
— Hangisini?
— Federica Garcia Lorca’yı!
— Lorca’yı!... Kimler öldürdü?
— Bazıları kızılların, bazıları bizim öldürdüğümüzü söylüyorlar. Kimsenin bildiği yok..
— Neden?
— Bilmem!
Sonra omuzlarını kaldırarak ekledi:
— Belki yanlışlıkladır...

Shakespeare’in trajedilerinde olduğu gibi insanlar öyle, nedensiz öldürülüyor. Hayat bir kılla bağlı. Bilinçsiz kader bu kılı elleriyle tartaklıyor.. İsimler birbirine benzediği, söylenmemiş bir sözü söylediğini sandıkları, başka biriyle aynı elbiseyi giymiş oldukları için...

Nikos Kazancakis, İspanya- Yaşasın Ölüm, Tel Yayınları, 1973/2,  s. 219-225

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder