"Hiçbir şey ummuyorum, (Δεν ελπίζω τίποτε,)
hiçbir şeyden korkmuyorum, (Δεν φοβούμαι τίποτε,)
özgürüm. (Είμαι λεύτερος.)"
hiçbir şeyden korkmuyorum, (Δεν φοβούμαι τίποτε,)
özgürüm. (Είμαι λεύτερος.)"
Madrid, uçaklar tarafından bombalanırken. 1936 http://www.3djuegos.com/foros/tema/42176781/0/el-asedio-de-madrid-1936-39/ |
….
Otomobile atladım. Heyecanımı zor tutuyordum. Biliyordum
ki kurtuluş yoktu. Bugün, güneş yine
parlak, gökyüzü tertemizdi.. Uçaklar çalışacaktı ve ben
dünyanın en güzel süslerinden birinin kül olduğunu görecektim. Faşist hatları dün
yer değiştirmiş. Madrid’e daha çok yaklaşmış, Caravanchel mahallesine girmişlerdi.
Çember gitgide daralıyor, Franco’nun sıcak soluğu Madrid’in boğazında
buğulanıyordu.
Geçende kırmızı krallık takkesi giymiş bir papaz bana:— Tanrı Burgos hükûmetini tanıdı! demişti. Bakın, ne güneş, nasıl bir gökyüzü var... Uçaklar işleyebiliyor, ordumuz çamurlar içinde batıp çıkmıyor, Faslılar soğuktan titremiyor. Tanrı bizimle beraberdir!
Alaycı bir tavırla:
—Ah cinayet! dedim.
Papaz kızgın bir halde karşılık verdi:
— Tanrı, Vatan, Kral!
Tekrar ve hızla ölüm yolunu geçiyoruz. İlliescas, Torrejon,
Parla, Getafe, Alcorcon, Leganes ve Caravanchel’e varıyoruz. Sabah sabah toprak
top atışlarıyla sarsılıyor, bölük bölük askerler cepheye koşuyor, Faslılar çakal
gibi uluyor, uçaklar nerede ise görünecek... Dünyanın her tarafından gelmiş gazeteciler var
burada. Büyük bir zengin evinin dördüncü katına çıkıyoruz. Mobilyalar,
elbiseler, aynalar, fotoğraflar, kitaplar hepsi parçalanmış, yırtılmış ve
pislik içinde... Dördüncü kattaki masa
kurulu halde... Büyük, porselen supiyerin içindeki çorbanın üzeri örtülmüş.
Duvarda büyük, siyahımtırak kırmızı bir leke... Yaklaştım: Kan ve kıllar!
Cumhuriyetçilerin Siperi, 1936, Madrid http://www.3djuegos.com/foros/tema/42176781/0/ el-asedio-de-madrid-1936-39/ |
En yüksek taraçaya tırmandık. Rahleleri, sandıkları, çamaşır bohçalarını ve yatakları toplayıp üzerlerine oturduk. Aşağıda, sanki elimizi uzatsak tutacakmışız gibi, gerçekten elle tutulur ve aynı zamanda
hayatın öbür kıyısında bir hayatmış gibi duran Madrid var...
Bugün sokaklar boş, pencereler kapalı, alanlar
ıssız... Gülleler aralıksız, merhametsiz ve ahenkli bir şekilde düşüyor üstüne.
Dürbünlerle biraz duman, fışkıran bir alev, kırılan bir pencere yıkılan bir
duvar görüyoruz. Tanrısal gövde parça parça kopup yıkılıyor. Kül dalgaları
boğucu..
Dönüp meslektaşlara bakıyorum.
Hepsi dürbünleri gözlerine dayamış, bu en acıklı manzarayı seyrediyorlar. Ürperdim.
Yüzlerde en küçük bir insanca acıma yok. Bazılarının dudakları alaylı alaylı
gülümsüyor, bazılarının dişleri ısırmaya hazır bir köpeğinkiler gibi fırlamış,
bazıları da umursamaz, soğuk ve üzüntüsüz. Bu insanlık dışı teknik uygarlık beynimizi
vahşileştirmiş, yürekleri kurutmuş, insanları bilim barbarları haline sokmuş.
Artık insan bu kadar insanlık dışına çıktıktan sonra, yok olması mukadderdir
(ve haklı). Ve belki de bütün bu kan, tutarsızlık ve sertlikle dolu İspanyol
dramı, büyük (ve daha korkuncu haklı)
bir felaketin önsözüdür. “İmdat!” diye bağıracak oldum ama vakit bulamadım. Arkamızda,
ufukların derinliğinden bulutsuz gökyüzünde uçakların uğultusu duyuldu.
Taraçadakilerin hepsi sevinç içinde saymaya başladılar: “13-15-19-21!”
Yine üçer üçer, ortadaki önde, ötekiler biraz arkada
olmak üzere geliyorlar. Ahenkli şeytanca bir düzen içinde, atmacalar gibi kıvrılan
büyük bir hat. Ama bu atmacalar, kanatlarının üstünde kırlangıç değil, bombalar
taşıyor; ölüm dolu fıçılar kadar büyük bombalar.
Domuz dişli, sarışın bir gazeteci bağırdı:
—
Madrid bir vagon dolusu kül olacak!
Bir an için gözlüklerini çıkardı, soğuk mavi gözleri
madeni ışıklarla parıldadı.
Artık uluyarak yaklaşmış olan uçakları, mağrur binaları,
kiliseleri, müzeleri, insan dolu fakir mahalleleriyle hala çok güzel olan
Madrid’e baktım içimden dedim ki: “Güle güle! Güle güle!” Madrid’in güneşte yıkanan
manzarasını içimde, ruhumun derinliğinde korumaya o derece geçici olan
çerçevesini kaybetmemeye, birkaç saniye geçip de kül olmadan önce, hayatım
boyunca aklımda tutmaya çalıştım.
Uçaklar artık bir sıra halinde Madrid’in üstündeydi.
Bir an için ürkmüş gibi kanatları hareketsiz kaldı. Bu şahane hareketsizlikle,
her uçaktan dürbünlerle küçük siyahlığın düşüşünü görünceye kadar gecen saniye
yüz yıldan da uzundu. Tepemizde yoğunlaşmış dayanılmaz bir yüzyıl, hareketsiz kalmıştı.
Ruhum Madrid’in ruhu ile birleşmiş, çağdaş Mahşer
’in, bu yirmi bir baş meleğinin altında korku ile himayesiz bir halde toprağa gömülmüştü.
O anda hiç bir şey düşünemiyor, insanca bir söz dahi söyleyemiyordum. Çığlık
bile (yani insanı en derin ve en noktasız şekilde belirleyebilecek şey) beni
kavrayamıyordu. Bu olumsuzluk bir şimşekti ama hayatın kendi hayatımın
Madrid’inkinin her şeyin bütün acısını yaşayacak zamanı buldum ve birden,
Manzanares’in sol kıyısında yerden korkunç çığlıkların yükseldiği duyuldu: “Kro!
Kro!” Yirmi bir defa!.. Ve birden yirmi bir tane duman sütunu gökyüzüne doğru yükseldi.
Madrid’in yirmi bir parçası, belki de yirmi bir mahallesi (taşlar, ağaçlar ve insanlar) toz olmuş, havaya dağılmıştı. Madrid dumanların
arasında kayboldu. Titriyordum. Diyordum ki: “Şimdi dumanlar dağılınca ortaya ne
çıkacak?” Çok hafif bir rüzgâr esti,
dumanlar dağıldı; evler derlenip toparlanmış, ürkmüş gibi yeniden göründü. Ama
Madrid’in Kuzey kesiminden duman tütüyordu. Damları yalayan alevden diller yükseldi. Vücudunda
yirmi bir delik açılmıştı.. Madrid’in tüyleri yolunuyor, kömür parçaları halinde dökülüyor, kül oluyordu. Etrafımdaki gazeteciler
sevinçle zıplıyorlardı. Alkışlamaya başladılar.
(...)
Hepimiz dürbünlerle ön tarafa, ilk evlere, Palazio
ve Plaza de Moros yakınındaki dolambaçlı sokaklara bakıyoruz. Korkunç kavga
orada başlıyor. Evler kapatılmış, pencereler tıkanmış, sokaklarda kimse yok.
Artık tüfek değil, el bombasıyla süngü işliyor. Boğaz boğaza kapışıyorlar.
Solgun benizli subay yanımdaki rahleye oturdu. Sordum:
— Bu katliam ne zaman son bulacak?
— Şu melun Madrid kül olduğu zaman...
— Peki, külü ne yapacaksınız?
Hırstan titreyen bir sesle;
— Onu havaya savuracağız! dedi.
— Ona acımıyor musunuz?
Omuzlarını kaldırdı ve kısa bir sessizlikten sonra
mırıldandı:
— iç savaş Tanrı’nın
armağanıdır!
Artık Madrid’in can çekişmesine bakamıyordum. Aşağı, sokağa indim. Bir otomobil üç yaralıyı taşıyordu. Elinden yaralanmış genç bir falanjiste sordum:
— Ne oluyor?
Genç asker kızgın cevap verdi:
— Katliam! Kudurdu namussuzlar! Kapılarla pencerelerin
arkasında mevzilenmiş, bize ateş ediyorlar. Kapıdan kapıya el bombalan atarak ilerliyoruz. Duvar
deliniyor, avluya gidiyoruz. Odadan odaya, merdivenden merdivene, kattan kata
kovalıyoruz onları.. Onlar: “Geçmeyeceksiniz! Geçmeyeceksiniz!” diye bağırıyor.
Biz de “Geçeceğiz!” diye bağırıyoruz. Nitekim geçtim de..
Hırs kana bulanmış delikanlıyı canlandırıyor.
Alçak sesle başlamıştı şimdi yavaş yavaş alevlenip hırçınlaşıyor:
Alçak sesle başlamıştı şimdi yavaş yavaş alevlenip hırçınlaşıyor:
— Bin yıl yaşasam, dedi, bin yıl savaşırım!
Ağzına kadar yaralılarla dolu kamyon ve otomobiller.
Hepsi de, kurşun kendilerini en esaslı bir zevk sırasında isabet etmiş gibi
kızgındı. Yüzleri hiddetten parlıyordu; dans eden bir adamın yüzü gibi...
Savaşın bütün sırrı kendini sarhoş olmaktan alıkoymamaktır. O zaman korku
ortadan kalkar, ölüm ile hayatın tadı aynı olur. İnsanı çok tatlı yayılma, genişleme
ve yok olma özlemi sarar... Bu kekre gelişme, tehlikeyi zevk haline sokabilir.
Kırılma ile ölüm, alışılmış hayattan tamamen farklı bir düzey üzerindedir.
Burada bu manzaralar acıyı davet eder. Ama sarhoş olmayan savaşçının vay
haline! O zaman her şey kâbus, korku ve panik halini alır.
Yakalanan antifaşist direnişçiler idam edilirken http://www.3djuegos.com/foros/tema/42176781/0/ el-asedio-de-madrid-1936-39/ |
Yaralılarla dolup taşan yeni kamyon ve otomobiller geldi.
Toledo’dan Faslılar, lejyonerler ve subaylar da geliyordu. Sessizdiler. Havada
keskin bir huzursuzluk vardı. Toledo’dan tanıdığım ve şimdi o da huzursuz bir
halde buraya gelen dost bir subaya. Binbaşı Rubio’ya sordum:
— Ne olup bitiyor?
— Ne mi oluyor? Anlamıyor musunuz? diye karşılık verdi. Savaşın romantik olan, ilk safhası başlıyor. Birincisi sabırsızlık, keyif ve cesaret istiyordu. İkincisi sabır, ciddiyet ve metanet istiyor. Kızıllar şimdi Madrid’e çekildi. Her biri evinde mevzilenmiş birer çeteci gibi... Yolları, komşularını, girdiyi çıktıyı biliyorlar. Pencerelerin arkasına yatakları yığıyor, onların ardına saklanarak ateş ediyorlar. Karıları onlara yardım ediyor, yemek, su ve mermi taşıyor. Geceleyin uyuyabilir, üşümez, yağmur yemez, güçlük çekmez. Artık sokaktan sokağa, evden eve korkunç kovalamaca başladı. Evet kudurmuşçasına dayanıyorlar ama geçeceğiz!...
Zafer, nihayet kendisine yakışan yüksek ve
tehlikeli, yere yerleşmişti. Şair Lorca’nın uzaktaki Cordoba’sı toplayıcılar
erişemediği için, elma ağacının tepesinde çok yüksekte parlayan Safo’nun
kırmızı elması oldu. Ulaşılmaz elma, güneş ve yağmur altında yıkanmış, kan
kırmızısı rengiyle parlıyor...
Akşam üzeri Toledo’ya vardığımda, serseri aşkı yine sokaklarda
gördüm. Yeni Fas taburları gelmiş, sokaklar, meyhaneler, kahveler dolmuş.
Radyolar bağıra bağıra gayret vermeye başladılar. Ama bu akşam yüzleri huzursuz
ve karanlıktı. Piskoposluk sarayının kapısında bir İspanyol
dostum beni durdurdu:
— Biliyor musun, dedi, sevdiğin ozanı öldürdüler?
Tüylerim ürpererek bağırdım:
— Hangisini?
— Federica Garcia Lorca’yı!
— Lorca’yı!... Kimler öldürdü?
— Bazıları kızılların, bazıları bizim öldürdüğümüzü
söylüyorlar. Kimsenin bildiği yok..
— Neden?
— Bilmem!
Sonra omuzlarını kaldırarak ekledi:
— Belki yanlışlıkladır...
Shakespeare’in trajedilerinde olduğu gibi insanlar öyle,
nedensiz öldürülüyor. Hayat bir kılla bağlı. Bilinçsiz kader bu kılı elleriyle tartaklıyor..
İsimler birbirine benzediği, söylenmemiş bir sözü söylediğini sandıkları, başka
biriyle aynı elbiseyi giymiş oldukları için...
Nikos Kazancakis, İspanya- Yaşasın Ölüm, Tel Yayınları, 1973/2, s. 219-225
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder