Alan Munslov
A priori bilgi: Deneyden bağımsız bilgiyi varsayan popüler bir felsefi terim.
Argüman: Bir öncüller dizisi ve bu diziden çıkarılan sonuç. Eğer sonuç öncül(ler)den ya tümdengelimsel ya da tümevarımsal olarak çıkarılmışsa bir argümanın (doğru olup olmamasından bağımsız olarak) geçerli olduğu söylenir.
Metrik-tarih [Cliometrics]: Yorumu kolaylaştırmak için matematiğin ve istatistiğin geçmişe ait verilere uygulanması. 1960’larda, özellikle ekonomik tarihte popüler olmakla birlikte 1990’larda önemini yitirmiştir.
Bağlama [Colligation]: Tarihte, bariz olarak ayrı duran olaylar dizisini genel bir ilke ya da tanım altında bir araya getirerek açıklama süreci; örneğin, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl icatlarını bilimsel düşüncede devrim tanımı altında açıklamak. Bu süreç, olay akışı içindeki bir tarzı tespit eden öyküleştirmeye benzer; ama onunla özdeş değildir. Bağlamayı kabul edip öyküleştirme nosyonunu reddeden tarihçiler, -bağlamanın sonucunun- nedenlerin özdeşliği yüzünden Geçmişin, tarih olarak az ya da çok kesin bir yeniden kurgulanması olduğunu genellikle kabul ederler. Tehlikeli olan, tarihçilerin olayları ilişkilendirmekte aşırı düzenli olmaya kendilerini kaptırması olasılığıdır; gerçi yeniden-kurmacı tarihçiler anlamı bağlam amacıyla yaratmanın böylesi güçlüklerin üstesinden geleceğini ileri sürerler, ama tehlike yine de vardır.
Kurmacılık [Constructionism]: Tarihçilerin, geçmişteki olayları keşfetmek yerine önermeleri gerektiğini söyleyen akım. Yirminci yüzyılda kurmacılık en belirgin haliyle sınıf sömürüsü kurgusunu tarihsel anlayış için model olarak öneren Marksist okulda görülür. Annales okulu da alternatif demografik ve davranış teorileri ileri süren kurmacı bir tarih üretmişti. Kurmacı tarihçiler, diğer önemli iki kategoriden, yeniden-kurmacı ve yapısökümcülerden açık bir biçimde ayrılır.
Bağlam [Context]: Tarihte anlatılan olayların arkaplanı, anlam yaratımına yardımcı olan şeyin bilgisi. Pratikte bağlam, öteki olayların, olguların ve önceki koşulların çerçevesidir.
Hakikatin Tekabüliyet Teorisi [Correspondence theory of truth]: Önermeler olgulara tekabül ettiğinde doğrudur, diyen argüman. Neyin olgusal olduğunu belirlemek genelde zor olmakla birlikte, sözcüklerle dünya arasındaki bildik tekabüliyet (ya da yansıtma) fikri, ana akım yeniden- kurmacılara dahil edilebilecek birçok tarihçi için giderek tartışmalı da olsa çekici bir nosyon olarak varlığını korumaktadır.
Kapsayıcı Yasalar [Covering laws]: Amerikalı tarih felsefecisi Carl Hempel’in (1905-) geliştirdiği ve bir olayın, bir doğa ya da insan davranışı yasasından çıkarılabilmesi halinde açıklanabileceğini savunan bir tarihsel açıklama modeli. Aldığı biçim çoğu kez istatistiksel olabilirliktir.
Yazarın Ölümü [Death of theauther] : Roland Barthes’ın (1915-1980) ortaya attığı ve Michel Foucault’nun yaygın olarak kullandığı; kaynağı, yapısökümcü edebiyat araştırmaları olan bir yaklaşım. Bu yaklaşıma göre, bütün metinler yazarları önceler, yazarlar sadece kimin anlam üzerinde bir ayrıcalığı olamayacağını kurgular. Yapısökümcü tarihçi açısından delil, yazarın amaçladığı keşfedilebilir bir geçmiş gerçekliğe işaret etmekten çok, bir göstergeler ve yorumlar zinciri sunar.
Yapısökümcülük [Deconstructionism]: Metni anlamanın -yalnızca ve ayrıksı olarak- ampirizm dışsal gerçekliğine, Tanrıya, akla, ahlâka, objektifliğe ya da yazarın amacına (bkz. Yazarın Ölümü) yapılan göndermeye bağlı olmadığını ileri süren Jacques Derrida’nın (1930-) ortaya attığı bir terim. Mutlak anlamın doğduğu bir kaynağa ilişkin söz-merkezci nosyona karşı çıkarak; anlamın, keyfi ve mecazi/figüratif olarak üretildiği varsayımından yana tavır alır.
Yapısökümcü Tarih [Deconstructionist History]: Tarihte; olguculuk, yansız analiz, objektiflik, hakikat olarak dile getirilen ampirizmin geleneksel varsayımlarıyla; tarih, ideoloji, kurgu ve perspektif arasında süregiden bölünmeleri sorgulayan bir araştırma modeli. Yapısökümcü tarihe göre dil dilsel mecaz/figürasyon gücümüz yoluyla tarihsel delilleri düzene sokmak ve açıklamak için kullanılan kavramlar ve kategoriler kadar tarihin içeriğini de oluşturur.
Belirlenimcilik [Determinism] : Tarihsel süreçlerin birey ya da grup tercihleri veya etkileri ötesindeki güçlere göre yapılandığı, aslında bütün olayların istisnasız bir biçimde daha önceki olaylar tarafından belirlenen etkiler/sonuçlar olduğu nosyonu.
Farklılık! Erteleme [Différence/différance] : Yapısökümcü felsefeci Jacques Derrida’nın farklılaştırmak ve ertelemek anlamına gelen Fransızca bir fiil olan “différer” ile bir kelime oyunu yaparak ortaya attığı nosyon. Göstergeler arasında sonuçtaki anlam kayması, hakiki ya da orijinal bir anlam noktası ayırt edemeyeceğimiz anlamına gelir, yani orijinal bir anlam mekânı yoktur. Post-yapısalcılığın sonrasının merkezi bir argümanıdır bu.
Söylem {Discourse]: Bir metnin hem yazar(lar) hem de okur(lar) tarafından paylaşılan tutarlı bir anlam türetecek biçimde bağlamına oturtulması ya da sokulmasıyla ortaya çıkan sonuç. Paylaşılan bir dil alanı olarak söylem, kurumsal ve ekonomik gücün maddi ve ideolojik dünyalarında bulunan bir şey olarak, dil-ötesi boyutlara gönderme yapar.
Empati [Empathy]: Çoğunlukla, The Idea ofHistory kitabında Britanyalı tarihçi R. G. Collingwood (1889-1943) tarafından savunulan tarihsel yöntemle birlikte anılır ve tarihsel failin düşünceleri ve duygularıyla “temas halinde” olmak anlamına gelir. Duygusal ve entelektüel duruma giden bu yol, tarihsel delilleri geçmişte yaşamış insanların düşüncelerini kelimenin tam anlamıyla bilinen bağlamları içinde yeniden düşünerek yorumlamaktan geçer. Birçok yeniden-kurmacı tarihçiye göre, tarihi oluşturan, delillerle bağlam arasındaki bu empatik ilişkidir. Ayrıca, bkz. yorumbilim.
Ampirizm: Bilginin, tıpkı hayatı gözlemler ve deneyimlerken olduğu gibi, duyuların kullanılması ya da doğruluğu kanıtlanmış önermeler ya da argümanlar yoluyla elde edilmesi yöntemi. Anglo-Amerikan yeniden-kurmacı tarih yazımı geleneğinde, ampirizm “orada bir yerde” keşfedilmeyi bekleyen gerçekliğin objektif gözleminden yapılan çıkarımlara özel vurgu yapan merkezi yöntemdir. Ampirizmin karşısına çıkan sorun, düşüncenin yalnızca deneyimden çıkmaması, düşüncenin aslında deneyimlerimizi örgütlemek ve anlamlandırmak için yararlandığımız kavramları ya da zihinsel kategorileri sağlamasıdır. Bu, kaçınılmaz olarak şöyle bir soruya yol açar: Gözlemlerimizin pekâlâ sadece zihnimizden ve sezgilerimizden çıkan kurgular olabileceği düşünüldüğünde, “orada bir yerdeki” gerçekliği doğru bir biçimde nasıl bilebiliriz? Çoğu ampirist ile ılımlı ya da pratik-gerçekçi yeniden-kurmacı, günümüzde orta bir yolu kabul etmektedir; buna göre, biz gözlemde bulunuruz hem de a priori bilgiyi uygun biçimde ve yardımcı olarak kullanarak enformasyonu zihinsel olarak işleme tabi tutarız. Ampirizm elbette a priori bilginin inkârı biçimini de alabilir.
Öyküleştirme [Emplotment]: Herhangi bir tarihsel ya da daha doğrusu kurgusal anlatının anlamını veren öyküleştirme (hikâye hattı ya da öykü yapısı), yani olayların ve bu olaylara ilişkin nedensel, bağlamsal bağlantıların bir anlatısı. Tarihçinin rolü olaylar dizisini (bu oldu, o halde şu) özel türden -romantik, komik, trajik, satirik ya da bunların bir kombinasyonu- bir hikâyeye dönüştürmektir. Tarihçinin yöntembilimsel eğilimine bağlı olarak, öyküleştirme, anlamı keşfetme ya da olaylara bir anlam dayatma niyetiyle üretilir. Bütün tarihler öykülendirilmiştir.
Aydınlanma [Enlightenment]:Modem çağın tohumlarının ekildiği, yaygın bir entelektüel, kültürel ve teknolojik/bilimsel hareket. On yedinci yüzyılda (Francis Bacon, John Locke ve Thomas Hobbes’la birlikte) İngiltere’de başlamış ve on sekizinci yüzyılda (Descartes, Voltaire, Diderot ve Lessing’le birlikte) Fransa ve Almanya’da sona ermiştir. Avrupa düşüncesi, bilimde pozitivizm ve deneycilik gibi yeni kavramların kabulüyle, doğal olguların gözlenmesi ve açıklamayı geliştiren akıl ve aklilikle, (halk egemenliği ve fırsat eşitliği gibi önemli üstünlükleriyle liberal doktrinin ortaya çıkışı temelinde) güç yerine sözleşme yoluyla yönetim üzerine yeni fikirlerle ve akla dayalı bir ekonomik mekanizma olarak yeni bir piyasa kavramıyla birlikte gelen bu büyük teknolojik ve bilimsel değişim çağında biçimlenmiştir. Bu düşüncenin tarihe etkisi, ilerlemenin ve insanın mükemmelleşmesinin kaydı olacak bir disiplinin yaratılmasıdır. Belki de Aydınlanma’nın nihayetinde yarattığı düşünce, izleyen yüzyıllarda özellikle de şimdiki (postmodern) çağda kendi merkezi meziyetlerini sorgulamaya hız vererek, kendi üzerinde düşünme halini almıştır.
Epistem [Episteme]: The Order ofThings adlı kitabında Michel Foucault (1924-1984) bu terimi bir kültürün verili bir tarihsel dönemde bilgiyi nasıl edindiğini ve örgütlediğini anlatmak için kullanır. Epistem bütün ayrı söylemleri (dinsel, bilimsel, tarihsel, tıbbi, vb.) böylesi bir bilginin nasıl edinildiği ve düzenlendiğine ilişkin bir dizi ortak varsayıma dayanan az ya da çok tutarlı düşünce yapısı içinde bağlantılandırır. Ortak varsayımlar insan bilincinin derinliklerinde yer alan ve tarihçilerin öyküleştirme biçimlerine temel oluşturan mecazlaştırma süreci mecaz/figürasyon aracılığıyla sabitlenir. Böylelikle bilgi, Foucault’ya göre on altıncı yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar var olan dört ayrı tarihsel epistemin her biri içinde ayrı ayrı örgütlenmiştir. Tarihçi açısından, bu varsayımlar ya da tutumlar her bir çağın egemen anlatısal temsil formunu karakterize ettiği gibi, metaforik benzerlik ya da benzemezlik kodlamalarımız yoluyla anlatılarımızda sergilenir ve delillerdeki “gerçekliğe” vakıf oluşumuzu etkiler.
Epistemoloji [Epistemology): Bilgi teorisi. Ampirizm ya da a priori bilgi gibi çeşitli mekanizmalar/yöntemler yardımıyla bilginin nasıl kurulduğu, (bildiğimiz değil de) inandığımız şeyi nasıl doğrulayabileceğimiz ve bilgi edinmekteki kuşkuculuk bu teorinin ilgi alanına giren bazı başlıklardır. Epistemoloji hâlâ felsefecilerin ana ilgi alanlarından biridir ve tarih yöntemi olarak ampirizmin tartışmalı rolü yüzünden tarihçiler arasında giderek daha fazla ilgi görmektedir.
Delil [Evidence]: Geleneksel olarak, tarihsel açıklamanın üzerine kurulduğu hem belgesel (birincil) hem de tarihçiler tarafından yazılmış (ikincil) kaynaklar. Deliller, çıkarım yoluyla yorumlanan, sahiciliğine kanıt oluşturan bir başlangıç doğrulaması ve karşılaştırmayla ya da bir bağlama yerleştirilerek olgu(lar) haline getirilmişlerdin
Olgu [Fact]: Olgu kavramı karmaşık ve tarihçiler arasında tartışmalıdır. Geleneksel olarak, bir olgu, tarihçilerin gerçeklikle anlatımın tekabüliyet üzerinde fikir birliğine vardıkları -Waterloo Savaşı 1815 yılında oldu gibi- bir fiili ve tartışmasız olay, toplumsal eylem süreci ya da parçasıdır. Bu basit olgusal önerme düzleminin ötesinde tarihçiler hemen yorum alanına girerler. Olgu(lar) ne işimize yarar? Onları nasıl birbirine bağlarız? Onları nasıl öyküleştirir/anlatı haline getiririz? Onları nasıl sıralar ve açıklarız? Delillere ilişkin bu genel sorunların -sahiciliği kuşkulu ya da güvenilmez (yazarları yalan söylemiştir (!)) olabildiği gibi, ortada delil denebilecek bir şey de olmayabilir- ötesinde tarihçilerin olguları belirlemekte birçok güçlüğü vardır. Bir olgunun kuruluşuyla alakasız delilleri ayırmak için yüklemeci tarihçi hangi kriteri kullanacak? Çıkarım, olguların tespitinde ne kadar güvenilir bir yöntemdir? Bütün tarihçilerin bir olguyu tespit etmek için delilleri bir hipotez karşısında “test eden” kurmacı mı olması gerekir? Gösteren-gösterilen-gösterge denkleminin güvenilmez doğası nereden gelir?
Yorumbilim [Hermeneutics]:LiteTal anlamda bir metni (delili) yorumlama sanatıdır. Incil’i yorumlamak için Reform sonrası Protestanlar tarafından kullanılan teknik bir beceri olan modern yorumbilim, Friedrich Schleirmacher’ın (1768-1834), metinleri gramatik olarak ve onları yazarken yazarların neyi amaçlamış olabileceklerini (gramatik ve psikolojik unsurlar) anlama çabalarıyla doğdu. Yorumbilimsel çember, metinle yazar arasındaki ilmektir. Bir yorumlama süreci olarak yorumbilim Wilhelm Dilthey (1833-1911) tarafından delilin yazarının muhtemel niyetleriyle bizim kendi deneyimlerimiz arasında kurulan benzerlikleri içine alacak şekilde genişletildi. Bu R. G. Collingwood’un empati nosyonunun temelini oluşturdu. Yirminci yüzyılda Martin Heidegger (1889-1976), yorum-bilimi, yorumcular olarak bizim kendi benliğimizin ve varoluşumuzun yorumlanmasını içine alacak şekilde daha da genişletti.
Tarihsel Yorum [Historical In te rpretation]: İçeriği anlaşılır ve/veya makul kılan geçmiş olaylar, oluşlar, metinler ve insanlar hakkındaki anlatı biçimindeki açıklama. Sürecin belli bir noktasında delillerin ve tarihsel yöntemin tarihçiler tarafından nasıl tanımlandığının; yani çıkarım, bağlama, bağlamsallaştırma, öyküleştirme, argüman, yükleme yapma, empati vb. yöntemlerden hangisinin/hangilerinin kullanıldığının bütün veçheleriyle inceden inceye ele alınması gerekir.
İdeoloji [Ideology]: Bir grup bilinci veren ya da yaratan toplumsal olarak üretilmiş tutarlı fikirler dizisi. İdeoloji zamana ve yere özgüdür. Egemen bir açıklama ve aklileştirme tarzı olarak kurulmuş olan ideoloji topluma yedirilmeli ve medya, Kilise, eğitim ve hukuk gibi toplumsal ve kurumsal çeşitli mekanizmalar tarafından yayılmalıdır. Bazı düşünürlere göre ideoloji, anlatı yapıları (yazılı tarih dahil), davranış kodları ve inanç kalıpları gibi bütün toplumsal yapıntılarda bulunacaktır. Marksist teoriye göre ideoloji bilerek ekonomik sömürü gerçeğini gözlerden gizler ve böylelikle kapitalist toplumun ekonomik ilişkilerinin doğal ve meşru görünmesini sağlayarak egemen toplumsal sınıfın otoritesini yansıtır ve savunur.
Dayatmacılık [Impositionalism]: Tarihçilerin tarih olarak Geçmişin kuruluşuna katılmaları süreci. Naif gerçekçiler tarafından tarihsel faaliyetin yozlaşması olarak reddedilmekle birlikte, pratik-gerçekçiler ve yapısökümcü tarihçiler tarihçiyle kaynakları arasındaki diyaloğun kaçınılmazlığını kabul eder. Özellikle de yapısökümcüler, tarihsel yorumun fikirleri düzenlemek, delilleri ayıklamak ve geçmişe açıklayıcı bir öykü ya da argüman dayatmak anlamına geldiğini kabul eder. Buradan, tarihsel bilginin geçmiş gerçekliğe doğrudan nüfuz edemeyen dilsel bir metin olarak üretildiği sonucu çıkar.
Tümevarım/Tümdengelim (¡nductionldeduction]:Tümevarım parçadan bütünün çıkarımına dayanan bir açıklama biçimidir ya da alternatif olarak, gözlenen anlardan genellemeler yapmak olarak tanımlanabilir. Bu, tarihsel açıklamanın geleneksel ya da bildik biçimidir. Tümdengelim bir sonucun, mantıksal olarak bir dizi öncülden çıkmasını gerektiren açıklamadır. Pratikte, çoğu tarihçi açıklamada iki yöntemi de kullanır.
Çıkarım [Inference]:Taze enformasyona dayanarak, bir inanç kalıbından diğerine geçmekten oluşan düşünce süreci. İlk akla gelen iki biçimi tümevarım ve tümdengelimdir.
Dilsel Hamle [Linguistic turn]: Yirminci yüzyıl Batı düşüncesinde, bilgiye giden yolun şaşmaz bir biçimde dilde ve dil aracılığıyla temsil biçimleri ve söylemin rolü etrafında dolandığını vurgulayan birçok akımı betimleyen, ama özellikle post-yapısalcı düşüncede rastlanan bir şemsiye terim. Dilsel hamle, özne konumları kadar gerçeklik-etkisinin de dil içinde yaratıldığı anlamına gelecek şekilde, dilin geçirimsizliği ve mecazi özelliğinde odaklanır.
Söz-merkezcilik [Logocentrism]: Dilden bağımsız olarak anlamın herhangi bir sabit noktası ya da merkezinin olabileceği ve/veya dilin (özellikle konuşulan dilin) gerçekliği sahiden temsil edebileceği fikrini eleştirmek üzere tarihte, edebiyatta ve felsefede yapısökümcülüğü savunanlar -başta Jacques Derrida olmak üzere- tarafından sıkça kullanılan bir terim.
Üst-anlatı [Meta-narrative]: Literal anlamda bir anlatı hakkındaki anlatılar; terim The Postmodern Condition: A Report on Knowledge (1984) adlı kitabında Jean-François Lyotard (1924-) tarafından kullanılmıştır. Bu kitapta Lyotard üst-anlatıların ya da büyük-anlatıların, bilgiyi nasıl edindiğimiz ve böylelikle insan ilerlemesi ve tarihi nasıl anladığımız hakkında anlatılan hikâyelerin (Hegelcilik, Marksizm, liberalizm, Aydınlanma) postmodern çağda artık yararlılıklarının sonuna geldiklerini savunur. Hakikati ölçebileceğimiz ya da güven altına alabileceğimiz evrensel köşe taşları olarak böylesi büyük hikâyelere artık bağlı kalamayışımız postmodern durumumuzun özelliğidir. Elimizde kendi meşruiyetlerini kendileri sağlayan sayısız “küçük anlatı”dan başka bir şey kalmamıştır aslında.
Modernizm/Modernist: Tarihsel bakımdan modernizm sanatlarda, kültür ve edebiyatta genel olarak Aydınlanma’nın pozitivist, objektif, akılcı, ampirist ve göndermeselci kesinliklerini eleştiren bir on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl hareketini anlatır. Felsefenin bakış açısından, modernizm René Descartes’ın (1596-1650) kavrayışta aklilik arayışıyla başlatılır ve böylelikle on yedinci ve on sekizinci yüzyıl Aydınlanmasıyla aynı anlamda değerlendirilir. Michel Foucault (1926-1984) Modern epistemin, hem toplumsal deneyimin ürünü hem de tümevarım yoluyla bilginin kurucusu olarak insanla birlikte insanlık için epistemolojik bir çelişki ürettiğini savunur.
Anlatı [Narrative]: Olayların ve insan eylemlerinin meydana gelişini anlatmakta kullanılan bir açıklama yapısı. En temelinde, tarihsel anlatı bir bağlama aracıdır, çünkü şeylerin “bu oldu, öyleyse şu” gibi neden sonuç ilişkisine göre nasıl, hangi düzen içinde olduğunu açıklar. Tarihsel anlatı seçilmiş bir öyküleştirme etrafında kurulduğunda, tarihsel anlayışın aktarılması ve muhtemelen oluşumu için ilk akla gelen araç haline gelir. Sıklıkla tartışma konusu olan şey tarihsel anlatının ne oranda fiili olarak olduğu haliyle gerçekliğe denk düşebileceği, yani o belli hikâyeyi anlatmaya muktedir olup olmadığıdır.
Yeni Tarihselcilik [New Historicism]: 1980’lerin başından günümüze kadar süren ve edebi metinlerin tarihsel bağlamları içinde ele alınmasına yönelik ilginin yeniden canlanması. Yeni tarihselcilik tarih yazımı açısından önemlidir, çünkü Geçmişin maddi dünyasını yeterince temsil etme kapasitesine sahip tartışmasız bir araç olarak dilin sağlamlığından kuşku duyan post-yapısalcı edebiyat eleştirisine dayanır. Bu akım da tarih metninin geniş toplumsal ve kurumsal bağlam içinde metinler arası üretildiğini ve sonuç olarak ampirik deneyler yoluyla doğrulanacak açıklama teorileri olmadığı gibi keşfedilecek mutlak ya da aşkın hakikatlerin olmadığını da kabul eder. Olgusal ve kurgusal metinler arasındaki pratik farklılık da böylelikle sorun haline gelmiş olur.
Pozitivizm: Fransız sosyolog Auguste Comte’ün (1798-1857) teolojiyle başlayıp metafizikle süren ve bilimsel ya da pozitif aşamayla sona eren, üç aşamalı büyük İlerlemeci tarihsel evrim teorisinin parçası olarak geliştirilmiş bir bilgi teorisi. Comte’ün gözünde, kendi başlattığı son aşamanın özelliği: aynı fenomenler arasındaki ilişkinin kanıtlanabilirliği ya da ampirik ölçümü ve kestirilebilirliğidir. Yerleşik ampirizm nosyonlarının bir uzantısı olarak pozitivizm doğal fenomenler hakkında spekülasyon yapılmamasında ısrar eder. Pozitivizm bilimsel yöntemin tektipliliğini varsaydığı için, bilimsel sosyoloji içinde insan davranışının analitik araştırılmasına imkân verir. Tarihçi için pozitivizmin mirası kurmacılığın kaba biçimlerinde çok açık görünür; buna göre tarihçiler öyle deliller ortaya koymalıdır ki muhakeme becerimizle insanın davranış yasalarına (kapsayıcı yasalar) göre işleyen kuşku götürmez olguları yaratsın. Tarihçinin kendi adına hiçbir yüklemeciliğe düşmeden bunu objektif olarak yaptığı varsayılır.
Postmodernizm: Aydınlanma ve onun kültürel ürünü modernizmin çeşitli eleştirileri ve yarattığı tepkilerin bir anlatımı olarak birçok farklı bağlamda (tarih, resim, edebiyat, mimari, moda, müzik) kullanılan bir terim. ' Jean-François Lyotard’ın The Postmodern Condition: A Report on Knowledge (1984) adlı kitabında ifade ettiğine göre, postmodemizmi niteleyen şey, özellikle insan tarihi ve ilerlemesini açıklamak için modern tarihsel çağda gündeme gelen her şeyi içine alan büyük ya da üst-anlatıların reddidir. Sonuç, postmodern çağ, diğer çağlardan -post-yapısalcılıktan da esinlenerek- aşkın gerçekliklerin, sabit anlamların, olguların ve hakikatin tekabüliyet teorisinin reddiyle ayrılır. Anlamaya belli bir yaklaşım olarak postmodernizm başka birçok şeyle birlikte şunları doğurur: Geçici inançlar, şimdicilik, görecilik, gerçeklik-etkisi, tarihte ve edebiyatta yapısökümcülük ve özdüşünümcülük, göndermesellik hakkındaki kuşkular ve temsilin yeterli bir tarzı olarak anlatının nihai başarısızlığı. Postmodernizm kuşku ve belirsizliği yüreklendirir, hiyerarşi ve otoriteye kafa tutar ve “öteki”nin meşru kabul edilmesine destek verir.
Post-yapısalcılık [Post-structuralism]: İddiaya göre, postmodernist hareketin bir parçası olarak yapısalcılığın ardından (ve ona bir tepki olarak) ortaya çıkan akım. Tarih yazımı ve kavrayışında dilsel dönüş denen şeye esin kaynağı olan post-yapısalcı akım, kültürel ve entelektüel form olarak dilin güç ilişkileri için mübadele aracı (örn. Michel Foucault güç/ bilgi) ve “hakikat”in nihai kurucusu olduğunda ısrar eder. Post- yapısalcı akımın soy kütüğü Friedrich Nietzsche (1844-1900), Benedetto Croce (1866-1953), Martin Heidegger (1889-1976), Hans-Georg Gadamer (1900-), Jacques Derida, Michel Foucault ve Julia Kristeva gibi çeşitli filozof ve dilsel düşünürlerin eserlerine kadar uzanır.
Gerçeklik-etkisi [Reality-effect]: “The Discourse of History” (1967) makalesinde Roland Barthes tarafından etraflı bir biçimde ele alınan bir kavram. Barthes, tarihle dil arasındaki bağlantının, deliller ve bu delillerin tarihsel olgular olarak kuruluşu arasındaki herhangi bir sahici denkliğe dayanmadığını ileri sürer. Bu argümanının anlamı şudur: Tarihçinin fiilen olmuş bitmiş bir şey olarak geçmiş dediği şey, doğrunun/ hakikatin tekabüliyet teorisinin geçmişi yeterli oranda yeniden kurmamıza imkân verdiğine ilişkin varsayımlarımızın yarattığı bir gerçeklik-etkisidir sadece. Sonuç olarak, tarihsel hakikat fikri yapısökümcü tarihçiler açısından daha da sorunlu bir hale gelir.
Yeniden-kurmacılık [Reconstructionism]: Tarihsel soruşturmanın üç büyük akımından (diğer ikisi kurmacı ve yapısökümcü tarih) biri. Yeniden-kurmacı tarihçiler ilk başta temel tarih yöntemi olarak bildik ampirizmin geçerliliğine ve pratiğine karşı tutumlarına bağlı olarak, geleneksel ampiristlerden pratik-gerçekçilere kadar uzanan bir yelpazeye yayılmıştır. Tarihçilerin delillerin kullanımına, göndermeselliğe vb. bağlı olduğu ve özellikle de Geçmişin yeniden kurgulanmasında dilin ve anlatının rolünü bilişsel öğeler olarak gördükleri düşünüldüğünde, bu akım için kesin bir niteleme yapmak zordur.
Göndermesellik [Referentiality]: Gerçeklikle (olay, kişi, şey, süreç) onun betimlenmesi (dilsel ifadesi) arasında sorunsuz ya da yeterli denkliğin büyük ölçüde var olduğuna dair genel bir inancı anlatmakta kullanılan bir terim. Yapısalcılığa göre, sözcükler gönderme yaptıkları şeylerle herhangi bir doğal yolla ilişki kuran gösterenler değildir -dünyayla sözcüğün ilişkisi keyfidir (toplumsal olarak kurulmuştur) ve sözcükler şeyleri bu keyfi ilişki içinde gösterir- ve dolayısıyla dilde varsayılan her türlü göndermesellik, uylaşımsal kullanım sonucunda dil içinde sabitlenmişlik sonucudur. Bu durum, göndermeselliğin en temel düzeyin ötesine geçtiği varsayılmadığı müddetçe olguların yoruma aktarılmasını içinden çıkılmaz hale getirir.
Görelik [Relativism]: Sabit bir mihenk taşına bakarak şaşmaz bir ölçme yapmanın imkânsız olduğu fikri pratikte, belirsizlik nosyonuna yol açar. Tarihte göreci tartışma, yeniden-kurmacılar ve onların istikrarlı ve objektif tarih idealinden esinlenen muhafazakâr ampiristlerle -ve/veya pozitivistlerle- yazdıkları tarihin geçmiş gerçeklik kadar o anlatının ve sunuşun ürünü olduğuna inananlar arasında yıllardır sürüp gider.
Temsil/Tasavvur [Representation]: Başka bir şeyi betimlemeyi ya da nitelemeyi amaçlayan her tür işaret, sözcük, tümce, söylem, resim, ses ya da eylem bir temsil/tasavvur edimidir. Hakikatin/doğrunun tekabüliyet teorisine göre, temsil/tasavvur bir benzetme olmaktan çok yansıtmadır. Tarihçiler açısından, temsil/tasavvur ampirizmin işlemesine imkân veren mekanizmaları oluşturmasıyla önemli bir kavramdır. Dilin genelde Geçmişin yeniden kurulması açısından yeterli bir temsil aracı olduğu yönünde işleyen bir varsayım vardır. Tarihin ampirist temeli, olguların edebi yapıntılar olduğu ve bütün metinler gibi dildeki gerçeklikle temsili arasındaki tartışmasız ilişkiye yönelik post-yapısal eleştiriye açık olduğu yolundaki yapısökümcü varsayıma karşı çıkar.
Gösteren-Gösterilen-Gösterge [Signifier-Signified-Sign]: Ferdinand de Saussure (1857-1913) tarafından önerilen yapısalcı dil modeline göre, sözcükler diğer sözcüklerden farklılıkları içinele belirlenen “göstergeler”dir ve nesnelerin/şeylerin gerçek dünyasıyla herhangi bir doğal bağları yoktur. Göstergeler gösteren ve gösterilenden oluşur; gösterenler sözcük ya da kavramlardır, nesnelerse gösterilen olarak temsil edilir. Gösteren-gösterilen gösterge ilişkisinin keyfi doğası toplumsal ya da kültürel oluşumundan gelir. Tarihçiler sözcükleri bunlar sanki tam anlamıyla göndermeler yapıyormuş gibi kullanırlar; oysa sözcükler, geniş ölçüde kabul edilen kültürel değerlerden kaynaklanan icat edilmiş anlamlara dayanırlar ve Michel Foucault’nun (1926-1984) iddia ettiğine göre, toplumsal yapılar içindeki kurumsallaşmış güç ilişkileriyle bağımlıdırlar " anlamdaki bu içkin belirsizlik, Jacques Derrida’nın, dilsel anlamda belli bir orijin olmadığı gerekçesiyle tarihsel açıklama olarak tam doğru anlatılar kaleme almanın imkânsız olduğunu savunmasına neden olmuştur.
Yapısalcılık [Structuralism]:En yüksek noktasına 1960’larda Fransa’da erişen geniş bir entelektüel hareket. Temeli, Ferdinand de Saussure’ün dilbilim çalışmalarına dayanan; bütün söylemler, kültürel biçimler, inanç ve davranış sistemleri arasındaki ilişkinin dilin yapısının model olarak kullanılmasıyla anlaşılabileceği fikridir. Bunun pratikteki anlamı, toplumsal anlam, insan bilincinin derinlerinde yatan ikiliklerin karşılıklı ilişkilerinden doğduğu ve gerçek dünyada gramer, mitler, cinsel ilişkiler vb yapısında belirdiğidir. Tarih açısından bunun anlamı ise tarihin verilerinin asıl olarak dilsel, zihinsel yapılarımız yoluyla anlaşılabileceği ve anlamın dışsal ampirik verilerde yatmadığıdır.
Bu kaçınılmaz olarak evrimci değişim nosyonunu, bilimsel objektifliği, tarafsız doğruluk/hakikat arayışını ve göndermeselliği töhmet altında bırakır. Yapısalcılığın post- yapısalcılık haline gelişi muhtemelen yapısökümcü tarih yazımına daha büyük etki yapmıştır.
Mecazî figürasyon [Tropelfiguration]: ‘Sözcüklerin, anlamı dönüştürmek ya da değiştirmek üzere kullanıldığı söz sanatları (asıl olarak metafor, metonimi, synecdoche ve ironi; ayrıca istihza, olumsuzundan anlatma, lafı dolandırma ve mübalağa gibi çeşitlerini de sayabiliriz). Saussure’ün ikili zıtlar yoluyla anlam yaratma olarak gördüğü ve Michel Foucault tarafından herhangi bir tarihsel dönemde ötekilik ya da farklılık olarak kullandığı anlamda mecaz insan düşüncesinin derinlerinde iş görür. Metahistory (1984) kitabında Hayden White (1928-) mecazı ve mecazlı anlatımı on dokuzuncu yüzyıl Avrupası’ndaki hâkim tarihsel tahayyül biçimlerini ayırmanın bir aracı olarak irdelemiştir. Kültürel düzleme yönelik kestirimlerde bulunarak, tarihsel tahayyülün derin ve yüzey yapılarını tespit edebiliriz. Mecaz süreci Marx’ın tarihsel değişimi bütünüyle açıklamanın temeli olarak aldığı altyapı-üstyapı metaforu gibi geniş kapsamlı metaforların üretilmesini içine alacak şekilde ya da parça-bütün/bütün-parça ilişkilerine dayanan başka tarihsel değişim modelleri yaratacak şekilde genişletilebilir. Böylelikle, denebilir ki, mecazlar her tarihsel dönemin ve anlatımının en orta yerinde yatmaktadır.
Tarihin Yapısökümü, Alan Munslov, Kitabın özgün adı: Deconstructing History (Routledge/1997), Ayrıntı Yayınları, 2000, Sözlük Bölümü.
A priori bilgi: Deneyden bağımsız bilgiyi varsayan popüler bir felsefi terim.
Argüman: Bir öncüller dizisi ve bu diziden çıkarılan sonuç. Eğer sonuç öncül(ler)den ya tümdengelimsel ya da tümevarımsal olarak çıkarılmışsa bir argümanın (doğru olup olmamasından bağımsız olarak) geçerli olduğu söylenir.
Metrik-tarih [Cliometrics]: Yorumu kolaylaştırmak için matematiğin ve istatistiğin geçmişe ait verilere uygulanması. 1960’larda, özellikle ekonomik tarihte popüler olmakla birlikte 1990’larda önemini yitirmiştir.
Bağlama [Colligation]: Tarihte, bariz olarak ayrı duran olaylar dizisini genel bir ilke ya da tanım altında bir araya getirerek açıklama süreci; örneğin, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl icatlarını bilimsel düşüncede devrim tanımı altında açıklamak. Bu süreç, olay akışı içindeki bir tarzı tespit eden öyküleştirmeye benzer; ama onunla özdeş değildir. Bağlamayı kabul edip öyküleştirme nosyonunu reddeden tarihçiler, -bağlamanın sonucunun- nedenlerin özdeşliği yüzünden Geçmişin, tarih olarak az ya da çok kesin bir yeniden kurgulanması olduğunu genellikle kabul ederler. Tehlikeli olan, tarihçilerin olayları ilişkilendirmekte aşırı düzenli olmaya kendilerini kaptırması olasılığıdır; gerçi yeniden-kurmacı tarihçiler anlamı bağlam amacıyla yaratmanın böylesi güçlüklerin üstesinden geleceğini ileri sürerler, ama tehlike yine de vardır.
Kurmacılık [Constructionism]: Tarihçilerin, geçmişteki olayları keşfetmek yerine önermeleri gerektiğini söyleyen akım. Yirminci yüzyılda kurmacılık en belirgin haliyle sınıf sömürüsü kurgusunu tarihsel anlayış için model olarak öneren Marksist okulda görülür. Annales okulu da alternatif demografik ve davranış teorileri ileri süren kurmacı bir tarih üretmişti. Kurmacı tarihçiler, diğer önemli iki kategoriden, yeniden-kurmacı ve yapısökümcülerden açık bir biçimde ayrılır.
Bağlam [Context]: Tarihte anlatılan olayların arkaplanı, anlam yaratımına yardımcı olan şeyin bilgisi. Pratikte bağlam, öteki olayların, olguların ve önceki koşulların çerçevesidir.
Hakikatin Tekabüliyet Teorisi [Correspondence theory of truth]: Önermeler olgulara tekabül ettiğinde doğrudur, diyen argüman. Neyin olgusal olduğunu belirlemek genelde zor olmakla birlikte, sözcüklerle dünya arasındaki bildik tekabüliyet (ya da yansıtma) fikri, ana akım yeniden- kurmacılara dahil edilebilecek birçok tarihçi için giderek tartışmalı da olsa çekici bir nosyon olarak varlığını korumaktadır.
Kapsayıcı Yasalar [Covering laws]: Amerikalı tarih felsefecisi Carl Hempel’in (1905-) geliştirdiği ve bir olayın, bir doğa ya da insan davranışı yasasından çıkarılabilmesi halinde açıklanabileceğini savunan bir tarihsel açıklama modeli. Aldığı biçim çoğu kez istatistiksel olabilirliktir.
Yazarın Ölümü [Death of theauther] : Roland Barthes’ın (1915-1980) ortaya attığı ve Michel Foucault’nun yaygın olarak kullandığı; kaynağı, yapısökümcü edebiyat araştırmaları olan bir yaklaşım. Bu yaklaşıma göre, bütün metinler yazarları önceler, yazarlar sadece kimin anlam üzerinde bir ayrıcalığı olamayacağını kurgular. Yapısökümcü tarihçi açısından delil, yazarın amaçladığı keşfedilebilir bir geçmiş gerçekliğe işaret etmekten çok, bir göstergeler ve yorumlar zinciri sunar.
Yapısökümcülük [Deconstructionism]: Metni anlamanın -yalnızca ve ayrıksı olarak- ampirizm dışsal gerçekliğine, Tanrıya, akla, ahlâka, objektifliğe ya da yazarın amacına (bkz. Yazarın Ölümü) yapılan göndermeye bağlı olmadığını ileri süren Jacques Derrida’nın (1930-) ortaya attığı bir terim. Mutlak anlamın doğduğu bir kaynağa ilişkin söz-merkezci nosyona karşı çıkarak; anlamın, keyfi ve mecazi/figüratif olarak üretildiği varsayımından yana tavır alır.
Yapısökümcü Tarih [Deconstructionist History]: Tarihte; olguculuk, yansız analiz, objektiflik, hakikat olarak dile getirilen ampirizmin geleneksel varsayımlarıyla; tarih, ideoloji, kurgu ve perspektif arasında süregiden bölünmeleri sorgulayan bir araştırma modeli. Yapısökümcü tarihe göre dil dilsel mecaz/figürasyon gücümüz yoluyla tarihsel delilleri düzene sokmak ve açıklamak için kullanılan kavramlar ve kategoriler kadar tarihin içeriğini de oluşturur.
Belirlenimcilik [Determinism] : Tarihsel süreçlerin birey ya da grup tercihleri veya etkileri ötesindeki güçlere göre yapılandığı, aslında bütün olayların istisnasız bir biçimde daha önceki olaylar tarafından belirlenen etkiler/sonuçlar olduğu nosyonu.
Farklılık! Erteleme [Différence/différance] : Yapısökümcü felsefeci Jacques Derrida’nın farklılaştırmak ve ertelemek anlamına gelen Fransızca bir fiil olan “différer” ile bir kelime oyunu yaparak ortaya attığı nosyon. Göstergeler arasında sonuçtaki anlam kayması, hakiki ya da orijinal bir anlam noktası ayırt edemeyeceğimiz anlamına gelir, yani orijinal bir anlam mekânı yoktur. Post-yapısalcılığın sonrasının merkezi bir argümanıdır bu.
Söylem {Discourse]: Bir metnin hem yazar(lar) hem de okur(lar) tarafından paylaşılan tutarlı bir anlam türetecek biçimde bağlamına oturtulması ya da sokulmasıyla ortaya çıkan sonuç. Paylaşılan bir dil alanı olarak söylem, kurumsal ve ekonomik gücün maddi ve ideolojik dünyalarında bulunan bir şey olarak, dil-ötesi boyutlara gönderme yapar.
Empati [Empathy]: Çoğunlukla, The Idea ofHistory kitabında Britanyalı tarihçi R. G. Collingwood (1889-1943) tarafından savunulan tarihsel yöntemle birlikte anılır ve tarihsel failin düşünceleri ve duygularıyla “temas halinde” olmak anlamına gelir. Duygusal ve entelektüel duruma giden bu yol, tarihsel delilleri geçmişte yaşamış insanların düşüncelerini kelimenin tam anlamıyla bilinen bağlamları içinde yeniden düşünerek yorumlamaktan geçer. Birçok yeniden-kurmacı tarihçiye göre, tarihi oluşturan, delillerle bağlam arasındaki bu empatik ilişkidir. Ayrıca, bkz. yorumbilim.
Ampirizm: Bilginin, tıpkı hayatı gözlemler ve deneyimlerken olduğu gibi, duyuların kullanılması ya da doğruluğu kanıtlanmış önermeler ya da argümanlar yoluyla elde edilmesi yöntemi. Anglo-Amerikan yeniden-kurmacı tarih yazımı geleneğinde, ampirizm “orada bir yerde” keşfedilmeyi bekleyen gerçekliğin objektif gözleminden yapılan çıkarımlara özel vurgu yapan merkezi yöntemdir. Ampirizmin karşısına çıkan sorun, düşüncenin yalnızca deneyimden çıkmaması, düşüncenin aslında deneyimlerimizi örgütlemek ve anlamlandırmak için yararlandığımız kavramları ya da zihinsel kategorileri sağlamasıdır. Bu, kaçınılmaz olarak şöyle bir soruya yol açar: Gözlemlerimizin pekâlâ sadece zihnimizden ve sezgilerimizden çıkan kurgular olabileceği düşünüldüğünde, “orada bir yerdeki” gerçekliği doğru bir biçimde nasıl bilebiliriz? Çoğu ampirist ile ılımlı ya da pratik-gerçekçi yeniden-kurmacı, günümüzde orta bir yolu kabul etmektedir; buna göre, biz gözlemde bulunuruz hem de a priori bilgiyi uygun biçimde ve yardımcı olarak kullanarak enformasyonu zihinsel olarak işleme tabi tutarız. Ampirizm elbette a priori bilginin inkârı biçimini de alabilir.
Öyküleştirme [Emplotment]: Herhangi bir tarihsel ya da daha doğrusu kurgusal anlatının anlamını veren öyküleştirme (hikâye hattı ya da öykü yapısı), yani olayların ve bu olaylara ilişkin nedensel, bağlamsal bağlantıların bir anlatısı. Tarihçinin rolü olaylar dizisini (bu oldu, o halde şu) özel türden -romantik, komik, trajik, satirik ya da bunların bir kombinasyonu- bir hikâyeye dönüştürmektir. Tarihçinin yöntembilimsel eğilimine bağlı olarak, öyküleştirme, anlamı keşfetme ya da olaylara bir anlam dayatma niyetiyle üretilir. Bütün tarihler öykülendirilmiştir.
Aydınlanma [Enlightenment]:Modem çağın tohumlarının ekildiği, yaygın bir entelektüel, kültürel ve teknolojik/bilimsel hareket. On yedinci yüzyılda (Francis Bacon, John Locke ve Thomas Hobbes’la birlikte) İngiltere’de başlamış ve on sekizinci yüzyılda (Descartes, Voltaire, Diderot ve Lessing’le birlikte) Fransa ve Almanya’da sona ermiştir. Avrupa düşüncesi, bilimde pozitivizm ve deneycilik gibi yeni kavramların kabulüyle, doğal olguların gözlenmesi ve açıklamayı geliştiren akıl ve aklilikle, (halk egemenliği ve fırsat eşitliği gibi önemli üstünlükleriyle liberal doktrinin ortaya çıkışı temelinde) güç yerine sözleşme yoluyla yönetim üzerine yeni fikirlerle ve akla dayalı bir ekonomik mekanizma olarak yeni bir piyasa kavramıyla birlikte gelen bu büyük teknolojik ve bilimsel değişim çağında biçimlenmiştir. Bu düşüncenin tarihe etkisi, ilerlemenin ve insanın mükemmelleşmesinin kaydı olacak bir disiplinin yaratılmasıdır. Belki de Aydınlanma’nın nihayetinde yarattığı düşünce, izleyen yüzyıllarda özellikle de şimdiki (postmodern) çağda kendi merkezi meziyetlerini sorgulamaya hız vererek, kendi üzerinde düşünme halini almıştır.
Epistem [Episteme]: The Order ofThings adlı kitabında Michel Foucault (1924-1984) bu terimi bir kültürün verili bir tarihsel dönemde bilgiyi nasıl edindiğini ve örgütlediğini anlatmak için kullanır. Epistem bütün ayrı söylemleri (dinsel, bilimsel, tarihsel, tıbbi, vb.) böylesi bir bilginin nasıl edinildiği ve düzenlendiğine ilişkin bir dizi ortak varsayıma dayanan az ya da çok tutarlı düşünce yapısı içinde bağlantılandırır. Ortak varsayımlar insan bilincinin derinliklerinde yer alan ve tarihçilerin öyküleştirme biçimlerine temel oluşturan mecazlaştırma süreci mecaz/figürasyon aracılığıyla sabitlenir. Böylelikle bilgi, Foucault’ya göre on altıncı yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar var olan dört ayrı tarihsel epistemin her biri içinde ayrı ayrı örgütlenmiştir. Tarihçi açısından, bu varsayımlar ya da tutumlar her bir çağın egemen anlatısal temsil formunu karakterize ettiği gibi, metaforik benzerlik ya da benzemezlik kodlamalarımız yoluyla anlatılarımızda sergilenir ve delillerdeki “gerçekliğe” vakıf oluşumuzu etkiler.
Epistemoloji [Epistemology): Bilgi teorisi. Ampirizm ya da a priori bilgi gibi çeşitli mekanizmalar/yöntemler yardımıyla bilginin nasıl kurulduğu, (bildiğimiz değil de) inandığımız şeyi nasıl doğrulayabileceğimiz ve bilgi edinmekteki kuşkuculuk bu teorinin ilgi alanına giren bazı başlıklardır. Epistemoloji hâlâ felsefecilerin ana ilgi alanlarından biridir ve tarih yöntemi olarak ampirizmin tartışmalı rolü yüzünden tarihçiler arasında giderek daha fazla ilgi görmektedir.
Delil [Evidence]: Geleneksel olarak, tarihsel açıklamanın üzerine kurulduğu hem belgesel (birincil) hem de tarihçiler tarafından yazılmış (ikincil) kaynaklar. Deliller, çıkarım yoluyla yorumlanan, sahiciliğine kanıt oluşturan bir başlangıç doğrulaması ve karşılaştırmayla ya da bir bağlama yerleştirilerek olgu(lar) haline getirilmişlerdin
Olgu [Fact]: Olgu kavramı karmaşık ve tarihçiler arasında tartışmalıdır. Geleneksel olarak, bir olgu, tarihçilerin gerçeklikle anlatımın tekabüliyet üzerinde fikir birliğine vardıkları -Waterloo Savaşı 1815 yılında oldu gibi- bir fiili ve tartışmasız olay, toplumsal eylem süreci ya da parçasıdır. Bu basit olgusal önerme düzleminin ötesinde tarihçiler hemen yorum alanına girerler. Olgu(lar) ne işimize yarar? Onları nasıl birbirine bağlarız? Onları nasıl öyküleştirir/anlatı haline getiririz? Onları nasıl sıralar ve açıklarız? Delillere ilişkin bu genel sorunların -sahiciliği kuşkulu ya da güvenilmez (yazarları yalan söylemiştir (!)) olabildiği gibi, ortada delil denebilecek bir şey de olmayabilir- ötesinde tarihçilerin olguları belirlemekte birçok güçlüğü vardır. Bir olgunun kuruluşuyla alakasız delilleri ayırmak için yüklemeci tarihçi hangi kriteri kullanacak? Çıkarım, olguların tespitinde ne kadar güvenilir bir yöntemdir? Bütün tarihçilerin bir olguyu tespit etmek için delilleri bir hipotez karşısında “test eden” kurmacı mı olması gerekir? Gösteren-gösterilen-gösterge denkleminin güvenilmez doğası nereden gelir?
Yorumbilim [Hermeneutics]:LiteTal anlamda bir metni (delili) yorumlama sanatıdır. Incil’i yorumlamak için Reform sonrası Protestanlar tarafından kullanılan teknik bir beceri olan modern yorumbilim, Friedrich Schleirmacher’ın (1768-1834), metinleri gramatik olarak ve onları yazarken yazarların neyi amaçlamış olabileceklerini (gramatik ve psikolojik unsurlar) anlama çabalarıyla doğdu. Yorumbilimsel çember, metinle yazar arasındaki ilmektir. Bir yorumlama süreci olarak yorumbilim Wilhelm Dilthey (1833-1911) tarafından delilin yazarının muhtemel niyetleriyle bizim kendi deneyimlerimiz arasında kurulan benzerlikleri içine alacak şekilde genişletildi. Bu R. G. Collingwood’un empati nosyonunun temelini oluşturdu. Yirminci yüzyılda Martin Heidegger (1889-1976), yorum-bilimi, yorumcular olarak bizim kendi benliğimizin ve varoluşumuzun yorumlanmasını içine alacak şekilde daha da genişletti.
Tarihsel Yorum [Historical In te rpretation]: İçeriği anlaşılır ve/veya makul kılan geçmiş olaylar, oluşlar, metinler ve insanlar hakkındaki anlatı biçimindeki açıklama. Sürecin belli bir noktasında delillerin ve tarihsel yöntemin tarihçiler tarafından nasıl tanımlandığının; yani çıkarım, bağlama, bağlamsallaştırma, öyküleştirme, argüman, yükleme yapma, empati vb. yöntemlerden hangisinin/hangilerinin kullanıldığının bütün veçheleriyle inceden inceye ele alınması gerekir.
İdeoloji [Ideology]: Bir grup bilinci veren ya da yaratan toplumsal olarak üretilmiş tutarlı fikirler dizisi. İdeoloji zamana ve yere özgüdür. Egemen bir açıklama ve aklileştirme tarzı olarak kurulmuş olan ideoloji topluma yedirilmeli ve medya, Kilise, eğitim ve hukuk gibi toplumsal ve kurumsal çeşitli mekanizmalar tarafından yayılmalıdır. Bazı düşünürlere göre ideoloji, anlatı yapıları (yazılı tarih dahil), davranış kodları ve inanç kalıpları gibi bütün toplumsal yapıntılarda bulunacaktır. Marksist teoriye göre ideoloji bilerek ekonomik sömürü gerçeğini gözlerden gizler ve böylelikle kapitalist toplumun ekonomik ilişkilerinin doğal ve meşru görünmesini sağlayarak egemen toplumsal sınıfın otoritesini yansıtır ve savunur.
Dayatmacılık [Impositionalism]: Tarihçilerin tarih olarak Geçmişin kuruluşuna katılmaları süreci. Naif gerçekçiler tarafından tarihsel faaliyetin yozlaşması olarak reddedilmekle birlikte, pratik-gerçekçiler ve yapısökümcü tarihçiler tarihçiyle kaynakları arasındaki diyaloğun kaçınılmazlığını kabul eder. Özellikle de yapısökümcüler, tarihsel yorumun fikirleri düzenlemek, delilleri ayıklamak ve geçmişe açıklayıcı bir öykü ya da argüman dayatmak anlamına geldiğini kabul eder. Buradan, tarihsel bilginin geçmiş gerçekliğe doğrudan nüfuz edemeyen dilsel bir metin olarak üretildiği sonucu çıkar.
Tümevarım/Tümdengelim (¡nductionldeduction]:Tümevarım parçadan bütünün çıkarımına dayanan bir açıklama biçimidir ya da alternatif olarak, gözlenen anlardan genellemeler yapmak olarak tanımlanabilir. Bu, tarihsel açıklamanın geleneksel ya da bildik biçimidir. Tümdengelim bir sonucun, mantıksal olarak bir dizi öncülden çıkmasını gerektiren açıklamadır. Pratikte, çoğu tarihçi açıklamada iki yöntemi de kullanır.
Çıkarım [Inference]:Taze enformasyona dayanarak, bir inanç kalıbından diğerine geçmekten oluşan düşünce süreci. İlk akla gelen iki biçimi tümevarım ve tümdengelimdir.
Dilsel Hamle [Linguistic turn]: Yirminci yüzyıl Batı düşüncesinde, bilgiye giden yolun şaşmaz bir biçimde dilde ve dil aracılığıyla temsil biçimleri ve söylemin rolü etrafında dolandığını vurgulayan birçok akımı betimleyen, ama özellikle post-yapısalcı düşüncede rastlanan bir şemsiye terim. Dilsel hamle, özne konumları kadar gerçeklik-etkisinin de dil içinde yaratıldığı anlamına gelecek şekilde, dilin geçirimsizliği ve mecazi özelliğinde odaklanır.
Söz-merkezcilik [Logocentrism]: Dilden bağımsız olarak anlamın herhangi bir sabit noktası ya da merkezinin olabileceği ve/veya dilin (özellikle konuşulan dilin) gerçekliği sahiden temsil edebileceği fikrini eleştirmek üzere tarihte, edebiyatta ve felsefede yapısökümcülüğü savunanlar -başta Jacques Derrida olmak üzere- tarafından sıkça kullanılan bir terim.
Üst-anlatı [Meta-narrative]: Literal anlamda bir anlatı hakkındaki anlatılar; terim The Postmodern Condition: A Report on Knowledge (1984) adlı kitabında Jean-François Lyotard (1924-) tarafından kullanılmıştır. Bu kitapta Lyotard üst-anlatıların ya da büyük-anlatıların, bilgiyi nasıl edindiğimiz ve böylelikle insan ilerlemesi ve tarihi nasıl anladığımız hakkında anlatılan hikâyelerin (Hegelcilik, Marksizm, liberalizm, Aydınlanma) postmodern çağda artık yararlılıklarının sonuna geldiklerini savunur. Hakikati ölçebileceğimiz ya da güven altına alabileceğimiz evrensel köşe taşları olarak böylesi büyük hikâyelere artık bağlı kalamayışımız postmodern durumumuzun özelliğidir. Elimizde kendi meşruiyetlerini kendileri sağlayan sayısız “küçük anlatı”dan başka bir şey kalmamıştır aslında.
Modernizm/Modernist: Tarihsel bakımdan modernizm sanatlarda, kültür ve edebiyatta genel olarak Aydınlanma’nın pozitivist, objektif, akılcı, ampirist ve göndermeselci kesinliklerini eleştiren bir on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl hareketini anlatır. Felsefenin bakış açısından, modernizm René Descartes’ın (1596-1650) kavrayışta aklilik arayışıyla başlatılır ve böylelikle on yedinci ve on sekizinci yüzyıl Aydınlanmasıyla aynı anlamda değerlendirilir. Michel Foucault (1926-1984) Modern epistemin, hem toplumsal deneyimin ürünü hem de tümevarım yoluyla bilginin kurucusu olarak insanla birlikte insanlık için epistemolojik bir çelişki ürettiğini savunur.
Anlatı [Narrative]: Olayların ve insan eylemlerinin meydana gelişini anlatmakta kullanılan bir açıklama yapısı. En temelinde, tarihsel anlatı bir bağlama aracıdır, çünkü şeylerin “bu oldu, öyleyse şu” gibi neden sonuç ilişkisine göre nasıl, hangi düzen içinde olduğunu açıklar. Tarihsel anlatı seçilmiş bir öyküleştirme etrafında kurulduğunda, tarihsel anlayışın aktarılması ve muhtemelen oluşumu için ilk akla gelen araç haline gelir. Sıklıkla tartışma konusu olan şey tarihsel anlatının ne oranda fiili olarak olduğu haliyle gerçekliğe denk düşebileceği, yani o belli hikâyeyi anlatmaya muktedir olup olmadığıdır.
Yeni Tarihselcilik [New Historicism]: 1980’lerin başından günümüze kadar süren ve edebi metinlerin tarihsel bağlamları içinde ele alınmasına yönelik ilginin yeniden canlanması. Yeni tarihselcilik tarih yazımı açısından önemlidir, çünkü Geçmişin maddi dünyasını yeterince temsil etme kapasitesine sahip tartışmasız bir araç olarak dilin sağlamlığından kuşku duyan post-yapısalcı edebiyat eleştirisine dayanır. Bu akım da tarih metninin geniş toplumsal ve kurumsal bağlam içinde metinler arası üretildiğini ve sonuç olarak ampirik deneyler yoluyla doğrulanacak açıklama teorileri olmadığı gibi keşfedilecek mutlak ya da aşkın hakikatlerin olmadığını da kabul eder. Olgusal ve kurgusal metinler arasındaki pratik farklılık da böylelikle sorun haline gelmiş olur.
Pozitivizm: Fransız sosyolog Auguste Comte’ün (1798-1857) teolojiyle başlayıp metafizikle süren ve bilimsel ya da pozitif aşamayla sona eren, üç aşamalı büyük İlerlemeci tarihsel evrim teorisinin parçası olarak geliştirilmiş bir bilgi teorisi. Comte’ün gözünde, kendi başlattığı son aşamanın özelliği: aynı fenomenler arasındaki ilişkinin kanıtlanabilirliği ya da ampirik ölçümü ve kestirilebilirliğidir. Yerleşik ampirizm nosyonlarının bir uzantısı olarak pozitivizm doğal fenomenler hakkında spekülasyon yapılmamasında ısrar eder. Pozitivizm bilimsel yöntemin tektipliliğini varsaydığı için, bilimsel sosyoloji içinde insan davranışının analitik araştırılmasına imkân verir. Tarihçi için pozitivizmin mirası kurmacılığın kaba biçimlerinde çok açık görünür; buna göre tarihçiler öyle deliller ortaya koymalıdır ki muhakeme becerimizle insanın davranış yasalarına (kapsayıcı yasalar) göre işleyen kuşku götürmez olguları yaratsın. Tarihçinin kendi adına hiçbir yüklemeciliğe düşmeden bunu objektif olarak yaptığı varsayılır.
Postmodernizm: Aydınlanma ve onun kültürel ürünü modernizmin çeşitli eleştirileri ve yarattığı tepkilerin bir anlatımı olarak birçok farklı bağlamda (tarih, resim, edebiyat, mimari, moda, müzik) kullanılan bir terim. ' Jean-François Lyotard’ın The Postmodern Condition: A Report on Knowledge (1984) adlı kitabında ifade ettiğine göre, postmodemizmi niteleyen şey, özellikle insan tarihi ve ilerlemesini açıklamak için modern tarihsel çağda gündeme gelen her şeyi içine alan büyük ya da üst-anlatıların reddidir. Sonuç, postmodern çağ, diğer çağlardan -post-yapısalcılıktan da esinlenerek- aşkın gerçekliklerin, sabit anlamların, olguların ve hakikatin tekabüliyet teorisinin reddiyle ayrılır. Anlamaya belli bir yaklaşım olarak postmodernizm başka birçok şeyle birlikte şunları doğurur: Geçici inançlar, şimdicilik, görecilik, gerçeklik-etkisi, tarihte ve edebiyatta yapısökümcülük ve özdüşünümcülük, göndermesellik hakkındaki kuşkular ve temsilin yeterli bir tarzı olarak anlatının nihai başarısızlığı. Postmodernizm kuşku ve belirsizliği yüreklendirir, hiyerarşi ve otoriteye kafa tutar ve “öteki”nin meşru kabul edilmesine destek verir.
Post-yapısalcılık [Post-structuralism]: İddiaya göre, postmodernist hareketin bir parçası olarak yapısalcılığın ardından (ve ona bir tepki olarak) ortaya çıkan akım. Tarih yazımı ve kavrayışında dilsel dönüş denen şeye esin kaynağı olan post-yapısalcı akım, kültürel ve entelektüel form olarak dilin güç ilişkileri için mübadele aracı (örn. Michel Foucault güç/ bilgi) ve “hakikat”in nihai kurucusu olduğunda ısrar eder. Post- yapısalcı akımın soy kütüğü Friedrich Nietzsche (1844-1900), Benedetto Croce (1866-1953), Martin Heidegger (1889-1976), Hans-Georg Gadamer (1900-), Jacques Derida, Michel Foucault ve Julia Kristeva gibi çeşitli filozof ve dilsel düşünürlerin eserlerine kadar uzanır.
Gerçeklik-etkisi [Reality-effect]: “The Discourse of History” (1967) makalesinde Roland Barthes tarafından etraflı bir biçimde ele alınan bir kavram. Barthes, tarihle dil arasındaki bağlantının, deliller ve bu delillerin tarihsel olgular olarak kuruluşu arasındaki herhangi bir sahici denkliğe dayanmadığını ileri sürer. Bu argümanının anlamı şudur: Tarihçinin fiilen olmuş bitmiş bir şey olarak geçmiş dediği şey, doğrunun/ hakikatin tekabüliyet teorisinin geçmişi yeterli oranda yeniden kurmamıza imkân verdiğine ilişkin varsayımlarımızın yarattığı bir gerçeklik-etkisidir sadece. Sonuç olarak, tarihsel hakikat fikri yapısökümcü tarihçiler açısından daha da sorunlu bir hale gelir.
Yeniden-kurmacılık [Reconstructionism]: Tarihsel soruşturmanın üç büyük akımından (diğer ikisi kurmacı ve yapısökümcü tarih) biri. Yeniden-kurmacı tarihçiler ilk başta temel tarih yöntemi olarak bildik ampirizmin geçerliliğine ve pratiğine karşı tutumlarına bağlı olarak, geleneksel ampiristlerden pratik-gerçekçilere kadar uzanan bir yelpazeye yayılmıştır. Tarihçilerin delillerin kullanımına, göndermeselliğe vb. bağlı olduğu ve özellikle de Geçmişin yeniden kurgulanmasında dilin ve anlatının rolünü bilişsel öğeler olarak gördükleri düşünüldüğünde, bu akım için kesin bir niteleme yapmak zordur.
Göndermesellik [Referentiality]: Gerçeklikle (olay, kişi, şey, süreç) onun betimlenmesi (dilsel ifadesi) arasında sorunsuz ya da yeterli denkliğin büyük ölçüde var olduğuna dair genel bir inancı anlatmakta kullanılan bir terim. Yapısalcılığa göre, sözcükler gönderme yaptıkları şeylerle herhangi bir doğal yolla ilişki kuran gösterenler değildir -dünyayla sözcüğün ilişkisi keyfidir (toplumsal olarak kurulmuştur) ve sözcükler şeyleri bu keyfi ilişki içinde gösterir- ve dolayısıyla dilde varsayılan her türlü göndermesellik, uylaşımsal kullanım sonucunda dil içinde sabitlenmişlik sonucudur. Bu durum, göndermeselliğin en temel düzeyin ötesine geçtiği varsayılmadığı müddetçe olguların yoruma aktarılmasını içinden çıkılmaz hale getirir.
Görelik [Relativism]: Sabit bir mihenk taşına bakarak şaşmaz bir ölçme yapmanın imkânsız olduğu fikri pratikte, belirsizlik nosyonuna yol açar. Tarihte göreci tartışma, yeniden-kurmacılar ve onların istikrarlı ve objektif tarih idealinden esinlenen muhafazakâr ampiristlerle -ve/veya pozitivistlerle- yazdıkları tarihin geçmiş gerçeklik kadar o anlatının ve sunuşun ürünü olduğuna inananlar arasında yıllardır sürüp gider.
Temsil/Tasavvur [Representation]: Başka bir şeyi betimlemeyi ya da nitelemeyi amaçlayan her tür işaret, sözcük, tümce, söylem, resim, ses ya da eylem bir temsil/tasavvur edimidir. Hakikatin/doğrunun tekabüliyet teorisine göre, temsil/tasavvur bir benzetme olmaktan çok yansıtmadır. Tarihçiler açısından, temsil/tasavvur ampirizmin işlemesine imkân veren mekanizmaları oluşturmasıyla önemli bir kavramdır. Dilin genelde Geçmişin yeniden kurulması açısından yeterli bir temsil aracı olduğu yönünde işleyen bir varsayım vardır. Tarihin ampirist temeli, olguların edebi yapıntılar olduğu ve bütün metinler gibi dildeki gerçeklikle temsili arasındaki tartışmasız ilişkiye yönelik post-yapısal eleştiriye açık olduğu yolundaki yapısökümcü varsayıma karşı çıkar.
Gösteren-Gösterilen-Gösterge [Signifier-Signified-Sign]: Ferdinand de Saussure (1857-1913) tarafından önerilen yapısalcı dil modeline göre, sözcükler diğer sözcüklerden farklılıkları içinele belirlenen “göstergeler”dir ve nesnelerin/şeylerin gerçek dünyasıyla herhangi bir doğal bağları yoktur. Göstergeler gösteren ve gösterilenden oluşur; gösterenler sözcük ya da kavramlardır, nesnelerse gösterilen olarak temsil edilir. Gösteren-gösterilen gösterge ilişkisinin keyfi doğası toplumsal ya da kültürel oluşumundan gelir. Tarihçiler sözcükleri bunlar sanki tam anlamıyla göndermeler yapıyormuş gibi kullanırlar; oysa sözcükler, geniş ölçüde kabul edilen kültürel değerlerden kaynaklanan icat edilmiş anlamlara dayanırlar ve Michel Foucault’nun (1926-1984) iddia ettiğine göre, toplumsal yapılar içindeki kurumsallaşmış güç ilişkileriyle bağımlıdırlar " anlamdaki bu içkin belirsizlik, Jacques Derrida’nın, dilsel anlamda belli bir orijin olmadığı gerekçesiyle tarihsel açıklama olarak tam doğru anlatılar kaleme almanın imkânsız olduğunu savunmasına neden olmuştur.
Yapısalcılık [Structuralism]:En yüksek noktasına 1960’larda Fransa’da erişen geniş bir entelektüel hareket. Temeli, Ferdinand de Saussure’ün dilbilim çalışmalarına dayanan; bütün söylemler, kültürel biçimler, inanç ve davranış sistemleri arasındaki ilişkinin dilin yapısının model olarak kullanılmasıyla anlaşılabileceği fikridir. Bunun pratikteki anlamı, toplumsal anlam, insan bilincinin derinlerinde yatan ikiliklerin karşılıklı ilişkilerinden doğduğu ve gerçek dünyada gramer, mitler, cinsel ilişkiler vb yapısında belirdiğidir. Tarih açısından bunun anlamı ise tarihin verilerinin asıl olarak dilsel, zihinsel yapılarımız yoluyla anlaşılabileceği ve anlamın dışsal ampirik verilerde yatmadığıdır.
Bu kaçınılmaz olarak evrimci değişim nosyonunu, bilimsel objektifliği, tarafsız doğruluk/hakikat arayışını ve göndermeselliği töhmet altında bırakır. Yapısalcılığın post- yapısalcılık haline gelişi muhtemelen yapısökümcü tarih yazımına daha büyük etki yapmıştır.
Mecazî figürasyon [Tropelfiguration]: ‘Sözcüklerin, anlamı dönüştürmek ya da değiştirmek üzere kullanıldığı söz sanatları (asıl olarak metafor, metonimi, synecdoche ve ironi; ayrıca istihza, olumsuzundan anlatma, lafı dolandırma ve mübalağa gibi çeşitlerini de sayabiliriz). Saussure’ün ikili zıtlar yoluyla anlam yaratma olarak gördüğü ve Michel Foucault tarafından herhangi bir tarihsel dönemde ötekilik ya da farklılık olarak kullandığı anlamda mecaz insan düşüncesinin derinlerinde iş görür. Metahistory (1984) kitabında Hayden White (1928-) mecazı ve mecazlı anlatımı on dokuzuncu yüzyıl Avrupası’ndaki hâkim tarihsel tahayyül biçimlerini ayırmanın bir aracı olarak irdelemiştir. Kültürel düzleme yönelik kestirimlerde bulunarak, tarihsel tahayyülün derin ve yüzey yapılarını tespit edebiliriz. Mecaz süreci Marx’ın tarihsel değişimi bütünüyle açıklamanın temeli olarak aldığı altyapı-üstyapı metaforu gibi geniş kapsamlı metaforların üretilmesini içine alacak şekilde ya da parça-bütün/bütün-parça ilişkilerine dayanan başka tarihsel değişim modelleri yaratacak şekilde genişletilebilir. Böylelikle, denebilir ki, mecazlar her tarihsel dönemin ve anlatımının en orta yerinde yatmaktadır.
Tarihin Yapısökümü, Alan Munslov, Kitabın özgün adı: Deconstructing History (Routledge/1997), Ayrıntı Yayınları, 2000, Sözlük Bölümü.
Alan Munslov |
Ne güzel bir blog, emeğinize sağlık.
YanıtlaSil