12 Kasım 2020 Perşembe

Anarşizm: Ursula K. Le Guin'in Yorumuyla

Ursula "Devrimden Önceki Gün" isimli öyküsünün önsözüne aşağıdaki kısa yazıyı yazmış.


Mülksüzler adlı romanım kendilerine Odocular adını veren küçük bir dünya dolusu insan hakkındadır. Adlarını, toplumlarının kurucusu olan, bu romanda geçen olaylardan birkaç nesil önce yaşamış, dolayısıyla burada anlatılan olaylarda fiilen yer almayan fakat her şeyi başlatan kişi olması sebebiyle varlığı örtük olarak her satırda hissedilen Odo’dan almışlardır.

Odoculuk, anarşizmdir. Cebinde bombayla gezmek, yani terörizm anlamında bir anarşizm değil, zira kendini hangi isimle yüceltmeye çalışırsa çalışsın bunun adı terörizmdir. Aşırı sağın sosyal-Darwinci ekonomik “liberteryanizmi” anlamında bir anarşizm de değil, ilk ifadesini erken Taocu düşüncede bulan ve Shelley, Kropotkin, Goldman ve Goodman tarafından yorumlanan anarşizm. Anarşizmin başlıca hedefi otoriter Devlet’tir (ister kapitalist, ister sosyalist olsun); başlıca ahlaki ve pratik ilkesi işbirliğidir (dayanışma, yardımlaşma). Tüm siyasal teoriler arasında en idealist olanı ve bana göre en enteresan olanıdır.

Bu teoriyi, daha önce yapılmadığı üzere, bir roman kurgusu içine yerleştirmek, kendi adıma, aylar boyunca bütün zamanımı ayırmamı gerektiren uzun soluklu ve zor bir işti. Bitirdiğimde kendimi kaybolmuş, sürülmüş, yerinden edilmiş hissediyordum. Bu yüzden, Olasılık Körfezi’nin ötesinden, gölgelerin içinden çıkıp gelerek bir öykü -yaratmış olduğu dünya hakkında değil, kendisi hakkında bir öykü— yazmamı istediği için Odo’ya minnettarım.

Bu öykü, Omelas’ı ardında bırakıp gidenlerden biri hakkındadır. 


[Öykü 1974 tarihlidir]


Devrimden Önceki Gün, Ursula K. Le Guin, İnka Kitap, Ekim 2019, Çeviren: Ayberk Erkay

29 Ekim 2020 Perşembe

Gargantua ve Rabelais


Ortaçağ denilen dönemle Rönesans diye adlandırdığımız uyanış çağı arasında kesin bir ayrım yapmak, tarih anlayışını basite indirgemek, insanlığın gelişmesindeki tutarlı ve kapsamlı süreci sınırlara, kalıplara sokmak olur. İnsanlık birdenbire mi uyanmış, neye uyanmış? Karanlığın egemen olduğu uzun bir süreden sonra, insana gözlerini açmış, bedeni ve ruhu ile tüm insana yönelmiş deniyor. Bu yöneliş de Yunan-Latin ilkçağının dünya görüşüne ve o görüşün ürünleri olan yazın ve sanata dönüşle gerçekleşmiş. Bir Brueghel, bir Jerome Bosch insanı görmemiş göstermemiş de bir Michelangelo ya da bir Raphael mi daha iyi, daha tamam, daha gerçek olarak görmüş ve göstermiş? Özde belirgin bir ayrılık olmasa gerek ortaçağın görüş ve davranışı ile uyanış çağı insanının özlem ve eğilimleri arasında. Her ikisi de, ister Tanrılı ister Tanrısız olsun, insana dönüktür aslında, insanlığın her çağı gibi. Bu iki dönemin geleceğe seslenişindeki asıl ayrılığı ve bu ayrılığın asıl nedenlerini araçlarda aramalı. Çağların yüzünü değiştiren araç burada matbaadır. Ortaçağ da Latince bilir, ilkçağın yazın ve sanat ürünlerini canlı tutmak için el emeği harcamış, göz nuru dökmüştür. Geleneği sürdürmek, bilgi verilerini çağdan çağa aktarmakta eşi bir daha görülmedik bir çaba ile başarıya ulaşmıştır. Avrupa’yı bir boydan bir boya kaplayan manastırlar on, on dört yüzyıl sürece karınca yuvası gibi kaynamasaydı, mum ışığında inci dizer gibi dizmeselerdi binlerce el yazmasını, Homeros’tan, Vergilius’tan, Heredot ya da Plinius’tan eser mi kalırdı uyanış çağına? Ortaçağın canlılığı bir bakıma ilkçağdan da daha göz kamaştırıcıdır. Bir oluş ki, topraktan fışkıran özgün değerleri dile getirmek, biçimlendirmek için insanın devinmesini baş döndürücü bir hızla canlandırır. En ufak taşına varıncaya dek kuyumcu eliyle işlenmiş katedral denilen o gökdelenleri bir düşünün, Tanrı için üst üste dizilmiş birer sırça saray diyeceksiniz, evet ama insan hep kendini aşan bir varlık uğruna yaratır büyük eserlerini, ölümsüzlüğe ulaşarak dile gelen tek varlık ise gene kendisidir, insandır. İnsanlığın insana en çok inanmış dönemlerinden biridir ortaçağ, onu karanlık görmekte haksızlık eder tarihçiler. Hele dil ve yazın konusunda ortaçağdan daha pırıltılı bir dönem düşünülemez: Fıkır fıkır kaynamaktadır kazan, Latincenin attığı tohumlar ulusal düzeyin gün gün oluşan ürünlerini gökkuşağının renklerinden daha da ayrıntılı bir cümbüş içinde serer gözümüzün önüne.

Bu diller korkunç bir zenginlikle karşımıza çıkıyorsa on altıncı yüzyıl Fransızca, İtalyanca ya da İspanyolcasında, yüzyıllar süren yeraltı akışının basılmış kitapla yeryüzüne fışkırmasındandır. Evet, korkunçtur ortaçağdan yeniçağlara geçişte insan düşüncesinin oluşumu. Rabelais’in deyimiyle “horrifique” (dehşet salan) ve “espouvantable” (korkunç) diye nitelendirilebilir. İnsanın dev büyüklüğü karşısında duyulan şaşkınlık ve korku.

10 Eylül 2020 Perşembe

Sera Etkisi Nedir? Karbondioksit Salımı Neden Önemli?

 BiLiM ve TEKNiK (72) Temmuz 2008


Sera Etkisi 

Güneşin yaydığı ışınlar dünyayı ısıtırken, yerküre; güneşten aldığı enerjinin önemli bir bölümünü ısı enerjisi olarak yeniden atmosfere yollar. Atmosfer, oksijen ve azot dışında su buharı, karbondioksit, metan, azot oksit, ozon ve kloroflorokarbonlar gibi başka gazlar de barındırır. Bunların miktarı az olsa da etkileri çok büyük. Atmosferde bu gazlar bulunmasaydı, yerkürenin ortalama sıcaklığı canlı yaşamının olanaksız olduğu – 18°C gibi bir değerde olurdu. Oysa bu gazların atmosferdeki varlıkları sayesinde yerkürenin ortalama sıcaklığı 15°C. Bu gazlar, Güneş’ten gelen ışınlar atmosfere geri yollanırken devreye girer; geri gönderilen ışınları soğurur ve ısı olarak yeniden atmosfere yayarlar. Tıpkı doğal bir seraya benzediği için bu etkiye sera etkisi, buna yol açan gazlara da sera gazları denir.


Karbondioksit Neden Önemli? Atmosfere her yıl toplam 30 milyar ton CO2 salınıyor. Bunun

%46’sı enerji tüketimi, 

%24’ü sanayi etkinlikleri,

%18’i ormansızlaşma,

%9’u tarım ve

%3’ü de başka nedenlerden kaynaklanıyor. 

26 Mart 2020 Perşembe

Voynich Kodeksi

Dilara Kahyaoğlu

Voynich Codex'i, sahaf Wilfrid Voynich tarafından 1912'de keşfedilen gizemli, tuhaf figüratif resimlerle ve yazılarla dolu bir el yazması kitaptır. Benzersiz sembolleri ve metinleri, dünyaca ünlü kriptologların çeviri girişimlerine meydan okuyarak, çözülemeden bugüne kadar gizemini korumuştur.

Kodeks, ansiklopediktir ve yaklaşık 359 bitki veya bitki parçası görüntüsü içerir, bu da onu temelde resimli bir bitki kitabı yapar. Ama bundan çok daha fazlası vardır. Voynich Kodeksi, garip su tesisatı olan havuzlarda çoğunlukla çıplak olan 500'den fazla periyi tasvir eder. Zodyak, astronomik ve kozmolojik tasvirler de dahil olmak üzere garip sihirli daireler vardır. Kodeks, harita olarak yorumlanabilecek kabala benzeri görüntüler içeren geniş bir katlama bölümü de içerir. Sayfalarının çoğunda  tıbbi yemek tarifleri, şiir veya büyüler varmış gibi görünür.  Voynich Kodeksi birçok kişinin hayal gücünü ele geçirmiştir ama gerçekte kimse bu el yazması kitabın gizemini çözememiştir.

Havuzda yüzen veya banyo yapan çıplak kadınlar
Kaynaklar bunlardan "periler"  (Nymphs) olarak bahsediyor
Harfler latince işaretlere benziyor ama farklı, dili ise hiç bilmiyoruz.
Voynich Kodeksi'nin kökeni bilinmemektedir. İtalya'da bulunan bir parşömenle yaklaşık olarak tarihlendirildiği için on beşinci yüzyıl Avrupa el yazması olması olasıdır. Yine araştırmacılar pigment testleri ve parşömen kağıdının karbon 14 metoduyla analiz edilmesi sonucu bunun doğrulandığını söylemektedir. Kodeksin 1492'den sonra yazılmış olması muhtemel deniyor çünkü resmi bulunan iki bitki acıbiber ve ayçiçeği olarak tanımlanmıştır. Bazı uzmanlar ise bu el yazmasının Eski Dünya'ya değil Yeni Dünya'ya ait olduğunu ileri sürer.
Kodekste bulunan bitki resimleri ve kitapta yer alan haliyle isimleri..
Uzmanlar bu bitkilerin farmakolojiyle ilgisi olduğunu düşünüyor.

18 Mart 2020 Çarşamba

Romalı Generalin Yenik Galyalılara Söylevi



MS 70'te Romalı general Petilius Cerialis, Galya'da kısa süren bir ayaklanmayı bastırdı. Sonra da, Tacitus'a göre, teslim olan yerel halka dönüp şunları söyledi:



Siz bizim yönetimimize boyun eğinceye kadar Galya'da her zaman despotluk ve savaş yaşandı. Ve bizler, çoğu kez kışkır­tılmamıza karşın, fetihten kaynaklanan haklarımızla sizden tek bir şey istiyoruz: Sağlanan barışın bedelini ödemenizi. Zira ordu olmadan farklı halklar arasında barış sağlanamaz, ordu ücret ödemeden oluşturulamaz ve vergi alınmadan da ücretler öde­nemez. Bunun dışında hepimiz eşitiz. Çoğunlukla sizler bizim ordularımızın başına geçecek ve şu ya da bu eyaleti yöneteceksi­niz. Hiçbir şekilde devre dışı bırakılmayacak, dışlanmayacaksı­nız. Roma'dan çok uzakta yaşamanıza karşın siz de bizler kadar hayırsever imparatorlarımızın bağışlarından yararlanacaksınız. Öte yandan zalim imparatorlar en yakınlarında bulunanlar için bir tehdit oluştururlar. Efendilerinizin müsrifliğine ve açgözlü­lüğüne alışmak zorundasınızdır, tıpkı kurak yıllara, aşırı yağış­lara ya da buna benzer doğal felaketlere alıştığınız gibi. İnsanlar var oldukça kötülükler de var olacaktır. Ama bunlar sonsuza dek sürmez ve zaman zaman başarılı bir yönetim ile dengele­nirler.... 

Oysa eğer Romalılar buradan sürülecek olursa -tanrılar korusun!- yaşanacak tek şey çeşitli ırklar arasında yapılan savaşlar olur. İmparatorluğumuzun yapısı 800 yıllık güzel rastlantılara ve sağlam bir örgütlenmeye dayanmaktadır ve bizi yıkmak isteyenleri yok etmeden parçalanamaz. Özellikle en fazla riske giren sizler olursunuz, çünkü siz altın ve doğal kaynaklara sa­hipsiniz ki en fazla savaşa yol açan bunlardır. Bu yüzden, siz ile bizi, yenilen ile yeneni eşit kılan barışı ve Roma kentini sevin ve bağrınıza basın. Bu iyi ve kötü kader örneklerinden ders alın ki ayaklanmayı ve mahvolmayı teslimiyete ve güvenceye tercih etmeyin.

Kaynak: Eric H. Cline, Mark W. Graham, Antikçağ İmparatorlukları, Say Yayınları, s. 348


180 - 284 Arası Görev Yapan Roma İmparatorları Nasıl Öldü?

Commodus
Hercules olarak betimlenmiş.
Capitoline Müzesi


Süre          İmparator                 Ölüm Nedeni

180-192    Commodus               Maiyeti tarafından boğuldu.

193            Pertinax                     Muhafızlar tarafından öldürüldü.

193            Oidius Julianus         Askerler tarafından öldürüldü.

193-194    Pescennius Niger     Savaşta öldürüldü.

193-197    Clodius Albinus        Savaşta öldürüldü.

193-211     Septimus Severus   Eceliyle öldü.

211-217     Caracalla                  Bir asker tarafından öldürüldü.

24 Şubat 2020 Pazartesi

Türkiye'de Üniversitenin Kısa Tarihi 1900-1982


Murat Katoğlu

İstanbul Üniversitesi Merkez Binası, Beyazıt
Harbiye Nezaretine ait olan bu yapı Abdülaziz döneminde (1864) inşa edilmiştir.
Mimarı, Sarkis Balyan'dır.
Fotoğraf. Birce Simay Kahyaoğlu
Yükseköğretim ve özellikle üniversite konusu 19. yüzyılın ortalarından itibaren aydınların ve yöneticilerin başlıca eğitim davalarından biri olmuştur. Yirminci yüzyıla girerken, 1900 yılına kadar Osmanlı İmparatorluğunda tam üç Darülfünun kurma girişiminin her biri kısa ömürlü ve başarısız olmuştur. 1900'de Abdülhamit II' nin cülusunun 25. yılında kurulan 4. Darülfünun kalıcı olabilmiştir. İstanbul'daki bu Darülfünun II. Meşrutiyet yıllarına kadar adeta bir «nekahat» yaşamı sürmüş ve idealist Osmanlı yöneticilerinin bin bir çabasıyla ayakta kalabilmişti. Her ne olursa olsun, bugünkü İstanbul Üniversitesinin kaynağını 1900'de kurulan «Darülfünun-u Şahane»ye dayandırmak yanlış değildir. Darülfünun, Avrupa'ya ayak uydurma, imparatorluğu yeniden dinamizme kavuşturma ve yaşatma çabasındaki Osmanlı devlet adamlarının, bunu sağlamak için zorunlu koşul olan insan kaynağını yetiştirmek amacıyla özlemini çektikleri bir düştü. «Olmazsa olmaz» bir kuruluştu. Düşü gerçeğe dönüştürmek için sultan üzerinde her türlü etkiyi yıllarca denediler ve yılmadılar. Sonunda, ciddi gerekçelerin yanına, Abdülhamit II'yi ikna edecek vesileler de ekleyerek Darülfünunu şeklen olsa da kurdurdular.


Bu gerekçeler arasında: İstanbul'da Darülfünuna gitmek isteyen çok sayıda gencin birikmesi; bu gençlerin İstanbul'da öğrenim göremezlerse bazılarının yurtdışına gidip kontrol dışı eğitimden (!) geçmeleri ihtimali; Sultanın cülusunun 25. yılı onuruna bu önemli kuruluşun imparatorluk hayatına kazandırılması gibileri, herhalde asıl nedenler değildi. Yeni sivil hayatın gereksinimlerini cevaplayacak nitelikli insan tipinin yetiştirilmesi; Avrupa bilimine ve dolayısıyla gelişmeye olanak sağlama; İstanbul’daki öğrenci potansiyeli; aydın devlet adamlarının bu konudaki kararlı tutum ve «fikri takip»leri Darülfünun-u Şahane'nin «Mekteb-i Mülkiye» binasında 1900'de açılmasını sağlamıştır.
Ancak bu kuruluş, mutlakıyet yönetiminin çeşitli kısıtlamaları yüzünden bir varlık gösterememiştir. Son derece sınırlı öğrenci alınmıştır; siyasal, sosyal, felsefi hatta dünya tarihini içeren disiplinler yoktur. Dersleri denetleyen maarif müfettişleri bir üniversite düzeyini engellemiştir. Bu durum, 1908 meşrutiyet devrine kadar sürmüştür. Darülfünun da II. Meşrutiyetin özgürlük koşullarından payını almıştır. Meşrutiyet ve I. Dünya Savaşı yıllarında ve hatta mütarekede Darülfünun canlanma göstermiş ve atılımlar yapılmıştır. Toplum içinde itibar kazanmıştır. Ders programı ile hoca kadrosunun zenginleştirilmesi ve Batılı bir içeriğe kavuşturulmasıyla, mevzuatı ile bir üniversite kimliğine yönelme bu dönemde başlamıştır.

21 Şubat 2020 Cuma

19. Yüzyıl: Osmanlı Devletinde Sivillerin Eğitimi

Sina Akşin
1900'lü yılların başlarından kalma eski bir fotoğrafta Galatasaray Lisesi
1868'de Fransızların ısrarı ile Fransızca öğretim yapan Galatasaray Sultanîsi (lisesi) açılmıştır.
1874'de Galatasaray Sultanîsinin yüksek bölümü mahiyetinde Hukuk, Turuk ve Meabir* (mühendislik-fen) ve
Edebiyat fakülteleri açıldı. Bu fakültelerin kısa bir süre devam ettikten sonra
pek fazla bir İz bırakmadan kayboldukları anlaşılıyor.
[Abdülmecit Zamanı] Eğitimde sivil alanda önemli gelişme, 1845'de Meclis-i Maarif-i Muvakkatin kurulmasıdır. Bu Meclis, öğrenilmesi zaruri ilim ve fenlerin öğrenilebilmesi için zamanın ihtiyacına göre sıbyan ve rüştiye mekteplerinin düzenlenmesini, Darülfünun (Üniversite) açılmasını, bu işlere bakmak üzere bir meclis kurulmasını tavsiye etti. Böylece 1846'da Meclis-i Maarif-i Umumiye kuruldu. 1847 yılına kadar, II. Mahmut devrinde açılmış olan Mekteb-ı Ulum-u Edebiyye ve Mekteb-i Maarif-i Adliye adındaki iki rüştiyeden başka rüştiye açılmamıştı. Bunlar da, çok daha iddialı olmakla birlikte, sistem ve zihniyet bakımından mahalle mektebinden farksız şeylerdi. 1847'de Mekâtib-i Umumiye Nazırı olan Kemal Efendi bir rüştiye daha açtı. 1849'da buna dört rüştiye daha eklendi. 4 sınıflı olan rüştiyelerde Arapça ve Farsçadan önce Türkçe okuma yazma öğretilmesi, Arapça ve Farsçayı ezberden öte, gerçekten öğretmek İçin çaba harcanması, ihtimal matematikte daha ileri gidilmesi, coğrafya ve fen öğretilmeye çalışılması önemli ilerlemelerdi. Görüldüğü üzere, bu okullar bugünkü ilkokullar düzeyinde sayılabilir.

Ama 1852 salnamesine göre bütün ülkede ancak 3371 öğrencinin okuduğu 60 rüştiye vardı. Oysa yalnızca İstanbul medreselerinde 16.752 öğrenci olduğu gibi, İstanbul'daki gayrimüslim okullarda kızlı erkekli 19.348 öğrenci okumaktaydı. Yirmi yıl sonra (1872) İstanbul'da 18 rüştiye ve toplam 1859 öğrenci vardı. Görülüyor ki, ilerleme olsa bile, pek yavaştı. 1848'de rüştiyelere öğretmen yetiştirmek üzere Darülmuallimin kuruldu. Buraya bu sıralar rağbet gösteren medrese öğrencilerine Türkçe, Arapça, Farsça, biraz matematik ve coğrafya öğretildiği sanılıyor, önemli bir gelişme de 1858'de ilk kez bir kız rüştiyesinin İstanbul'da açılmasıydı. 16 yıl sonra İstanbul'daki kız rüştiyelerinin sayısı 9'u bulmuştu, öğrenci sayısı ise ancak 294 idi. 1859'da ülkeye idareci yetiştirmek üzere Mekteb-i Mülkiye kuruldu. Şunu da İşaret etmeli ki, eğitimdeki bu ıslahatın motoru, güdüsü, önemli ölçüde gayrimüslimlerin ya da Mehmet Ali Paşanın eğitimde kaydettikleri ilerlemelerdi. Ayrıca, göze çarpan bir husus, eğitim alanında sözünü ettiğimiz İlerlemelerin M. Reşit Paşanın tekrar 'göze girip' hariciye nâzırı ve sadrâzam oluşuna rastlamasıdır. (23/10/1845'de nazır, 28/9/1846'da sadrıâzam olmuştur.)

15 Şubat 2020 Cumartesi

Osmanlı Toplumunun Geçirdiği Değişikliklerin Taslağı

Sina Akşin

       Birinci Dönem
"Klasik" Dönemde (1450-1550) Osmanlı Sınıf Yapısı
-Fark edileceği gibi Sina Akşin, toplumsal sınıfları imparatorluk dönemiyle birlikte başlatmıştır. Osmanlı'nın ilk devirlerindeki toplumsal yapısı, askeri sınıfları bu çizelgede yoktur.-
  
I. Yönetenler (askerîler) sınıfı

                 A. icraî askerîler
                      1. Maaşlılar
                      2. Zaimler ve Tımarlı Sipahiler

                 B. Ulema

       
II. Yönetilenler (reaya) sınıfı

                 A. Kentliler
                      1. Lonca esnafı
                      2. Tüccarlar ve sarraflar

                 B. Köylüler

                 C. Göçebeler

   
 İkinci Dönem 
Tımar Sisteminin Gevşemesiyle Ortaya Çıkan 
Ademimerkezî Sınıf Yapısı

 -Sina Akşin bir önceki dönemi (Klasik Dönem) 1550'de bitirdiğine göre demek ki bu yeni dönemi 16. yüzyılın ortasından itibaren başlatıyor.-

I. Yönetenler (askerîler) sınıfı

                 A. Merkeze bağlı icraî askerîler
                      1. Maaşlılar
                      2. Zaimler ve tımarlı sipahiler

                 B. Ademimerkezî yönetenler (ayanlar) -*ana değişiklik budur-

                 C. Ulema

10 Ocak 2020 Cuma

Arkeolojik Bir Buluntunun Yaşı Nasıl Belirlenir: Arkeometride Yeni Yöntemler

Mehmet Özdoğan

Son sempozyumun afişi, Haziran 2019
bilgi için bkz.
Bu sempozyumdaki arkeometriyle ilgili bildiriler için EK1'e bkz.
Şu linkte ayrıntılı program var.
https://i.arkeolojikhaber.com/pool_file/2019/24/8193_arkeoloji-sempozyumu.pdf
Arkeoloji, geçmiş dönemlerdeki yaşamı zaman ölçeğine bağlayarak tanımlayan bir bilim dalıdır. Bu nedenle, insanı ve oluşturduğu kültürü, içinde yaşadığı doğal çevre ortamı ile birlikte bir bütün olarak ele alır; yalnızca süreci tanımlamakla kalmaz, göreli yada mutlak tarihlerle kronolojik bir dizin de oluşturur. Dolayısıyla geçmişi doğru bir şekilde anlayabilmek için arkeolojinin, konusu dünya olan bütün bilim dallarıyla bilgi paylaşımı yapması gerekmektedir. Her ne kadar bu bağlamda ilk akla gelenler iklim, topoğrafya, canlılar dünyası gibi doğal çevrenin makro ölçekli elemanları ise de, bunların temelini oluşturan mikro ölçekli kimyasal, fiziksel ve biyolojik verilerin, süreci ortaya koymaktaki önemi giderek daha iyi anlaşılmaktadır.

Arkeolojinin ilk dönemlerinde doğa bilim dallarıyla olan ilişki, yukarıda tanımladığımız makro ölçek düzeyinde jeoloji, coğrafya, zooloji, botanik ve fiziki antropoloji ile kurulmuşken, geçen yüzyılın ortalarından itibaren giderek çeşitlenmiş, günümüzde artık nükleer fizikten mikrobiyolojiye, astronomiden jeokimyaya kadar birçok bilim alanıyla arkeoloji arasında karşılıklı bilgi paylaşımına dayanan bir birliktelik doğmuştur. Arkeoloji, doğa bilim dallarının olanaklarından yararlanırken, doğa bilim dalları arkeolojinin geçmişi zaman dizinine bağlayarak süreci tanımlamasından yararlanmaktadır. Bu da arkeolojiye yeni bir işlev yüklemiş ve arkeolojiyi doğa bilim dallarının "zaman laboratuvarı " konumuna taşımıştır.