18 Temmuz 2017 Salı

1909 Yılında Birgün Bir Ailenin Başına Gelenler

Amin Maalouf

1909 yılı ortalarında*, tüm eyaletlerde gerilim yükselir ve art arda olaylar patlak verirken, önemli bir Osmanlı devlet görevlisi, kanını beynine sıçratan bir olay üzerine, bir daha dönmemecesine İstanbul'u terk etmeye karar verdi.

Bir Osmanlı yargıcıydı bu adam; Sayda kökenliydi ama ailesi -Hıristiyan Marunî bir aile- yıllardır Boğaziçi kıyılarına yerleşmişti. Yazın, bir pazar günü, geleneksel aile yemeğinin sonunda, sakin bir edayla karısına ve on üç çocuğuna, neleri var neleri yoksa sandıklara yerleştirmelerini emretti. Hem onlar, hem de evdeki tüm çalışanlar için, İskenderiye'ye giden ilk gemiye bilet almıştı.

Yargıcın adı İskender'di; kızlarının en küçüğü Virginie, bu göç sırasında yedi yaşındaydı. İstanbul' da doğmuştu ve Türkçe dışında bir dil konuşmuyordu. Daha sonra Mısır'da Arapça ve Fransızca öğrenecek ama Türkçe, ömrünün sonuna dek anadili olarak kalacaktı. Aile, uzun yıllar Nil deltasında yaşayacak ve Virginie, orada, Lübnan dağından gelen, Amin adında bir göçmenle evlenecek, ilk kızını da -benim annemi- orada doğuracaktı.

Anne tarafından büyükannem, elli dört yaşında kanserden öldü ve Kahire'nin bir mezarlığına, kocasının yanına gömüldü. Ona zar zor yetiştim ve belleğimde tek bir görüşmemizin hayal meyal anısı var ancak.

Çocuklarına tek Türkçe sözcük öğretmemiş, yolculuktan ve göçten de pek az söz etmişti. Ama zaman zaman, İstanbul'daki evlerini anlatırdı onlara, gözyaşları boğazını düğümleyene dek. Ondan bana, hem bu gizleme eğilimi, hem de bu nostalji miras kaldı. Onca atamın gururla konuştuğu Türkçeden, bugüne dek Lübnan lehçesinde kalmış birkaç sözcük biliyorum yalnızca; ama tüm çocukluğum, düşlerimde yer eden "İstanbul'daki evimiz"le geçti; beyaz sütunlu bir saray gibi hayal ettim onu hep -büyük olasılıkla da böyle değildi- ve uzun zaman, bu serabın bir çiy gibi dağılıp gitmemesi için İmparatorluğun eski başkentine gitmekten kaçındım. Oldukça geç bir tarihte gittiğimde de ilk günlerimi, atalarımın izlerini sürmekle, özellikle de yüzyıl başlarının telefon rehberlerinden "evimizin" adresini aramakla geçirdim. Neyse ki bir süre sonra bu takıntıyı söküp atabildim içimden ve kenti, bir yetişkinin gözleriyle dolaşabildim.

Babasının, yurdunu bırakıp gitme nedenleri konusunda büyükannem pek bir şey söylemezdi; çocukları da, bu konuda söylenen her sözcüğün ona bir işkence gibi geldiğini hissetmişlerdi ve soru sormaktan kaçınıyorlardı. Kimi zaman, bu denli genç ölmeseydi bana anlatırdı diyorum kendi kendime. Ama bundan da pek emin değilim. Ne de olsa öbür büyükannem, ne aklını ne de belleğini yitirmeden doksan bir yaşına dek yaşadı ama ona sorma fırsatını bulamadığım binlerce şey var hala. Ölümü suçlamak kolay! Bu olayda da, başkalarında da, öğrenmeyi gerçekten istediğim zaman, her istediğimi öğrendim ben. Gerçek, çok ender toprağa gömülür; utanma, acı ya da kayıtsızlık perdelerinin arkasına sinmiştir sadece; öte yandan sizin de bu perdeleri aralamayı tutkuyla istemeniz gerekir.

Aslında bu tür istekler bende daha önce, çok daha önce, kısa pantolonla dolaştığım zamanlarda uyanmalıydı. Günün birinde ailemin bu kanadından bir kuzenimiz köye, annemle babamı ziyarete gelmişti. Daha önce onu hiç görmemiştim, sonra da görmedim. Tatlı dilli, sevecen, nazik, biraz utangaç bir adamdı ve Beyrut'un yoksul mahallelerinden birinde doktorluk yapıyordu. Çocuk gözlerimle bugün de görür gibiyim onu, salonda babamla konuşurken ki halini. Ansızın, söylediği bir tümcenin tam ortasında, ziyaretçi kısa ama son derece etkileyici bir titremeyle sarsıldı; sanki güçlü bir elektrik akımı verilmişti bedenine. Annemle babam, bu tike alışık görünüyorlar ve hiçbir şey fark etmemiş gibi davranmaya çalışıyorlardı. Bense büyülenmiş gibiydim; gözlerimi ondan, çenesinden, ellerinden ayıramıyor, bir sonraki sarsıntıyı bekliyordum; o sarsıntı da, hiç sektirmeden, her iki üç dakikada bir yineleniyordu.

Kuzen gittiğinde annem durumu açıkladı: Çocukluğunda, Türkiye'de, "kıyımlar sırasında" bir asker, onu saçlarından yakalamış ve boğazlamak üzere boynuna bir bıçak dayamıştı. Neyse ki oradan geçen bir Osmanlı subayı, çocuğu tanımış ve bağırmıştı:
 "Bırak onu, alçak herif! Doktorun çocuğu o!"
Kıyıcı da bıçağını atıp kaçmıştı. Gerçekten de bu kuzenin babası, tıpkı onun gibi, yoksul bir mahallede doktorluk yapıyor ve insanlara özveriyle, çoğu zaman tek kuruşlarım almadan bakıyordu. Böylece kurtulmuştu çocuk; ama o gün yaşadığı korku, kalıcı izler bırakmıştı. Bu facianın yaşandığı 1909 yılında altı yaşındaydı. Bizimkilere yaptığı o tek ziyaret sırasında en az bir elli yaş fazlası olmalıydı. Ama bedeni unutmamıştı.

Ölümden kurtulan bu çocuk, büyükannemin yeğeniydi ama neredeyse onunla aynı yaştaydı, çünkü onun büyük kız kardeşinin oğluydu. Bu ayrıntı önemli: Bir sonraki kuşağın ilk erkek çocuğuydu ve büyükbabası, tam bir Doğulu büyükbaba gibi, taparcasına seviyordu onu. İşte bu çocuk yüzünden, bu kıl payı atlatılmış facia yüzünden, tüm ailesiyle birlikte İstanbul'u terk etmeye karar vermişti büyük büyükbabam. Torununun boğazına dayanan bıçak, bir uyarıydı; onu duymazlıktan gelmek istemiyordu.

Anlatılanlara bakılırsa, o dönemde, onun gibi önemli birinin, etkin, zengin ve saygın bir yargıcın böyle kaçıp gitmesi, birçok insanı kaygılandırmıştı. Maruni topluluğundan onun gibi birçok insan, çok geç olmadan gitmeleri gerekip gerekmediğini sormaya başlamışlardı kendi kendilerine. Can çekişen imparatorluğu sarsan onca çırpınma arasından yalnızca bir örnekti bu.

*Bahsi geçen olay, 31 Mart ayaklanması (12-13 Nisan 1909) sırasında yaşanmış olmalı. bkz. https://tr.wikipedia.org/wiki/31_Mart_Vakas%C4%B1


Yolların Başlangıcı, Özgün adı: Origincs, Amin Maalouf, Yapı Kredi Yayınları, 2004/3, s. 142-145

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder