Amin Maalouf
1909
yılı ortalarında*, tüm eyaletlerde gerilim yükselir ve art
arda olaylar patlak verirken, önemli bir Osmanlı devlet görevlisi, kanını
beynine sıçratan bir olay üzerine, bir daha dönmemecesine İstanbul'u terk
etmeye karar verdi.
Bir Osmanlı yargıcıydı bu adam; Sayda kökenliydi
ama ailesi -Hıristiyan Marunî bir aile- yıllardır Boğaziçi kıyılarına yerleşmişti.
Yazın, bir pazar günü, geleneksel aile yemeğinin sonunda, sakin bir edayla
karısına ve on üç çocuğuna, neleri var neleri yoksa sandıklara yerleştirmelerini
emretti. Hem onlar, hem de evdeki tüm çalışanlar için, İskenderiye'ye giden ilk
gemiye bilet almıştı.
Yargıcın adı İskender'di; kızlarının en küçüğü
Virginie, bu göç sırasında yedi yaşındaydı. İstanbul' da doğmuştu ve Türkçe dışında
bir dil konuşmuyordu. Daha sonra Mısır'da Arapça ve Fransızca öğrenecek ama
Türkçe, ömrünün sonuna dek anadili olarak kalacaktı. Aile, uzun yıllar Nil
deltasında yaşayacak ve Virginie, orada, Lübnan dağından gelen, Amin adında bir
göçmenle evlenecek, ilk kızını da -benim annemi- orada doğuracaktı.
Anne tarafından büyükannem, elli dört yaşında
kanserden öldü ve Kahire'nin bir mezarlığına, kocasının yanına gömüldü. Ona zar
zor yetiştim ve belleğimde tek bir görüşmemizin hayal meyal anısı var ancak.
Çocuklarına tek Türkçe sözcük öğretmemiş,
yolculuktan ve göçten de pek az söz etmişti. Ama zaman zaman, İstanbul'daki
evlerini anlatırdı onlara, gözyaşları boğazını düğümleyene dek. Ondan bana, hem
bu gizleme eğilimi, hem de bu nostalji miras kaldı. Onca atamın gururla konuştuğu
Türkçeden, bugüne dek Lübnan lehçesinde kalmış birkaç sözcük biliyorum yalnızca;
ama tüm çocukluğum, düşlerimde yer eden "İstanbul'daki evimiz"le
geçti; beyaz sütunlu bir saray gibi hayal ettim onu hep -büyük olasılıkla da
böyle değildi- ve uzun zaman, bu serabın bir çiy gibi dağılıp gitmemesi için İmparatorluğun
eski başkentine gitmekten kaçındım. Oldukça geç bir tarihte gittiğimde de ilk
günlerimi, atalarımın izlerini sürmekle, özellikle de yüzyıl başlarının telefon
rehberlerinden "evimizin" adresini aramakla geçirdim. Neyse ki bir
süre sonra bu takıntıyı söküp atabildim içimden ve kenti, bir yetişkinin gözleriyle
dolaşabildim.
Babasının, yurdunu bırakıp gitme nedenleri konusunda
büyükannem pek bir şey söylemezdi; çocukları da, bu konuda söylenen her
sözcüğün ona bir işkence gibi geldiğini hissetmişlerdi ve soru sormaktan kaçınıyorlardı.
Kimi zaman, bu denli genç ölmeseydi bana anlatırdı diyorum kendi kendime. Ama bundan
da pek emin değilim. Ne de olsa öbür büyükannem, ne aklını ne de belleğini yitirmeden
doksan bir yaşına dek yaşadı ama ona sorma fırsatını bulamadığım binlerce şey var
hala. Ölümü suçlamak kolay! Bu olayda da, başkalarında da, öğrenmeyi gerçekten istediğim
zaman, her istediğimi öğrendim ben. Gerçek, çok ender toprağa gömülür; utanma, acı
ya da kayıtsızlık perdelerinin arkasına sinmiştir sadece; öte yandan sizin de bu
perdeleri aralamayı tutkuyla istemeniz gerekir.
Aslında bu tür istekler bende daha önce, çok daha
önce, kısa pantolonla dolaştığım zamanlarda uyanmalıydı. Günün birinde ailemin
bu kanadından bir kuzenimiz köye, annemle babamı ziyarete gelmişti. Daha önce
onu hiç görmemiştim, sonra da görmedim. Tatlı dilli, sevecen, nazik, biraz
utangaç bir adamdı ve Beyrut'un yoksul mahallelerinden birinde doktorluk yapıyordu.
Çocuk gözlerimle bugün de görür gibiyim onu, salonda babamla konuşurken ki halini.
Ansızın, söylediği bir tümcenin tam ortasında, ziyaretçi kısa ama son derece
etkileyici bir titremeyle sarsıldı; sanki güçlü bir elektrik akımı verilmişti bedenine.
Annemle babam, bu tike alışık görünüyorlar ve hiçbir şey fark etmemiş gibi davranmaya
çalışıyorlardı. Bense büyülenmiş gibiydim; gözlerimi ondan, çenesinden,
ellerinden ayıramıyor, bir sonraki sarsıntıyı bekliyordum; o sarsıntı da, hiç sektirmeden,
her iki üç dakikada bir yineleniyordu.
Kuzen gittiğinde annem durumu açıkladı:
Çocukluğunda, Türkiye'de, "kıyımlar sırasında" bir asker, onu
saçlarından yakalamış ve boğazlamak üzere boynuna bir bıçak dayamıştı. Neyse ki
oradan geçen bir Osmanlı subayı, çocuğu tanımış ve bağırmıştı:
"Bırak onu, alçak herif! Doktorun
çocuğu o!"
Kıyıcı da bıçağını atıp kaçmıştı. Gerçekten de
bu kuzenin babası, tıpkı onun gibi, yoksul bir mahallede doktorluk yapıyor ve
insanlara özveriyle, çoğu zaman tek kuruşlarım almadan bakıyordu. Böylece kurtulmuştu
çocuk; ama o gün yaşadığı korku, kalıcı izler bırakmıştı. Bu facianın yaşandığı
1909 yılında altı yaşındaydı. Bizimkilere yaptığı o tek ziyaret sırasında en az
bir elli yaş fazlası olmalıydı. Ama bedeni unutmamıştı.
Ölümden kurtulan bu çocuk, büyükannemin
yeğeniydi ama neredeyse onunla aynı yaştaydı, çünkü onun büyük kız kardeşinin
oğluydu. Bu ayrıntı önemli: Bir sonraki kuşağın ilk erkek çocuğuydu ve
büyükbabası, tam bir Doğulu büyükbaba gibi, taparcasına seviyordu onu. İşte bu
çocuk yüzünden, bu kıl payı atlatılmış facia yüzünden, tüm ailesiyle birlikte
İstanbul'u terk etmeye karar vermişti büyük büyükbabam. Torununun boğazına dayanan
bıçak, bir uyarıydı; onu duymazlıktan gelmek istemiyordu.
*Bahsi geçen olay, 31 Mart ayaklanması (12-13 Nisan 1909) sırasında yaşanmış olmalı. bkz. https://tr.wikipedia.org/wiki/31_Mart_Vakas%C4%B1
Yolların Başlangıcı, Özgün adı: Origincs, Amin Maalouf, Yapı Kredi Yayınları, 2004/3, s. 142-145
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder