Amin Maalouf
JönTürkler ayaklanmasından bir yıl, Abdülhamit'in düşüşünden de
ancak üç ay sonra…
Onu en çok kızdıran şey, tüm yönetimde, valisinden en küçük yazmanına
kadar bütün yerel görevlilerin uygulamalarında, hala eski yönetim
alışkanlıklarının geçerli olmasıydı. Ama bunların bir günde, sadece bir
kararnamenin yayımlanmasıyla değişebileceğini düşünmek için de çok saf olmak gerekirdi. Onu üzen başka
bir şey de -ki çok daha
ciddi, çok daha acı veren bu konudan açıkça söz edemiyordu Butros- onun için en
temel konulardan birinde hiçbir düzenleme
yapılmadığını, yapılma umudunun da olmadığını
yavaş yavaş anlamaya başlamasıydı.
Bu
konu, "İmparatorluğun azınlıkları" konusuydu. Doğu sorunuyla ilgili
Tarih kitaplarına öykünerek biçimlendirdiğim bu başlık, aslında işin özünü
anlatmıyor. Çünkü işin özü, azınlıkların haklarını tanımlamak değil; konuyu
böyle dile getirmeye başladınız mı, o iğrenç hoşgörü mantığına, zafer
kazananların yenilenlere 'bahşettiği' o küçümser tavırlı koruma
mantığına
giriveriyorsunuz.
Butros, hoşgörülmek istemiyordu; ve ben, onun torunu, ben de istemiyorum. Sahibi olduğum
aitlikleri yadsımak zorunda bırakılmadan tüm yurttaş ayrıcalıklarının tanınmasını
istiyorum ısrarla; devredilmesi olanaksız hakkım bu benim ve beni bundan yoksun
bırakacak toplumlara, gururla sırt
çeviriyorum.
Butros'un
ilgilendiği şey -ilgilenmek fiili burada biraz zayıf kalıyor; tüm heyecanlarını,
tüm düşüncelerini, tüm eylemlerini belirleyen şey desem daha doğru olur- onun
gibi Hıristiyan ve Arapça konuşan bir azınlık topluluğu içinde doğmuş birinin, çağdaşlaşmış
bir Osmanlı İmparatorluğu içinde, bir
yaşam boyu doğumunun bedelini ödemek zorunda kalmadan tam bir yurttaş konumuna
sahip olup olamayacağıydı.
Kimi
belirtiler, Jön Türkler devriminin tam da bu yönde gittiğini düşünmesine neden
oluyordu. İlk andan başlayarak devrimi alkışlayan, zaman zaman etkin biçimde
ona katılan bütün azınlıklar, bu "tüm toplulukların özgür insanları",
ister istemez onunla aynı umutları besliyor olmalıydılar.
Ama
kısa zamanda kaygı verici olaylar da meydana gelmeye başlamıştı. Örneğin, şu genel seçimler;* bir özgürlük
ve demokrasi başlangıcı olması gerekirken, dalaverelerle, hilelerle lekelendi;
devrimci subaylara ve İttihat ve Terakki'ye yandaş milletvekili sayısını
olabildiğince artırmak için her türlü yola başvuruldu. Bu
milletvekilleri, imparatorluğun tüm uluslarının vekilleriydiler ama
"birlikçiler" her oylamada iki klana ayrılıyor, bir yanda Türkler,
bir yanda Türk olmayanlar toplanıyordu.
Aynı bölünme, yönetici ekipte de
gözlendi. Azınlıklar, "yerli olmayanlar" ve masonlar, yavaş yavaş
yönetimden uzaklaştırıldılar; onların yerini, Adriyatik'ten Çin sınırlarına dek
uzanan, tek uluslu, tek dilli, tek başkanlı, yeni bir Türk İmparatorluğu düşleri
kuran Enver Paşa'nın yönettiği, aşırı ulusçu bir grup aldı. Aynı
Enver değil miydi bu, Selanik'te, Olympia Palas'ın balkonundan halka
seslendiğinde, artık İmparatorlukta ne Müslüman, ne Yahudi, ne Rum, ne Bulgar,
ne Romen, ne Sırp kalmayacağını söyleyen; "Çünkü hepimiz kardeşiz ve aynı mavi
ufkun altında, hepimiz Osmanlı olmaktan gurur duyuyoruz" diyen?
Bir zamanlar, bu güzel sözleri
alkışlayanlar: "Ağzından dökülenleri dinlerken yalnızca duymak
istediklerimizi mi duyduk acaba?" diye soruyorlardı şimdi kendi
kendilerine. Enver'in ortadan kalkmasını istediği
"Rum", "Sırp",
"Bulgar", "Müslüman", "Yahudi" gibi tanımlar
arasında "Türk" sözcüğünün yer almamasını anlamlı bulmaya
başlıyorlardı. Ve bu subayın amacının, özgürlük ve eşitlik bahanesi altında,
İmparatorluğun çeşitli halklarına o güne dek tanınmış özel hakları geri almak
olup olmadığını düşünmeye başlıyorlardı.
Belli ki, ortada çok ağır bir yanlış anlama vardı. Ve dedemin yazgısını olduğu kadar, içinde doğduğu İmparatorluğun yazgısını
da etkileyecekti bu yanlış anlama. Butros bir yurtseverdi; tumturaklı bir
edayla kılıcını selamladığı subaysa bir ulusçuydu. İnsanlar, çoğu zaman bu iki tavrı birbirine yaklaştırırlar ve ulusçuluğu, yurtseverliğin güçlendirilmiş
bir biçimi gibi görürler. O zamanlar
-büyük olasılıkla başka dönemlerde de böyle olmuştur- gerçek bambaşkaydı: Ulusçuluk, yurtseverliğin tam tersiydi. Yurtseverler, içinde değişik diller konuşan, değişik dinsel inançları olan, ama geniş ve çağdaş bir yurdu
kurma istemiyle bir araya gelmiş
çok sayıda halkın bir arada yaşayacağı ve Batı'nın yücelttiği ilkelere,
Doğulu ruhların incelikli bilgeliğini esinleyecek bir imparatorluğun hayallerini
kuruyorlardı. Ulusçulara gelince, çoğunluğu oluşturan etnik grubun üyesiyseler
salt egemenlik, azınlıktaysalar ayrılıkçılık düşleri kuruyorlardı; bugünün sefil Doğusu, onların
yan yana gelen düşlerinden doğan canavardır işte.
Benim,
bu kadar geç gelip bunları söylemem bir marifet sayılmaz; Tarih, getirip
sayısız anlamlı olay sermiş burnumun dibine! Ama dedemin zamanında bile, başkaldıran
subayların doğurduğu umutlar, aydan aya azalmıştı;
kısa süre sonra da bütünüyle silinip
süpürülecekti:
Enver,
ülkesini Almanların ve Avusturyalıların yanında Birinci Dünya Savaşı'na sokacak, eğer yenilirse; Rusya'nın elinden
Kafkasya'daki topraklarıyla genellikle Türkistan adıyla anılan Türkçe konuşulan
eyaletlerini alma düşleri kuracak, ne var ki yenilen ve dağılan, Osmanlı İmparatorluğu olacaktı. Boyun eğmez subay, bu
kez gidip hizmetlerini önce Lenin'e sunacak, daha sonra Kızıl Ordu'ya saldıracak
ve onun kurşunlarıyla Buhara yakınlarında, 1922 yılında, kırk bir yaşında ölecekti.
Dedem,
bu adamla artık ilgilenmiyordu. Ölümünden haberi
olup olmadığını bile bilmiyorum. O
dönemde Dağ'**da pek söz edilmemişti
bundan. Birkaç yıl önce olsa Doğu halkları arasında bir destana dönüşebilecek
böylesi bir 'cephede ölüm', önemsiz bir olay haline gelmişti. Anlı şanlı 1908 isyancılarının anısı, o zamana dek İmparatorluğun yaşadığı
olaylarda küçük bir rol oynamış başka bir Türk subayının, Kemal Atatürk'ün yükselişiyle
gölgelenmişti artık.
Butros,
onun yaptıklarından da heyecanlanıp coşacak, giderek gereğinden fazla bile
kaptıracaktı kendini bu coşkuya; yalnızca kılıcını selamlamak için bir şiir
yazmakla yetinmeyecek, onuruna güzel bir de çılgınlık yapacaktı. Bir çılgınlık
daha... Ama bu sonuncusu unutulmaz bir çılgınlık olacaktı. Zamanı gelince döneceğim bu konuya.
*Şubat 1912'de yapılan meclis seçimini kastediyor. Sopalı Seçim olarak bilinir. DK
** Lübnan Dağı. Gerçekte Lübnan'ı kastediyor. DK
Yolların Başlangıcı, Özgün adı: Origincs, Amin Maalouf, Yapı Kredi Yayınları, 2004/3, s. 139-142
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder