CHRISTIAN DELACAMPAGNE
1933 yılı, başka bir açıdan da trajiktir. Hitler’in iktidara gelmesinden birkaç hafta sonra, dönemin en meşhur Alman filozofu Martin Heidegger, Fribourg Üniversitesinde rektörlük görevine atanır ve Nasyonal Sosyalist Parti’ye üye olur (1 Mayıs).
Bu katılım bir gaflet sonucu da değildir, çünkü Heidegger,
üniversitesinin başına Nazi sempatizanı çalışma arkadaşlarının faal işbirliği
ve yönetici kadroların desteğiyle gelir. Heidegger, Nisan 1933’ten Mart 1934’e
kadar bir yıl boyunca bu mevkide kalacaktır.
Heidegger Alman Nazi partisi (NSDAP) toplantısında. Leipzig, Kasım 1933 (Illustrierte Zeitung gazetesinden alınmıştır) bkz. Bu kaynakta (ve en altta)** resimle ilgili ayrıntılı bilgi var (kim kimdir?) |
1933 yılı, başka bir açıdan da trajiktir. Hitler’in iktidara gelmesinden birkaç hafta sonra, dönemin en meşhur Alman filozofu Martin Heidegger, Fribourg Üniversitesinde rektörlük görevine atanır ve Nasyonal Sosyalist Parti’ye üye olur (1 Mayıs).
Heidegger NSDAP’ye katıldığında kırk dört yaşındadır. Yani bir
gençlik hatası değildir bu. 1945 yılına kadar partinin üyesi olarak kalacaktır.
Yani bu, kısa süreli bir bağlılık da olmamıştır.
Hannah Arendt (solda) ve Heidegger, Arendt'in hocasıydı. İronik... |
Ne tarafsız ne de sadece onursal bir görevdir bu.
İşbaşındaki kişiye gerçek bir iktidar bahşeder ve ondan katıksız bir siyasal
itaat talep eder. Nazilerin sivil toplumu denetleme çabasında, üniversite alanının
“ yola getirilmesi” önemli bir yer işgal eder. Bu işin, kararsız veya dik kafalı
kişilere bırakılması düşünülemez.
Üstelik Heidegger’in atanması, Nazi programının merkezi
teması olan Yahudilerin bertaraf edilmesiyle doğrudan ilişki içindedir. Nitekim
Bade bölgesindeki Land tarafından yürürlüğe
konan ve “Ari olmayan” hocalara re’sen işten el çektiren yeni bir yasanın tatbikini
reddeden -ki nadir bir olaydır- Heidegger’den önceki rektör olan biyolog von
Mollendorf’un istifası yaşanmıştır. Aslında yasa von Mollendorf’a rağmen
uygulanır, zira kendisinden sonra gelecek rektörü seçen doksan üç kişinin oylarından
on üçü “ ırksal” sebeplerden ötürü geçersiz sayılır. Bu durum, açıkça görülüyor
ki, Heidegger için hiçbir sorun teşkil etmemiştir. Ne de atanmasından birkaç gün
sonra, 10 Mayıs 1933’te, muhtelif şehirlerde “ Yahudi ve Marksist” kitapların
yakılması Heidegger’i rahatsız etmişe benzer.
Yeni rektör, büyük bir heyecanla sarılır görevine. 20 Mayıs 1933’te
Hitler’e telgraf çekerek, Alman Üniversiteleri Derneği’yle görüşmemesini
tavsiye eder, çünkü bunlar rejimle işbirliği yapmaya hevesli görünmemektedir; kısacası
Dernek, “ yola getirilmiş” değildir. Bir hafta sonra 27 Mayısta, görev teslim töreni
gerçekleşir. Törende söylenen iki marş arasında Heidegger, Fribourg Üniversitesi’ni
“Nazileştirme” programını, partinin jargonuyla sunar. “ Alman Üniversitesinin Kendini
Olumlaması” gibi şatafatlı bir başlığa sahip, kuramsal ağırlığı olmayan bu
saldırgan metin ile ilgili söylenecek fazla bir şey yok. Metinde entelektüel
bağımsızlıktan küçük bir iz bulmak dahi mümkün değildir. Üstelik Heidegger, 1945’ten
ölümüne kadar, ihtiyatla bu metnin yeniden basılmasını engellemiş ve konuşma
metni ancak 1982’de, önce Fransa’da, sonra Almanya’da ortaya çıkabilmiştir.
Pratikte, filozofumuzun göreve gelir gelmez giriştiği esas
faaliyeti, üniversitenin tüzüklerini Führerprinzip
sistemini model alarak yenilemek olur.
Bizzat başlattığı ve daha sonra üniversite bünyesindeki başka kurumlara da
uygulayacağı bu yenilik hareketinin sonucunda, 1 Ekim’de kendisi de Fribourg Üniversitesinin
Führer'i unvanını alır. Bu yeni unvanla birlikte iktidarı da güçlenmiş olur. Üniversite
rektörü, artık Nasyonal-Sosyalisrtdevlet ile öğrenci gençlik arasında tam bir
bağlantı noktası haline gelir. Bu yenilik hareketinin, hem rejimin bekçileri
haline gelen gençlik, hem de bilimsel düzeyi gerilemeye başlayan üniversite
kurumları üzerindeki sonuçları felaket olacaktır.
Aynı dönemde Heidegger, propagandacı filozof rolünü mükemmel
bir sadakatle ifa etmektedir. Pek çok konferans verir, basında pek çok makalesi
cıkar.[4] 12 Kasımdaki halk oylaması öncesinde Heidegger, insanları Hitler
lehinde oy kullanmaya çağırır. Yine Kasımın otuzunda, Tiibingen’de
Nasyonal-Sosyalist devlette üniversitelerin görevleri üzerine bir konferans
verir. Heidegger’in kamusal olsun özel olsun, o dönemdeki bu beyanatları,
bunlara ilham veren Marksizm ve Hıristiyanlık karşıtı, milliyetçi ideoloji
hakkında kuşkuya yer bırakmıyor.
Antisemitizme gelince, Heidegger’in bu konuda sesini yükseltmemesinin
sebebi sadece, etrafındaki pek çok kişinin bununla zaten yeterince
ilgilenmesidir. Otuzlu yılların Avrupa’sında ve özellikle de Almanya’nın
Heidegger’in büyüdüğü bölgesinde “ sıradan” bir olgu olan antisemitizmin Nazi
programının temelini oluşturduğunu hatırdan çıkarmayalım. Dolayısıyla bir entelektüel
olarak Heidegger’in, -bilhassa da söylemiyle kendini militan halk tabakasından ayırmaya
çalıştığı düşünülürse- bu konuda söyleyecek fazladan bir sözü yoktur.
Ancak bu antisemitizme uzak olduğu anlamına gelmez. Uzak olduğu
yolundaki iyimser bir yorumu destekleyen hiçbir olgu bulunmadığı gibi tersini gösteren
hiç değilse bir kanıt mevcuttur: 1933 Aralık ayında, Gottingenli Nazi Öğretim Üyeleri
Derneği’ne verdiği gizli raporda Heidegger, çalışma arkadaşlarının birisini, Yahudilerle
“ sıkı ilişkiler” içinde olmakla suçlamakta beis görmez.[5] İlgili şahsı ağır yük
altında bırakmış bu rapor, bugün bizim için bizzat Heidegger’i daha ağır bir yük
altında bırakmaktadır.
Düşünürün aşırılıkçılığı kadar kavgacı üslubu da, en
nihayetinde, partinin içinde, daha pragmatik bir çizgiyi savunanlar arasında çekinceler
yaratır. Nitekim Nazi partisi de, egemenlik için birbiriyle mücadele eden rakip
iki cenaha ayrılmıştır. Örneğin Hitler’in çevresindekiler ve SS’ler, liderleri
Uzun Bıçaklar Gecesi (30 Haziran 1934) sırasında katledilen SA’ların devrimci
heveslerini hor görmektedir. Daha alt düzeyde, Heidegger’in pek çok meslektaşı -başta
Frankfurt Üniversitesinin nüfuzlu rektörü Ernst Krieck- onun peygamberane
gayretkeşliğinden, karanlık tarzından ve bariz hırslarından rahatsız
olmuşlardır. Üniversitenin yönetim işlerinde gösterdiği beceriksizlikler, 1933
yılının sonlarından itibaren Heidegger’e karşı örtülü bir muhalefetin
şekillenmesine sebep olur. Git gide artan bir düşmanlığa hedef olan Heidegger,
sonunda havlu atar. Mart 1934’te, kendini “ bilimsel” çalışmalara daha iyi vakfetmek
bahanesiyle rektörlük görevinden ağırbaşlılıkla istifa eder. Ancak partiden
ayrılmadığı gibi, 1945 yılına kadar inandığı şeyleri açıktan açığa inkâr etmez.
Heidegger’in Marburg’dan eski bir öğrencisi olan ve hocasını
savunmaktan asla vazgeçmeyen filozof Hans-Georg Gadamer (d. 1900), 1934’ten
sonra Heidegger’in kamusal alanda desteklediği rejimi özel hayatında
eleştirdiğini söylüyor. Bu hiç de imkânsız değildir. Rektörlük fiyaskosuyla
rezil olmuş Heidegger, bunu kurbanı olduğu kıskançlığa vermiş ve kendisini
sonuna kadar desteklemeyen bir hükûmeti veya kendisinden daha becerikli
davranarak iktidara yakın kalmasını bilmiş meslektaşları hakkında kötü konuşmuş
olmalıdır. Öyleyse 1934’ten 1945’e kadar Heidegger’in yavaş yavaş,
Nasyonal-Sosyalizmin ne olması gerektiği ile ilgili tamamen şahsi bir anlayış
oluşturmasında şaşılacak bir şey yoktur. Ne de, kimi zaman, eş dost
toplantılarında Nasyonal-Sosyalizmi, iktidardaki partinin “sapmaları”nın
karşısına koymaya cesaret etmesinde şaşılacak bir şey vardır.
Gadamer’in şahit olduğu ve 1934’teki “ hayalkırıklığı”yla açıklanabilecek
Heidegger’in bu öfkeli ifadeleri, bütün bunlara rağmen, Nazizmin veya onun “aşırılıklarının”
reddinin bir göstergesi olarak yorumlanmamalıdır. Tersine bu ifadeler,
Hitler’in, kendi programının -toplumsal ve kültürel alanlarda- en “ devrimci” yönünü
sonuna kadar -veya yeterince çabuk- uygulamaya koymadığını görmekten
kaynaklanan bir üzüntüyü yansıtırlar. Çünkü, resmi çevrelerin “ faydacılığı”
karşısında filozofumuz, artık öyle görünüyor ki, belli bir kuramsal “ saflık”ın
savunuculuğunu yapmaya çalışmakta ve Hıristiyan çevrelerin “ ılımlılaştırıcı”
etkisine karşı şiddetli bir kavganın o dönem için gerekli olduğuna
inanmaktadır.
Her hâlükârda böyle bir niyetin varlığına dair kanıtı,
Metafiziğe Giriş başlıklı 1935 yılı yaz dönemi dersinin meşhur bir bölümünde
buluyoruz. Bu metinde -Hugo Ott’a [6] borçlu olduğumuz açıklamalar olmaksızın
1935’te yayımlanan metinde- Heidegger, ahlaki “değerler” in yılmaz savunucusu
(ismini zikretmediği) Katolik Theodor Haecker’in kuramlarına ve onun
kuramlarına destek veren Frankfurter Zeitung'a çatmaktadır. Frankfurter
Zeitung, Nazilerin Yahudilerden yana gördüğü, henüz “yola getirilmemiş” son büyük
gazetedir. Haecker’inkine benzer kuramların kesinlikle yasaklanması gerektiği
(ki kısa süre içinde yasaklanacaktır) izlenimini yarattıktan sonra Heidegger, “bugün
Nasyonal-Sosyalizmin felsefesi gibi piyasaya sürülen, ama bu hareketin büyüklüğü
ve içsel hakikatiyle ilgisi olmayan[7]” şeyleri kati şekilde mahkum eder. Bu da,
rektörlükten istifasından bir sene sonra filozofumuzun hangi cenahta yer
aldığını gayet açıkça ifade edişidir.
Yine hatırlatalım, 1936’da Heidegger Roma’ya yaptığı bir
seyahat sırasında tesadüfen, bu şehirde sürgünde bulunan eski öğrencisi Kari Löwith’le
karşılaştığında, (Hitler’in “çevresindeki”lere karşı bazı eleştiriler yöneltmekle
birlikte) Nasyonal-Sosyalist programa destek verdiğini doğrular ve bu siyasal
tavır ile düşüncesinin geri kalanı arasında esaslı bir bağın var olduğunu
onaylar.[8] Hiçbir zaman, hatta Kristal Gece’deki (1938) anti-semitist şiddetin
ertesinde bile, olayların kazandığı boyutları bir kere bile kınamamıştır. Ve
muhtelif tanıklıklara göre de Heidegger 1945’e kadar, partinin rozetini
taşımaya devam etmiştir.
Son olarak, Davos buluşması sırasında, meslektaşı
Cassirer’in gözünün yaşına bakmayan Heidegger’in, eski hocalarına veya Yahudi okul
arkadaşlarına karşı, sonuna kadar, özel hayatında dahi en ufak bir jestte
bulunmadığını hatırlayalım. Protestan olan Husserl ile ilişkileri 1930’dan
sonra aniden kesilir. Heidegger eski hocasıyla, ölümle sonuçlanacak hastalığı
sırasında hiç temasa geçmemiş ve Varlık ve Zaman'ın ilk baskısını ithaf ettiği
kişinin cenazesine de katılmamıştı. Kaldı ki, 1 9 4 1’de kitabın yayımlanan dördüncü
baskısında, Heidegger, üç sene önce ölmüş Husserl’e ithaf yazısını bizzat
kaldırmıştır.
Bu pek şerefli olmayan dönem, savaşın bitişiyle sona erer.
25 Nisan 1945’te Fransız birlikleri Fribourg’a girerler. Mayıs ortalarına doğru,
“ tipik” bir Nazi addedilen Heidegger’in evi, işgal kuvvetleri tarafından el
konacak binalar listesinde yazılıdır. Kısa süre sonra, eski rektörün kaderini
karara bağlamaya yönelik bir dava başlatılır. Dava, Ocak 1946’da sonuçlanır.
Heidegger, erken emekliliğe ayrılır ve kamusal alanda ders vermesi yasaklanır. Heidegger,
1946’dan itibaren bu yasağı “özel” konferanslar vererek delmekte
gecikmeyecektir.
*
1966’da Spiegele verdiği ve -her daim temkinli olan
filozofumuzun isteğine uygun olarak- ancak ölümünden sonra yayımlanacak
söyleşinin[9] de tanıklık ettiği gibi, 1945 yılının ikinci döneminden itibaren
Heidegger, hayatının sonuna kadar sadık kalacağı savunma sisteminin ana
hatlarını yazı yoluyla oluşturmaya koyulur.[10]
1945 yılının sonunda Heidegger hala, iki karşıt fakat tutarlı
strateji arasında tercih yapma noktasındadır. Ya kendini sessizliğe ve yalıtılmışlığa
mahkûm etme pahasına Nazi geçmişini bütünüyle üstlenecektir. Yahut, herkesin önünde
özeleştirisini yapmak pahasına, sadece 1933’te değil, daha sonraki on iki yıl
boyunca da ciddi şekilde yanıldığını kabul edecektir. Doğrusu her iki tutum da cesaret
gerektirmektedir. Kuşkusuz Heidegger’in üçüncü bir yolu tercih etmesinin sebebi
de budur.
İç rahatlatıcı ve kasten aldatıcı olan bu yol, NSDAP’ye üyeliğinin
kapsamını sadece rektörlük yıllarında ciddi ciddi partiye iştirak ettiğini
ileri sürerek daraltmaktır. Filozofumuz böylece –geriye dönük bir şekilde-
hayatını üç döneme ayırmaya başlar: 1933’ten öncesi; 1933 ve 1934 yılları; ve
1934’ten 1945’e kadar olan dönem. Ardından da, ilk dönemde kendisini apolitik; İkincisinde
olayların kurbanı; ve üçüncü dönemin başından itibaren de “hata”sından tamamen
dönmüş biri olarak takdim eder.
Savunulması kolay olmayan iddialardır bunlar. Bir kere
Heidegger 1933’ten önce apolitik olmaktan uzaktır. Aşırı muhafazakâr bir
aileden gelen Heidegger, Wiemar Cumhuriyeti’nin kendisine sunmakta geç kaldığı
toplumsal yükselme araçlarını çok erken dönemde sağda, daha sonra da aşırı sağda
aramıştır. Varlık ve Zaman her ne kadar doğrudan doğruya siyasal bir kitap
olmasa da, ifade edilen düşünceler, gördüğümüz gibi, Spengler’e veya muhafazakâr
“devrim” kuramcılarına özgü bazı temaların felsefeye aktarılmasıdır çoğunlukla.
Heidegger’in 1945’ten sonra, 1933-1934 dönemiyle ilgili –bilhassa
da kendisini ziyarete gelen ve olan bitenle ilgili çok malumatı olmayan genç
Fransızlar huzurunda- yaptığı yorumlar, açıkça tutarsızdır. Bu dönemi yeri
gelir “büyük bir aptallık” olarak adlandırır, yeri gelir rektörlük görevini
partinin üniversiteye el koymasına engel olabilmek için kabul ettiğini ileri sürer
- ki bu, olgularla taban tabana zıttır.
Geriye en vahim olan şeyi hatırlatmak kalıyor. Heidegger,
iddia ettiği gibi, 1934’ten itibaren bir “muhalif” olsaydı, Nazilerin korkunç suçlarını
1945’ten sonra açıktan açığa kınamaması için hiçbir sebebi olamazdı. Hâlbuki
bunu hiç yapmadı. Bir kere bile, Yahudilerin imhasından ötürü -hiç değilse a
posteriori- kızgınlık duyduğu, hatta bu katliamı onaylamadığı izlenimi verecek
bir kelam etmez. Heidegger’ in “susmanın” “ hiçbir şey söylememek” olmadığını herkesten
daha iyi bildiği düşünülürse, şair Paul
Celan’ı hayretler içinde bırakan bu sessizliğin önemi daha da artmaktadır.
Yoksa filozofumuz hayatının sonuna kadar -diğer pek çok Nazi
gibi- en derinde Shoah’ın barbarlığını yok saymakta ısrar mı edecektir?
Maalesef, bunun tersini düşünmek için hiçbir sebep yok. Hatta en az iki gösterge,
bu tur bir yorumu doğrular gibi görünmekte.
Bunlardan ilki, 20 Ocak 1948’de Herbert Marcuse’a yollanan bir
mektupta bulunuyor. Eski öğrencisi tarafından özeleştirisini yapmaya davet
edilen Heidegger, bu mektupta bunu reddeder ve bir kere daha, o dönemdeki
eylemlerini önemsiz gösterir, Shoah’ı, 1945’ten sonra “ halk demokrasileri”nde hüküm
süren diktatörlüklerle kıyaslayarak sıradanlaştırır. Marcuse’a “ Yahudilerin
yerine Doğu Almanyalıları koyun” diye yazar Heidegger, “ ve beni suçladığınız şey
müttefik güçlerden birisi için de pekala geçerlidir; tek fark şu ki, 1945’te
olup biten her şey herkesin gözü önünde oldu, ama Nazilerin kanlı vahşeti
aslında Alman halkından gizlenmiştir.” [11]
Böylesi bir beyanat, Yahudilere yönelik bir saldırganlık
barındırmasının yanı sıra, iki yalanı da içerir. Birincisi, devlet
anti-semitizminin, komünizme değil
Nazizme özgü olduğu ve bu iki rejimi birbirine karıştırmanın imkânsız olduğu gerçeğini
yok sayarak, Nazizmin, komünizmden beter olmadığını öne sürer. İkincisi,
Yahudilere 1933’ten itibaren zulmedildiğini ve Kristal Gece sonrasında, kanlı
vahşetin Alman halkından saklanmak bir yana, tersine alenen caddelerde gerçekleştirildiğini
unutmuş görünmektedir. Bununla birlikte bu yalanların ömrü uzun olmuştur;
nitekim her ikisi de, bugün bile, Almanya’daki ve diğer ülkelerdeki “revizyonist”
tarihçilerin söylemlerini beslemektedir.
İkinci gösterge: Heidegger’in açıktan açığa gaz odalarından bahsettiği
-bugün için- bilinen tek metin, 1949’da Bremen’de teknik üzerine verdiği
(yayımlanmamış) bir konferanstan alınma şu parçadır: “Tarım artık motorize
olmuş bir besin endüstrisidir; özüne gelince, gaz odalarında ve toplama
kamplarında ceset üretimi neyse, ambargo ve ülkeleri açlığa mahkûm etmek de,
hidrojen bombası üretmek de aynı şeydir.”[12] Böylesi şüpheli bir karşılaştırma
karşısında, bunun büsbütün bir duyarsızlığın mı, yoksa hesaplı bir kışkırtmanın
ürünü mü olduğu sorusu geliyor akla. Körlük mü yoksa saldırganlık mı? Kabul
edileceği üzere iki yorum da, “ büyük” bir düşünür için bir yüz akı değildir.
Sonuçta bunlar olgular. Ancak olgular ne kadar rahatsız
edici olurlarsa olsunlar, şu temel soru karşısında tali kalıyorlar:
Heidegger’in siyasal bağlılığını, düşünme bicimi ile derin bağları olan bir şey
olarak mı yoksa, onunla hiçbir ilişkisi olmayan bir “ tuhaflık” olarak mı
değerlendirmeli?
Heidegger hayranlığının kırk yıldan beri kaygı verici
boyutlara ulaştığı Fransa’da, genel kabul gören yorum İkincisidir. Aynı
zamanda, farklı sebeplerle de olsa, Gadamer tarafından savunulan çözüm de
budur.[13] Bununla birlikte bu cevap, iki itirazla karşılaşır: bunlardan biri
olgusal, diğeri kuramsal bir itirazdır.
Öncelikle, felsefe ile siyasetin hangi ilke uyarınca
birbirinden ayrıldığını anlamakta güçlük çekiyoruz. Bu tespit, -Heidegger’ in bizzat
Kari Lowith’e söylediği ve öğrencisi Jean Beaufret’nin de tekrarlayıp durduğu
gibi- düşüncesinde “her şeyin birbiriyle örtüştüğü”[14] bir filozof için özellikle
geçerlidir.
Öte yandan, Heidegger’in NSDAP’ye katılarak, önceki çalışmalarına
ilham veren şeyden herhangi bir şekilde koptuğunu gösteren bir şey de yoktur.
Varlık ve Zaman'ın siyasal içerimleri, zaten aşırı sağcı Alman milliyetçilerinin
arzu ettiği bir yöne doğru uzanmıyor muydu? Kuşkusuz Heidegger değişmiştir;
fakat bunu dikkate değer ölçüde kendi kendisine sadık kalarak yapmıştır. Sonra,
şayet 1934’te ve yine 1945’ten sonra “reel” Nazizme karşı mesafe almışsa da, -geçirdiği
değişikliklere rağmen- yirmili yılların sonunda sahip olduğu -felsefi ve
siyasi- temel kanaatlerini hiçbir dönemde yadsımak ihtiyacı hissetmemiştir.
Demek oluyor ki, Fribourg’un “önderi”nin Nasyonal-Sosyalist bağlılığının
neden hiç de düşüncesinin geri kalanıyla ilgisiz olmadığını anlamak için, şimdi
siyaset ile felsefenin birliği üzerinde durmamız gerekiyor.
[Buraya almadığım bölümde yazar; Heidegger’in
“Varlık ve Zaman” kitabında yer alan düşünceleri, onu destekleyen –özellikle-
Fransız filozoflarının nedenlerini; olgusal ve eleştirel düzlemde ele alarak açıklamalarda
bulunuyor. Tarafsız bir tutum almıyor; olanların görmezden gelinerek ve
felsefesiyle bağlantısını kurmayarak, ilişkiyi görmeyerek yapılan gözü kapalı
desteği, Heidegger’in yeniden yüceltilmesini -en basit bir deyişle- kınıyor. Bu
bölüm aşağıdaki paragraflarla sona eriyor. DK]
Son olarak, Heidegger’in düşüncesi, belirli bir ideolojiyle,
Nasyonal-Sosyalizmle yakından ilişkili siyasal bir düşünce olduğundan akılcılığın
bir başka biçimiyle dayanışma halindedir: Bu akılcılık, on iki sene boyunca, söz
konusu ideolojinin Alman toplumu üzerinde, savaş ve “nihai çözüm”ü de içeren
kesin bir hâkimiyet sahibi olmasını sağlamıştır.
Öyleyse paradoksal bir şekilde asıl mesele şudur:
Heidegger’in düşüncesinin katıksız bir düşünce olması, katıksız bir şiir olması
durumundan daha tehlikelidir. Yazık ki bu düşünce ne biri ne öbürüdür. Heidegger’
in düşüncesi son noktada bir felsefedir. Ancak fazlasıyla tartışma götürür bir
felsefedir, çünkü ilkesel bir akılcılık karşıtlığına dayanır ve bununla
birlikte, kimi okurları ikna etmeye yeter ölçüde “ akılcı” bir dil ile ifade
olunur.
Kısacası bu düşüncenin hem tehlikeli hem sorunsal olmasının
sebebi, onda aklın ve akıldışının özel ve bilhassa da sarsıcı bir şekilde yan
yana barınmasıdır. Tam da tıpkı Auschwitz’e has dehşetin, (amaçlardaki)
benzersiz bir çılgınlık ile (amaca ulaşmak için kullanılan araçlardaki)
akılcılığın karışımından kaynaklanması gibi.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, bu karışımın nasıl mümkün olduğunu
sorgulamaya başlamak gerekmiştir. Bunun için, iki yüzyıllık bir zaman içinde Aydınlanma’nın
nasıl olup da bu denli yanıldığını daha iyi görebilmek adına, bizatihi aklın
işleyişini soruşturmak gerekir.
Kaynak: CHRISTIAN DELACAMPAGNE, 20. YUZYIL FELSEFE TARİHİ,
HISTOIRE DE LA PHILOSOPHIE AU X X e
SIECLE, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2010, s. 161-169, 185-186
Çeviren: Devrim Çetinkasap
Dipnotlar
4 Bu
metinlerin bazısı Guido Schneeberger tarafından (yazar hesabına!) yeniden yayımlanmıştır:
Naclese zu Heidegger, Berne, 1962. Fransızca
cevirisi (kısmi şekilde) Le Débat dergisi,
Paris, Gallimard, n. 48, Ocak-Şubat 1988, s.176-192.
5 Hugo
Ott, Martin Heidegger: éléments pour une biographie
(1988), Fransızca cevirisi, Paris, Payot, 1990,
s. 196.
6 A.g.e.,
s. 276-280.
7 Martin
Heidegger, Introduction à ta métaphysique,
Fransızca cevirisi. Paris, Gallimard, 1967, s. 202.
8 Karl
I.owith, Ma Vie en Allemagne avant et après 19.3J
, Fransızca cevirisi, Paris, Hachette, 1988, s. 77-78.
9 Soyleşinin
Fransızca cevirisi : Réponses et Questions sur l'histoire et
politique, Paris, Mercure de F'rancc, 1988.
10 Martin
FIcidcgger, “ Le rectorat: fait et reflexions” (1945), Fransızca cevirisi, Le Débat dergisi, Paris, Gallimard, no. 25, 1983.
1.1
İlk defa 1988’de, daha once zikrettiğimiz Hugo
Ott’un yapıtında yayımlanan mektup, Fransızca cevirisi, s. 199.
1.2
Wolfgang Schirmiıcher’in Technik ııııd Gelassenheit’ta naklettiği bu
metinin (Fribourg, Kari Aber, 1984), Fransızcası icin bkz. Philippe
Lacouc-Labarthe, La fiction du politique, Paris,
Christian Bourgois, 1987, s. 58.
13 Gadamer’in
konumunun bir ozeti, Fransızca olarak L e Nouver
Observateur isimli haftalık yayın organında bulunabilir,
22-28 Ocak 1988, s. 45.
14 Jean
Bcaııfret, De l'existentialisme à Heidegger, Paris,
Vrin. 1986.
Görseller ve alt yazıları bana aittir. DK
**Yukarıdaki fotoğrafın altındaki açıklama şöyle...
Martin Heidegger'in çok merak edilen ve utanç verici bu fotoğrafı, Leipzig'deki Alberthalle'deki merkezi bir etkinlik vesilesiyle çekildi;
Soldan sağa: kahverengi fırtına birliklerinin lideri, NSLB'den (Nasyonal Sosyalist öğretmenler derneği) Sturm Abteilung (SA),
Saksonyalı Schulrat Geyer;
Leipzig Üniversitesi rektörü Dr. Arthur Golf;
Hamburg Üniversitesi rektörü Dr. Eberhard Schmidt;
Halle Üniversitesi'nden Dr. ve ilahiyatçı Friedrich K. Schumann;
Göttingen Üniversitesi'nden Profesör Dr. Emanuel Hirsch (ilahiyatçı ve Kierkegaard çevirmeni!);
Dresden'den bir başka SA ve
NSLB lideri Arthur Göpfert;
tabi ki bıyıklarını kestirmiş Freiburg Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Heidegger;
München Üniversitesi'nden sanat tarihçisi Dr. Wilhelm Pinder (Sanatın Äußerung unserer Rasse , "Aryan ırkımızın ifadesi" olması gerektiğini söyledi);
Berlin Üniversitesi rektörü Dr. Eugen Fischer (kötü bir öjenist ve Heidegger'in yakın arkadaşı)
ve son olarak Berlin Üniversitesi Sauerbruch'tan bir tıp doktoru.
Bu etkinlik, Führer'in Milletler Cemiyeti'nden ayrılma kararını desteklemek amacıyla Almanya genelinde Nasyonal Sosyalist entelektüellerin ve bilim adamlarının "Alman Bilim Gösterisi" adını verdiği bir mitingdi . Heidegger, SA adamlarından oluşan bir duvarın, bir Aryan simgesinin ve gamalı haçlı bayrakların altında ihtiyatlı ve gururlu görünüyor . Sahne dekorları, rektör olarak göreve başladığı gündekilerle neredeyse aynı. Miting fikri, Saksonya Ulusal Sosyalist Öğretmenler Birliği'nin (NSLB) Führer'i olan ve bir nevi portfolyosu olmayan bir tür eğitim bakanı haline gelecek olan Gauobmann Arthur Göpfert'ten geldi. Nazi Entelijansiyasının en kıdemli ve önde gelen üyelerinin , Hitler hükümeti tarafından alınan en son önlemlere destek vermeleri gerekiyordu; bunlar arasında tüm anayasal hakların askıya alınması, siyasi partilerin yasaklanması, Reichstag'ın ( Parlamento ) feshedilmesi, ırksal ayrımcılık da vardı. önlemler ve elbette Üçüncü Reich'in saldırgan dış politikası .
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder