Jean
Bottéro
On dokuzuncu yüzyılın ilk yıllarında bazı seyyahlar, Dicle’yle Fırat arasındaki
uzak topraklardan birtakım tuğlalar ve kil tabletler getirmişlerdi; üzerlerine
serpilmiş bir avuç çivi gibi duran, tuhaf çizgilerle süslüydü bunlar. Bu
okunmaz yazıların en etkileyici olanları, İran’ın güneybatısında, harabe
halindeki eski başkent Persepolis civarında bulunmuştu: Dimdik yükselen
kayalara oyulmuş mezar odalarında birbirine paralel, uzunlu kısalı üç sütun
halinde bu türden işaretler vardı. Besbelli bir yazıydı bu; içindeki çivilere
ve köşeli işaretlere bakarak buna “çiviyazısı” diyeceklerdi.
Bu gizemli çizgilere daha dikkatli bakan bir iki bilim adamı kayalara oyulmuş
metinlerin aslında üç farklı yazıyla yazılmış olduğunu anlamışlardı. Hepsi
köşeli olmakla birlikte, karakterlerin sayısı her sütunda farklıydı:
“Birincisinde” sadece yaklaşık 40 kadar karakter varken “ikincisinde” bu rakam
yüze, en büyüleyicileri olan “üçüncüsünde” beş yüze varıyordu!
Göttingen’de yaşayan genç bir Latince öğretmeni olan Georg Friedrich Grotefend
daha 1802’de, sırrını ele vermeyecek gibi görünen bu kargacık burgacık
yazıların bileğini bükmeyi aklına koymuştu. Büyük bir uysallıkla, her biri bir
sütunu kaplayan ve kuşkusuz ayrı birer dile ait olan “üç Persepolis yazısından”
altı üstü kırk karakter barındıran birincisini seçti ilk saldırı için; ondaki
sadece üç dört satır tutan kısacık yazıya boyun eğdirmesi belki daha kolay
olurdu. Nasıl seslendireceğini de, dilini de, içeriğini bilmediği bu belgelerin
içine “girebilmek” için başka bir yerden tanıdığı ve talihin yardımıyla bu
yazılarda da bulabileceği bir şeye ihtiyacı vardı: Özel isimler; farklı
dillerde genellikle pek değişmezdi bunlar. Kurnaz ve inatçı Grotefend böylece
üç-dört özel ismi belirlemeyi ve en azından sahiplerinin “protokoldeki” yerini
tahmin etmeyi başardı: “Ben, Serhas, Büyük Kral, Kralların Kralı, Kral
Darius’un oğlu.” Böylece bunlara denk düşen on kadar çivi biçimindeki işaretin
ses değerini de anlamış oluyordu.
Bu küçük kazanım sayesinde bir adım ileri gidip tanımlanmış karakterleri
kullanarak, kişiyi, soyunu, kralın unvanını belirtmesi muhtemel “cins isimleri”
yarım yamalak da olsa okuyabildi. Ne var ki sökmeye başladığı bu kelimeler,
bölgenin antik dininin kutsal kitaplarından derlenmiş Avesta’dan
bilinen
Pers dilinin en eski kelimelerini hatırlatıyordu. Dolayısıyla şu konuda bahse
girebilirdi -ki zaten sonradan yerden göğe kadar haklı olduğu ortaya çıkacaktı;
“Persepolis’teki birinci yazı”da bizzat ülkenin hükümdarlarının diliyle karşı
karşıyaydılar; yani “Eski Persçeyle”; “Hint-Avrupa” dil ailesinin Hint grubunda
konuşulan dillere uzak sayılmazdı, bu nedenle yeniden kurulabilir ve kolayca
anlaşılabilirdi.
Grotefend’in ardından on kadar büyük isim geldi: Rask, Münter, Silvestre de
Sacy, Rich, Hincks, Norris, Talbot, Oppert, Rawlinson... Keskin zekâlı,
gözüpek, çabuk kavrayan, inanılmaz sabırlı kafalardı bunlar; vardıkları ince
sonuçlar sayesinde yazıların çözülmesinde adım adım sonuca gidiliyordu.
“Persepolis yazılarının birincisi”nde son derece özel bir “alfabe” kullanıldığı
ortaya çıktı; ülkenin dili olan “eski Persçe”yi ifade ediyordu: Hint-Avrupa’nın
İran kolunun o güne dek bilinmeyen en eski haliydi yansıttığı dil.
Ahamanışların yazılarında “ilk” sırada yer alıyordu, çünkü Pers
İmparatorluğu’nun ve hükümdarının diliydi.
“İkinci yazının” işaretleri ise genellikle başlı başına bir sese, bir “foneme”
değil (b, g, s gibi), telâffuz edilebilen bir heceye (ba, ib, kur, vb.) denk
düşüyordu; ve gene o güne dek bilinmeyen bir dili ifade ediyordu; bugüne kadar
onu herhangi bir dil ailesine bağlamayı başaran da olmadı; bu nedenle bu dili
tam olarak kavrayabilmiş değiliz. Adına “Elam dili” dendi, çünkü İran’ın
güneydoğusundaki Elam bölgesine aitti. Burada uzun süre kendine özgü bir
kültürü olan, bağımsız, zengin bir krallık hüküm sürmüştü. Ahamanış
hükümdarları onu fethedip topraklarına katmış olmalarının şerefine resmî
yazılarda dilini koruyup kullanmaya özen göstermişlerdi.
Geriye “üçüncü yazı” kalmıştı. En şaşırtıcı olan oydu, beş yüz karakteriyle
inanılmaz karışıktı. Karakterlerin her biri metnin içeriğine göre fonetik
olarak bir ya da daha fazla heceye (aynı karakter du, gub, gin... olarak
okunabiliyordu) işaret edebiliyor, ya da bir, hatta birbiriyle pek az bağıntılı
birkaç gerçekliği gösteren bir ideogram olarak kullanılabiliyordu (aynı
ideogram “yürüyüş”, “nakliyat”, “ayakta beklemek” olarak anlaşılabiliyordu).
Üstüne üstlük aynı hece değeri, fonetik olarak şeklen birbirine hiç benzemeyen
farklı işaretlerle verilebiliyordu.
Ama insanı bir anda çarpan ve “üçüncü yazıya” apayrı bir önem kazandıran şey,
gerek karakterlerinin sunumu, yani desenleriyle, gerek bu karmaşık sistemin
kullanılışıyla onun daha önce kaydedilmiş olan ve kanıtları hâlâ ele
geçirilmekte olan yazıyla bire bir aynı olmasıydı: Mezopotamya toprağından
çıkan tabletler ve tuğlalardaki yazıyla. Demek ki ülkenin kendi yazısıydı bu.
Ve Pers hükümdarları MÖ 539’da ülkenin gözbebeği olan zengin, güçlü ve ünlü Babil
krallığını topraklarına katınca, onun yazısını ve dilini benimseyerek resmî
kitabelerinin “üçüncü sütununa” koymuşlardı. Pers ülkesinin göbeğinde
bulunmalarının nedeni de buydu işte.
Bu kargacık burgacık yazıları en ince ayrıntılarına kadar inceleyenler, çok
geçmeden üçüncü sütunun dilinin de, tıpkı gerçek olduğuna inanılması zor yazısı
gibi Ortadoğu’nun yaygın modern ve eski dilleriyle yakın akraba olduğunu
anladılar: İbranice, Aramca, Arapça... bunların hepsi “Sami” ailesindendi. Bu
da bu son dilin okunmasını, anlaşılmasını ve yeniden kurulmasını
kolaylaştırıyordu.
Elli yılı dolduran çabanın, sabrın, aklın -ve şansın!- ardından, bir avuç bilim
adamı hem yazı hem de dil konusunda yolun sonuna geldiklerini iddia
ediyorlardı. Bunun üzerine 1857’de, Londra’daki Royal Asiatic Society üyeleri
bu sorunu açıklığa kavuşturmak istediler. Yazı çözücülerin en ünlülerini
(Rawlinson, Hincks, Talbot ve Oppert) bir sınavdan geçirmek geldi akıllarına.
Üç beş ayrıntı dışında, dört çeviri birbirinin bire bir aynısıydı. Bu da yarım
yüzyıllık çalışma ve sıkıntıdan sonra, bir zamanlar Grotefend’in
çiviyazılarının erişilmez sırrını saklayan o sapasağlam duvarda açtığı gediğin
genişleyerek suru yıktığını, böylece kaleyi bütün meraklılara açtığını
kanıtlıyordu.
Elimizdeki çiviyazısı arşivleri, insanlığın
belleğinden silinmiş bu saygıdeğer evrensel kültürü en azından incelememize
olanak verdi. Ona dahil olan halkları ve dilleri tanımayı öğrendik. Ardından en
az yukarıda anlattığımız kadar zor ve eşsiz bir “tarihsel serüven” yaşayarak,
çok eskiden heterojen bir toplumun varolduğunu ve çok önemli bir role sahip
olduğunu keşfettik; bu toplumun diliyle (Sümerce) Sami kökenli Akkadca
arasındaki fark (bugün böyle söylüyoruz; eskiden “Asurca” denirdi), Çince’yle
Fransızca arasındaki fark kadar büyüktür.
İnsanoğlunun belleğinden tamamen silinmiş olan bu iki farklı dilin dilbilgisini
ve kelime dağarcığını zor da olsa yeniden kurduk; böylece yavaş yavaş yeryüzüne
çıkan bütün çiviyazılı belgeleri sadece okumakla kalmadık, anladık da: Yazılar
yaklaşık MÖ 3. binyılın sonuna kadar daha çok Sümerce’dir. Ardından Akkadca ona
üstün gelirse de Sümerce, Rönesans’a kadar Latince’nin durumunda olduğu gibi
bilgelerin, kültürlü insanların ve din adamlarının dili olarak varlığını
korudu.
Çiviyazısı MÖ 3. binyıldan 1. binyıla dek kullanıldı. Sümerce’nin, Akkadca’nın,
Hititçe’nin ve Persçe’nin ard arda kayda geçirilmesini sağladı. Eski Pers
dilindeki bu yazı soldan sağa doğru okunur. Çevirisi şudur: “Serhas, Büyük
Kral, Kralların kralı, Ahamanış Kral Darius’un oğlu.” Grotefend de bunun gibi
kısa bir yazıyı inceleyerek Serhas, Darius ve Ahamanış (sülalenin kurucusu)
gibi özel isimleri (sarıyla boyanmış olanlar), cins isimler olan “kral”,
“büyük” ve “oğul”dan (beyazlar) ayırabilmişti. O zamanlar yıkılmaz bir kale
olan çiviyazısına ilk “girişi” de böyle olmuştu.
Jean Bottéro, Ecole Pratique des Hautes Études’de Özel Araştırmalar Müdürü
Toplumsal Tarih, Ocak-Mart 2004 No: 22
Çeviri: Saadet Özen