6 Aralık 2018 Perşembe

Umberto Eco - Jean-Claude Carriere Konuşuyor: Ateş Vasıtasıyla Sansür


Kısaltmaların açılımı
J. -C. C. : Jean-Claude Carriere
U. E. : Umberto Eco
J. -P. de T. : Jean-Philippe deTonna (yöneten)

Aziz Paulus Efes'te Vaaz Vermesi, 1640, Louvre Müzesi
Ressam: Eustache Le Sueur
J. -P. de T. : Kitap tarihinin en korkutucu sansürcüleri arasında, ateşe özel bir yer ayırmalıyız burada.

U. E. : Elbette, bunun için de hemen, Nazilerin “yoz” kitapları ortadan kaldırdıkları odun yığınlarından bahsetmeliyiz. (bkz. Dışavurumculuk - Ekspresyonizm veya İfadecilik, bunun içinde anlatılıyor)
1966 yapımı filmin afişi

J. -C. C: Fahrenheit 451’de Bradbury kitapların tedirgin edici mirasından kurtulmak isteyip onları yakmaya karar veren bir toplum tahayyül eder. Fahrenheit 451 derece tam da kâğıdın yandığı ısıdır: Zira o toplumda kitapları yakmakla görevlendirilenler itfaiyecilerdir.

U. E. : Fahrenheit 451, İtalyan radyosundaki bir programın adı aynı zamanda. Ancak tam tersi söz konusu: Bir dinleyici falanca kitabı bulamadığını ya da kaybettiğini söylemek için telefon eder. Bunun üzerine hemen bir başkası arayıp kendisinde kitabın bir nüshasının bulunduğunu ve onu elden çıkarmaya hazır olduğunu söyler. Birisinin bir kitabı okuduktan sonra, bir başkası da okuyup mutlu olsun diye kitabı bir yerlerde, sinemada, metroda bırakmasına benziyor bu biraz. Bağlayacak olursam, kazara çıkan veya isteyerek çıkarılan yangın, başlangıcından beri kitabın tarihine eşlik eder. Yanmış olan kütüphanelerin hepsini saymanın imkânı yok.

J. -C. C. : Louvre Müzesi’nin beni davet ettiği bir deneyi getirdi aklıma bu. Yapılacak şey, bir eser seçip bu eseri gece vakti, küçük bir topluluk karşısında yorumlamaktı. Ben XVII. yüzyılın başında yaşamış bir Fransız ressamı olan Le sueur’ün bir eserini seçtim: Aziz Paulus Efes’te Vaaz Verirken. Tabloda Aziz Paulus, bir dikme taşın üstünde ayakta dururken görülür, sakallı ve cüppelidir: Tastamam günümüzdeki bir ayetullahın görüntüsüdür bu, yalnız sarık eksiktir. Gözleri ateş saçar. Birkaç mümin vardır onu dinleyen. Tablonun alt kısmında, seyirciye arkası dönük, dizlerinin üstüne çökmüş siyah bir hizmetkâr kitaplar yakmaktadır. Hangi kitapların yakıldığını görmek için tabloya yaklaştım. Sayfaların arasından görüldüğü haliyle, kitaplar matematik şekilleri ve formülleri içeriyordu. Şüphesiz yeni din değiştirmiş olan köle, Eski Yunan bilimini yakıyordu yani. Ressam, doğrudan ya da gizli olarak, bize hangi mesajı aktarmak istemişti? Bir şey diyemem. Ancak imge olağanüstü gene de. İman gelir, bilim yakılır. Elemenin de ötesinde bir şey bu, alevler vasıtasıyla bir tasfiye işlemi. Hipotenüsün karesi sonsuza kadar yok olmalı.

U. E. : Hatta burada ırkçı bir yan-anlam bile var, çünkü kitapların yok edilmesi işi bir Siyah’a yüklenmiş. En çok sayıda kitap yakanlar mutlaka Nazilerdir diye düşünürüz. Fakat Haçlı Seferleri sırasında neler olup bittiği hakkında tam olarak ne biliyoruz ki? (bkz. https://tarihegitimi.blogspot.com/2018/12/hacl-seferleri-salaheddin.html)

Rivera'nın yorumuyla
İspanyolların Meksika'ya gelişi

J. -C. C. : En büyük kitap mezarcıları, Nazilerden de beter, Yeni Dünya’daki İspanyollardı bence. Öte yandan Moğollar da ellerinden geleni artlarına koymadılar.

U. E. : Modernitenin şafağında [16. yüzyıl], Batı dünyası henüz bilinmeyen iki kültürle karşılaştı: Amerika yerlilerinin kültürü ile Çin kültürü. Ne var ki, Çin fethedilemez ve “sömürgeleştirilemez” büyük bir imparatorluktu ama ticaret yapabilirdik. Cizvitler oraya gittiler, Çinlilerin dinini değiştirmek üzere değil, kültürler ve dinler arası diyalogu kolaylaştırmak üzere. Amerika yerlilerinin diyarlarındaysa, aksine, kan dökücü vahşiler yaşıyor gibi göründüğünden, buralar tam bir talana ve hatta tüyler ürpertici bir soykırıma vesile oluşturdular. Ne var ki, bu ikiyüzlü davranışın ideolojik gerekçesi, birinde ve öbüründe kullanılan dillerin mahiyetine dayanır. Amerika yerlilerinin piktogramları*, şeylerin basit, her türlü kavramsal değerlilikten yoksun bir taklidi olarak tanımlandı; Çin ideogramlarıysa* fikirleri temsil ediyordu, dolayısıyla daha “felsefi”ydiler. Bugün artık, piktografik yazının bundan daha incelikli ve gelişmiş olduğunu biliyoruz. Kim bilir kaç piktografik metin ortadan yok olmuştur böyle!

J. -C. C: Olağanüstü uygarlıkların kalıntılarını yok eden İspanyollar, hâzineleri yaktıklarının farkında değildiler. İçlerinden bazılarıysa, özellikle insanı şaşırtan o keşiş, Bernardino de Sahagun, orada yıkılmaması gereken bir şeyler olduğunu sezdiler; bugün mirasımız diye adlandırdığımız şeyin önemli bir kısmını bunlar oluşturuyor.

U. E. : Çin’e giden Cizvitler kültürlü kişilerdi. Cortes, hele Pizarro, bir kültür kıyımı tasarısının ateşiyle harekete geçen kasaplardı. Onlara eşlik eden Fransiskenler yerlileri vahşi hayvanlar olarak görüyorlardı.
J. -C. C. : Bereket versin, hepsi değil. Sahagun değil, Las Casas ve Duran değil. Yerlilerin fetihten önceki hayatı üzerine bildiğimiz her şeyi onlara borçluyuz. Üstelik, çoğu zaman ciddi tehlikeleri göze almışlar.

U. E. : Sahagun Fransisken’di, Las Casas ile Duran ise Dominikendiler. Klişeler ne kadar yanlış olabiliyor, çok ilginç. Dominikenler Engizisyon’un adamlarıydı, Fransiskenler ise mülayimliği kimselere bırakmazlardı. Gelin görün ki Latin Amerika’da, tıpkı bir westem deki gibi, Fransiskenler bad guys oldular, Dominikenlerse bazen good guys.[54]

J. -P. de T. : Neden İspanyollar Kolomb-Öncesi bazı yapıları yıktılar da bazılarına dokunmadılar?

J. -C. C: O yapıları görmediler de ondan. Yüzyıllar önce terk edilmiş ve cengelin kapladığı büyük Maya şehirlerinin çoğunda durum budur. Daha kuzeydeki Teotihuacan’ın durumu da aynıdır. Aztekler XIII. yüzyıla doğru bölgeye geldiklerinde şehir çoktan ıssızlaşmıştı. Yazılı tüm izleri silmeye yönelik bu saplantı, istilacının gözünde, yazısız bir halkın ebediyen lanetli bir halk olduğunu ifade eder az çok. Geçenlerde Bulgaristan’da MÖ II. ve III. binyıldan kalma mezarlarda kuyum [Değerli metal ve taşlardan yapılan süs eşyası TDK] eşyası bulundu. Ne var ki Traklar, tıpkı Galyalılar gibi, yazı bırakmamışlardı. Ve yazısız halklar, kendilerini adlandırmamış, kendilerini (yalan yanlış bile olsa) anlatmamış olanlar, hiç yaşamamış gibidirler, kuyumculukları muhteşem, son derece incelikli işler olsa bile. Hatırlanmak istiyorsanız, yazmalısınız. Yazmalı ve yazdıklarınız ateşte kaybolmasın diye bir şeyler yapmalısınız. Yahudi kitaplarını yakarken, acaba Nazilerin kafasından ne geçiyordu diye merak ederim bazen. Hepsini, son kitaba varana kadar ortadan kaldırmayı mı düşünüyorlardı? Cinai olduğu kadar ütopik bir girişim değil mi bu? Daha ziyade sembolik bir eylem değil mi?
Çağımızda, gözümüzün önünde yapılan sinsi yönlendirmeler beni şaşırtıp üzüyor. Sık sık İran’a gitme fırsatım olduğundan, tanınmış bir ajansa, günümüz İran'ının, benim bildiğim haliyle filme çekmek için oraya küçük bir ekip götürmeyi teklif ettim. Ajansın yöneticisi beni kabul etti ve bilmediği bir ülke hakkındaki görüşünü bana açıklamakla işe başladı. Neyi filme çekmem gerektiğini söyledi tam olarak. Kendisinin hiç gitmediği bir ülkeden hangi görüntüleri getireceğime karar veren oydu: mesela göğüslerini yumruklayan yobazlar, uyuşturucu müptelaları, fahişeler vs. Söylemeye bile gerek yok, proje gerçekleşmedi.

Görüntünün ne kadar aldatıcı olabileceğini her gün görüyoruz. Çok incelikli çarpıtmalar söz konusu, kendilerini “görüntüler”, yani belgeler gibi sunduklarından çarpıtma olduklarını ayırt etmek daha da zor. Sonuç olarak, ister inanılsın ister inanılmasın, hakikati başka bir kılığa sokup tanınmaz hale getirmekten daha kolay bir şey yok.

Bir televizyon kanalında, bildiğim bir şehir olan Kabil üstüne bir belgesel gösterildiğini hatırlıyorum. Bütün planlar alttan görüş şeklinde filme çekilmişti. Savaşın yerle bir ettiği evlerin tepeleri görülüyordu sadece, ne sokaklar vardı ne sokaktan geçenler ne de dükkânlar. Buna bir de, ağız birliği etmişçesine ülkenin içler acısı halinden bahseden insanlarla yapılmış söyleşiler eklenmişti. Belgesel boyunca tek ses, meşum bir rüzgârın sesiydi, sinemadaki çöllerde duyulan cinsten ama dönüp dönüp baştan başlıyordu. Demek ki, bir ses arşivinden seçilip görüntünün orasına burasına eklenmişti. Aynı rüzgâr sesi olduğunu, bu sefer “eğitimli bir kulak" anlayabilirdi. Hâlbuki filme çekilen kişilerin giydiği hafif giysiler bile kesinlikle kımıldamıyordu. Bu röportaj tam bir yalandı. Bir yalan daha.

U. E. : Lev Kuleşov,** görüntülerin birbirini ne şekilde bozduğunu ve onlara bambaşka şeyler söyletmenin nasıl mümkün olduğunu daha önce göstermişti. Yiyecek dolu bir tabak görüntüsünü takiben gösterilen bir adamın yüzüyle, gayet tiksindirici bir nesne sergilendikten sonra gösterilen aynı adamın yüzü, seyircide aynı izlenimi uyandırmayacaktır. İlk durumda, adamın yüzü açgözlülüğü ifade eder, İkincisindeyse tiksintiyi.
Rosemary'nin Bebeği
Çekimden bir görüntü
Görünenin arka planı
J. -C. C. : Bakış, görüntülerin telkin etmek istediği şeyi görür sonunda. Polanski’nin Rosemary'nin Bebeği’nde, pek çok insan canavar bebeği gördü sonunda, zira beşiğinin üzerine eğilmiş kişiler bebeği öyle tasvir etti. Ama Polanski filmde bebeği hiç göstermedi.

U. E. : Pek çok insan da Gündüz Güzeli’ndeki Doğu işi kutunun içinde ne olduğunu görmüştür muhtemelen.

J. -C. C. : Tabii. Bunuel’e içinde ne olduğu sorulduğunda, şu cevabı verirdi: “Bay Carriere’in bir fotoğrafı. Kızların dehşete kapılması bu yüzden. ” Bir gün gene filmle ilgili olarak tanımadığım biri evime telefon etti ve daha önce Laos’ta yaşayıp yaşamadığımı sordu. Hiç gitmediğimi söyledim. Bunuel için de aynı şeyi sordu, gene hayır dedim. Telefondaki adam şaşırdı. Ona göre, meşhur kutu ona mutlak surette eski bir Laos âdetini hatırlatıyordu. Bunun üzerine ona kutunun içinde ne olduğunu bilip bilmediğini sordum. “Elbette!” dedi. “Lütfen, " dedim, “bana da söyleyin!" Söz konusu âdette, kadınların, sevişme sırasında, iri bokböceklerini gümüş zincirlerle klitorislerine bağladıklarını, böceklerin bacaklarını oynatmalarının onları daha yavaş ve daha hoş bir şekilde orgazma ulaştırdığını açıkladı. Şaşkınlıktan donakaldım ve ona Gündüz Güzelindeki kutuya bir bokböceği koymanın aklımızın ucundan bile geçmediğini söyledim. Adam telefonu kapattı. Ve o anda, sırf bilme fikri bile bana korkunç bir hayal kırıklığı yaşattı! Esrarın o acı tatlı lezzetini kaybetmiştim.

Bunları anlatmamın sebebi şu: Çoğu zaman gösterdiğinden farklı bir şeyi gördüğümüz görüntü, yazılı dilden veya sözden çok daha incelikli bir şekilde yalan söyleyebilir. Görsel hafızamızı bir nebze bozulmamış bir şekilde koruyacaksak, gelecek nesillere, görüntülere bakmayı öğretmeliyiz mutlaka. Hatta bu bir öncelik.

U. E. : Bundan böyle hepimizin maruz kalabileceği başka bir sansür biçimi var. Dünyanın bütün kitaplarını, bütün dijital veri depolama ortamlarını, bütün arşivlerini muhafaza edebiliriz, fakat bu muazzam kültürü muhafaza etmek için seçtiğimiz bütün dilleri bir anda çevrilemez hale getiren bir uygarlık krizi olursa, o zaman bu miras geri dönüşü olmayan bir şekilde kaybolur.

J. -C. C. : Hiyeroglif yazısının başına gelen buydu. 380’de, Theodosius’un fermanıyla birlikte, Hıristiyanlık devlet dini oldu, tüm imparatorluktaki yegâne ve mecburi din. Diğerlerinin yanı sıra, Mısır tapınakları da kapatıldı. Bu yazıyı bilen, bu yazının mutemedi olan rahipler, o andan itibaren bilgilerini aktarma imkânsızlığı içinde buldular kendilerini. Binlerce yıldır birlikte yaşadıkları tanrılarını gömmek zorundaydılar. Tanrılarıyla birlikte tapınma nesnelerini ve dili de. Her şeyin belki de sonsuza dek yitip gitmesine bir nesil yeter.

U. E. : Bu dilin anahtarını yeniden bulmak için on dört yüzyıl gerekti. 

J. -P. de T. : Ateş vasıtasıyla sansüre dönelim yine. Eskiçağ’ın kütüphanelerini yakanlar, bu kütüphanelerin barındırdığı elyazmalarına ait her izi yok ettiklerini zannediyorlardı belki. Fakat matbaanın icadından sonra, böyle bir şeyin imkânı yok artık. Basılı bir kitabın bir, iki, hatta yüz nüshasını yakmakla kitap ortadan kaldırılmış olmuyor. Öbür nüshalar çok büyük sayıda özel kütüphaneye ve kamu kütüphanesine dağılmış olarak kalıyor. O halde, Nazilerin tutuşturduklarına benzer modern odun yığınları ne işe yarar?

U. E. : Sansürcü, yasaklanan kitabın tüm nüshalarını ortadan kaldırmadığını gayet iyi bilir. Ama dünyayı ve dünyayı kavramaya ilişkin koskoca bir düşünceyi ateşle yakıp yok etmeye muktedir yarı-tanrı konumuna yükselmenin bir şeklidir bu. Gerekçe, bazı yazıların kangrenleştirdiği bir kültürü arındırmak, sil baştan oluşturmaktır. Nazilerin “yozlaşmış sanat”tan bahsetmeleri tesadüf değildi. Kitap yakma bir tür tedaviydi.

Kaynak
Tanrı Şiva'nın sözü geçen
görüntüsü

J. -C. C. : Bu yayımlama, yayma, muhafaza etme ve yok etme imgesini Hindistan’daki tanrı Şiva’nın görüntüsü epey iyi örnekler. Dünya, bir ateş çemberinin içinde yer alan tanrının dört elinden birinde tuttuğu davulun ritmine göre yaratılmıştır, öbür elinde tuttuğu ateş bu yaratma uğraşını yok edecektir. İki el de aynı hizadadır.

U. E. : Herakleitos’un ve Stoacıların görüşünden uzaklaşmış değiliz. Her şey ateşten doğar ve ateş her şeyi yok eder, ilerde her şey yeniden varlığa dönüşebilsin diye. Bundan dolayı, heretiklerin (ayrıca bkz. ***) kafasını kesmek yerine onları yakmak tercih edildi hep, hâlbuki kafalarını kesmek daha kolay ve daha az zahmetli olurdu. Aynı fikirleri paylaşanlara ya da aynı kitaplara sahip olanlara yönelik bir mesajdır bu.

J. -C. C. : Goebbels’in durumunu ele alalım, Naziler arasındaki, aynı zamanda bibliyofil de olan tek entelektüeldi muhtemelen. Kitapları yakanlar ne yaptıklarını gayet iyi bilirler diye hatırlatmakta haklıydınız. Yazılı bir şeyi ortadan kaldırmayı istemek için, onun tehlike arz etme niteliğini değerlendirmeyi bilmek gerekir. Kaldı ki, sansürcü deli değildir. Mimlenen kitabın birkaç nüshasını yakmakla kitabı ortadan kaldırmayacaktır. Bunu gayet iyi bilir. Fakat hareket son derece semboliktir. En çok da, başkalarına şunu söyler: Bu kitabı yakmaya hakkınız var, tereddüt etmeyin, doğru bir eylem bu.

J. -P. de T. : Amerika Birleşik Devletleri bayrağını Tahran'da veya başka yerde yakmak gibi bir şey...

J. -C. C. : Elbette. Yakılan tek bir bayrak bir hareketin, hatta bir halkın kararlılığını duyurmaya yeter. Ancak, daha önce defalarca gördüğümüz gibi, ateş her şeyi sessizliğe indirgemeyi hiçbir zaman başaramaz. Birçok kültüre ait izleri kökünden yok etmeye uğraşmış İspanyollar arasından bile, söz konusu kültürlere ait birkaç örneği kurtarmaya çalışan birkaç keşiş çıktı. Daha önce adını andığımız -ama adım ne kadar ansak az- Bernardino de Sahagun, başka yerde ateşe atılmış kitapların kopyalarını, bazen gizlice Azteklere çıkarttırıyordu. Yerli ressamlardan bunları resimlemelerini istiyordu. Ne var ki, bu bahtsız adam, eserinin yayımlandığını hayattayken asla görmedi, çünkü bir gün iktidar yazılarına el konmasını emretti. Saf bir adam olduğundan, müsveddelerini vermeyi bile teklif etti. Bereket versin ki, böyle bir şey olmadı. Aztekler hakkında bildiğimiz neredeyse her şey, iki yüzyıl sonra, esas olarak, bu müsveddelerden hareketle yayımlandı.

U. E. : İspanyollar bir uygarlığın kalıntılarını yok etmekte hiç acele etmediler. Oysa Nazizm, topu topu on iki yıl sürdü!.

J. -C. C. : Napoleon ise on bir yıl hüküm sürdü. Bush şimdilik sekiz. Gerçi kıyaslayamayız, bunu gayet iyi biliyorum. Daha önce de dedim, bir keresinde, Hitler’in iktidara geldiği tarih olan 1933’ten, Stalin’in 1953’teki ölümüne kadar XX. yüzyılın yirmi yılının tarihini ele alarak "eğlenmiş”tim. O yirmi yıl boyunca olanları düşünün. İkinci Dünya Savaşı ve genel çatışma ortamı yetmiyormuş gibi, bir de o dönem öncesinde, sırasında ve sonrasında savaşın uyduları olan yığınla irili ufaklı savaş yaşandı: İspanya Savaşı, Etiyopya Savaşı, Kore Savaşı, unuttuklarım da vardır muhakkak. Şiva’nın geri dönüşü. Dört elinin ikisinden bahsettim. Doğan her şey yok edilecektir. Ama üçüncü eli abaya hareketinde bulunur, bunun anlamı da: “Korkuya mahal yok”, zira -dördüncü el- “zihnimin gücü sayesinde, ayaklarımdan birini yerden kestim". İnsanlığın yorumlamamız için bize sunduğu en karmaşık imgelerden biridir bu. Bu imgeyi çarmıhın üstündeki İsa’yla, kültürümüzün, önünde secdeye vardığı bir can çekişenin imgesiyle kıyaslarsanız, bu sonuncusu çok basit görünür. Paradoksal olarak gücünü meydana getiren de budur belki. [Şiva resmine bkz.]

U. E. : Nazizme döneyim. Nazizmin kitaplara karşı açtığı haçlı seferinde tuhaf bir şey vardır. Nazizmin kültür politikasının yaratıcısı Goebbels’ti; yeni haber alma gereçlerine gayet hâkimdi ve radyonun her türlü iletişimin bir numaralı taşıyıcısı haline geleceğini düşünmüştü. Kitapla sağlanan iletişimi medyanın sağladığı iletişimle alt etmek... Kehanet gibi.

Küçük kırmızı kitapla resmedilmiş
sınıf temsilcileri,
alegorik bir temsil.
J. -C. C. : Nazilerce yakılan kitaplardan Mao’nun Küçük Kırmızı Kitap’ına ve bir milyar insandan oluşan bir halkı birkaç yıl boyunca ayağa kaldıran o şevke nasıl gelindi?

U. E. : Mao’nun dâhiyane fikri, Küçük Kırmızı Kitap’ı bir bayrak haline getirmekti öncelikle, bu bayrağı kaldırıp sallamak yeterliydi. İlle de okumak gerekmiyordu. Dahası, kutsal metinlerin başından sonuna okunmadığını bildiğinden, dağınık seçme parçalar, mantralar ya da dualar gibi ezberden söylenecek aforizmalar önerdi.

J-C. C. : Peki o noktaya nasıl gelindi, kırmızı bir kitabı havaya kaldırıp sallayan koca bir halkın, saçma olduğu aşikâr o saplantısına? Marksist, kolektivist o rejim, kitabı niye her şeyin üstünde tuttu?

U. E. : Kültür Devrimi’ne ve kitlelerin nasıl yönlendirildiğine dair hiçbir zaman tam olarak bilgi sahibi olamadık. 1971’de, Çin’de yayımlanan çizgi romanlarla ilgili kolektif bir kitap çalışmasına katıldım. Çin’deki bir gazeteci bir yığın malzeme toplamıştı, bizse bu malzemeden bihaberdik. İngiliz tarzını taklit eden çizgi romanlardı bunlar ama fotoromanlar da vardı. Kültür Devrimi’nden kalma bu eserlere bakarak, o zamanlar Çin’de olup bitenleri talimin etmek kesinlikle imkânsızdı. Aksine, pasifi her türlü şiddet biçimine karşı, hoşgörüye ve karalıklı anlayışa zemin hazırlayan eserlerdi. Aynı şey Küçük Kırmızı Kitap’ta da oldu, şiddet içermeyen bir simge gibi görünüyordu. Doğal olarak, O küçük kitabın yüceltilmesi, öbür bütün kitapların ortadan kaybolması anlamına geliyor denmiyordu.

Son İmparator'dan bir sahne
J. -C. C. : Bertolucci’nin Son İmparatorunun çekimi sırasında Çin’deydim. Üç haber yapıyordum. Biri filmin kendisi üstüne, bir diğeri Cahiers du Cinema dergisi adına Çin sinemasının yeniden doğuşu üstüneydi, sonuncusuysa bir Fransız müzik dergisinin isteği üzerine geleneksel Çin müzik aletlerinin çalınmasının yeniden öğrenilmesiyle ilgiliydi. En unutulmayacak buluşmam, Geleneksel Müzik Aletleri Enstitüsü’nün müdürüyle olandı. Kültür Devrimi sırasında, bu aletleri çalmaktan tam olarak nasıl vazgeçildiği sorusunu yönelttim ona. Az çok özgürce konuşabilmeye daha yeni başlıyordu. Önce enstitüyü kapattıklarını ve kütüphaneyi yok ettiklerini anlattı. Belki de hayatı pahasına, bazı çalışmaları taşradaki kuzenine yollayarak kurtarmayı başarmış. Kendisine gelince; köylü gibi çalışması için onu bir köye göndermişler. Bir uzmanlık alanı olan ya da başkalarından farklı bir şeyler bilen herkes etkisiz hale getirilmeliymiş. Devrimin temel ilkesiymiş bu: Her bilginin ardında saklı bir güç vardır, dolayısıyla bilgiden kurtulmak gerekir.

Bu adam köylülerin arasına geldiğinde, kazma kürek kullanmayı bilmediğini hemen anlamışlar. Sen en iyisi evde kal, demişler. Ve bu adam, geleneksel Çin müziğinin en büyük uzmanı, bana şöyle dedi: “Dokuz yıl boyunca domino oynadım. ”

Dört beş yüzyıl önce Amerika kıtasındaki İspanyollardan ya da Haçlı Seferleri sırasında Hıristiyanların işlediği katliamlardan bahsetmiyoruz. Hayır. Yaşarken gördüğümüz bir şeyden bahsediyoruz. En kötü şey ille de arkamızda kalmış olan değildir. Historia universal de la destrucciön de libros (Kitap Kıyımının Evrensel Tarihi) adlı çalışmasında, Femando Bâez, Bağdat Kütüphanesi’nin yıkılmasından söz eder, bunun tarihi de 2003’tür. Kaldı ki, Bağdat’ta bir kütüphanenin yıkılmak istenmesi ilk defa olmuyor. Daha önce de Moğollar bunu yapmaya uğraştılar. Defalarca istila edilmiş, defalarca yağmalanmış topraklar oralar, buna rağmen o topraklarda küçük filizler yeniden yeşermiştir sonunda. X. , XI. ve XII. yüzyıllarda, en parlak uygarlık kesinlikle Müslüman uygarlığıydı. Ne var ki, apansız, iki yandan birden saldırıya uğradı. Bir yanda Hıristiyan Haçlı Seferleri ve İspanyada başlayan reconquista [İspanya'daki Yahudi ve Müslüman varlığını ortadan kaldırmayı amaç edinmiş akım, Katoliklerin politikası- Yeniden Fetih] öbür yanda XIII. yüzyılda Bağdat’ı alan ve şehri yerle bir eden Moğollar. Moğollar, daha önce de söyledik, gözleri hiçbir şey görmeden yıkıp yok ettiler, fakat Hıristiyanlar da onlardan daha saygılı davranmadı. Bâez, Hıristiyanların Kutsal Topraklar’da kaldıkları süre zarfında üç milyona yakın kitabı imha ettiklerini anlatır.

U. E. : Gerçekten de Kudüs, Haçlılar şehre girdikten sonra neredeyse tamamen yıkılmış.

J. -C. C. : Aynı şey, XV. yüzyılın sonunda, İspanyada reconquista’nın gerçekleşmesiyle oldu. Kraliçe Kastilyalı Isabel’in danışmanı Cisneros, Granada’da buldukları, Müslümanların eseri olan bütün kitapları yaktırmış, yalnızca birkaç tıp kitabına dokunmamış. Bâez, o devrin Sufî şiirlerinin yarısının o zaman yakılmış olduğunu söylüyor. Kitaplarımızı yok edenlerin başkaları olduğunu her zaman öne sürmemeliyiz. Bilginin ve güzelliğin imha edilmesinde bizim de çok büyük payımız var.
Ardı ardına bu kadar çok felaketi saydıktan sonra biraz neşelenelim; kitap düşmanlarının olması o kadar şaşırtıcı değil, asıl şaşırtıcı olan bu düşmanların bizzat kitap yazanlar arasından çıkması. Üstelik pek uzağımızda da değil. Philippe Sollers Fransa’da, 1968 hareketleri çevresinde, bir Öğrenci-Yazar Eylem Komitesi’nin olduğunu hatırlattı, ben bilmiyordum ama epey gülünç görünüyor. Bu komite, geleneksel öğrenime ateşli bir şekilde karşı çıkıp (buna karşı çıkmak o dönemde mecburiydi) “yeni bir bilgi” çağrısında bulunmuş, lirizmi de elden bırakmadan. Maurice Blanchot, özellikle kitabın ortadan kalkmasına çağrıda bulunan bu komitede mücadele etmiş, bilgiyi tutsak etmekle suçlanmış kitap. Kelimeler kitaptan, nesne olarak kitabın boyunduruğundan kurtulmalı, kaçmalıymış. Kaçıp da nereye sığınacak? Belirtilmemiş. Ama gene de şöyle şeyler yazmışlar: “Kitaplar olmasın, bir daha asla kitaplar olmasın!” Bu sloganları yazıp haykıranlar yazarlarmış!

U. E. : Kitap yakılan odun yığınlarıyla ilgili son bir şey söylemek adına, kendi eserlerini yakmak isteyen ve kimi zaman bunu başarmış yazarların isimlerini anmalıyız burada...

J. -C. C: Yaratılmış olanı yok etmeye yönelik bu tutku, ruhumuzun en derinlerindeki dürtüler hakkında bir şeyler söylüyor şüphesiz. Kafka’nın, ölürken, eserini yakmak için duyduğu delice arzuyu düşünelim. Rimbaud Cehennemde Bir Mevsim’i yok etmek istemiş. Borges ilk kitaplarını gerçekten yok etti.

U. E. : Vergilius, ölüm döşeğindeyken, Aeneis’in yakılmasını istemiş! Bu yok etme hayallerinde, dünyanın yeni bir başlangıcını muştulayacak olan ateşle yok etmeye dayalı arketipik düşüncenin olup olmadığını kim bilebilir? Ya da, ben ölüyorum ve benimle birlikte dünya ölüyor düşüncesi... Dünyayı ateşe verdikten sonra intihar edecek olan Hitler’in bulunduğu nokta buydu...

J. -C. C. : Shakespeare’de, Atinalı Timon ölürken, şöyle haykırır: "Güneş sakla ışıklarını; Timon yok artık yarın!” Dışladığı bu dünyanın bir kısmını kendisiyle beraber, kendi ölümüne sürükleyen kamikazeyi düşünebiliriz. Ama şu da var ki, ister uçaklarıyla Amerikan filosunun içine dalan Japon kamikazeleri, ister intihar saldırıları gerçekleştirenler olsun, mesele daha ziyade bir dava için ölmekte. Tarihin ilk kamikazesinin Samson olduğunu söylemiştim bir yerde. Hapsedilmiş olduğu tapınağı yıkıp çok sayıda Filistinliyi de kendisi gibi yıkıntının altında bırakarak ölür. İntihar saldırısı hem suç hem cezadır. Bir dönem, Japon yönetmen Nagisa Oshima’yla birlikte çalıştım. "Her Japon, hayat yolunda, bir an gelir, intihar fikrinin ve eyleminin mutlaka çok yakınından geçer, ” demişti bana.

U. E. : Guyana’da bin kadar müridiyle birlikte Jim Jones'un intiharı; 1993’te Waco’da, Davidyen Tarikatı mensuplarının toplu ölümü de böyledir.

J. -C. C. : Corneille’in Polyeucte’ünü arada sırada yeniden okumak lazım. Roma İmparatorluğunda din değiştirip Hıristiyanlığa geçmiş birini çıkarır sahneye. Polyeucte din şehidi olmaya giderken karısı Pauline’i de yanında sürüklemek ister. Ona göre bundan daha yüce bir yazgı yoktur. Ne düğün hediyesi ama!

J. -P. de T. : Bir eser yaratmak, yayımlamak, tanıtmak gelecek nesillere kalmanın ille de en iyi yolu değil, bunu anlamaya başlıyoruz...

U. E. : Gerçekten öyle. Kendini tanıtıp ününü yaymak için, yaratma eylemi var elbette (sanatçılarınki, imparatorluk kurucularınki, düşünürlerinki). Fakat yaratma gücü yoksa kişide, o zaman geriye yok etmek kalır: bir sanat eserini ya da bazen kendini. Herostratos’u ele alalım. Geleceğe kalmasının sebebi, Efes’teki Artemis Tapınağı’nı yok etmiş olması. Sırf ismi geleceğe kalsın diye tapınağı yaktığı bilindiğinden, Atina yönetimi isminin bir daha ağza alınmasını yasakladı. Yeterli olmadı elbette. Kanıtı da, Efes’teki tapınağın mimannın ismini unuttuğumuz halde, Herostratos’unkini aklımızda tutmamız. Herostratos’un sayısız mirasçısı var elbette. Bunlar arasında televizyona çıkıp karılarının onları boynuzladıklarını anlatan bütün o insanları anmak lazım. Özyıkımın tipik bir biçimi. Her şeye hazırlar, yeter ki gazetelerin birinci sayfasına çıksınlar. Kendisinden söz edilsin diye sonunda yakalanmak isteyen serial killer'ın durumu da böyle.

J. -C. C. : Andy Warhol bu arzuyu, o meşhur famous for fifteen minutes [onbeş dakikalık ünlü] deyişiyle dile getirmişti.

U. E. : Televizyonda kameraya çekilen kişinin arkasındaki adamı, iyice görüldüğünden emin olmak için elini kolunu sallamaya iten de bu aynı dürtü. Bize alıkça geliyor ama o an, onun şan şöhret anı.

J. -C. C. : Yayın sorumluları, sık sık uçuk kaçık öneriler alırlar. Canlı yayına gelip kendilerini naklen öldürmeye hazır olduklarını ileri sürenler var hatta. Ya da acı çekmeye, kırbaçlatmaya, hatta işkence görmeye. Yahut da karılarını başka biriyle sevişirken göstermeye. Çağdaş teşhircilik biçimleri hiçbir sınır tanımıyor âdeta.

U. E. : İtalyan televizyonunda “La Corrida” diye bir program var, zincirinden boşanmış bir seyirci kitlesinin yuhalamaları eşliğinde kendilerini ifade etmeyi teklif ediyor meraklılara. Her biri oraya çıktığında canına okunacağını biliyor, böyle olduğu halde programı hazırlayanlar her seferinde binlerce adayı geri çevirmek zorunda kalıyorlar. Yetenekleri konusunda kendilerini kandıranlar pek az, fakat milyonlarca kişi tarafından seyredilmek için bir tek şans sunuluyor onlara, bu yüzden de her şeye hazırlar.

Umberto Eco - Jean-Claude Carriere, Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın, Söyleşiyi yöneten: Jean-Philippe deTonnac, Can Yayınları, 2010

Notlar DK
*Piktogram ya da piktograf bir eşyayı, bir objeyi, bir yeri, bir işleyişi, bir kavramı resmetme yoluyla temsil eden semboldür. Bu sembollere dayalı yazı sistemine "piktografi" denir. Piktogram zaman zaman ideogram ile karıştırılır, ideogramda da resmetme yolu kullanılıyorsa da ideogram denilen işaret, yalnızca bir fikri ifade eden semboldür.

** Kuleşov deneyi (Kuleshov effect)

Sinema Sovyet yönetmeni ve kuramcısı Lev Kuleşov'un, kurgunun temel işlemlerini ve kurgu kuramının dayandığı ilkeleri ortaya koyan deneyleri. (Bunlar, özellikle, çekimler arasındaki ilişkiyi ortaya koyan, çekimlerin şu ya da bu yolda sıralanışına göre çekimlerin ortaya çıkardığı bütünün başka başka anlamlar kazanabileceğini gösteren deneyler ile başka başka yerlerde ve zamanlarda çevrilmiş çekimlerle filmsel uzay ve zamanın yaratılabileceğini kanıtlayan deneylerdir). BSTS / Sinema ve Televizyon Terimleri Sözlüğü 1981

*** Heretikler için şunlara da bkz. 
Bogomiller

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder