BARTOLOME DE LAS CASAS
Yazar hakkındaki tarihi bilgi için (*) alıntıların sonuna bkz.
İSPANYOL ADASI [Hispaniola]
Daha önce söylediğimiz gibi, İspanyol adası Hıristiyanların ilk girdiği ve bu halkları kırıp geçirmeye başladığı yerdi. Yani ilk yıktıkları ve boşalttıkları yer... Yararlanmak veya kötüye kullanmak amacıyla kanlarını, çocuklarını alarak, emek ve alın teriyle kazandıkları besinlerini yiyerek işe koyuldular.
Herkesin olanakları ölçüsünde kendi rızasıyla verdiği onlara yetmedi. Yerliler zayıftı çünkü genelde ihtiyaç duydukları ve az bir çabayla ürettiklerinden fazlasını ellerinde tutmazlardı. Ayda onar kişilik üç aileye yeten miktar, bir Hristiyan'ın sadece bir günlük tüketimiydi. Ancak, uğradıkları şiddet ve aşağılama karşısında Amerika yerlileri, bu adamların gökten inmediğini anladılar. O zaman, bazıları yiyeceklerini, bazıları karılarını, bazıları da çocuklarını sakladı. Diğerleri, böyle gaddar ve korkunç insanlardan uzaklaşmak için ormanlara kaçtı. Hristiyanlar halkı tokatla, yumrukla, sopayla dövüyorlardı, hatta köy beylerini ele geçiriyorlardı. Cüretkârlıkları ve küstahlıkları öyle arttı ki, Hristiyan bir yüzbaşı, bütün adanın beyi sayılan, en büyük hükümdarın öz karısının ırzına geçti. İşte o zaman, yerliler Hıristiyanları topraklarından kovmak için yollar aramaya başladılar. Silahlandılar. Çok zayıf, az saldırgan, dayanıksız ve savunmasızdırlar. (İşte bu yüzden savaşları bugünkü değnek oyunları ya da çocuk oyunları gibiydi). Atlarını, kılıçlarını ve mızraklarını alan Hıristiyanlar, yerli Amerikalıların daha önce hiç görmediği eylemlere başladılar: Katliam ve kan dökme! Köylere giriyor, çoluk çocuk, yaşlı, hamile veya loğusa (kadın) demeden, ağıllarına sığınmış kuzulara saldırır gibi, karınlarını deşiyor, parçalara ayırıyorlardı. Kimin, tek bıçak darbesiyle bir insanı ortadan ayıracağı veya tek mızrak atışıyla başını keseceği, ya da bağırsaklarını ortaya dökeceği üzerine bahse giriyorlardı. Anne sütü emen bebekleri zorla alıyor, ayaklarından tutup başlarını kayalara çarpıyorlardı. Bazıları ise onları yüksekten ırmaklara atıyor, bir yandan da gülerek şakalaşıyorlardı.
Çocuklar suya düştüğünde: "Kımıl kımıl oynuyorsun, seni komik şey seni!" diyerek gün geçtikçe daha da iğrençleşiyorlardı. Çocuklarla annelerini ve önlerine çıkan herkesi kılıçtan geçiriyorlardı. İsa peygamberimizi ve 12 havariyi kutsamak ve saygılarını iletmek için uzun darağaçları kuruyorlardı. Ayakları yere neredeyse değecek şekilde, 13 kişilik gruplar halinde onları bağlıyor, ateşe veriyor ve diri diri yakıyorlardı. Bazıları ise, bütün vücutlarına kuru saman yapıştırıyor ve bu şekilde ateşe veriyorlardı. Diğerlerinin ve hayatta bırakmak istedikleri herkesin ellerini kesiyorlardı. Elleri sarkar durumda, onlara: "Gidin, mektupları götürün" diyorlardı. Bu, ormana kaçanlara haber götürmek demekti. Beyleri ve soyluları öldürme şekilleri de aynıydı. Önce direkler üzerine tahta çubuklardan bir ızgara yapıyorlardı. Sonra, onları ızgaraya bağlıyor, altlarına da hafif bir ateş yakıyorlardı.
Yerliler bu korkunç işkenceler altında, çığlıklar atarak can veriyorlardı. Bir keresinde dört veya beş önemli beyin ızgaralar üstünde yandığını gördüm (sanırım başkalarının da yandığı iki üç çift ızgara daha vardı). Yüksek çığlıklar attıkları için, subayın içi sızlamış veya uykusu bölünmüş olmalı ki boğulmalarını emretti. Onları yakan cellattan da kötü polis memuru (ismini biliyorum, hatta Sevilla'da ailesiyle tanışmıştım), boğmak istemedi. Önce, gürültü yapmasınlar diye kendi elleriyle ağızlarına odun parçacıkları tıktı. Daha sonra istediği gibi yavaş yavaş kızarsınlar diye ateşi körükledi. Yukarıda anlattığım her şeyi ve sayısız daha bir çok olayı gözlerimle gördüm. Kaçabilenlerin hepsi ya ormanlara sığınıyor ya da dağlara tırmanıyorlardı. Amaçları böyle insanlıktan uzak kişilerden, bu kadar merhametsiz ve yırtıcı hayvanlardan, insan soyunun en büyük düşmanları ve yıkıcılarından kaçabilmekti. Bunun üzerine Hıristiyanlar, özellikle kötü tazı ve köpekler yetiştirdiler. Bu hayvanlar bir yerliyi görür görmez, kaşla göz arasında paramparça ediyorlardı. Saldırarak, bir domuzdan daha çabuk yiyorlardı. Bu köpekler büyük zararlar verdiler, korkunç kasaplıklar yaptılar. Çok ender olarak, yerliler birkaç Hıristiyan öldürdüğü için, Hıristiyanlar kendi aralarında bir karar aldılar. Öldürülen her bir Hıristiyan için yüz yerli öldürülecekti.
ANAKARA
1514 yılında aşağılık bir vali ana karaya geldi. Bu adam, son derece vahşi, zorba, acımasız, akılsız, kutsal kudurganlığın gerçek bir aletiydi. Bu toprağa İspanyolları yerleştirmekte de kararlıydı.
....
Bu vali ve bölüğü, yerlileri altın bulmaya, buldukları altım kendilerine vermeye zorlamak için yeni vahşet ve işkence şekilleri icat etti. Yüzbaşılardan biri, yerlileri soyma ve yoketme emri üzerine yaptığı bir seferde 40.000'den fazla kişiyi öldürdü. Onunla beraber olan Saint François tarikatından bir din adamı -fray Francisco de San Roman- bu katliamı gözleriyle gördü. Çeşitli işkencelerden sonra yüzbaşı onları kılıç darbeleriyle öldürdü, diri diri yaktı, vahşi köpeklere attı.
....
Yerliler huzur içinde evlerinde, köylerindeyken, uğursuz, yağmacı İspanyollar, geceleyin köyün yarım mil uzağına geliyorlardı. Orada, ihtarnameyi aralarında ilân ediyor, şöyle okuyorlardı: "Bu kıtanın, filanca köyünün reisleri ve yerlileri, size Tanrı, papa ve bu toprakların efendisi Castilla Kralı'nın varlığını bildiriyoruz. Gelin ona itaat edin vs. Aksi halde sizinle savaşacağımızı, sizi öldüreceğimizi, tutsak edeceğimizi bilin vs.” Ve gün ağarırken, masumlar karıları ve çoluk çocuklarıyla uyurken, köye saldırıyor, genellikle samandan olan evleri ateşe veriyor, çoluk çocukları, kadınları ve birçok erkeği daha kendine gelmeden diri diri yakıyorlardı. İstediklerini öldürüyor, canlı bıraktıklarına altını olan diğer köyleri göstermeleri, başka nerelerde bulunduğunu söylemeleri için öldürene kadar işkence yapıyorlardı. Kalanlar köleler gibi demirle damgalanıyordu. Yangın sönünce, İspanyollar evlerdeki altını aramaya koyuluyorlardı. İşte bu şekilde, bu ahlâksız adam, emrindeki kötü Hıristiyanlarla 1514'den 1521-22'ye kadar böyle eylemlerle uğraştı. Seferlere 106 hizmetçi yolluyor, çaldıkları altın, inci ve mücevherler, getirdikleri köleler kadarını alıyordu. (Kıdemli subay olmasından ötürü verilenler hariç). Kralın subayları da aynı şeyi yapıyorlardı. Her biri yollayabildiği kadar hizmetçisini yolluyordu.
Bu süre içinde İspanyollar krallıktan (tahmin edebildiğim kadarıyla) 1 milyon castillandan fazla çaldılar.
Hatta sanırım tahminlerim gerçek rakamın altında. İspanyollar çalınan bütün bu altının yalnızca 3.000 castillanını krala yolladılar. Buna karşın 800.000'den fazla insanı öldürdüler. 1533'e kadar birbiri ardına gelen despot valiler de, geri kalan halkı ya öldürdüler ya da savaş sonrası baskıcı kölelik altında ölüme terkettiler. Bu valinin yönetimi sırasında yaptığı, ya da yapılmasına izin verdiği sayısız kötülükten işte bir tanesi: Bir reis (veya bey) kendi arzusuyla ya da korkudan (ki bu daha gerçeğe yakın) ona 9.000 castillan vermişti. Bununla yetinmeyen İspanyollar, bu beyi yakaladılar ve yere çakılmış bir kazığa bağladılar. Daha fazla altın verdirtmek için ayaklarının altını ateşe verdiler. Bey evinden 3.000 castillan daha bulup getirmelerini söyledi. Askerler yeniden işkenceye başladılar. Olmadığından, ya da istemediğinden, daha fazla altın vermeyince, tabanlarından ilikleri çıkana dek onu bu şekilde tuttular. İşte böyle öldü. Altın koparmak için, İspanyollar sayısız kez beylere işkence ettiler, onları öldürdüler.
Bir başka seferinde, bir İspanyol bölüğü yağmaya gitmişti. Hıristiyanların korkunç eylemlerinden, katliamlarından kaçmak için birçok insanı toplayıp saklandığı bir ormana geldiler. İspanyollar aniden onların üstlerine atladılar. Öldürebildiklerince insan öldürüp, 70-80 kadar genç kız ve kadını yakaladılar. Ertesi gün birçok yerli bir araya geldi. Karılarını ve kızlarını bulmak amacıyla Hıristiyanları kovaladılar. Hıristiyanlar kıstırıldıklarını anlayınca genç kızların ve kadınların karınlarını deştiler. 80 kişi içinde bir tane bile sağ bırakmadılar. Acıdan yüreği parçalanan yerliler çığlıklar atıyorlardı:
"Ah! Kötü adamlar! Vahşi Hıristiyanlar! İraları (kadınları) öldürüyorsunuz. " Kadınları öldürmek, erkekler için vahşi ve iğrenç bir hayvanlık belirtisi anlamına geliyordu.
Panama'ya 10-15 mil uzaklıkta, Paris isimli çok altını olan büyük bir bey yaşıyordu. Hıristiyanlar onu görmeye gittiler. Bey de onları kardeşleri gibi karşıladı. Hatta yüzbaşıya 50.000 castillan sundu. Yüzbaşı ve Hıristiyanlar bu miktarda altını gönüllü veren birinin gerçekten bir hazinesi olmalı diye düşündüler (zahmetlerinin gayesi ve tesellisi buydu). Gidermiş gibi yaptılar. Şafakta tekrar dönüp, köyü istilâ ettiler. Evleri ateşe verdiler, birçok insanı öldürdüler, yaktılar ve 50-60 bin castillan daha çaldılar. Bey kaçtı. Ne öldürüldü ne de yakalandı. Hemen toplayabildiğince adam topladı, iki üç gün sonra, 130.000-140.000 castillanlarını götüren Hıristiyanları yakaladı. Kahramanca saldırıp, 50 Hıristiyan’ı öldürdü ve bütün altını geri aldı. Diğerleri, ağır yaralı kaçtılar. Bu olayın ardından çok sayıda Hıristiyan tekrar bu beye saldırdı. Onu ve halkının büyük bir kısmını öldürdüler. Her zamanki gibi geride kalanları köleliğe mahkûm ettiler. Onlar da öldü. Sonuçta bugün ne bir kalıntı, ne köyün varlığını belirten bir işaret kaldı. Oysa ki bu kalabalık nüfuslu topraklar 30 mili kaplıyordu. Bu alçak adam ve bölüğünün bu krallıklarda yaptıkları soykırımlar, yıkımlar saymakla bitmez.
NİKARAGUA EYALETİ
....
Bu eyaleti kırıp geçiren en zararlı şey, valinin İspanyollara köy reisleri ve beylerinden köle isteme iznini vermesiydi. 4-5 ayda bir veya içlerinden biri valinin lütfunu ve iznini kazandığında, diri diri yakma veya vahşi köpeklere atma tehdidi ile reisten 50 köle istiyordu. Genelde yerlilerin köleleri olmadığından (bir reisin en fazla 2, 3 veya 4 tane kölesi vardı) beyler köylere gidip, önce büyük yetimleri, sonra iki çocuklu ailelerin bir, üç çocukluların da iki çocuğunu alıyorlardı.
Bu şekilde reis, diktatörün istediği sayıya ulaşıyordu. Halk inliyor, ağlıyordu. Çünkü bunlar, apaçık görüldüğü gibi çocuklarını çok seven insanlardı. Olaylar öyle çok tekrarlandı ki 1523-1533 yılları arasında krallığı mahvettiler. Yerli halk yığınlarını köle olarak satmak için Panama'ya veya Peru'ya götüren 5-6 gemi, 6-7 yıl boyunca ticareti sağladı. Bu yerlilerin hepsi öldü. Doğal topraklarından koparıldıkları zaman, çabucak öldükleri kanıtlanmıştı (ispatı binlerce kez yapıldı). Çünkü yemek verilmediği gibi, hiçbir sıkıntıdan da kurtulamadılar. Sadece çalıştırılmak üzere alınıp satıldılar. Benim gibi hür, 500.000 yerli yurdundan köle olarak ayrıldı. Diğer 500-600 bini İspanyolların şiddetli savaşların ve uyguladıkları korkunç tutsaklığın sonucunda öldü. Ve bugün, hâlâ öldürülüyorlar. Bütün bu yıkımlar 14 yılın ürünü. Bütün Nikaragua eyaletinde bugün 4-5 bin kişi kalmış olmalı. İspanyollar istedikleri hizmetler ve her zamanki kişisel baskıları ile hergün onlardan birkaçını öldürüyorlar. Oysa, daha önce söylediğim gibi, burası dünyanın en kalabalık yerlerinden biriydi.
YENİ İSPANYA (Meksika, Aztek Bölgesi)
.....
Diğer soykırımlar arasında, işte 30.000'i aşkın nüfuslu Cholula kentinde yaptıkları:
Önde başpapaz ve diğer papazlar, bölgenin tüm beyleri, tören alayı halinde, büyük bir saygı ve onurla Hıristiyanları karşılamaya gelmişlerdi. Onları, en önemli beylerin evlerine yerleştirmek üzere şehre götürmüşlerdi. İspanyollar, halkı öfkelerinden korkutmak ve bu toprakların her köşesine korku ekmek için (kendilerinin ceza dedikleri) bir katliam yapmaya karar verdiler. Çünkü, İspanyolların girdikleri bütün topraklarda niyetleri aynıydı: Bu yumuşak başlı koyunları önlerinde titretmek için vahşi ve unutulmaz bir katliam yapmak! Bu amaçla, önce şehrin ve şehre bağlı her yerin beyleriyle, soylularını ve baş beyi çağırdılar. Gelenler, İspanyol yüzbaşıyla konuşmak için içeri girdikçe tutsak ediliyor, bu şekilde kimse durumu anlamadığından haber yayılmıyordu. İspanyollar yüklerinin taşınması için 5-6 bin yerli istemişlerdi. Hepsi gelince, onları evlerin avlularına koydular. İspanyolların yüklerini taşımaya hazırlanan bu yerlileri görmek, insanda acıma ve merhamet duygusu uyandırırdı, çünkü üstlerinde sadece utanılacak yerlerini örten bir şey, çırılçıplak gelmişlerdi. Omuzlarındaki küçük filelerde karın doyurmayan, yavan yiyeceklerini taşıyorlardı. Munis kuzular gibi diz çöktüler. Orada bulunan diğer insanlarla beraber hepsi avluda toplanınca, silahlı İspanyollar, gözcülük etmek için kapılarda durdular. Diğerleri, kılıçlarını kaparak bu koyunların hepsini kılıçla veya mızrakla katlettiler. Fakat hiçbiri ölümden kaçamayacaktı. İk üç günün sonunda, sağ kalan birçok yerli kanlar içinde ortaya çıktı. Cesetlerin altına gizlenmişlerdi (öyle çok ceset vardı ki). Öldürülmemeleri için, ağlayarak İspanyollardan bağışlanmalarını dilediler. Ancak İspanyolların ne bağışlaması, ne de merhameti vardı. Ortaya çıktıkça onları parçalara ayırıyorlardı. Yüzbaşı, bağlı bütün beylerin -yüzden fazlaydılar- çıkarılıp, yere çakılı kazıklarda yakılmasını emretti. Ama bir bey (kuşkusuz bu toprağın prensi veya kralı) oradan ayrılmayı başardı. 20-30 veya 40 adamla beraber bir çeşit kale olan bir tapınağa sığındı. Tapınağın ismi Cue idi. Günün büyük bir bölümünde kendini savundu. Ancak İspanyollar, özellikle bu silahsız insanlara göre, çarpışılması zor düşmanlardı. Tapınağı ateşe verdiler. Yanan beyler şöyle bağınyorlardı. "Kötü insanlar! Biz size ne yaptık? Niçin bizi öldürüyorsunuz? Defolun! Meksika'ya gidin. Orada her şeyi bilen beyimiz Montezuma intikamımızı alacaktır." Denir ki 5-6 bin insan avluda kılıçtan geçerken, İspanyolların yüzbaşısı şöyle bir şarkı söylemiş :
Neron yangına bakar
Roma'dan Tarpeia kayasına
Çocuklar, yaşlılar bağırır
Ve o hiçbir şey hissetmez
İspanyollar, Cholula'dan daha büyük ve kalabalık bir şehir olan Tepeaca'da başka bir büyük katliam yaptılar: Çok sayıda insanı, iğrenç bir şekilde kılıçtan geçirdiler.
Cholula'dan Meksiya'ya doğru yola koyuldular. Büyük kral Montezuma, onlara binlerce hediye ile beyleri ve şehir halkını yolladı. Yolda şenlikler düzenlendi. Şehre 2 mil uzaklıktaki Meksika yolunun girişine, öz kardeşiyle, birçok bey ve altın, gümüş, kıyafet dolu hediyeleri taşıyan yerliler yolladı. Montezuma, altın bir tahtırevan üzerinde, bütün saray erkanının eşliğinde, bizzat İspanyolları karşılamaya, şehrin girişine geldi. Onları saraya götürdü ve oraya yerleştirilmelerini emretti. Aynı gün, orada bulunanların bana söylediklerine göre, İspanyollar yüce kral Montezuma'yı kuşkulandırmadan kurnazca ele geçirdiler. Başına 80 adam verdiler. Sonra onu zincire vurdular. Anlatılması gereken bütün önemli olaylardan sözetmeden, sadece bu zorbaların yaptığı önemli bir şeyi belirtmek istiyorum. İspanyolların komutanı, kendisine düşman başka bir komutanı ele geçirmek üzere limana inmişti. Kral Montezuma'yı başka bir komutanın emrinde -sanırım- yüz adamın gözetimine bırakmıştı. O zaman İspanyollar, bölgedeki dehşeti kuvvetlendirmek için yeni bir çarpıcı eylem yapmaya karar verdiler (sık sık yaptıkları ve benim de anlattığım gibi).
Şehirde yaşayan halk ve saray erkânından olan beyler tutsak krallarının hoşuna gitmeye uğraşıyorlardı. Onuruna düzenlenen diğer şenlikler arasında, öğleden sonra, şehrin bütün mahalle ve meydanlarında gerçekleşecek, "mitotes" adını verdikleri geleneksel danslar vardı (Adalarda bu danslara "areitos" denirdi). Yerliler bu vesileyle bayramlık elbiselerini ve zenginliklerini çıkarırlardı. Hepsi gayret gösterirdi. Çünkü bu şenlik sevincinin temel şekliydi. En soylular ile kraliyet soyundan gelenler, soyluluk unvanlarına göre, balo ve şenliklerini güçlü kralın dairelerinin gittikçe daha yakınında yaparlardı. Bu sarayların en yakın kısmında ikibini aşkın şehzade bulunurdu. Bu Montezuma İmparatorluğu'nun seçkin bölümüydü. İspanyolların komutanı bir bölükle oraya gitti.
Askerlerin şenliklere katılmak istedikleri bahanesiyle, şehirdeki şenlik yerlerine diğer birlikleri yolladı. Hepsine, belirli bir saatte saldırıya geçmelerini emretti. Yerliler coşkuyla ve güven içinde dans ederken, komutan: "Saint Jacques! (*) Yakalayın onları! " diye bağırdı. İşte o zaman İspanyollar, bu çıplak narin gövdeleri kılıçlarıyla deşmeye, bu mert insanların kanını dökmeye başladılar. Tek bir kişiyi sağ bırakmadılar. Diğer birlikler de başka yerlerde aynı şeyleri yaptılar.
Bu, bütün krallıkları ve halklarını şaşkınlığa, korkuya ve yasa boğan bir olaydı. Yüreklerini acı ve üzüntü kapladı. Dünyanın sonuna dek -kendi sonlarına dek- hep ağlayacaklar; "areitos'larında, danslarında, romanslarında (İspanya'da söylediğimiz gibi) bu felâketi, yıllardır gurur duydukları soylu veliahtlarının yok oluşunu anlatacaklardı. Yerliler, onca masuma yapılan haksızlığı, olağandışı vahşeti görünce bütün kentte silaha sarıldılar ve İspanyolların üstüne yürüdüler. Onlar ki en büyük beylerinin böylesine haksızca tutsak edilişine hoşgörüyle katlanmışlardı. Çünkü Montezuma hristiyanlara saldırmayı, onlarla savaşmayı yasaklamıştı. Yaraladıkları birçok hristiyan, kıl payı kaçtı. Tutsak Montezuma'nın, göğsünde bir hançerle, sarayın balkonuna çıkıp, yerlilere saraya saldırmalarını ve barış yapmalarını emretmesi istendi. Bu kez, itaat etmek istemediler. Hatta mücadelelerini yönetmesi için başka bir bey, yeni bir şef seçmekten söz ediyorlardı. Bu arada limana giden komutan, beraberinde birçok Hıristiyanla muzaffer dönüyordu. Yaklaşmaları üzerine, yerliler, onlar kente girene kadar 3-4 gün boyunca savaşı kestiler. Bütün bölge halkı toplandı.
Komutan şehre girince uzun zaman öyle iyi döğüştüler ki, ölmekten korkan İspanyollar bir gece kenti terketmeye karar verdiler. Bunu öğrenen yerliler, deniz kulağının köprülerinde birçok hristiyanın öldürdüler. Bu, son derece haklı ve kutsal bir savaştı. Söylediğim gibi, sebepleri çok haklıydı. Mantıklı ve adil her insan da bunu doğrulardı. Sonra Hıristiyanlar yeniden güçlendiler ve savaşa girdiler. Yerlilere garip, şaşırtıcı eziyetler ettiler. Bir sürü insanı öldürüp, birçok büyük beyi diri diri yaktılar. Meksika şehrinde, komşu illerde ve bütün bölgede zorbaca eylemler yaptılar (Meksika'ya 10, 15, hatta 24 km uzaklıkta yaşayan insanları öldürdüler). Ardından, zalim veba ilerleyerek hep kazandı. Kalabalık nüfuslu Panuca eyaletine bulaşıp, orayı da kırıp geçirdi. Şaşkınlık verici yıkım ve katliamlar yapıldı. Daha sonra İspanyollar, aynı şekilde Cututepeque eyaletini, Ypilcingo'yu ve Colima'yı yerle bir ettiler. Bu eyaletlerin her biri Leon ve Castilla krallıklarından büyüktü. Her eyalette yapılan tahribi, zulüm ve cinayetleri anlatmak zor, hatta imkânsızdır. Zaten anlatılsa bile, buna dayanabilecek insanın taş kalpli olması gerekir.
İspanyolların, bu bölgelere hangi sıfatla girdiklerini, masum yerlileri yokettiklerini, kalabalık nüfusuyla gerçek Hıristiyanlara haz ve sevinç verecek bu toprakları hangi sıfatla boşalttıklarını belirtmek gerekir. Yerlilere, İspanya kralına boyun eğip, itaat etmelerini, aksi halde öldürüleceklerini veya köleleştirileceklerini söylüyorlardı. Böylesine mantıksız, aptalca emirlere uymayıp, böylesine haksız, zalim ve vahşi adamlara teslim olmayanları, majestelerine karşı gelen asiler, isyancılar olarak görüyorlardı. Bu şekilde, efendimiz İspanya Kralı'na yazıyorlardı: Amerika kıtasını yönetenlerin körlüğü, kendi kanunlarında diğer kanunlardan çok daha açık ifade edilmiş, önemli prensiplerden birini anlamalarını engelliyordu. Öyle ya, bir neden olmadan hiç kimseye asi denemezdi.
Tanrı, mantık ve insan kanunlarından biraz olsun haberdar olan Hıristiyanlar, aniden iletilen bazı haberlerin halkın kalbini kırabileceğini düşündüler. Bu topraklarda barış içinde yaşayan, kimseye bir borcu olmayan, doğal beylere sahip halka: "Hiç duymadığınız yabancı bir krala itaat etmeye hazırlanın. Aksi halde, sizi parçalara ayıracağımızı bilin, diyorlardı. Halk, gerçekten de böyle olduğunu gördü. Daha korkuncu, itaat edenlerin en hayvani köleliğe, inanılmaz işlere ve kılıçla ölümden daha uzun süreli işkencelere maruz kalıp, karıları, çoluk çocukları ve bütün soylarıyla tükenip gittiklerini gördüler. Bu veya dünyadaki herhangi bir halde tehditlerden korkarak itaat edip, yabancı kralın otoritesini kabul etse bile -hırsın ve şeytani bir açgözlülüğünün allak bullak ettiği- bu körler görmüyorlar mı, bu onlara en ufak bir hak tanımaz.
Esinlendikleri tek şey endişe ve korku olduğundan, bu 'sebatsız ve geri adamlar' için doğal insanî ve kutsal hukukta değer verilmek için yapılmış her şey yalnızca rüzgârdır. Onlara kalan ceza, cehenneme gitme zorunluluğu, Castilla krallarına yaptıkları hakaret ve işkenceler olur.
Krallıklarını yok ediyorlar. Bütün Amerika kıtasında hukuku ortadan kaldırıyorlar. İşte İspanyolların bu bölgelerde krallara yaptığı ve yapmayı sürdürdüğü hizmetler bunlardır.
Kaynak: Bartolome de Las Casas, Kızılderililer Nasıl Yok Edildi?, "Brevisima historia de la destruccion de las Indias, Şule Yayınları, 1999
EK 1: *Yazar Hakkında tarihi bilgi:
İspanyol Kilise büyüğü (Sevilla 1474-Madrid 1566). Yaşam öyküsünü yazdığı Kristof Kolomb'un arkadaşlarından birinin oğlu idi. Santo Domingo'da babasından kalan toprakları bırakarak Küba'da papaz oldu (1510) ve 1522'de Dominiken tarikatına girdi. Yerlileri savunan ve encomienda'nın yolsuzluklarını açıklayan yapıtları geniş yankılar uyandırdı; bunları [özellikle, BreVisima historia de la destruccion de las Indias (Yerlilerin imhasının çok kısa tarihi), 1542 adlı yapıtını] Aragonlu Fernando'ya, sonra da Carlos'a yolladı. Böylece, yerlilere yapılan haksızlıkların ve encomienda'nın yavaş yavaş kaldırılmasını sağlayan "Yeni Yasalar"ın öncüsü oldu (1542). Yasaların uygulanması, Casa de Contratacion'dan destek gören encomiendero'ların direnişiyle karşılaştı ve sonuçta zenci ticaretinin gelişmesine yol açtı. Meksika'da Chiapa piskoposu olan (1544) Las Casas, uğradığı başarısızlıktan ötürü umutsuzluğa düşmekle birlikte eylemini sürdürmeye karar verdi, piskoposluktan istifa etti. İspanya'ya döndü (1547) ve Historia de las Indias (Amerika yerlilerinin tarihi) adlı yapıtını verdi. (Bu kitap ancak 1875'te yayımlandı) Rahip Gregoire onun için bir Apologie yazdı. Kuramsal alanda, Las Casas'ın fikirleri öyle büyük bir basarı kazandı ki, en büyük rakibi Juan Gines de Sepulveda'nın kitapları bu yüzden XIX. yy. sonuna kadar yayımlanamadı.
EK 2: Las Casas Hakkında Umberto Eco ve Jean-Claude Carriere konuşuyor.
J. -C. G: Olağanüstü uygarlıkların kalıntılarını yok eden İspanyollar, hâzineleri yaktıklarının farkında değildiler. İçlerinden bazılarıysa, özellikle insanı şaşırtan o keşiş, Bernardino de Sahagun, orada yıkılmaması gereken bir şeyler olduğunu sezdiler; bugün mirasımız diye adlandırdığımız şeyin önemli bir kısmını bunlar oluşturuyor.
U. E. : Çin’e giden Cizvitler kültürlü kişilerdi. Cortes, hele Pizarro, bir kültür kıyımı tasarısının ateşiyle harekete geçen kasaplardı. Onlara eşlik eden Fransiskenler yerlileri vahşi hayvanlar olarak görüyorlardı.
J. -C. C. : Bereket versin, hepsi değil. Sahagun değil, Las Casas ve Duran değil. Yerlilerin fetihten önceki ha yatı üzerine bildiğimiz her şeyi onlara borçluyuz. Üstelik, çoğu zaman ciddi tehlikeleri göze almışlar.
U. E. : Sahagun Fransisken’di, Las Casas ile Duran ise Dominikendiler. Klişeler ne kadar yanlış olabiliyor, çok ilginç. Dominikenler Engizisyon’un adamlarıydı, Fransiskenler ise mülayimliği kimselere bırakmazlardı. Gelin görün ki Latin Amerika’da, tıpkı bir western'deki gibi, Fransiskenler bad guys oldular, Dominikenlerse bazen good guys.
....
Kaynak: Umberto Eco - Jean-Claude Carriere, Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın, Söyleşiyi yöneten: Jean-Philippe deTonnac, Can Yayınları
Yazar hakkındaki tarihi bilgi için (*) alıntıların sonuna bkz.
İSPANYOL ADASI [Hispaniola]
Orta Amerika, Küba, Haiti |
İspanyol Adası Bugünkü Haiti |
Daha önce söylediğimiz gibi, İspanyol adası Hıristiyanların ilk girdiği ve bu halkları kırıp geçirmeye başladığı yerdi. Yani ilk yıktıkları ve boşalttıkları yer... Yararlanmak veya kötüye kullanmak amacıyla kanlarını, çocuklarını alarak, emek ve alın teriyle kazandıkları besinlerini yiyerek işe koyuldular.
Herkesin olanakları ölçüsünde kendi rızasıyla verdiği onlara yetmedi. Yerliler zayıftı çünkü genelde ihtiyaç duydukları ve az bir çabayla ürettiklerinden fazlasını ellerinde tutmazlardı. Ayda onar kişilik üç aileye yeten miktar, bir Hristiyan'ın sadece bir günlük tüketimiydi. Ancak, uğradıkları şiddet ve aşağılama karşısında Amerika yerlileri, bu adamların gökten inmediğini anladılar. O zaman, bazıları yiyeceklerini, bazıları karılarını, bazıları da çocuklarını sakladı. Diğerleri, böyle gaddar ve korkunç insanlardan uzaklaşmak için ormanlara kaçtı. Hristiyanlar halkı tokatla, yumrukla, sopayla dövüyorlardı, hatta köy beylerini ele geçiriyorlardı. Cüretkârlıkları ve küstahlıkları öyle arttı ki, Hristiyan bir yüzbaşı, bütün adanın beyi sayılan, en büyük hükümdarın öz karısının ırzına geçti. İşte o zaman, yerliler Hıristiyanları topraklarından kovmak için yollar aramaya başladılar. Silahlandılar. Çok zayıf, az saldırgan, dayanıksız ve savunmasızdırlar. (İşte bu yüzden savaşları bugünkü değnek oyunları ya da çocuk oyunları gibiydi). Atlarını, kılıçlarını ve mızraklarını alan Hıristiyanlar, yerli Amerikalıların daha önce hiç görmediği eylemlere başladılar: Katliam ve kan dökme! Köylere giriyor, çoluk çocuk, yaşlı, hamile veya loğusa (kadın) demeden, ağıllarına sığınmış kuzulara saldırır gibi, karınlarını deşiyor, parçalara ayırıyorlardı. Kimin, tek bıçak darbesiyle bir insanı ortadan ayıracağı veya tek mızrak atışıyla başını keseceği, ya da bağırsaklarını ortaya dökeceği üzerine bahse giriyorlardı. Anne sütü emen bebekleri zorla alıyor, ayaklarından tutup başlarını kayalara çarpıyorlardı. Bazıları ise onları yüksekten ırmaklara atıyor, bir yandan da gülerek şakalaşıyorlardı.
Çocuklar suya düştüğünde: "Kımıl kımıl oynuyorsun, seni komik şey seni!" diyerek gün geçtikçe daha da iğrençleşiyorlardı. Çocuklarla annelerini ve önlerine çıkan herkesi kılıçtan geçiriyorlardı. İsa peygamberimizi ve 12 havariyi kutsamak ve saygılarını iletmek için uzun darağaçları kuruyorlardı. Ayakları yere neredeyse değecek şekilde, 13 kişilik gruplar halinde onları bağlıyor, ateşe veriyor ve diri diri yakıyorlardı. Bazıları ise, bütün vücutlarına kuru saman yapıştırıyor ve bu şekilde ateşe veriyorlardı. Diğerlerinin ve hayatta bırakmak istedikleri herkesin ellerini kesiyorlardı. Elleri sarkar durumda, onlara: "Gidin, mektupları götürün" diyorlardı. Bu, ormana kaçanlara haber götürmek demekti. Beyleri ve soyluları öldürme şekilleri de aynıydı. Önce direkler üzerine tahta çubuklardan bir ızgara yapıyorlardı. Sonra, onları ızgaraya bağlıyor, altlarına da hafif bir ateş yakıyorlardı.
Yerliler bu korkunç işkenceler altında, çığlıklar atarak can veriyorlardı. Bir keresinde dört veya beş önemli beyin ızgaralar üstünde yandığını gördüm (sanırım başkalarının da yandığı iki üç çift ızgara daha vardı). Yüksek çığlıklar attıkları için, subayın içi sızlamış veya uykusu bölünmüş olmalı ki boğulmalarını emretti. Onları yakan cellattan da kötü polis memuru (ismini biliyorum, hatta Sevilla'da ailesiyle tanışmıştım), boğmak istemedi. Önce, gürültü yapmasınlar diye kendi elleriyle ağızlarına odun parçacıkları tıktı. Daha sonra istediği gibi yavaş yavaş kızarsınlar diye ateşi körükledi. Yukarıda anlattığım her şeyi ve sayısız daha bir çok olayı gözlerimle gördüm. Kaçabilenlerin hepsi ya ormanlara sığınıyor ya da dağlara tırmanıyorlardı. Amaçları böyle insanlıktan uzak kişilerden, bu kadar merhametsiz ve yırtıcı hayvanlardan, insan soyunun en büyük düşmanları ve yıkıcılarından kaçabilmekti. Bunun üzerine Hıristiyanlar, özellikle kötü tazı ve köpekler yetiştirdiler. Bu hayvanlar bir yerliyi görür görmez, kaşla göz arasında paramparça ediyorlardı. Saldırarak, bir domuzdan daha çabuk yiyorlardı. Bu köpekler büyük zararlar verdiler, korkunç kasaplıklar yaptılar. Çok ender olarak, yerliler birkaç Hıristiyan öldürdüğü için, Hıristiyanlar kendi aralarında bir karar aldılar. Öldürülen her bir Hıristiyan için yüz yerli öldürülecekti.
Anakara derken güney Amerika kıyılarından Panama dahil bugünkü Nikaragua'nın bir kısmını da içine alan bölge kastediliyor olmalı. Aşağıdaki harita yayılmayı tarihleriyle birlikte gösteriyor. |
ANAKARA
Günümüzde Orta Amerika |
1514 yılında aşağılık bir vali ana karaya geldi. Bu adam, son derece vahşi, zorba, acımasız, akılsız, kutsal kudurganlığın gerçek bir aletiydi. Bu toprağa İspanyolları yerleştirmekte de kararlıydı.
....
Bu vali ve bölüğü, yerlileri altın bulmaya, buldukları altım kendilerine vermeye zorlamak için yeni vahşet ve işkence şekilleri icat etti. Yüzbaşılardan biri, yerlileri soyma ve yoketme emri üzerine yaptığı bir seferde 40.000'den fazla kişiyi öldürdü. Onunla beraber olan Saint François tarikatından bir din adamı -fray Francisco de San Roman- bu katliamı gözleriyle gördü. Çeşitli işkencelerden sonra yüzbaşı onları kılıç darbeleriyle öldürdü, diri diri yaktı, vahşi köpeklere attı.
....
Cortes'in fetih rotası ve İspanyol yayılması Haritaya göre 1514 yılında Panama'ya ulaşmışlar |
Yerliler huzur içinde evlerinde, köylerindeyken, uğursuz, yağmacı İspanyollar, geceleyin köyün yarım mil uzağına geliyorlardı. Orada, ihtarnameyi aralarında ilân ediyor, şöyle okuyorlardı: "Bu kıtanın, filanca köyünün reisleri ve yerlileri, size Tanrı, papa ve bu toprakların efendisi Castilla Kralı'nın varlığını bildiriyoruz. Gelin ona itaat edin vs. Aksi halde sizinle savaşacağımızı, sizi öldüreceğimizi, tutsak edeceğimizi bilin vs.” Ve gün ağarırken, masumlar karıları ve çoluk çocuklarıyla uyurken, köye saldırıyor, genellikle samandan olan evleri ateşe veriyor, çoluk çocukları, kadınları ve birçok erkeği daha kendine gelmeden diri diri yakıyorlardı. İstediklerini öldürüyor, canlı bıraktıklarına altını olan diğer köyleri göstermeleri, başka nerelerde bulunduğunu söylemeleri için öldürene kadar işkence yapıyorlardı. Kalanlar köleler gibi demirle damgalanıyordu. Yangın sönünce, İspanyollar evlerdeki altını aramaya koyuluyorlardı. İşte bu şekilde, bu ahlâksız adam, emrindeki kötü Hıristiyanlarla 1514'den 1521-22'ye kadar böyle eylemlerle uğraştı. Seferlere 106 hizmetçi yolluyor, çaldıkları altın, inci ve mücevherler, getirdikleri köleler kadarını alıyordu. (Kıdemli subay olmasından ötürü verilenler hariç). Kralın subayları da aynı şeyi yapıyorlardı. Her biri yollayabildiği kadar hizmetçisini yolluyordu.
Bu süre içinde İspanyollar krallıktan (tahmin edebildiğim kadarıyla) 1 milyon castillandan fazla çaldılar.
Hatta sanırım tahminlerim gerçek rakamın altında. İspanyollar çalınan bütün bu altının yalnızca 3.000 castillanını krala yolladılar. Buna karşın 800.000'den fazla insanı öldürdüler. 1533'e kadar birbiri ardına gelen despot valiler de, geri kalan halkı ya öldürdüler ya da savaş sonrası baskıcı kölelik altında ölüme terkettiler. Bu valinin yönetimi sırasında yaptığı, ya da yapılmasına izin verdiği sayısız kötülükten işte bir tanesi: Bir reis (veya bey) kendi arzusuyla ya da korkudan (ki bu daha gerçeğe yakın) ona 9.000 castillan vermişti. Bununla yetinmeyen İspanyollar, bu beyi yakaladılar ve yere çakılmış bir kazığa bağladılar. Daha fazla altın verdirtmek için ayaklarının altını ateşe verdiler. Bey evinden 3.000 castillan daha bulup getirmelerini söyledi. Askerler yeniden işkenceye başladılar. Olmadığından, ya da istemediğinden, daha fazla altın vermeyince, tabanlarından ilikleri çıkana dek onu bu şekilde tuttular. İşte böyle öldü. Altın koparmak için, İspanyollar sayısız kez beylere işkence ettiler, onları öldürdüler.
Bir başka seferinde, bir İspanyol bölüğü yağmaya gitmişti. Hıristiyanların korkunç eylemlerinden, katliamlarından kaçmak için birçok insanı toplayıp saklandığı bir ormana geldiler. İspanyollar aniden onların üstlerine atladılar. Öldürebildiklerince insan öldürüp, 70-80 kadar genç kız ve kadını yakaladılar. Ertesi gün birçok yerli bir araya geldi. Karılarını ve kızlarını bulmak amacıyla Hıristiyanları kovaladılar. Hıristiyanlar kıstırıldıklarını anlayınca genç kızların ve kadınların karınlarını deştiler. 80 kişi içinde bir tane bile sağ bırakmadılar. Acıdan yüreği parçalanan yerliler çığlıklar atıyorlardı:
"Ah! Kötü adamlar! Vahşi Hıristiyanlar! İraları (kadınları) öldürüyorsunuz. " Kadınları öldürmek, erkekler için vahşi ve iğrenç bir hayvanlık belirtisi anlamına geliyordu.
Panama'ya 10-15 mil uzaklıkta, Paris isimli çok altını olan büyük bir bey yaşıyordu. Hıristiyanlar onu görmeye gittiler. Bey de onları kardeşleri gibi karşıladı. Hatta yüzbaşıya 50.000 castillan sundu. Yüzbaşı ve Hıristiyanlar bu miktarda altını gönüllü veren birinin gerçekten bir hazinesi olmalı diye düşündüler (zahmetlerinin gayesi ve tesellisi buydu). Gidermiş gibi yaptılar. Şafakta tekrar dönüp, köyü istilâ ettiler. Evleri ateşe verdiler, birçok insanı öldürdüler, yaktılar ve 50-60 bin castillan daha çaldılar. Bey kaçtı. Ne öldürüldü ne de yakalandı. Hemen toplayabildiğince adam topladı, iki üç gün sonra, 130.000-140.000 castillanlarını götüren Hıristiyanları yakaladı. Kahramanca saldırıp, 50 Hıristiyan’ı öldürdü ve bütün altını geri aldı. Diğerleri, ağır yaralı kaçtılar. Bu olayın ardından çok sayıda Hıristiyan tekrar bu beye saldırdı. Onu ve halkının büyük bir kısmını öldürdüler. Her zamanki gibi geride kalanları köleliğe mahkûm ettiler. Onlar da öldü. Sonuçta bugün ne bir kalıntı, ne köyün varlığını belirten bir işaret kaldı. Oysa ki bu kalabalık nüfuslu topraklar 30 mili kaplıyordu. Bu alçak adam ve bölüğünün bu krallıklarda yaptıkları soykırımlar, yıkımlar saymakla bitmez.
NİKARAGUA EYALETİ
....
Bu eyaleti kırıp geçiren en zararlı şey, valinin İspanyollara köy reisleri ve beylerinden köle isteme iznini vermesiydi. 4-5 ayda bir veya içlerinden biri valinin lütfunu ve iznini kazandığında, diri diri yakma veya vahşi köpeklere atma tehdidi ile reisten 50 köle istiyordu. Genelde yerlilerin köleleri olmadığından (bir reisin en fazla 2, 3 veya 4 tane kölesi vardı) beyler köylere gidip, önce büyük yetimleri, sonra iki çocuklu ailelerin bir, üç çocukluların da iki çocuğunu alıyorlardı.
Bu şekilde reis, diktatörün istediği sayıya ulaşıyordu. Halk inliyor, ağlıyordu. Çünkü bunlar, apaçık görüldüğü gibi çocuklarını çok seven insanlardı. Olaylar öyle çok tekrarlandı ki 1523-1533 yılları arasında krallığı mahvettiler. Yerli halk yığınlarını köle olarak satmak için Panama'ya veya Peru'ya götüren 5-6 gemi, 6-7 yıl boyunca ticareti sağladı. Bu yerlilerin hepsi öldü. Doğal topraklarından koparıldıkları zaman, çabucak öldükleri kanıtlanmıştı (ispatı binlerce kez yapıldı). Çünkü yemek verilmediği gibi, hiçbir sıkıntıdan da kurtulamadılar. Sadece çalıştırılmak üzere alınıp satıldılar. Benim gibi hür, 500.000 yerli yurdundan köle olarak ayrıldı. Diğer 500-600 bini İspanyolların şiddetli savaşların ve uyguladıkları korkunç tutsaklığın sonucunda öldü. Ve bugün, hâlâ öldürülüyorlar. Bütün bu yıkımlar 14 yılın ürünü. Bütün Nikaragua eyaletinde bugün 4-5 bin kişi kalmış olmalı. İspanyollar istedikleri hizmetler ve her zamanki kişisel baskıları ile hergün onlardan birkaçını öldürüyorlar. Oysa, daha önce söylediğim gibi, burası dünyanın en kalabalık yerlerinden biriydi.
Günümüz şehirleri ile birlikte eski Aztek siteleri ve arkeolojik kazı alanları aynı haritada gösterilmiş Cholula, Pueblo bölgesinde ve onun hemen kuzeyinde bugünkü başkent Meksiko City var. |
YENİ İSPANYA (Meksika, Aztek Bölgesi)
.....
Diğer soykırımlar arasında, işte 30.000'i aşkın nüfuslu Cholula kentinde yaptıkları:
Önde başpapaz ve diğer papazlar, bölgenin tüm beyleri, tören alayı halinde, büyük bir saygı ve onurla Hıristiyanları karşılamaya gelmişlerdi. Onları, en önemli beylerin evlerine yerleştirmek üzere şehre götürmüşlerdi. İspanyollar, halkı öfkelerinden korkutmak ve bu toprakların her köşesine korku ekmek için (kendilerinin ceza dedikleri) bir katliam yapmaya karar verdiler. Çünkü, İspanyolların girdikleri bütün topraklarda niyetleri aynıydı: Bu yumuşak başlı koyunları önlerinde titretmek için vahşi ve unutulmaz bir katliam yapmak! Bu amaçla, önce şehrin ve şehre bağlı her yerin beyleriyle, soylularını ve baş beyi çağırdılar. Gelenler, İspanyol yüzbaşıyla konuşmak için içeri girdikçe tutsak ediliyor, bu şekilde kimse durumu anlamadığından haber yayılmıyordu. İspanyollar yüklerinin taşınması için 5-6 bin yerli istemişlerdi. Hepsi gelince, onları evlerin avlularına koydular. İspanyolların yüklerini taşımaya hazırlanan bu yerlileri görmek, insanda acıma ve merhamet duygusu uyandırırdı, çünkü üstlerinde sadece utanılacak yerlerini örten bir şey, çırılçıplak gelmişlerdi. Omuzlarındaki küçük filelerde karın doyurmayan, yavan yiyeceklerini taşıyorlardı. Munis kuzular gibi diz çöktüler. Orada bulunan diğer insanlarla beraber hepsi avluda toplanınca, silahlı İspanyollar, gözcülük etmek için kapılarda durdular. Diğerleri, kılıçlarını kaparak bu koyunların hepsini kılıçla veya mızrakla katlettiler. Fakat hiçbiri ölümden kaçamayacaktı. İk üç günün sonunda, sağ kalan birçok yerli kanlar içinde ortaya çıktı. Cesetlerin altına gizlenmişlerdi (öyle çok ceset vardı ki). Öldürülmemeleri için, ağlayarak İspanyollardan bağışlanmalarını dilediler. Ancak İspanyolların ne bağışlaması, ne de merhameti vardı. Ortaya çıktıkça onları parçalara ayırıyorlardı. Yüzbaşı, bağlı bütün beylerin -yüzden fazlaydılar- çıkarılıp, yere çakılı kazıklarda yakılmasını emretti. Ama bir bey (kuşkusuz bu toprağın prensi veya kralı) oradan ayrılmayı başardı. 20-30 veya 40 adamla beraber bir çeşit kale olan bir tapınağa sığındı. Tapınağın ismi Cue idi. Günün büyük bir bölümünde kendini savundu. Ancak İspanyollar, özellikle bu silahsız insanlara göre, çarpışılması zor düşmanlardı. Tapınağı ateşe verdiler. Yanan beyler şöyle bağınyorlardı. "Kötü insanlar! Biz size ne yaptık? Niçin bizi öldürüyorsunuz? Defolun! Meksika'ya gidin. Orada her şeyi bilen beyimiz Montezuma intikamımızı alacaktır." Denir ki 5-6 bin insan avluda kılıçtan geçerken, İspanyolların yüzbaşısı şöyle bir şarkı söylemiş :
Neron yangına bakar
Roma'dan Tarpeia kayasına
Çocuklar, yaşlılar bağırır
Ve o hiçbir şey hissetmez
İspanyollar, Cholula'dan daha büyük ve kalabalık bir şehir olan Tepeaca'da başka bir büyük katliam yaptılar: Çok sayıda insanı, iğrenç bir şekilde kılıçtan geçirdiler.
Cholula'dan Meksiya'ya doğru yola koyuldular. Büyük kral Montezuma, onlara binlerce hediye ile beyleri ve şehir halkını yolladı. Yolda şenlikler düzenlendi. Şehre 2 mil uzaklıktaki Meksika yolunun girişine, öz kardeşiyle, birçok bey ve altın, gümüş, kıyafet dolu hediyeleri taşıyan yerliler yolladı. Montezuma, altın bir tahtırevan üzerinde, bütün saray erkanının eşliğinde, bizzat İspanyolları karşılamaya, şehrin girişine geldi. Onları saraya götürdü ve oraya yerleştirilmelerini emretti. Aynı gün, orada bulunanların bana söylediklerine göre, İspanyollar yüce kral Montezuma'yı kuşkulandırmadan kurnazca ele geçirdiler. Başına 80 adam verdiler. Sonra onu zincire vurdular. Anlatılması gereken bütün önemli olaylardan sözetmeden, sadece bu zorbaların yaptığı önemli bir şeyi belirtmek istiyorum. İspanyolların komutanı, kendisine düşman başka bir komutanı ele geçirmek üzere limana inmişti. Kral Montezuma'yı başka bir komutanın emrinde -sanırım- yüz adamın gözetimine bırakmıştı. O zaman İspanyollar, bölgedeki dehşeti kuvvetlendirmek için yeni bir çarpıcı eylem yapmaya karar verdiler (sık sık yaptıkları ve benim de anlattığım gibi).
Şehirde yaşayan halk ve saray erkânından olan beyler tutsak krallarının hoşuna gitmeye uğraşıyorlardı. Onuruna düzenlenen diğer şenlikler arasında, öğleden sonra, şehrin bütün mahalle ve meydanlarında gerçekleşecek, "mitotes" adını verdikleri geleneksel danslar vardı (Adalarda bu danslara "areitos" denirdi). Yerliler bu vesileyle bayramlık elbiselerini ve zenginliklerini çıkarırlardı. Hepsi gayret gösterirdi. Çünkü bu şenlik sevincinin temel şekliydi. En soylular ile kraliyet soyundan gelenler, soyluluk unvanlarına göre, balo ve şenliklerini güçlü kralın dairelerinin gittikçe daha yakınında yaparlardı. Bu sarayların en yakın kısmında ikibini aşkın şehzade bulunurdu. Bu Montezuma İmparatorluğu'nun seçkin bölümüydü. İspanyolların komutanı bir bölükle oraya gitti.
Askerlerin şenliklere katılmak istedikleri bahanesiyle, şehirdeki şenlik yerlerine diğer birlikleri yolladı. Hepsine, belirli bir saatte saldırıya geçmelerini emretti. Yerliler coşkuyla ve güven içinde dans ederken, komutan: "Saint Jacques! (*) Yakalayın onları! " diye bağırdı. İşte o zaman İspanyollar, bu çıplak narin gövdeleri kılıçlarıyla deşmeye, bu mert insanların kanını dökmeye başladılar. Tek bir kişiyi sağ bırakmadılar. Diğer birlikler de başka yerlerde aynı şeyleri yaptılar.
Bu, bütün krallıkları ve halklarını şaşkınlığa, korkuya ve yasa boğan bir olaydı. Yüreklerini acı ve üzüntü kapladı. Dünyanın sonuna dek -kendi sonlarına dek- hep ağlayacaklar; "areitos'larında, danslarında, romanslarında (İspanya'da söylediğimiz gibi) bu felâketi, yıllardır gurur duydukları soylu veliahtlarının yok oluşunu anlatacaklardı. Yerliler, onca masuma yapılan haksızlığı, olağandışı vahşeti görünce bütün kentte silaha sarıldılar ve İspanyolların üstüne yürüdüler. Onlar ki en büyük beylerinin böylesine haksızca tutsak edilişine hoşgörüyle katlanmışlardı. Çünkü Montezuma hristiyanlara saldırmayı, onlarla savaşmayı yasaklamıştı. Yaraladıkları birçok hristiyan, kıl payı kaçtı. Tutsak Montezuma'nın, göğsünde bir hançerle, sarayın balkonuna çıkıp, yerlilere saraya saldırmalarını ve barış yapmalarını emretmesi istendi. Bu kez, itaat etmek istemediler. Hatta mücadelelerini yönetmesi için başka bir bey, yeni bir şef seçmekten söz ediyorlardı. Bu arada limana giden komutan, beraberinde birçok Hıristiyanla muzaffer dönüyordu. Yaklaşmaları üzerine, yerliler, onlar kente girene kadar 3-4 gün boyunca savaşı kestiler. Bütün bölge halkı toplandı.
Komutan şehre girince uzun zaman öyle iyi döğüştüler ki, ölmekten korkan İspanyollar bir gece kenti terketmeye karar verdiler. Bunu öğrenen yerliler, deniz kulağının köprülerinde birçok hristiyanın öldürdüler. Bu, son derece haklı ve kutsal bir savaştı. Söylediğim gibi, sebepleri çok haklıydı. Mantıklı ve adil her insan da bunu doğrulardı. Sonra Hıristiyanlar yeniden güçlendiler ve savaşa girdiler. Yerlilere garip, şaşırtıcı eziyetler ettiler. Bir sürü insanı öldürüp, birçok büyük beyi diri diri yaktılar. Meksika şehrinde, komşu illerde ve bütün bölgede zorbaca eylemler yaptılar (Meksika'ya 10, 15, hatta 24 km uzaklıkta yaşayan insanları öldürdüler). Ardından, zalim veba ilerleyerek hep kazandı. Kalabalık nüfuslu Panuca eyaletine bulaşıp, orayı da kırıp geçirdi. Şaşkınlık verici yıkım ve katliamlar yapıldı. Daha sonra İspanyollar, aynı şekilde Cututepeque eyaletini, Ypilcingo'yu ve Colima'yı yerle bir ettiler. Bu eyaletlerin her biri Leon ve Castilla krallıklarından büyüktü. Her eyalette yapılan tahribi, zulüm ve cinayetleri anlatmak zor, hatta imkânsızdır. Zaten anlatılsa bile, buna dayanabilecek insanın taş kalpli olması gerekir.
İspanyolların, bu bölgelere hangi sıfatla girdiklerini, masum yerlileri yokettiklerini, kalabalık nüfusuyla gerçek Hıristiyanlara haz ve sevinç verecek bu toprakları hangi sıfatla boşalttıklarını belirtmek gerekir. Yerlilere, İspanya kralına boyun eğip, itaat etmelerini, aksi halde öldürüleceklerini veya köleleştirileceklerini söylüyorlardı. Böylesine mantıksız, aptalca emirlere uymayıp, böylesine haksız, zalim ve vahşi adamlara teslim olmayanları, majestelerine karşı gelen asiler, isyancılar olarak görüyorlardı. Bu şekilde, efendimiz İspanya Kralı'na yazıyorlardı: Amerika kıtasını yönetenlerin körlüğü, kendi kanunlarında diğer kanunlardan çok daha açık ifade edilmiş, önemli prensiplerden birini anlamalarını engelliyordu. Öyle ya, bir neden olmadan hiç kimseye asi denemezdi.
Tanrı, mantık ve insan kanunlarından biraz olsun haberdar olan Hıristiyanlar, aniden iletilen bazı haberlerin halkın kalbini kırabileceğini düşündüler. Bu topraklarda barış içinde yaşayan, kimseye bir borcu olmayan, doğal beylere sahip halka: "Hiç duymadığınız yabancı bir krala itaat etmeye hazırlanın. Aksi halde, sizi parçalara ayıracağımızı bilin, diyorlardı. Halk, gerçekten de böyle olduğunu gördü. Daha korkuncu, itaat edenlerin en hayvani köleliğe, inanılmaz işlere ve kılıçla ölümden daha uzun süreli işkencelere maruz kalıp, karıları, çoluk çocukları ve bütün soylarıyla tükenip gittiklerini gördüler. Bu veya dünyadaki herhangi bir halde tehditlerden korkarak itaat edip, yabancı kralın otoritesini kabul etse bile -hırsın ve şeytani bir açgözlülüğünün allak bullak ettiği- bu körler görmüyorlar mı, bu onlara en ufak bir hak tanımaz.
Esinlendikleri tek şey endişe ve korku olduğundan, bu 'sebatsız ve geri adamlar' için doğal insanî ve kutsal hukukta değer verilmek için yapılmış her şey yalnızca rüzgârdır. Onlara kalan ceza, cehenneme gitme zorunluluğu, Castilla krallarına yaptıkları hakaret ve işkenceler olur.
Krallıklarını yok ediyorlar. Bütün Amerika kıtasında hukuku ortadan kaldırıyorlar. İşte İspanyolların bu bölgelerde krallara yaptığı ve yapmayı sürdürdüğü hizmetler bunlardır.
Kaynak: Bartolome de Las Casas, Kızılderililer Nasıl Yok Edildi?, "Brevisima historia de la destruccion de las Indias, Şule Yayınları, 1999
EK 1: *Yazar Hakkında tarihi bilgi:
İspanyol Kilise büyüğü (Sevilla 1474-Madrid 1566). Yaşam öyküsünü yazdığı Kristof Kolomb'un arkadaşlarından birinin oğlu idi. Santo Domingo'da babasından kalan toprakları bırakarak Küba'da papaz oldu (1510) ve 1522'de Dominiken tarikatına girdi. Yerlileri savunan ve encomienda'nın yolsuzluklarını açıklayan yapıtları geniş yankılar uyandırdı; bunları [özellikle, BreVisima historia de la destruccion de las Indias (Yerlilerin imhasının çok kısa tarihi), 1542 adlı yapıtını] Aragonlu Fernando'ya, sonra da Carlos'a yolladı. Böylece, yerlilere yapılan haksızlıkların ve encomienda'nın yavaş yavaş kaldırılmasını sağlayan "Yeni Yasalar"ın öncüsü oldu (1542). Yasaların uygulanması, Casa de Contratacion'dan destek gören encomiendero'ların direnişiyle karşılaştı ve sonuçta zenci ticaretinin gelişmesine yol açtı. Meksika'da Chiapa piskoposu olan (1544) Las Casas, uğradığı başarısızlıktan ötürü umutsuzluğa düşmekle birlikte eylemini sürdürmeye karar verdi, piskoposluktan istifa etti. İspanya'ya döndü (1547) ve Historia de las Indias (Amerika yerlilerinin tarihi) adlı yapıtını verdi. (Bu kitap ancak 1875'te yayımlandı) Rahip Gregoire onun için bir Apologie yazdı. Kuramsal alanda, Las Casas'ın fikirleri öyle büyük bir basarı kazandı ki, en büyük rakibi Juan Gines de Sepulveda'nın kitapları bu yüzden XIX. yy. sonuna kadar yayımlanamadı.
EK 2: Las Casas Hakkında Umberto Eco ve Jean-Claude Carriere konuşuyor.
J. -C. G: Olağanüstü uygarlıkların kalıntılarını yok eden İspanyollar, hâzineleri yaktıklarının farkında değildiler. İçlerinden bazılarıysa, özellikle insanı şaşırtan o keşiş, Bernardino de Sahagun, orada yıkılmaması gereken bir şeyler olduğunu sezdiler; bugün mirasımız diye adlandırdığımız şeyin önemli bir kısmını bunlar oluşturuyor.
U. E. : Çin’e giden Cizvitler kültürlü kişilerdi. Cortes, hele Pizarro, bir kültür kıyımı tasarısının ateşiyle harekete geçen kasaplardı. Onlara eşlik eden Fransiskenler yerlileri vahşi hayvanlar olarak görüyorlardı.
J. -C. C. : Bereket versin, hepsi değil. Sahagun değil, Las Casas ve Duran değil. Yerlilerin fetihten önceki ha yatı üzerine bildiğimiz her şeyi onlara borçluyuz. Üstelik, çoğu zaman ciddi tehlikeleri göze almışlar.
U. E. : Sahagun Fransisken’di, Las Casas ile Duran ise Dominikendiler. Klişeler ne kadar yanlış olabiliyor, çok ilginç. Dominikenler Engizisyon’un adamlarıydı, Fransiskenler ise mülayimliği kimselere bırakmazlardı. Gelin görün ki Latin Amerika’da, tıpkı bir western'deki gibi, Fransiskenler bad guys oldular, Dominikenlerse bazen good guys.
....
Kaynak: Umberto Eco - Jean-Claude Carriere, Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın, Söyleşiyi yöneten: Jean-Philippe deTonnac, Can Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder