31 Mayıs 2019 Cuma

İlyada: Halikarnas Balıkçısı'nın Kaleminden Troya Savaşı

Halikarnas Balıkçısı
Cevat Şakir Kabaağaçlı
Hektor'un cesedi Troya'ya geri götürülürken
Yüksek kabartma olan bu eserin MS 180-200 yılına ait olduğu düşünülüyor.
Şu anda Paris, Louvre Müzesi, Borghese koleksiyonunda
Troya bölgesi Ege'nin kuzeyinde ince ve uzun Gelibolu yarımadasının karşısında, dörtgen biçiminde denize uzanır. İşte orada Çanakkale, kuzey denizlerine yani Marmara ve Karadeniz'e giden yol ve geçit üzerinde nöbetçilik eder. Avrupa ile Asya arasından kuzeydoğudan güneybatıya Hellespontos (ya da Helle'nin denizinin) suları bir nehir gibi akar. Bu bölgenin güneydoğuda sınırı Kocakatran dağ zinciridir. O dağların en yükseği Kazdağı’dır (İda dağı). O arazide azçok ova sayılabilecek bir düzlüğün ortasında (tanrılarca Ksanthos diye anılan) ama Troyalılarca Skamandros (Küçük Menderes) denilen nehir geçer ve Boğaz'ın tam ağzında Hellespontos'a dökülür. Ovayı Homeros, «derin topraklı Troya ovası» diye anar. Boğazlardan girip çıkan gemiler Hisarlık Tepesi'nden görülür ve gözetlenir. Bugün bataklık olan Sije, yani Yenişehir dolayları eskiden içerilere doğru oyuktu. Oraya demirleyen gemiler kendilerini esenlikte sayarlardı. Kuzeye giden gemiler elverişli rüzgarları beklerken, burada kayıklarını yarı yerlerine kadar karaya çekerlerdi. Eski zamanda deniz yolculuğu kıyı kıyı limandan limana yapılırdı. Troya'ya Skamandros (Küçük Menderes) ile Sije burnuna hâkim olanlar Karadeniz'in zenginliklerine sahip sayılırdı.

Dünyada hiçbir konu için -Çanakkale'nin küçük bir köşeciğini kaplayan- bu Troya üstüne yazılanlar kadar çok yazı yazılmış değildir. Bu efsane Peloponez'den (Mora yarımadasından) gelen Akha'lar ile Troya halkı arasında ticaret ve çıkar kaygılarıyla yapılmış olan gerçek bir savaştan doğmadır. Bu savaşın İsa'dan Önce Onikinci Yüzyılda yapıldığı muhakkak gibidir. Homeros'un İlyada'sına göre bu savaş Troya kralı ihtiyar Priamos'un oğlu Paris tarafından Troya'ya kaçırılan dünya güzeli Helene'yi geri almak için Akha'lar tarafından yapılmıştır. İlyada yirmi dört papirus tomarı üzerine yazılı olduğu için İsa'dan Önce İkinci Yüzyıldan beri yirmi dört kitap sayılır.

26 Mayıs 2019 Pazar

Mitolojik Bir Öykü Olarak Üç Müneccim Kral

Dilara Kahyaoğlu
Büyücü kralların bebek İsa'yı ziyareti
Sanatçı: Hans Memling
Eser 1470 yılına ait.
Hıristiyanların en iyi bildikleri efsanelerden biri Üç Mü­neccim[1] Kral efsanesi olup, sayısız başyapıta ve aynı zamanda sonsuz çocuksu hayale esin kaynağı olmuştur. Öyle ki, artık hiç kimse kendi­ne Üç Müneccim'in gerçekten var olup olmadığını sormaz: Bu, tarih­çilerin, Kutsal Kitap uzmanlarının ya da mit araştırmacılarının konu­sudur. Her durumda, Üç Müneccim'in tarihte belli belirsiz ortaya çı­kışları, iki efsanevi yer arasında yer alır: Geldikleri yer ile mezarları­nın bulunduğu yer.

Tarihsel belgelere gelince, Matta'ya[2] Göre İncil Üç Müneccim Kral sahnesini betimleyen, Kilisenin resmen kabul ettiği yegane Hıristiyan kaynağıdır. Ve Matta bize Müneccimlerin üç kişi olduğunu söylemediği gibi, kral olduklarını bile söylemez ve yalnızca bir yıl­dızı[3] izleyerek Doğu'dan yapılan bir yolculuğa, İsa'ya altın, günlük ve mür[4] sunuşa ve Üç Müneccim'in Çocuk İsa'nın nerede olduğunu Kral Hirodes'e söylemeyi reddedişlerine değinir. Matta İncili'nden olsa ol­sa, Çocuk İsa'ya üç armağan getirdikleri için Müneccimlerin sayısının üç olduğu çıkarsanabilir.

Yalnızca sonraki gelenek, Müneccimleri kral olarak görecek ve geldikleri yer olarak doğuda kesin
bir ülke belirlemeye çalışacak­tır. Kilisenin resmen kabul etmediği İncillerde, Müneccim Krallardan söz edilir. Üç Müneccim Kral'a bir gönderme, Arap kaynakların­da da geçer (örneğin, ansiklopedist Taberi,[5] 9. yüzyılda, Müneccimle­rin getirdiği armağanlardan söz ediyor, kaynak olarak 7. yüzyıl yazarı Vehb bin Münebbih'i[6] gösteriyordu).

15 Mayıs 2019 Çarşamba

Eski Mısır'ın Keşfi, Gezginler, Arkeologlar ve Ejiptolojinin Doğuşu

Dilara Kahyaoğlu
Norman ve Nina Davis, Nakht Mezarı'nı bu şekilde resmetmişler
Mezar; MÖ 15. Yüzyıl ait
Fotoğraf, Ocak 1907'de çekilmiş
Mısır hemen her zaman Avrupalıların sürekli ilgisini çekmiş ve 6. yüzyılda Miletos'ta yaşayan Yunanlı Hekataios'dan[1] (kitabı kaybolmuştur) günümüze kadar birçok yazara ilham kaynağı olmuştur. Geç Roma Döneminde Mısır uygarlığının sona ermesi çağdaş çalışmaların da sonu olmuş, ancak Orta Çağ boyunca anıtları, özellikle de piramitleri ile hatırlanmıştır. Kutsal topraklara yolu düşen hacılar daha çok İsa'nın orada kaldığı yerle ilgili bölgeleri görmek için Mısır'ı  ziyaret etmişlerdir. Hatta piramitlerin bile Kutsal Kitap'ta yer alan "Hz. Yusuf'un tahıl ambarları"nın tasviri olduğuna inanılmıştır.

İlk Evreler
Rönesans'la birlikte eski çağlara karşı ilgi ve ona ilişkin bilgiler canlanmış olup 15. yüzyılda gün ışığına çıkarılan ilk klasik metinler arasında,  İ.S.  4. yüzyıla ait bir metin olan Horapollo'nun[2] Hieroglyphica'sı bunlardan biridir.  Mısır kaynaklı  olduğu  öne  sürülen eserde hiyeroglif yazısından bazı harflerin anlamları verilmektedir. Diğeri ise Corpus Hermeticus[3] (Keşiş Külliyatı)'tur.  İsa’dan sonraki ilk yüzyıllara ait olan bu felsefe risaleleri muhtemelen Mısır'da yazılmış ve bazı gerçek Mısır düşüncelerini Yeni Platoncu[4] ve diğer malzemeyle yoğurmaktadır. Bu ikinci türden metinler,  kökeni eski Yunan düşünürlerine uzanan ve Mısır'ın bütün bilginin kaynağı olduğu varsayımına dayanan düşünceyi desteklemektedirler. Aynı düşünce, resim harflerinin derin düşüncelerin özünü oluşturduğunu iddia eden Hieroglyphica için de geçerlidir.

13 Mayıs 2019 Pazartesi

Osmanlı Resmi Sünni İdeolojisini Fatih İnşa Etti

Ahmet Yaşar Ocak

Hiç şüphesiz ki Osmanlı resmi ideolojisinde en büyük gelişim ve değişim aşaması, II. Mehmed'in 1453 yılında İstanbul'u fethiyle gerçekleşti. Çünkü bu tarihten sonra, artık bir aşiret beğliği hüviyetini ve yapısını çoktan terkederek imparatorluk statüsüne geçmiş Osmanlı Devleti'nde geniş çaplı ve köklü bir yapısal değişim zorunlu hale gelmiş, bu sebeple yönetim mekanizması ve kurumlarında tepeden tabana kadar bir merkezileşme süreci başlamıştır. Bu köklü değişim ise ancak, "Nizam-ı alem"i sağlamaya talip bir imparatorluk ideolojisi üzerine oturacaktı. İşte kanatimizce Fatih Sultan Mehmed, Osmanlı tarihinde İstanbul'un fatihi olmaktan ziyade esas olarak bu büyük ideolojik ve yapısal değişimin mimarı olarak değerlendirilmelidir. Halil İnalcık'ın çok yerinde tesbitiyle, o, bu yüzdendir ki Osmanlı İmparatorluğu'nun ve onun "padişah" tipinin gerçek yaratıcısıdır. O, İstanbul fethinin kazandırdığı güç ve prestijle, aynı zamanda Doğu Roma'nın varisi ve Ortodoks Doğu Hıristiyanlığı'nın yeni hamisi sıfatıyla şahsında hem Orta Asya Türk, hem Orta Doğu İslam öncesi, ve hem de İslami dönem hükümdarlık ve devlet anlayışlarının sentezini gerçekleştirmiştir. Özellikle de bizim açımızdan önemlisi, o zamana kadar İslam devletlerindeki din-devlet ikizliğini, dinin devlet güdümüne alındığı bir din-devlet özdeşleşmesi haline getirmiş bulunmasıdır. Fatih Sultan Mehmed'in özellikle bu yönlerini vurgulayan yeni bir biyografisinin yazılması gerektiğini bu vesile ile burada vurgulamak istiyoruz.

Fatih'in gerçekleştirdiği bu din-devlet özdeşleşmesinin teorik çerçevesini, Tarih-i Ebu'l-Feth adıyla bilinen eserinde bir dereceye kadar Tursun Beğ bize sunuyor. Buradaki "Güftar der zikr-i ihtiyac-ı halk be-vücud-ı şerif-i padişah-ı zıllullah" başlıklı kısım dikkatle incelenmelidir. Burada görüldüğü üzere Osmanlı padişahı artık "Sultan-ı zıllullah fi'l-arz” dır ve "Hak Teala mübarek lakabın semadan inzal etmişdir'".

5 Mayıs 2019 Pazar

Mami ve Enki'nin İnsanı Yaratışı ve "Tarihteki" İlk Ayaklanma

Sümerlere ait bir silindir mühürde yer alan, tanrılarla ilgili semboller
Tanrılar Arasında Görev Paylaşımı
Tufan efsanesinin değişkelerinden [versiyon] biri olan ve tufanda sağ kalan kişinin adı ile anılan Atrahasis mitinin giriş kısmında, tanrıların da insanlar gibi güçlüklerle karşı karşıya kaldığı zamanlarda tanrısal dünyanın durumu tarif edilir. Aslında bu dönemde bile, toplumda bir tabakalaşma söz konusudur. Yedi büyük Anunnaki tanrıları aylak ve hakim tabakayı oluştururken, İgigi tanrıları emekçiler gibi bender inşa etmek ve onların efendileri olan tanrıların [büyük] yeryüzündeki yiyeceklerini yetiştirmek için gece gündüz toprağı kazmakta idiler. Anunnakiler arasında babaları Anu kral (sarru), kahraman Enlil de onların maliku yani danışman idi. Böylece yeryüzündeki bir modele göre tasavvur edilen küçük saray, bir de savaşçı genç tanrı olan Ninurta'nın üstlendiği komuta (guzalu) görevini içine almaktaydı. Nihayet Ennugi de gözeticiydi (gallu). İdari ve İcra işlevi ihtiva eden görevler, evrenin yetki alanlarına bölünmesiyle birlikte oluşmuştur. Bu yetki alanları, tanrıların büyük üçlüsüne yani Anu, Enlil ve Enki-Ea'ya [Sümerce metinlerin Enki, Akatça metinlerin ise Ea diye adlandırdığı tanrı] Bölüşme kaderin çekilişiyle yapılır: "Zarlar (isqam iddu) atıldı ve ayrıldılar". Ancak daha önceleri bir törensel davranış yerine getiriliyor ki, bu davranışın, kaderin tayin ettiğini kabul etme simgesi olarak el sıkışmayla eşdeğer olduğu görülüyor. Anu'ya gök, Enlil'e yeryüzü düşmüştür. Enki-Ea'ya gelince, ona yeraltı sularının önünü kesen kaya bırakılmıştır. Tanrılardan her biri kendi alanını ele almıştır: Anu göğe çıkıyor, Ea ise Apsu'ya, evine iniyor. Üçlüdeki her tanrının taşıdığı unvan bu durumda öğretici mahiyettedir. Sarru terimi kral, Anu'yu nitelendirmekte olup problem yaratmamaktadır. Krallık görevi verilen kişiyi adlandırmak için en sık kullanılan terimdir. Göğün krallıkla olan bağları açıktır. Üstün yetkiyi ifade eden terimin gösterdiği üzere, soyut türemiş niteliğine sahip anutu Sümercede göğün adı olan An ve Sümerce ile Akadcada Gök tanrısının ismi olan An­, Anu'dan neşet etmiştir. Etena miti anlatmaktadır ki, tanrılar insanlar için yeniyıl bayramını belirlediğinde, insanları yönetecek kral tayin etmemiştir. "Bu zamanlarda ne türban, ne taç giyinilmiş, ne asalar lapisle süslenmiş, ne de tahtlar henüz kurulmuştur. Taç, türban ve asa göklerde Anu'nun önüne konulmuşlardı. Onun (İştar)'ın halkının hükumeti yoktu. O zaman krallık göklerden indi." (Etana, I. levha, ı4-ı 6. satırlar). Böylece krallığı simgeleyen eşyalar, yeryüzünde bir üstün yetkinin yaratılmasından önce varolmuştur.

3 Mayıs 2019 Cuma

Büyücü Avcıları ve Büyük Kadın Katliamları


 Barbara Ehrenreich

Walpurgis Gecesinde** cadılar ve ilişkili oldukları tüm "kötü" yaratıklar Brocken dağında eğlenirken gösterilmiş. 
16. yüzyılda yapılmış böylesi gravür baskılar (yazılan kitaplar, verilen vaazlar), salt kötü olarak sunulan
cadı ve büyücü imajını; hem yaratmış, hem varolan olumsuz algıyı daha da körüklemiş,
hem de nefret tohumunu bir üst düzeye sıçratarak her seferinde yeniden inşa etmiştir.
Ve bütün bunların sonucunda aşağıda anlatılan, sayıları milyonla ifade edilen kadın katliamları gerçekleşmiştir.

İnsanlık tarihinde dört yüzyıldan fazla bir süre, Almanya'dan başlayıp İngiltere'ye kadar uzanan bir alanda, büyücülerin peşini bırakmadılar. Başlangıcı feodalite ile birlikteydi, sonu reform hareketinin yayılmasına kadar uzandı. Bu zaman içinde, büyücü safsatası, sosyal dokuya ve tarihsel geleneğe göre çeşitli şiddet biçimleriyle sürdü gitti. Ama başat özelliğini hiç yitirmedi: Bu açıkça egemen sınıfların köylerdeki kadın nüfusa karşı sürdürdükleri bir terör kampanyasıydı.  Büyücüler, Protestan ve Katolik kiliseler için olduğu kadar devlet için de siyasal, kutsal ve cinsel içerikli bir anlam taşımaktaydı.
Büyücü safsatası zaman zaman akıl durduracak boyutlara erişti: 15. yüzyılın sonlarıyla 16. yüzyılın başlarında Almanya, İtalya  ve diğer birçok Avrupa ülkesinde binlerce kadın öldürüldü; çoğunda canlı canlı odun yığınları üstünde tutuşturularak. 16. Yüzyılın ortasında bu dehşet dalgası bütün boyutlarıyla Fransa ve İngiltereyi de büsbütün sardı.

Bir tarihçi, bu infazların belli birkaç Alman kentinde yılda 600'ü bulduğu ya da "pazar günleri dışında" gün başına iki infazın gerçekleştirildiğini söylüyor. Werzberg bölgesinde, yalnız bir yılın içinde, 900 büyücü öldürülmüş; Como ve çevresinde bu sayı yalnızca 100'de kalabilmiş. Ama Toulouse'da bir günün içinde 400 infaz yapılmış. 1585 Yılında Bistums Trier'in iki köyünde yalnız bir tanecik kadın hayatta kalabilmiş. Birçok vakanuvisin tahmininden çıkabilecek toplam infaz sayısı milyonları buluyor. O günlerdeki en büyük kentlerin nüfusları 150-200 bini aşmıyordu. Öldürülenlerin de yüzde 85'i kadın; yaşlı kadın, genç kadın, çocuktu...(*)