29 Ocak 2016 Cuma

John Brown

John Stewart Curry'nin duvar resminde John Brown. 
Kansas'taki köle tacirlerine karşı yürüttüğü amansız savaşlar sonucu  ve 
idam edilmesiyle birlikte bir destan kahramanı haline gelmiştir.
Başlatmış olduğu ayaklanma ile siyahların kurtuluşu hareketine öncülük eden John Brown, 9 Mayıs 1800'de ABD'nln Connecticut eyaletinde Torrington kasabasında doğdu. Siyahların haklarını ilk çalışmaya başladığı günden beri savunan Brown, püriten bir aileye mensuptu. 


Yıllarca ABD'nln çeşitli eyaletlerinde dolaşarak çiftçilik, yün ticareti, koyun ve toprak alım satımı yaptı. 1849'da New York'ta North Elba'da köleliğe karşı olan Gerrit Smith'in bağışladığı topraklara yerleşti. Burada kalabalık ailesini geçindirmek için çiftçilik yaparken, bir yandan da siyahların yaşama koşullarına tanık oluyor ve köleciliğe karşı mücadele etmeyi planlıyordu. 

28 Ocak 2016 Perşembe

Avrupa'da Faşizmin Yükselişi Kronolojisi 1917-1939


Lenin, 11.08. 1917
1917 
Şubat: Rus Şubat Devrimi, Çarlığın yıkılması.
Ekim: Ekim Devrimi, Bolşevik-Sol SD bloğunun iktidarı. 

1918
Ocak: Finlandiya’da Devrimci Hükümet’in kuruluşu, iç savaş başlangıcı. 
Avusturya’da yaygın grevler. 750 bin işçinin greve gidişi. 
Mayıs: Finlandiya’da “Beyazların” “Kızılları” yenmesi. 
Kasım: Alman donanmasında isyanlar. 
Avusturya’da sosyal demokrat işçilerin silahlı birliği, Republikanische Schutzbund’un kurulması. 

24 Ocak 2016 Pazar

Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi



Ulusal meclis olarak Fransız halkı temsilcileri, toplumların uğradıkları felaketlerin ve yönetimlerin bozulmasının yegâne nedeninin; insan haklarının bilinmemesi, unutulmuş olması ya da hor görülüp dikkate alınmamasına bağlı olduğu görüşünden hareketle; insanın doğal, devredilemez ve kutsal haklarının resmi bir bildiri içinde açıklamaya karar vermişlerdir.
https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0nsan_ve_Yurtta%C5%9F_Haklar%C4%B1_Bildirisi

Öyle ki, bu bildiri tüm toplum üyelerinin hiçbir zaman akıllarından çıkmasın, sürekli olarak onlara haklarını ve ödevlerini hatırlatsın.
Öyle ki, yasama ve yürütme iktidarlarının faaliyetleri siyasal toplumların amacına uygun olup olmadığı her an denetlenebilsin ve bu iktidarlara daha çok saygı gösterilsin.

10 Ocak 2016 Pazar

Taranta-Babu'ya Mektuplar

Nazım Hikmet

[Büyütmek için tıklayınız.]


Taranta-Babu'ya Mektuplar'ın son kısımlarında yer alan bölüm


8 Ocak 2016 Cuma

Beyoğlu’nun İlk Sineması: Pathé

Burçak Evren

Yüzyılımızın başındaki Beyoğlu ya da o dönemdeki adıyla Pera; değişik insan mozaiğiyle her bir etkinliğin, her bir yeniliğin anında yansımasını bulup yeşerme ve serpilme olanağını yakaladığı bir semt görünümündeydi. Azınlıklar, Levantenler, bu kentin büyüsüne yakalanıp turist olmanın sınırlarını aşanlar, Avrupa’da eğitim görüp Batı’nın her bir etkinliğini özümsemek isteyen beyzadeler ve diğerleri Pera’nın kültür sanat etkinliklerinin başlıca tüketicisiydiler. Sanat, kültür ve eğlencenin at başı gidip süreklilik kazandığı Cadde-i Kebir’in ara sokakları bile, yaşıtı büyük kentlerin görkeminden daha göz alıcı, daha renkli ve daha bir çeşitliliğe sahipti. Bir yanda operetler, onun hemen yanı başında paten sahaları, devasa tiyatrolar, biraz ötesinde ortaoyunu, konserler, ayinler, balolar, gösteriler, gösteriler, gösteriler…

5 Ocak 2016 Salı

Thomas Mann: Sanatçı Siyasetin Dışında Kalabilir mi?

Jale Parla

Thomas Mann
Alman romancısı Thomas Mann, Lubeck te 1875’de doğu. Bir ailenin çöküşünü anlatan ilk romanı Buddenbrooks 1900’de yayımlandı. Sonradan bu roman Naziler tarafından yasaklanıp yakıldı. 1903’de Tonio Kröger, 1912’de Venedik’te Ölüm yayımlandı. Başlangıçtaki muhafazakâr görüşlerinden Hitler iktidara geldikten sonra vazgeçen Thomas Mann, bu muhafazakâr görüşleri 1918’de “Apolitik Bir Adamın Gözlemleri” başlığı altında yayımladı. 1925’de Büyülü Dağ, 1933-42 arasında Joseph Dörtlüsü’nü yazdı. 1933’de Almanya’yı terk eden Mann’ı Naziler 1936’da vatandaşlıktan attılar. Ama o Nazi Almanyası’na karşı konuşmaları ve yazılarıyla yaptığı savaşımı sürdürdü. Bu yazılar ve konuşmalar sonradan Dikkat Avrupa, başlığıyla bir kitapta toplandı. 1937’de yazdığı Mektuplar’da Alman faşizmini şiddetle yerdi. 1947’de çıkan Doktor Faustus Alman faşizminin temelinde yatan şeytani kötülüğün parabolik bir anlatımıdır.

4 Ocak 2016 Pazartesi

George Orwell: Totalitarizm

George Orwell
1946

(...) Örneğin, bir İngiliz komünistinin ya da bir sempatizanın Britanya ile Almanya arasındaki savaşa dair takınması gereken birbiriyle uyumsuz çok sayıda tutumu ele alalım. 1939 Eylülü' nün dört yıl öncesinde böyle birinin "nazizmin" korkunçluğu"ndan sürekli endişe duyması, yazdığı her şeyi bir Hitler suçlamasına çevirmesi bekleniyordu. 1939 Eylülü'nden sonra, yirmi ay boyunca Almanya'nın işlediği günahların kendisine karşı işlenenlerden az olduğuna inanması ve yazarken "nazi" sözcüğünü lügatından çıkarması; 22 Haziran 1941 sabahı, sekiz haberlerini dinledikten hemen sonra ise yeniden nazizmin dünyanın gördüğü en korkunç kötülük olduğuna inanmaya başlaması gerekiyordu. 

Bu tür değişiklikler yapmak politikacılar için kolay olsa da yazarlar açısından durum farklıdır. Eğer bağlılığını tam doğru anda değiştirecekse, ya öznel duygulan hakkında yalan söylemek ya da onları tamamıyla bastırmak zorunda kalacaktır. Her iki durumda da enerji kaynağını yok etmiş olur. Yalnızca fikirler aklına gelmeyi reddetmeyecek, aynı zamanda kullandığı sözcükler dokunuşu karşısında taş kesilecektir. Günümüzde siyasi yazılar yazmak; neredeyse tamamen bir çocuğun meccano* setinin parçalarını birbirine geçirmesi gibi önceden hazırlanmış cümlelerin birbirine geçirilmesinden olu­şuyor.

3 Ocak 2016 Pazar

Keltler veya Galatlar

İrfan Unutmaz
Roma askeri bir Kelt savaşçısı ile dövüşüyor http://www.bbc.co.uk/schools/
primaryhistory/romans/invasion/ 



Keltlerin Delfi Apollon Tapınağına Saldırısı
Pos bıyıklı, küt burunlu, fırça saçlı ve kalın kaşlı sarışın dev adamlar, tanrı Apollon'un kutsal kenti Delfi önlerinde çıplak vücutlarıyla at üzerinde ilk kez MÖ 278'de gö­rülmüşlerdi. Kendilerini karşılayan Helen elçileri, önce onlardan "tanrı­lara karşı koymamalarını" rica ettiler. Ama Keltlerin lideri acımasız­dı; "Sizin tanrılarınız fazla zengin..."dedi, "Bundan sonra herkes için daha eli açık olacaklar. Hem de bizden başlayarak..."
Artık ne ola­cağı belliydi; Keltler, Delfi'nin dillere destan zenginliğinden paylarına düşeni almak için kente saldıra­caklardı...

Tapınağa saldırırken, gökyüzünün kararıp, şimşeklerin çakması, Keltleri korkutuyor
Ama çağ; hurafelerin, aklın ve korkunun iç içe geçtiği bir devirdi. Keltler, yüklü ganimetler alıp kenti ve tapınağı tam ele geçirecekken gökyüzü kararmış, şimşekler çak­mıştı. Apollon'un rahipleri, bu do­ğa olayını vakit kaybetmeden kul­landılar ve etrafa "tanrının geldiğini ve tapınaktan çıktığını" yaydılar. Bu söylentinin üzerine, kentteki tüm Helenler, mistik bir güçle to­parlanıp saldırıya geçtiler.Tıpkı onlar gibi,"gökyüzü ve güçlerinin tanrısal olduğu"na inanan ve olayı böyle yorumlayan Keltler de korku­ya kapıldılar; "gökyüzünün başları­na çökecek kadar öfkelendiğini" haykırarak kaçtılar. Durum bir anda tersine dönmüştü. İlk çağların en vahşi savaşçılarından olan Keltler de bu olayın ardından gözlerini da­ha kuzeydeki Boğazlar'a doğru çevirdiler...

Keltler, önceleri Avrupa'nın batı bölgelerinde yaşıyorlardı
M.Ö 587 tarihlerine doğru Kimmerler tara­fından yurtlarından sürülünce, geçtikleri yerlerde birtakım boylar bı­rakarak, Orta Avrupa'nın batısın­dan, çeşitli boylar halinde doğuya doğru yayılmışlardı. Güçlü savaşçı­lar olarak bilinen bu insanlar, kendi adlarıyla anılan Galya'dan, bir baş­ka deyişle bugünkü Fransa'dan gö­çerek, Bohemya'yı ve Bavyera'yı işgal etmişlerdi. Bir diğer boy da, Alp Dağları üzerinden Kuzey İtal­ya'ya inmiş ve Etrüskler'in varlığına son vermişti. Bu bölgelerde Kelt boylarından Ligurları, İsombraları ve Ombriaları bırakmışlar, M.Ö 395'de Allio Irmağı çevresinde Ro­malıları yenip, bir aralık başkentle­ri Roma'ya bile girmişlerdi. Bazı Galyalı gruplar da, İspanya'nın bir bölümünü, başka boylar da Aşağı Tuna ülkelerini istila et­mişlerdi.

İskender, Tuna seferi sı­rasında bunların gönderdiği bir he­yeti de kabul etmişti. Galyalılar, Trakya Kralı Lysimakhos'un öldü­rüldüğünü ve devletin yıkıldığını öğrenince güneye inmiş ve hiçbir direnişle karşılaşmadan Trakya'ya yığılmışlardı. Burada üç kola ayrılan Galyalılardan birinci kol, Makedonya üzerine yürüyerek yeni kral Ptolemaios Keravnos'u öldür­müş ve ordusunu perişan etmişti. İkinci kol da Presnos idaresinde Yunanistan'a girmiş, Delfi dahil bütün bölgeyi yakıp yıktıktan son­ra geri çekilmişti.

Galyalılar Çanakkale Boğazını geçmeye çalışıyorlar
Çanakkale civarındaki Gelibolu yakınlarına yığılan Galyalılar, boğazı geçmek için araç arıyorlardı. Bitinya Kralı Nikomedes, bunları paralı asker olarak hizmetine alma­yı, karşılığında da kendilerini Ana­dolu'ya geçirmeyi teklif etti. Gal­yalılar, teklifi hemen kabul ettiler. Nikomedes de bunları Anadolu'ya geçirecek gemileri temin etti. An­laşmaya göre, Galyalılar ilk aşa­mada Bitinya Kralı'nın asi kardeşi­ne karşı savaşacaklardı. Sonra da Selevkoslar'a karşı, Bitinya ve yan­daşları olan Bizans, Herakleia, Kalkedon gibi küçük kırallıklarla birleşeceklerdi.

Galyalılar Anadolu’yu yağmalıyor
Anadolu'ya geçen Galyalılar, ilk hamlede Nikomedes'in rakibi ve kardeşi Zipoetes'i yendiler. Böylece bütün Bitinya, Nikomedes'in idaresi altına girmiş oldu. Zaferin sonucu Nikomedes açısından büyük bir ödülü gerektiriyordu; sayıları 20 bin civarındaki Galyalılara, halkı saldırgan olmayan Yukarı Frigya'nın dağlık bölgelerinde geniş topraklar önerdi. Böylece kral, Selevkoslar'a karşı savaşçı bir halkın oluşturacağı tampon bir devlet kurulmasını amaçlıyordu.
Ne var ki Galyalılar, bu topraklarda örgütlü bir devlet kurup yaşamak yerine, yakın ve uzak kentleri yağmalamaya başladılar. Anado­lu'daki hemen tüm Marmara ve Ege sahillerindeki kentleri adeta perişan ettiler. Selevkoslar dahil birçok site, bu saldırıları durdurmak için Galyalılar'a, "Galatika" denilen bir haracı düzenli olarak ödemeyi ka­rarlaştırdı.

Galyalıların izleri hala var: Gelibolu = Gal kenti... Keltler, ya da Anadolu'ya geldikleri sıradaki kimlikleriyle Galyalılar, tüm vahşiliklerine karşın, eski dünyada birçok bölgede günümüze kadar uzanan izler bıraktılar. Geli­bolu, batılıların değişiyle "Gallipoli", "Gal Kenti" anlamına gelmekteydi.

İstanbul Galata semtinin adı da Galyalılardan kalma
Benzer şekilde bir kı­sım Galyalılar, tarihçi Polybius'un anlattığına göre Bizans'ı çok beğe­nince kentin yakınlarına yerleşmiş­lerdi. Burası, bugüne kadar İstan­bul'un tarihi merkezlerinden birisi olan ünlü "Galata" semti olarak kaldı. Çünkü, kökleri Batı Avrupa'ya uzanan Keltler'e Helenler, "Keltai" ya da "Keltoi", Romalılar da "Galli" (tekili Gallus) diyorlardı. Keltler, Anadolu'da Kızılırmak yayı içine yerleştiklerinde ise Helenler tarafın­dan "Galatai" (tekili Galates) adıyla anıldılar.

Zaman içinde de Anado­lu'da "Galatlar" adıyla tanındılar. Bu ad öylesine baskınlaştı ki, yerleştikleri bölge o zamana kadar "Frigya" olarak anılırken, giderek "Galatya" adı ile ünlendi.
Üç büyük boy halinde Anado­lu'ya geçmiş olan Galatlar, Frigya'ya yerleşince, her bir boy bir yöreye yerleşmek üzere bölgeyi paylaştı. Bunlardan "Tolistoages"ler (Tolisto-Boi), Pessinus ve Gordion yöre­sini (Polatlı ve Sivrihisar civarı); "Tektosages"ler (Volk-Tektosag) Ankara'yı (Ancyra); "Trokmes"ler de (Trogmi) Yozgat, Tavion (Büyük Nefesköy) civarını seçti. Üç boydan her biri "Tetrark" denilen dört tem­silci tarafından idare ediliyordu. "Pagi" (klan) denilen grupların başı olan tetrarklar'ın yönetiminde bir hakim, bir askeri komutan ve iki komutan yardımcısı vardı. Buna göre üç Galat boyu, 12 tetrark'ın idaresinde bulunuyordu. Bunlar ge­rektiğinde toplanır, halkı seçmiş ol­duğu 300 kişiden oluşan ve "Thru­nemton" (yüce divan) denilen bir kurultaya başkanlık ederlerdi. Bu­rası, işlevsel açıdan çoğunlukla ci­nayetlerin yargılandığı bir mahke­me gibiydi.

Galatların başkenti: Ancyra (Ankara)
Eski bir geçmişi olan Ankara, ilk kez Galatlar döneminde başkent oldu. Roma'ya bağlandığı yıllarda Galatlara ilişkin önemli yapı olan Augustus Mabedi yapıldı. Roma döneminde ise, yörenin en gelişmiş kenti oldu. Hamam ve diğer yazılı anıtlar şimdi açık hava müzesi...

Yakaladıkları tüm esirlerini kurban ederlerdi
Galat boylarının tamamına hük­meden bir kral yoktu. Boy başkanları bu yetkiyi kendi boyları içerisinde yürütürlerdi. Bu insanlar böl­gedeki diğer halklara göre çok fazla vahşiydiler; yakaladıkları tüm esir­leri "göğe ait tanrısal güç"e kurban ederlerdi. Bu nedenle komşuları her zaman tetikte durmak zorundaydı­lar. Galatlar'ın en önemli mistik sa­vaş ganimetlerinden birisi insan ka­fasıydı.

Savaşçılar, ellerine geçir­dikleri kafaları sandıklarda, ya da raflı nişlerde saklarlardı. Ölü kafa­larının, yeryüzünde sahibinin güçle­rini barındırdığına ve buna sahip olan savaşçının da bu güçleri ken­dinde topladığına inanılırdı.

Kendi kültürlerine özgü savaş aletleri ve stilleri vardı
Kendi kültürlerine özgü savaş aletleri, üçgen uçlu kısa kılıç, mızrak ve kalkandı. Ayrıca,savaş arabası, ok ve yay da kullanırlardı. Sa­vaşmadan hemen önce, karılarını, çocuklarını ve mallarını toplayarak bir dağın tepesinde emniyete alırlar­dı. Bu nedenle her boyun kendine özgü bir dağı vardı. Bu dağın çevre­sine hendekler açarak bir savunma siperi oluştururlar, savaşırken de yarı çıplak dövüşürlerdi. Gövdelerini dar ve uzun kalkanlarıyla kapa­tırlar, belden aşağılarında ise yün­den dokunmuş bilekten bağlı, po­tur-şalvar benzeri bir pantolon gi­yerlerdi. Ata bindiklerinde kadın ve erkek aynı poturu giyerdi. Bu yün giysi, savaşmadıkları zamanlarda çiftçilik ve hayvancılık yapan bu toplumun simgelerinden biriydi.

Garip bir kurban geleneği: Erkekliğini sunmak
Galatya'ya yerleştikten sonra Galatlar, kendi tanrılarının yanısıra Anadolu'nun baş tanrılarından Kybele'ye tapınmışlardı. Galat inan­cında "gök", erkek-baba olarak; "top­rak" dişi-ana tanrıçayı dölleyen güç olarak kabul ediliyordu. Kybele de, geleneksel Galat inancına yakındı ve "yaratıcı doğa"yı, toprağı temsil eden dişi-ana bir tanrıçaydı. Gelene­ğe göre "Attis", her ilkbahar (22 Mart), ulu bir çamın altında erkekli­ğini tanrıçaya kurban ederdi. Attis,özellikle Pessinus'ta rahip ve yöneti­ci karışımı görevleri olan kişilere ve­rilen isimdi. Pessinus'taki on yüksek attis'in beş tanesi Galatlara, diğer beşi de Frigler'e ayrılmıştı. Böyle bir töreni tarihçi Fernand Lequenne şöyle anlatıyor:
"Bazen coşkunun en yüksek noktasına erişmiş bir adam birden ortaya atılır, taş bıçağı eline alır, sunağın üstünde erkekliğini kurban ederdi. Böylece "Gal" olur, Ana ile birleşirdi. O zaman özgürlüğünün simgesi olan Frigya başlığını giyebilirdi. Bundan sonra ona "arınmış","kusursuz",ya da "ermiş" de­nilirdi..."
Günümüzde Pessinus antik kentini gezenlerin gözlerine sık sık takılan ve kesilmiş izlenimi veren "fallus"lar yalnızca ilginç bir rast­lantı olmasa gerek.

Galatları Antakya’da filler durdurdu

Anadolu tarihinin o güne kadar gördüğü en savaşçı insanlar olan Galatlar'ı durdurmak çok zordu. Del­fi'de onları yıldırımlar ve gök gürül­tüleri durdurabilmişti, Toroslar'ın ge­çitlerinde de bu işi insanlar değil an­cak filler başarabildiler. M.Ö 275 yı­lında Galatlar, Toroslar'ı kısmen ge­çip Kilikya'ya indiler. I. Antiochos için, Antakya kapılarına dayanan Galat orduları durdurulmayacak bir güçtü. Ama, kumandanlarından bir Rodoslu, Galatlar'a karşı filleri kul­lanmayı önerdi. Galatlar'ın savaş arabalarına karşı ileri sürülen 16 fil, at­ları ürkütüp süvarilerini düşürdüler. Galatlar bir türlü toparlanamayınca Galatya'ya doğru kaçmaya başladılar. Zaferini kutlamak için Suriye'ye dö­nen Antiochos'a ise "kurtarıcı" anla­mına gelen ünvanı verildi. Tarihçi Lucianos'un bu olay konu­sundaki yorumu ise şöyleydi:"Kurtu­luşumuzu on altı file borçlu olduğu­muz için utansak daha yerinde olur!".

Galatlar yeni savaş teknikler karşısında şaşırıyor, yeniliyorlardı
Galatlar, her ne kadar "yaman savaşçı" olarak niteleniyorlarsa da o günlere göre yeni tekniklerin kulla­nıldığı savaşların sonunda sık sık "yenilen taraf olmaktan kurtulamı­yorlardı. Bu özellikle Roma'nın Anadolu'yu kendi eyaleti yapma öz­lemlerinin başladığı dönemler için fazlasıyla geçerliydi. Konsül Manli­us, bu amaçla M.Ö 189 ilkbaharında Efes'ten yola çıkıp uzun bir yürüyüşten sonra Pessinus'u geçerek Gordi­on önüne gelmişti. Kenti boşaltan Galatlar, Manlius'un bir yağma sava­şı yaptığını sanıp yanılmışlardı. To­listo-Boiler, Manlius'a en yakın yer olan Olympos'ta (yeri kesin değil), Tektosaglar da Ankara yakınındaki Magabia Dağı üzerinde savaş düzeni aldılar. Manlius, sıcak temastan önce, Galatlar üzerine uzaktan ok ve sapan taşı yağdırdı. Böylesi bir savaş tar­zından yine şaşkına dönen Galat­lar'dan, önce Tolisto-Boiler, sonra da Tektosaglar adeta imha edildiler. M.Ö 188 yılında ise Manlius, Galat boylarıyla Apameia'da (bugünkü Di­nar) yaptığı anlaşmada; artık yağma yapmamak ve kendi sınırları içinde kalmak koşulu ile Bergama Kralı II.Eumenes'le barış içinde kalabileceklerini bildirip anlaştı. O dönem­lerde Bergama Krallığı güçlü bir devletti. Roma da artık Anadolu'da bir tür hakem rolünü üstlenmişti ve Ber­gama'nın fazla güçlenmemesi için Galatlar'la Bergamalıların arasını aç­maya büyük özen gösteriyordu.

Galatlar Çanakkale’ye geri çekiliyor
Attalos'un niyeti bütün bölgeyi almaktı. Ama bir gece ay tutulunca Ai­gosages Galatları korkup geri çekil­diler. Kral, bunları Çanakkale Boğa­zı'na kadar götürüp oraya yerleştirdi.

Ancak, bütün Batı Anadolu'yu Ga­latlar'a karşı savunmuş bir kralın bu davranışı tüm bölge insanının tepkisi çekmişti. Aigosagesler burada rahat durmadılar. Çevrelerine akınlar ya­parak her yeri haraca bağladılar. Bergama çevresine bile akınlar ya­parak Attalos'u zor durumlarda bıraktılar. Aigosagesler'in akınların­dan yılan Bithinya Kralı I. Prusias, bunun üzerine kuvvetli bir orduyla Galatlar'ın üstüne gidip hemen ta­mamını ortadan kaldırdı.

Bergamalılar Galatları yenince Ege de bayram ilan edildi.Bergama Sunağı yapıldı
Benzer şekilde M.Ö 166 yılların­da II. Eumenes'e karşı kışkırtılan Galat boyları, Bergama Kralı ile çok kanlı bir savaşa girdiler. Zafer Ber­gamalılar'ın olunca, tüm Ege kentleri bayram ilan ettiler, atletizm yarış­maları düzenleyip Bergama'ya hediyeler yağdırdılar. Sardes kenti bu bayramı beş yılda bir olmak üzere sü­rekli kutladı. Miletos'da toplanan kent temsilcileri, krala altın bir taç hediye ettiler ve adına diktirmeyi dü­şündükleri altın heykelin yerini belir­leme kararını Eumenes'e bıraktılar. Kral da bunun yerine, günümüzde "Bergama Sunağı" olarak bilinen ve şimdilerde Berlin'de bulunan ünlü sunağı kazandığı bu zaferin anısına yaptırdı. Kralın anıtın kenarlarına yaptırdığı kabartmalarda, tanrılarla "gigantlar"ın (devlerin) mitolojik sa­vaşı sembolize edildi ve Bergamalı­ların, Galatlarla yaptığı savaş anlatıl­dı.

Galatlar, başlangıçtan beri Berga­ma'yı tehdit edip haraca kesmişlerdi. Bunu da daha çok Tolisto-Boiler yapmaktaydı. Bergama'nın ünlü kralı I. Attalos, kent kalesinin yanına ka­dar sokulan Tolisto-Boiler ile Tektosaglar'ı M.Ö 230'da iki defa yenmiş­ti. İkinci zaferde savaş, Afrodit Tapı­nağı'nın çevresinde olduğundan,olay "Afrodition Savaşı" olarak anıldı. I. Attalos Galatlar karşısında kazandığı zaferleri ölümsüzleştirmek için kent­te birçok anıt ve heykel diktirdi. I. Attalos'un bu parlak durumu fazla uzun sürmedi. Güneydeki Selevkos tahtına III. Antiochos oturunca, To­roslar'ı geçip Bergama Krallığı'nı sı­nırları içine soktu.

Hatta bir aralık Bergama devletinin gücü, Bergama kenti surlarından öteye işlemez oldu. Attalos, içine düştüğü zor durumdan kurtulmak için Trakya'daki Galat boylarından Aigosagesler'le anlaşma yoluna gitti. Onları kadın ve çocukla­rıyla Anadolu'ya geçirip, kendi kuv­vetlerine paralı savaşçı olarak kattı. Hiç vakit yitirmeden Misya üzerine yürüdü, Foça'ya kadar olan bütün sa­hili ele geçirdi.

Galatya Roma eyaleti oluyor
Nihayet, M.Ö 166 yılında Roma, Galatları, kendi sınırları içinde kal­maları koşulu ile özgür bir ülke (Ga­latya) olarak kabul etti. Bu durum, zaman içinde Roma'nın işine yaradı; bütün bölge giderek Roma'nın ege­menliğine girdi. M.Ö 133 yılında, akli dengesinin bozuk ve kendi ya­kınlarına düşman olan III. Attalos'un vasiyetnamesine, ölümünden sonra ülkenin Roma'ya devredilmesini koy­durması üzerine; M.Ö 129 yılında Ege ve İç Anadolu,o sırada resmen kurulmuş olan "Asya Eyaleti" sınırla­rı içinde sayıldı. M.Ö.25 yılında da Galatya Roma'ya ilhak edildi. Fakat Romalılar, dört yıl kadar idareyi ele almadılar; ülkeyi yerli Galat prensle­rine yönettirdiler. Augustus, bir ka­rarname ile M.Ö 21 yılında Galat­ya'nın bir "Roma eyaleti" olduğunu ilan etti.

Ankara yine merkez olarak kalıyordu. Galat ileri gelenleri asalet ün­vanları aldılar. Vahşi,yağmacı, savaşçı Galatlar, artık birer saygıdeğer Romalı olmuşlardı.

Antik Çağ'ın paralı askerleri
Galatlar, anlaştıkları ücreti al­maları ve başlarında büyük serüvenlere layık yiğit bir şef ol­ması koşuluyla,"ölene dek" bağ­lılıkları ile herzaman en ünlü ka­vim olmuşlardı. Yüzyıllar boyun­ca, Küçük Asya'da Galatlar'ın ka­rışmadıkları hiçbir önemli olay geçmedi.

Ateşli yeni çeşit askerler
Justinus'un yazdığına göre "Galyalı" isminin yarattığı dehşet, silahlarının daimi başarısı o de­rece etkiliydi ki, onlara başvur­madan hiçbir kral kendini güven­lik içinde duyamaz, ya da düş­müş bir kral tekrar tahtını elde etmeyi düşünemezdi. Tarihçi Jul­lianus ise,"Herkes, düzenbaz ve değersiz Grek askerlerinden ve Asyalı askerlerden pek göze ba­tacak şekilde ayrılan bu göz ka­maştırıcı, ateşli yeni çeşit asker­lerin peşinde koşuyordu..."diye yazmıştı.
Vücutları ve salınışları muhte­şemdi. Çeşitli ordularda paralı askerlik yaparken bile o ordunun silahlarını almaz, bunun yerine kendilerine özgü silahlarını, boy­nuzlu ya da boynuzsuz miğferle­rini, ayak bileklerinden sıkılı po­turlarını, çivili ayakkabılarını, or­tası çizgili kalkanlarını kullanır­lardı.
Kışın yünlerle örtünürlerdi. Ve tabii kutsal işaretlerini her yerlerine takıp takıştırırlardı. Ku­ral olarak, savaştıkları sırada ba­ğımsız milisler halinde şefleriyle bir arada bulunurlar, çoğunlukla karılarını ve çocuklarını da bera­ber götürürlerdi. Kendi değerle­rini iyi bildiklerinden, hizmetleri­ni pahalıya satarlar, bazen bu hesaba karıları ve çocuklarının hissesini de katarlardı. (Fernand Lequenne "Galatlar")

İncilde Galatlar
Coğrafyacı Strabo, Galatya nüfusunun Paflagonyalılar, Frigler, Galatlar, Likaonyalılar, İsa­urialılar ve Psidialılar gibi çeşitli etnik gruplardan meydana geldi­ğini vurgulamıştı. Bunlara ek olarak; Persler, Helenistik artıklar, Romalılar, yerli Anadolu köylüle­ri ve savaşçı dağ kabileleri gibi halklar da mevcuttu. Bütün bu et­nik grupların arasında da bir dil birliği bulunmuyordu. Örneğin, kentlerde yaşayan Galatlar, ça­ğın uluslararası iletişim ve kültür dili olan Grekçe kullanıyor ama Latince de öğreniyorlardı. Buna karşın, köylerde ve küçük yerle­şim birimlerinde yaşayan Galat­lar'ın kullandığı dil, batıda Gal­ya'nın Toulouse gibi merkezlerin­de kullanılan Keltçe'ydi. Bu farklılık, toplumun önde gelen ki­şilerinin isimlerinde de gözle­niyor; birçoğu Grek-Kelt karışımı isimlerle anılıyordu...

İsa'nın doğumundan 25 yıl ka­dar önce birer Roma vatandaşı olan Galatlar, onun çarmıha gerilmesinden bir 25 yıl kadar son­ra da Hıristiyanlık'la tanışmışlar­dı. 12 Havari'den biri olan Aziz Paulus, önce Hıristiyanlık'ı benimseyen ama aradan geçen yıllar içinde tekrar pagan inanış­lara dönen Galatlar'a şu mektu­bu yazmıştı:
"Sizi Mesih'in ina­yetine çağırandan böyle çabukça farklı bir İncil'e dönmekte olduğunuza şaşıyorum; o başka bir İncil değildir. Fakat sizi karıştıran ve Mesih'in İncili'ni bozmak isteyen bazı kimseler var. Fakat eğer biz, yahut gökten bir melek de size vaadettiğimiz İncil'den baş­ka bir İncil vazederse, lanetli ol­sun... Ey akılsız Galatlar, gözleri önünde İsa Mesih haça gerilmiş olarak tasvir olunan sizleri kim büyüledi?"
İncil'in "Paulus'un Galatyalılar'a Mektubu" bölümünün 5. babında Paulus, o dönemlerde Hıristiyanlık'ın en büyük rakibi olan Yahudilik'in en önemli ge­leneklerini uygulamamaları için Galatları ikna etmeye çalışmıştı. Bu geleneklerden biri de sünnet olmaktı.
"İşte, ben Paulus size diyo­rum: Eğer sünnet olunursanız, Mesih size hiç faide etmez. Çünkü, Mesih İsa'da ne sünnetlilik, ne de sünnetsizlik, fakat sevgi ile amil olan iman işe yarar. Sizi rahatsız edenler daha iyisi ken­dilerini hadım etsinler...

Bakın, kendi elimle size ne kadar büyük harflerle yazıyo­rum. Bedende iyice gösteriş yapmak isteyenlerin hepsi an­cak Mesih'in haçı için eza çek­mesinler diye sizi sünnet olun­maya icbar ediyorlar. Çünkü sünnetli olanlar kendileri de şe­riati tutmuyorlar; fakat sizin be­deninizle övünsünler diye sizin sünnet olunmanızı istiyorlar. Fa­kat, rabbimiz İsa Mesih'in haçın­dan başka bir şeyle hâşâ övünmeyeyim; o haç vasıtası ile bana dünya haça gerildi ve ben dün­yaya... Çünkü, ne sünnetlilik, ne de sünnetsizlik, ancak yeni hil­kat bir şeydir..."
Britanya’da Kelt kültürü hala yaşatılmaya çalışılıyor
MÖ 1. yüzyıldan itibaren Keltler, Gallo-Latin uygarlığıyla kaynaşmaya başlamıştı. VII. yüzyıla doğru ise, dillerini ve geleneklerini koruyabilen Keltler sadece Britanya Adala­rı'nda kalmıştı. Bu adalarda Kelt geleneği hâlâ titiz bir biçimde sürdürülüyor. Her yıl, temmuz ayının son pazar günü, 50 bine yakın saf Kelt, İrlanda'nın batı kıyısındaki Croagh Patrick böl­gesinde toplanıyorlar ve ataları­nı anıyorlar. Yüzlerce Kelt dilin­den bugüne kadar yaşayanların sayısı sadece dört.

En fazla Keltçe konuşanlar Galler de
İrlanda'nın batı kıyılarında ya­şayan bin kadar insan hâlâ Kelt diliyle konuşuyor, İskoçya'da Kelt diliyle konuşanların sayısı ise 90 bin civarında. Britanya Adaları içinde Keltçe konuşan insan sayısının en fazla olduğu bölge ise Galler (Wales). 500 bine yakın kişi hâlâ atalarının dilini terketmiş değil. Ancak, son yıllarda bu sayıda çok hızlı bir düşüş gözleniyor. Geçen yüzyıl Galler bölgesinde nüfu­sun yüzde 50'si Keltçe konuşur­ken, bu sayı bu yüzyıl içinde nüfusun yüzde 20'ine inmiş durumda...

Kıta Avrupası'nda ise sadece Fransa'nın Bretagne bölgesin­de yaşayan küçük bir nüfus Keltçe konuşuyor. Bu insanla­rın ataları, Sakson saldırısı so­nucu Britanya Adası'ndan kaçıp Fransa'nın bu bölgesine yerle­şenler. Ancak, Fransa'da kaç kişinin Kelt dilini gerçek anla­mında kullandığı bugün sapta­mak çok güç. Kimilerine göre sadece 20 bin, kimilerine göre ise en az 700 bin Breton Keltçe konuşuyor...

Focus / Kasım 1995

2 Ocak 2016 Cumartesi

Çin'in Toprak Askerleri


Anadolu Ajansı

Dev bir kral mezarının bulunduğu alanda binlerce toprak asker bire bir boyutlarıyla "ilklerin imparatoru" olarak bilinen Çin Şı Huang'ın mezarını koruyor.

ŞİAN - UNESCO Kültür Mirasları listesinde bulunan Terra Kotta askerleri, 1970'li yıllarda ilk kez bölgede süren kuraklık sırasında kuyu açmak üzere çalışan 4 işçi tarafından bulundu ve önceden hakkında kesin bilgi olmayan yer altı ordusunu ortaya çıkarmak için arkeolojik çalışmalar başlatıldı.

Askerler ve mezar bölgesinin keşfine müteakip başlatılan çalışmalar, bu askerlerin sıradan toprak asker ve heykeller olmadığını da ortaya çıkardı. Zira yaklaşık 8 bin kişilik olduğu tahmin edilen dev yer altı ordusu, dönemin silahları, topraktan atları ve diğer araç ve gereçleriyle birlikte gömülmüş.

1 Ocak 2016 Cuma

İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme


John Locke


Yaşadığımız çağın cehalet çağı olmadığının ve bu nedenle en kolay biçimde tatmin edilemeyeceğinin farkındayım. (...) Aydınlar dünyası bugün bilimlerdeki ilerleme için muazzam tasarımlar yapan usta yapıcılar olmadan gelecek nesillerin hayran olacağı anıtlar bırakamıyor: Ancak herkes Boyle veya Sydenharn olmayı umut etmemeli. Huygenius ve emsalsiz Bay Newton gibi ustalar çıkaran bir çağda, aynı akımın içindeki başka kişiler için zemini biraz temizlemek ve bilgi yolunu dolduran bazı çöpleri kaldırmak üzere alt düzey emekçiler olarak çalışma hevesi yeterlidir; yaratıcı ve gayretli kişilerin gayretleri, kaba, taklitçi veya anlaşılmaz terimlerin eğitimli kişilerce anlamsızca kullanımı tarafından engellenmeseydi, kesinlikle çok daha gelişmiş bir dünyada yaşıyor olurduk. (…)

(...) Fikir ile bilginin arasındaki sınırları aramalıyız; hakkında kesin bilgilere sahip olmadığımız şeyleri hangi ölçülere göre inceleyeceğimizi bulmak için onaylama biçimimizi düzenlemeli ve inançlarımızı değiştirmeliyiz. Bunun için ben aşağıdaki yöntemi takip edeceğim: