Ernst E. Hirsch
1982
1933 Mart ayında yapılan Rayh parlamentosu seçimlerinde NSDAP [Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi], oyların sadece %43,9’unu aldı, mutlak çoğunluğu kazanamadı. Böylece NSDAP, gerçi en güçlü fraksiyon oluyordu, ama ancak Deutschnationale Volkspartei fraksiyonunun desteğiyle parlamentoda çoğunluğu sağlayabilirdi. Rayh parlamentosu ve hükümet, anayasaya uygun biçimde kurulmuştu. İşte, bu nedenle bir ihtilâlden değil de, “inkılâptan söz edilmekteydi.
Hitler, Ulmer Reichswehrprozess sırasında da, yeminle temin ettiği gibi, anayasal yoldan iktidara gelmişti. Bu iktidarı nasıl ve hangi amaçla kullanacağını ise. “Kavgam” adlı kitabında, herkesin anlayabileceği bir açıklıkla anlatmış bulunuyordu. Hitler’in hedefleri ve yöntemleri, basın aracılığıyla olsun NSDAP’nin öteki yayınlarıyla olsun, seçmen kitlesine öğlesine yoğun bir şekilde iletilmişti ki, herkes bu anayasal iktidarın sonunun nerelere varabileceğini pekâlâ görecek durumdaydı. Gerçi seçmenlerin büyük kısmı, bütün bu anlatılanları bir hayal, bir ütopya olarak değerlendiriyor, bunların birazının dahi gerçekleştirilebilirliğine ancak hayalperestlerin inanacağını düşünüyordu. Fakat nisbeten yüksek bir katılımın olduğu bir seçimde Hitler’in ve “Hareket”in yönetici kurmayları
arasındaki yakın arkadaşlarının, seçmenlerin hemen hemen yarısını kazandıkları da bir olgu olarak karşımızdaydı.
Her türlü telkin ve demagoji aracıyla, rüşvetle, yozlaştırmayla, geleneksel her türlü değer ölçüsünü
ayaklar altına alıp çiğneyerek, tahrip ederek ve yeni bir takım değerler ortaya atarak, bu değerlerle Versay Antlaşması ve sonuçlarının millî onurda açtığı yaraları sarmak, dünya ekonomik bunalımı ve olağanüstü yüksek işsizlik yüzünden sarsılan ekonomiyi gene ayakları üstünde dikmek ve halst not least, “Bin Yıllık Bir Rayh” içinde “Deutschland über alles” (“Herşeyin Üzerinde Almanya”) kurmak gibi vaatlerde bulunan Hitler, halkı iğfal etti.
Ama, 1933'ten önceki yıllarda Alman basınının büyük kısmının seviyesizliğine tanık olan, özellikle de sözde bağımsız “Gencralanzeiger” basının rezilliğini bilen, siyasî mücadele üslubundaki kabalaşmayı izleyen ve parlamentoda Weimar Anayasasının ilkelerine sarılan orta yolcuların, Rayh’ta ve Prusya’da hukukun ve anayasanın çiğnendiğini gördükleri halde nasıl çaresiz kaldıklarım bilen herkes, iktidarı
“anayasal yoldan” ele geçirmenin, gerçekte, bir hükümet darbesini dış görünüşte meşrulaştırmaya yarayan bir kılıf olduğunu kavrayabilirdi. Bu hükümet darbesi, Hitler’in Ocak ayı sonunda, Rayh şansölyesi ilân edilmesiyle, Mart ayındaki Rayh parlamentosu seçiminden de önce, de facto
olarak tamamlanmış bulunuyordu.
[Görseller, alt yazılar, koyulaştırma ve başlık bana aittir. DK]
1 Nisan 1933 Nazilerin Yahudi işyerlerini boykot çağrısı. Yürütücü milisler SA'lardı (kahverengi gömlekliler) |
1933 Mart ayında yapılan Rayh parlamentosu seçimlerinde NSDAP [Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi], oyların sadece %43,9’unu aldı, mutlak çoğunluğu kazanamadı. Böylece NSDAP, gerçi en güçlü fraksiyon oluyordu, ama ancak Deutschnationale Volkspartei fraksiyonunun desteğiyle parlamentoda çoğunluğu sağlayabilirdi. Rayh parlamentosu ve hükümet, anayasaya uygun biçimde kurulmuştu. İşte, bu nedenle bir ihtilâlden değil de, “inkılâptan söz edilmekteydi.
Hitler, Ulmer Reichswehrprozess sırasında da, yeminle temin ettiği gibi, anayasal yoldan iktidara gelmişti. Bu iktidarı nasıl ve hangi amaçla kullanacağını ise. “Kavgam” adlı kitabında, herkesin anlayabileceği bir açıklıkla anlatmış bulunuyordu. Hitler’in hedefleri ve yöntemleri, basın aracılığıyla olsun NSDAP’nin öteki yayınlarıyla olsun, seçmen kitlesine öğlesine yoğun bir şekilde iletilmişti ki, herkes bu anayasal iktidarın sonunun nerelere varabileceğini pekâlâ görecek durumdaydı. Gerçi seçmenlerin büyük kısmı, bütün bu anlatılanları bir hayal, bir ütopya olarak değerlendiriyor, bunların birazının dahi gerçekleştirilebilirliğine ancak hayalperestlerin inanacağını düşünüyordu. Fakat nisbeten yüksek bir katılımın olduğu bir seçimde Hitler’in ve “Hareket”in yönetici kurmayları
arasındaki yakın arkadaşlarının, seçmenlerin hemen hemen yarısını kazandıkları da bir olgu olarak karşımızdaydı.
Her türlü telkin ve demagoji aracıyla, rüşvetle, yozlaştırmayla, geleneksel her türlü değer ölçüsünü
ayaklar altına alıp çiğneyerek, tahrip ederek ve yeni bir takım değerler ortaya atarak, bu değerlerle Versay Antlaşması ve sonuçlarının millî onurda açtığı yaraları sarmak, dünya ekonomik bunalımı ve olağanüstü yüksek işsizlik yüzünden sarsılan ekonomiyi gene ayakları üstünde dikmek ve halst not least, “Bin Yıllık Bir Rayh” içinde “Deutschland über alles” (“Herşeyin Üzerinde Almanya”) kurmak gibi vaatlerde bulunan Hitler, halkı iğfal etti.
Yine 1933 yılından bir an. Naziler kitapları yakıyor. |
“anayasal yoldan” ele geçirmenin, gerçekte, bir hükümet darbesini dış görünüşte meşrulaştırmaya yarayan bir kılıf olduğunu kavrayabilirdi. Bu hükümet darbesi, Hitler’in Ocak ayı sonunda, Rayh şansölyesi ilân edilmesiyle, Mart ayındaki Rayh parlamentosu seçiminden de önce, de facto
olarak tamamlanmış bulunuyordu.
Bu çapta siyasî altüst oluşları, ahlâkî değer ölçüleriyle değerlendirmek mümkün değildir. Bu nedenle, alman halkının kollektif olarak suçlu olduğundan söz etmek, bu suçun ceremesini bugünkü Alman nüfusunun da çekmesi gerektiğini söylemek, düpedüz saçmalıktır. Tüm halkın, gelecek kuşaklar da dahil olmak üzere, de facto olarak katlanmak zorunda kaldığı, uğursuz bir siyasetin sonuçlarıdır bunlar. Suç isnadı ise ancak bunu uygulayanlara yöneltilebilir. Uygulayanlar ise, Goethe’nin de dediği gibi, her zaman için vicdansızdırlar. Sorumluluğu gerektirecek bir vecibeden söz edilecekse, ancak aşağıdaki mülâhazalar ileri sürülebilir, kanısındayım:
Devlet gücünün “de jure” olarak halktan kaynaklandığı ve genel, eşit, dolaysız ve gizli yapılan seçimler sonucu seçilen milletvekilleri tarafından uygulandığı bir parlamenter demokraside, siyasî bir kollektif suçtan ancak şu anlamda söz etmek mümkündür:
Devlet gücünün “de jure” olarak halktan kaynaklandığı ve genel, eşit, dolaysız ve gizli yapılan seçimler sonucu seçilen milletvekilleri tarafından uygulandığı bir parlamenter demokraside, siyasî bir kollektif suçtan ancak şu anlamda söz etmek mümkündür:
Seçmenlerin kararıyla iktidara gelmiş olan halk temsilcilerinin çoğunluğu tarafından örülmüş olan çorabın sonuçlarına, tüm halk politik olarak katlanmak zorunda kalmıştır. Seçimler gizli olduğundan, seçmenleri tek tek tesbit edemezsiniz, sadece seçilen milletvekillerini tesbit etmemiz mümkündür. Eninde sonunda, devlet gücünün uygulanmasındaki siyasi sorumluluk, bu milletvekillerinin sırtındadır.
Bu milletvekilleri, bir hükümete sadece güvenoyu vermekle kalmamış, bunun da ötesinde, görevleri olan ve parlamenter sistemin özünden kaynaklanan denetleme görevinden vazgeçmiş, böylece hükümete sınırsız eylem özgürlüğü sağlamışlardır. Bu sonuç, 24 Mart 1933 tarihinde Rayh parlamentosu tarafından kabul edilen ve Yetki Kanunu (Ermâchtigungsgesetz) adıyla anılan “Gesetz zur Bchebung der Not von Volk und Reich” ile gerçekleştirilmiştir. Federal Almanya Anayasa Mahkemesinin görüşüne göre (resmî kolleksiyon Cilt 6, s. 331 v.d.) bu yetki kanunu, nasyonal sosyalist zorbalık yönetimini devrimle gerçekleştirmekte bir adımdır; bu kanunla, o güne kadar geçerli olan yetki düzeni kaldırılmış, yerine yenisi getirilmiştir.
Bu yeni yetki düzeni, hızla hem içte hem de dışta kendini kabul ettirmiş ve uluslararası düzeyde de kabul görmüştü. Yetki kanununun çıkarılmasından hemen sonra yeni yetki düzeninin “de facto” olarak kabul edildiğine, hem hâkimler tarafından, hem de Üniversite mercileri tarafından itirazsız boyun eğildiğine kanıt olarak, o günlere ait kendi kişisel tecrübelerimi aktarmak istiyorum.
NSDAP, yani bir devlet mercii değil de, parti, 1 Nisan 1933 tarihinde Yahudi dükkânlarını, esnafı, avukatları, doktorları vb. boykot etmek çağrısı yaptı. “Almanlar! Kendinizi sakının! Yahudilerden Alışveriş Yapmayın!” yazılıydı pankartlarda. Bunları boykota uğrayanlar bizzat, kendi dükkânlarının
camekânlarına, iş yerlerinin, muayenehanelerinin girişine, tehdit altında, asmaya zorlanıyordu. İşte terör böyle böyle başladı.
Bu milletvekilleri, bir hükümete sadece güvenoyu vermekle kalmamış, bunun da ötesinde, görevleri olan ve parlamenter sistemin özünden kaynaklanan denetleme görevinden vazgeçmiş, böylece hükümete sınırsız eylem özgürlüğü sağlamışlardır. Bu sonuç, 24 Mart 1933 tarihinde Rayh parlamentosu tarafından kabul edilen ve Yetki Kanunu (Ermâchtigungsgesetz) adıyla anılan “Gesetz zur Bchebung der Not von Volk und Reich” ile gerçekleştirilmiştir. Federal Almanya Anayasa Mahkemesinin görüşüne göre (resmî kolleksiyon Cilt 6, s. 331 v.d.) bu yetki kanunu, nasyonal sosyalist zorbalık yönetimini devrimle gerçekleştirmekte bir adımdır; bu kanunla, o güne kadar geçerli olan yetki düzeni kaldırılmış, yerine yenisi getirilmiştir.
Bu yeni yetki düzeni, hızla hem içte hem de dışta kendini kabul ettirmiş ve uluslararası düzeyde de kabul görmüştü. Yetki kanununun çıkarılmasından hemen sonra yeni yetki düzeninin “de facto” olarak kabul edildiğine, hem hâkimler tarafından, hem de Üniversite mercileri tarafından itirazsız boyun eğildiğine kanıt olarak, o günlere ait kendi kişisel tecrübelerimi aktarmak istiyorum.
NSDAP, yani bir devlet mercii değil de, parti, 1 Nisan 1933 tarihinde Yahudi dükkânlarını, esnafı, avukatları, doktorları vb. boykot etmek çağrısı yaptı. “Almanlar! Kendinizi sakının! Yahudilerden Alışveriş Yapmayın!” yazılıydı pankartlarda. Bunları boykota uğrayanlar bizzat, kendi dükkânlarının
camekânlarına, iş yerlerinin, muayenehanelerinin girişine, tehdit altında, asmaya zorlanıyordu. İşte terör böyle böyle başladı.
www.ceji.org |
Nazi lideri Joseph Goebbels resmi anti-semitizm kampanyasını başlatıyor.
Terörü daha da etkili kılan, boykot edilen dükkânların önüne SA-gruplarından oluşan nöbetçilerin dikilmesi ve halkı bu dükkânlara girmekten alıkoyması idi. Tek tük istisna dışında alman halkı, bu şekilde terörize edilmeye izin verdi ve medenî cesaret gösteremedi. 1938 Kasım ayındaki “kristal gecesi” değil, 1 Nisan 1933’teki “Yahudi Boykotu Günü”, asıl “Alman Utanç Günü”dür.
Asıl bu gün, Alman halkının NSDAP'nin keyfiliğine karşı koymadaki zaafını ortaya çıkarmış ve nazilerin daha da keyfî önlemler geliştirme cüretini artırmıştır.
30 Mart günü, bu “Yahudi Boykotu Günü”nden tam 2 gün önce, telefonla aranarak, o gün öğleden sonra, Eyalet Mahkemesi Başkanı Dr. Hempen’in makamına çağrıldım. Dr. Hempen, beni Eyalet Mahkemesinin Hukuk Sınavı, Dairesinde (Justizprüfungsamt) görev yapan “Profesör” üyelerden biri olarak tanıyordu. Eski Prusya eyaleti Hessen - Nassau’nun o günkü Rayh komiseri Dr. Roland Freisler adına, benden, yeni bir haber gelene kadar hâkimlik görevimi yerine getirmemem ricasında bulundu. Ve ben - aynı önleme uğramış pek çok öteki arkadaşımın aksine- bu talebi şiddetle reddettiğimde de, başkan, kendisine zorluk mu çıkarmak niyetinde olduğumu sordu. Meselenin bu olmadığını, hâkimliğin bağımsızlığının ve her ikimizin de ettiği hâkimlik yemininin uygulanıp uygulanmamasının söz konusu olduğunu açıkladım. “O takdirde, size şu andan itibaren izinli olduğunuzu resmen bildiriyorum”, cevabını aldım. Ancak 10 Nisan’da, yani 7 Nisan tarihli “Gesetz zur Wiederherstellung des Berufsbeamtentums” (Devlet Memurluğuna Yeniden Saygınlık Kazandırma) Kanununun yürürlüğe girmesinden birkaç gün sonra, bu sözlü emir bana yazılı olarak bildirilmiştir. Söz konusu kanundan 8 gün önce bir Eyalet Mahkemesinin başkanı tarafından bir eyalet yöneticisinin talimatı üzerine, kaydıhayat şartıyla memuriyete atanmış bir hâkimin zorunlu izne çıkarılması, hem her türlü yasal ve hukukî temelden yoksundu, hem de güçlerin ayrımı ilkesine, hâkimlerin bağımsızlığı ilkesine ve Kamu Personeli Hukukuna indirilmiş ağır bir darbe idi.
30 Mart günü, bu “Yahudi Boykotu Günü”nden tam 2 gün önce, telefonla aranarak, o gün öğleden sonra, Eyalet Mahkemesi Başkanı Dr. Hempen’in makamına çağrıldım. Dr. Hempen, beni Eyalet Mahkemesinin Hukuk Sınavı, Dairesinde (Justizprüfungsamt) görev yapan “Profesör” üyelerden biri olarak tanıyordu. Eski Prusya eyaleti Hessen - Nassau’nun o günkü Rayh komiseri Dr. Roland Freisler adına, benden, yeni bir haber gelene kadar hâkimlik görevimi yerine getirmemem ricasında bulundu. Ve ben - aynı önleme uğramış pek çok öteki arkadaşımın aksine- bu talebi şiddetle reddettiğimde de, başkan, kendisine zorluk mu çıkarmak niyetinde olduğumu sordu. Meselenin bu olmadığını, hâkimliğin bağımsızlığının ve her ikimizin de ettiği hâkimlik yemininin uygulanıp uygulanmamasının söz konusu olduğunu açıkladım. “O takdirde, size şu andan itibaren izinli olduğunuzu resmen bildiriyorum”, cevabını aldım. Ancak 10 Nisan’da, yani 7 Nisan tarihli “Gesetz zur Wiederherstellung des Berufsbeamtentums” (Devlet Memurluğuna Yeniden Saygınlık Kazandırma) Kanununun yürürlüğe girmesinden birkaç gün sonra, bu sözlü emir bana yazılı olarak bildirilmiştir. Söz konusu kanundan 8 gün önce bir Eyalet Mahkemesinin başkanı tarafından bir eyalet yöneticisinin talimatı üzerine, kaydıhayat şartıyla memuriyete atanmış bir hâkimin zorunlu izne çıkarılması, hem her türlü yasal ve hukukî temelden yoksundu, hem de güçlerin ayrımı ilkesine, hâkimlerin bağımsızlığı ilkesine ve Kamu Personeli Hukukuna indirilmiş ağır bir darbe idi.
Zayıf kalan karşı gösteriler... Amerikalı Yahudilerin organize ettiği Nazi karşıtı gösteri. |
Ama, o sırada elimden ne gelirdi ki? Üniversitenin Hukuk Fakültesinden, dost olduğum iki profesörle, geçici olarak zorunlu izinli sayılacağım açıklamasından hemen sonra, durumu tartıştım. Her ikisi de, aşırı bir adım atmamamı önerdiler. Birinin öğüdü hiçbir zaman aklımdan çıkmamıştır:
“Mahkeme merdivenlerinde kendinizi öldürtürseniz, kimseye bir yararınız dokunmaz. Bugün artık bir dava uğruna ölen kahraman filan olmuyor, çünkü terör karşısında herkes susmak zorunda”.
Rayh Mahkemesi katında, yukarıda sözünü ettiğim kanunun, içinde açık seçik belirtilmeyen “hâkimlere” de uygulanması hakkında neler düşünüldüğünü öğrenmek amacıyla, daha stajyerlik yıllarımdan tanıdığımReichsgcrichtsrat Dr. Bernhard Brandis’i* ziyarete gittim. Dr. Brandis, durumu, benim yanımda, Rayh Mahkemesi Yargıçları Birliği’nin o günkü başkanı, Senato Başkanı Dr. Wunderlich ile tartıştı. Sonunda Dr. Wunderlich bana şunları söyledi: “Genç meslektaşım, sizinle birlikte sessizce tahammül ediyoruz”. Bunun üzerine kendisine şu cevabı verdim: “Kusuruma bakmayın, sizden yaşça çok genç olduğum halde, sözlerinizi düzeltmek zorundayım:
Siz, sessizce tahammül etmiyorsunuz, sessizce müsamaha ediyorsunuz".
Bu “siz” hitabı, tüm Alman hâkimlerine yönelmiştir. Çünkü hâkimlerin meslek teşkilâtı, Deutschnationale Volkspartei üyesi olan Adalet Bakanı Gürtner’e nesnel hiçbir müracaatta bulunmadığı gibi, hakimlerin bağımsızlığı açısından vazgeçilmez bir teminat olan görevden keyfi uzaklaştırmama ilkesinin göz göre göre çiğnenmesine karşı gık bile dememiş, hiçbir alenî protesto girişiminde bulunmamıştı.
Yeni düzen, işte, bu denli hızlı bir biçimde kendini bilfiil kabul ettirdi. Alman hâkimleri ve hâkimlerin meslek kuruluşları, kendi özel statülerinin temellerini tahrip eden tüm keyfi davranışlara boyun eğdiler, bunları sessizce kabullendiler. Devlet memurluğunun bütün şartlarını eksiksiz yerine getiren ve büyük kısmı zerrece siyasî bir faaliyet içinde olmayan sayısız hâkimin, akşamdan sabaha, işlerinden tazminatsız atılmasına göz yumdular.
İsmine bakılacak olursa, memuriyetlere partililerin doldurulmasına ve devlet imkânlarının yemlik gibi kullanılmasına karşı güya bir “temizlik önlemi” olarak çıkarılan bu kanun, gerçekte, yeni rejimin istemediği kişileri memuriyetten atmayı ve açılan yerleri de liyâkatlerini kanıtlamış “eski mücahit”lerle doldurmayı amaçlamaktaydı. Tabii, aynı zamanda, NSDAY’ye kaydolmak için de ortaya atılan bir yem oluyordu. Bazıları, NSDAP’ye girerek kendi mesleklerinde terfi etmeyi ve daha kolay bir hayat teminini tasarlamaktaydılar. Buna bir örnek olarak, fakülte ve hâkim meslekdaşlarımdan birini anmak istiyorum. Bu zat, vicdanını rahatlatmak için bana gelerek, çoktandır parti üyesi olan bir savcının kendisine de parti üyesi olmasını hararetle tavsiye ettiğini, kendinin de, sırf karısıyla çocuklarını düşündüğünden bu tavsiyeye uyduğunu, yoksa kalben kesinlikle NSDAP yönünde düşünmediğini söylemişti. Aradan bir yıl geçtikten sonra aynı adam: “Yeni Anlamıyla Hâkim Bağımsızlığı” başlıklı bir tür “iman tazeleme" yazısı yayınladı. Ve bu yeni anlam artık geçerliliğini
yitirdikten sonra da, Federal Almanya’nın saygın Hukuk Fakültelerinden birinde hukuk felsefesi ordinaryüsü oluverdi... Tabii, geçmişle “hesaplaşmanın” bir yolu da böyle olabilir!
Tam da Yahudi Boykotu Gününde apartman dairesinden çıkarak, Eschershcim’de Kirscherg yakınındaki müstakil eve taşınmaya girişmiştik. Mobilyalarımızla kitap sandıklarını taşıyan kamyonet bir sefer gidip geldikten sonra, geri kalanını ben Adler-Primus marka arabamızla eski evden yeni
eve taşıdım; mutfak eşyası, tabak, çanak, lâmbalar, vazolar ve başka ufak tefek eşyayı böylece kendim götürdüm. Gene böyle bir seferde, gümüşlerin durduğu kutuyu evden arabaya taşırken, gamalı haç pazubentli gençten bir adam yanıma yaklaştı ve ne yaptığımı sordu. Kendisi, kapımızın önüne
boykot için dikilen NSDAP nöbetçilerindendi. “Gördüğünüz gibi, taşınıyorum” dedim. “Ama yalnızca birkaç ev öteye gidiyorum. Kendi gözlerinizle görmek isterseniz, yani buyurun yanıma oturun, beni nasıl olsa derslerden tanıyorsunuz”. Bu cevap üzerine, öğrencimin nutku tutuldu. Utançtan kıpkırmızı kesilerek arkasını döndü ve gözden kayboldu, bir daha da ortalarda gözükmedi.
O gün Alman Rayh’ı içinde, özellikle de kentlerin alış-veriş merkezleriyle küçük köylerde olan biteni, ertesi günkü gazetelerde okuduk, gördük. 1 Nisan 1933 benim için, her zaman, “Alman Utanç Günü” olarak kalmıştır. Çünkü 20. yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarında tam bir pogrom kinciliği, Alman halkının büyük kısmında âdeta dünden hazırmışlar gibi, uygun zemin bulmuş, Almanlar Yahudi yurttaşlara karşı ancak ortaçağlara yaraşır bir kıran tutumu alabilmişlerdir. Polis, Yahudilere saldırılmasına, bunların yaralanmasına, aşağılanmasına seyirci kalmış, halk da bütün bu iğrençlikler ve zorbalıklar sanki bir film perdesinde cereyan ediyormuş gibi kılı bile kıpırdamadan bakmıştır. O gün, kimbilir kaç kişi SA’nın adamları tarafından sorgusuz sualsiz tutuklanmış, hakaretler yağdırılarak temerküz kamplarına sürüklenmiştir!
Bu konuda ilk elden bilgi edinmek isteyen herkes, yani nasyonal sosyalist “ihtilâlin gerçekte neye benzediğini öğrenmek isteyen herkes, sadece cesaretini toplamalı ve 1.4.1933 tarihli Yahudi Boykotu Günü hakkında basında çıkan haberleri okumalı, yeter. Bu Alman Utanç Günü ile, hâlâ, bugüne kadar, hesaplaşılmış değildir; çünkü hiç kimse, Alman halkının büyük kısmının o gün pasif kaldığı gerçeğini görmek istemiyor. O günde, boykot altındaki bir büroya ya da dükkâna adım atmak bile büyük cesaret işiydi. Siyasî yönetim, Alman kamuoyuna neleri kabul ettirebileceğini ve engellenmeksizin ne gibi alçaklıklar yapıp yaptırabileceğini o gün sınadı ve kavradı. Öyle alçaklıklar ki, örnekleri Alman kentlerinde son olarak tam altıyüz yıl önce Ortaçağın Yahudi takibatlarında; yakın
zamanlarda ise, ancak Çarlık Rusya'sında ve komünist Rusya’daki pogromlarda görülmüştür. Almanya, işte, bu kadar batmıştı! Ve beş yıllık Nazi rejiminden sonra 1938 Kristal Gecesinde değil, daha bu Rejimin ilk yılında.
Notlar
* Senato başkanlığına yükseltilmiş olan Drandıs, gerçi savaşı sağ salim atlatmıştır; Takat 1945
Ağustos ayın sonunda Sovyet NKWD tarafından tutuklanarak bir temerküz kampına gönderilmiş,
1946 da burada ölmüştür. Bkz. Schaerer: Das grosse Stcrbcn ım Rcichsgerichl. Deutsche Richerzeitung 1967, s. 249 vd. s. 260).
Kaynak
Prof. Dr. Ernst E. Hirsch, Anılarım, Kayzer Dönemi Weimar Cumhuriyeti Atatürk Ülkesi, TÜBİTAK yayınları, s: 179-182
“Mahkeme merdivenlerinde kendinizi öldürtürseniz, kimseye bir yararınız dokunmaz. Bugün artık bir dava uğruna ölen kahraman filan olmuyor, çünkü terör karşısında herkes susmak zorunda”.
Rayh Mahkemesi katında, yukarıda sözünü ettiğim kanunun, içinde açık seçik belirtilmeyen “hâkimlere” de uygulanması hakkında neler düşünüldüğünü öğrenmek amacıyla, daha stajyerlik yıllarımdan tanıdığımReichsgcrichtsrat Dr. Bernhard Brandis’i* ziyarete gittim. Dr. Brandis, durumu, benim yanımda, Rayh Mahkemesi Yargıçları Birliği’nin o günkü başkanı, Senato Başkanı Dr. Wunderlich ile tartıştı. Sonunda Dr. Wunderlich bana şunları söyledi: “Genç meslektaşım, sizinle birlikte sessizce tahammül ediyoruz”. Bunun üzerine kendisine şu cevabı verdim: “Kusuruma bakmayın, sizden yaşça çok genç olduğum halde, sözlerinizi düzeltmek zorundayım:
Siz, sessizce tahammül etmiyorsunuz, sessizce müsamaha ediyorsunuz".
Bu “siz” hitabı, tüm Alman hâkimlerine yönelmiştir. Çünkü hâkimlerin meslek teşkilâtı, Deutschnationale Volkspartei üyesi olan Adalet Bakanı Gürtner’e nesnel hiçbir müracaatta bulunmadığı gibi, hakimlerin bağımsızlığı açısından vazgeçilmez bir teminat olan görevden keyfi uzaklaştırmama ilkesinin göz göre göre çiğnenmesine karşı gık bile dememiş, hiçbir alenî protesto girişiminde bulunmamıştı.
Yeni düzen, işte, bu denli hızlı bir biçimde kendini bilfiil kabul ettirdi. Alman hâkimleri ve hâkimlerin meslek kuruluşları, kendi özel statülerinin temellerini tahrip eden tüm keyfi davranışlara boyun eğdiler, bunları sessizce kabullendiler. Devlet memurluğunun bütün şartlarını eksiksiz yerine getiren ve büyük kısmı zerrece siyasî bir faaliyet içinde olmayan sayısız hâkimin, akşamdan sabaha, işlerinden tazminatsız atılmasına göz yumdular.
İsmine bakılacak olursa, memuriyetlere partililerin doldurulmasına ve devlet imkânlarının yemlik gibi kullanılmasına karşı güya bir “temizlik önlemi” olarak çıkarılan bu kanun, gerçekte, yeni rejimin istemediği kişileri memuriyetten atmayı ve açılan yerleri de liyâkatlerini kanıtlamış “eski mücahit”lerle doldurmayı amaçlamaktaydı. Tabii, aynı zamanda, NSDAY’ye kaydolmak için de ortaya atılan bir yem oluyordu. Bazıları, NSDAP’ye girerek kendi mesleklerinde terfi etmeyi ve daha kolay bir hayat teminini tasarlamaktaydılar. Buna bir örnek olarak, fakülte ve hâkim meslekdaşlarımdan birini anmak istiyorum. Bu zat, vicdanını rahatlatmak için bana gelerek, çoktandır parti üyesi olan bir savcının kendisine de parti üyesi olmasını hararetle tavsiye ettiğini, kendinin de, sırf karısıyla çocuklarını düşündüğünden bu tavsiyeye uyduğunu, yoksa kalben kesinlikle NSDAP yönünde düşünmediğini söylemişti. Aradan bir yıl geçtikten sonra aynı adam: “Yeni Anlamıyla Hâkim Bağımsızlığı” başlıklı bir tür “iman tazeleme" yazısı yayınladı. Ve bu yeni anlam artık geçerliliğini
yitirdikten sonra da, Federal Almanya’nın saygın Hukuk Fakültelerinden birinde hukuk felsefesi ordinaryüsü oluverdi... Tabii, geçmişle “hesaplaşmanın” bir yolu da böyle olabilir!
Tam da Yahudi Boykotu Gününde apartman dairesinden çıkarak, Eschershcim’de Kirscherg yakınındaki müstakil eve taşınmaya girişmiştik. Mobilyalarımızla kitap sandıklarını taşıyan kamyonet bir sefer gidip geldikten sonra, geri kalanını ben Adler-Primus marka arabamızla eski evden yeni
eve taşıdım; mutfak eşyası, tabak, çanak, lâmbalar, vazolar ve başka ufak tefek eşyayı böylece kendim götürdüm. Gene böyle bir seferde, gümüşlerin durduğu kutuyu evden arabaya taşırken, gamalı haç pazubentli gençten bir adam yanıma yaklaştı ve ne yaptığımı sordu. Kendisi, kapımızın önüne
boykot için dikilen NSDAP nöbetçilerindendi. “Gördüğünüz gibi, taşınıyorum” dedim. “Ama yalnızca birkaç ev öteye gidiyorum. Kendi gözlerinizle görmek isterseniz, yani buyurun yanıma oturun, beni nasıl olsa derslerden tanıyorsunuz”. Bu cevap üzerine, öğrencimin nutku tutuldu. Utançtan kıpkırmızı kesilerek arkasını döndü ve gözden kayboldu, bir daha da ortalarda gözükmedi.
O gün Alman Rayh’ı içinde, özellikle de kentlerin alış-veriş merkezleriyle küçük köylerde olan biteni, ertesi günkü gazetelerde okuduk, gördük. 1 Nisan 1933 benim için, her zaman, “Alman Utanç Günü” olarak kalmıştır. Çünkü 20. yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarında tam bir pogrom kinciliği, Alman halkının büyük kısmında âdeta dünden hazırmışlar gibi, uygun zemin bulmuş, Almanlar Yahudi yurttaşlara karşı ancak ortaçağlara yaraşır bir kıran tutumu alabilmişlerdir. Polis, Yahudilere saldırılmasına, bunların yaralanmasına, aşağılanmasına seyirci kalmış, halk da bütün bu iğrençlikler ve zorbalıklar sanki bir film perdesinde cereyan ediyormuş gibi kılı bile kıpırdamadan bakmıştır. O gün, kimbilir kaç kişi SA’nın adamları tarafından sorgusuz sualsiz tutuklanmış, hakaretler yağdırılarak temerküz kamplarına sürüklenmiştir!
Bu konuda ilk elden bilgi edinmek isteyen herkes, yani nasyonal sosyalist “ihtilâlin gerçekte neye benzediğini öğrenmek isteyen herkes, sadece cesaretini toplamalı ve 1.4.1933 tarihli Yahudi Boykotu Günü hakkında basında çıkan haberleri okumalı, yeter. Bu Alman Utanç Günü ile, hâlâ, bugüne kadar, hesaplaşılmış değildir; çünkü hiç kimse, Alman halkının büyük kısmının o gün pasif kaldığı gerçeğini görmek istemiyor. O günde, boykot altındaki bir büroya ya da dükkâna adım atmak bile büyük cesaret işiydi. Siyasî yönetim, Alman kamuoyuna neleri kabul ettirebileceğini ve engellenmeksizin ne gibi alçaklıklar yapıp yaptırabileceğini o gün sınadı ve kavradı. Öyle alçaklıklar ki, örnekleri Alman kentlerinde son olarak tam altıyüz yıl önce Ortaçağın Yahudi takibatlarında; yakın
zamanlarda ise, ancak Çarlık Rusya'sında ve komünist Rusya’daki pogromlarda görülmüştür. Almanya, işte, bu kadar batmıştı! Ve beş yıllık Nazi rejiminden sonra 1938 Kristal Gecesinde değil, daha bu Rejimin ilk yılında.
Notlar
* Senato başkanlığına yükseltilmiş olan Drandıs, gerçi savaşı sağ salim atlatmıştır; Takat 1945
Ağustos ayın sonunda Sovyet NKWD tarafından tutuklanarak bir temerküz kampına gönderilmiş,
1946 da burada ölmüştür. Bkz. Schaerer: Das grosse Stcrbcn ım Rcichsgerichl. Deutsche Richerzeitung 1967, s. 249 vd. s. 260).
[Alıntı yaptığım bu kitap;
‘Aus des Kaisers Zeiten durch Weimarer Republik in das Land Atatürks, Eine unzeitgemasse Autobiographic’ adı ile 1982 yılında Münich’deki Sweitzer Verlag tarafından yayınlanmıştır. DK]
Kaynak
Prof. Dr. Ernst E. Hirsch, Anılarım, Kayzer Dönemi Weimar Cumhuriyeti Atatürk Ülkesi, TÜBİTAK yayınları, s: 179-182
[Görseller, alt yazılar, koyulaştırma ve başlık bana aittir. DK]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder