1 Mart 2017 Çarşamba

Türkçe Ezan, Bursa Olayı ve Bursa Nutku

Ayşe Hür



İLK NAMAZLAR VE İLK EZAN

İslam kaynaklarına göre namaz (Kuran'daki terimler 'ibadet' 'dua'  muadili olup gelenekte 'namaz diye özetlenmiş) Mekke döneminde emredildiği halde, Peygamber ilk namazını Hicret’in (622) birinci veya ikinci yılında Medine’de kılmıştı. Başlarda namaz günde bir kere (güneş batmazdan önce) iki rekat olarak kılardı. Yine başlangıçta kıble Kudüs iken, çeşitli İslam kaynaklarına göre Hicret’in 2, 9, 10, 13, 16 veya 17. ayında kıble Mekke’ye çevrilmişti.

Miraç’tan sonra neden namazın beş vakit olduğu, kaç rekat kılınması gerektiği ve neden namaza ezanla çağrı yapılması gerektiğini İslam uleması farklı farklı açıklar çünkü Kuran’da (ve Miraç’ı konu edinen İsra Suresi’nde) bu konulara dair açık bir hüküm yok. Örneğin 628 yılına tarihlenen Cum’a/9 ayetinde “Ey iman edenler, Cuma günü namaz için çağrıldığınızda, hemen Allah’ın zikrine koşun, alım satımı bırakın, eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır” ifadesiyle sadece Cuma namazına atıf yapılırken, 629 yılına tarihlenen Maide/58 suresinde “Kafirler, siz namaza ezan okuduğunuz zaman onu alaya alıp eğence yerine koyarlar, bu işte onların akılları ermez bir güruh olmalarından” şeklinde genel bir ifade geçer.

Hadis kitaplarında yer alan “Yüce Allah Miraç gecesinde ümmetim üzerine elli vakit namazı farz kıldı. Ben ise O’na müracaat ederek hafifletilmesini istedim. Sonunda namazı bir gün ve gecede beş vakte indirdi” şeklindeki hadislerde ise namazın neden ikiden 50’ye çıkarıldığı, oradan da 5’e indirildiği konusunda açıklık olmadığı için varılan sonuçlar da farklıdır. Ayrıca hadis kitaplarına göre, bugün sabah ezanında yer alan “namaz uykudan daha hayırlıdır” ifadesi Bilal-i Habeşi bir gün sabah ezanını okurken, herkesin birer birer camiye gelirken Peygamber’in henüz uyanmadığı kendisine bildirilince sarfettiği bir söz olup, bu ifade, Peygamber’in hoşuna gidince, sabah ezanına eklenmiştir. Şiilerde bu ifade “Amelin hayırlısına geliniz” şekline dönüşmüştür. Ayrıca, Şiiler ezanın ilk şeklinde, “Ali’nin Allah’ın velisi olduğuna şehadet ederim” veya “meşru devlet başkanının Ali olduğuna şehadet ederim” anlamına gelen ifadeler olduğunu, ancak bunların Halife Ömer tarafından çıkarıldığını ileri sürerler.

PEYGAMBER ZAMANINDA MİNARE

Peygamber zamanında mescit veya cami geleneği olmadığı için (çünkü Kuran’da bu konuda bir hüküm yok) ilk ibadet mekanı Peygamber’in Medine’deki eviydi. Mescit veya cami olmadığı için ezanın minareden okunma geleneği de yoktu elbet. İlk ezan daha önce de dediğim gibi, Neccaroğullarından bir kadının evinin damından okunmuştu. Öte yandan Buhari’ye göre Peygamber döneminde, sadece Cuma namazında, hutbeden önce ‘iç ezan’ okunurdu. Cuma ezanının dışarıya yönelik okunması, Halife Osman Dönemi’nde (644-656) olmuştu. İkinci Halife Ömer ve Dördüncü Halife Ali’nin “camide öldürüldüğü” rivayet edilirse de kaynaklarda kullanılan terim ‘maksura’dır ki bu mescit ya da cami değil, yöneticilerin güvenlik altında tutulduğu bölüm anlamına gelir. (Bu arada Osman da camide veya maksura’da değil, Kur’an okurken öldürülmüştür.) 

Bugünkü anlamıyla ilk caminin Emevi Halifesi Muaviye döneminde inşa edildiği rivayet edilirse de bunda da kesinlik yoktur. (Ayrıntılı bilgi için “Kudüs, Mescid-i Aksa ve Zeytin” başlıklı şu yazıma bakabilirsiniz: (okumak için tıklayın)

Gelenek, fethedilen yerlerin merkez ibadethanesinin (kilise, sinagog, tapınak vb.) cami olarak kullanılması yolundaydı. Caminin kurumsallaşması 750’den itibaren Abbasiler döneminde oldu.
Minareye gelince, ilk camilerde bugünkü minarelere benzer bir yapı yoktu. Emevi Halifesi Abdülmelik tarafından 691’de yapılan Kubbet’üs Sahra’nın bile minaresi yoktu. Minare Abbasiler döneminde tek tük ortaya çıktı ancak bunun esas işlevi camiyi görkemli göstermek ve caminin uzaktan görülmesini sağlamaktı. Nitekim Arapça’da ‘manara’ kelimesi İbranice ‘menorah’tan türemiş olup “ışık veren yer veya şey” anlamına geliyordu ve ilk camilerin minareleri, yakınlarında bulunan Roma veya Bizans döneminin deniz fenerlerinin dikdörtgen veya helezoni biçimlerinin kopyasıydı. Bugünkü silindirik minareler 11 veya 12. yüzyılda İran’da ortaya çıkmıştı. 15. yüzyıl yazarı Makrizi’ye göre bir müezzinin ilk kez minareden ezan okuması ise h. yüzyılda Kahire’de Tulunoğlu Ahmet Camii’nde olmuştu.

                               
MEVLANA’YA GÖRE KÖTÜ OKUNAN EZAN DİNDEN ÇIKARIR


Yine rivayete göre, Peygamber, ezanla ilgili rüyayı gören Zeyd’in değil de sesi gür olan Bilal-i Habeşi’nin ezan okumasını tercih etmişti ama onu görevlendirirken kullandığını terim “namaz için seslen” idi. Yine bazı İslam uleması, Lokman/19 ayetindeki “sesini alçak tut! Çünkü seslerin en kötüsü, elbette eşeğin sesidir” ifadesinden veya İsra/110 ayetindeki “...namaz kılarken pek bağırma, (sesini) pek de gizleme, ikisinin arasında bir yol tut” anlamına gelen ifadelerden hareketle, ezanın bağırmadan okunması gerektiğini düşünürken (ki bugün Nakşibendiler eski usulle okurlar), Türkiye gibi her minareden sonuna kadar açılmış 3’er 5’er (bazısı cazırtılı) hoparlörle okuyan toplumlar da vardır. Daha da kötüsü bu ezanlar, güya standardizasyonu sağlamak için yapılan kayıtlardan aktarılıyor.
Fıkıh kitaplarında ezanı aşırı uzatmak (temdid) ve ezan sözlerinin anlaşılmasına engel olan nağmeler yapmak (telhin) mekruh (dinen doğru görülmeyen, terk edilmesi istenen davranış, uygulama) görüldüğü halde, bugün Türkiye’de bu konuda en kötü örneklere her gün rastlamaktayız. Bugünkü kötü uygulamalardan kalkarak benim vardığım sonuç, ezanın artık müminleri ibadete çağrıdan ziyade, mümin olsun olmasın, Müslüman olsun olmasın, genç-yaşlı, çoluk çocuk, sağlam-hasta herkese günde beş vakit “burası İslam toprağıdır, burası bizimdir, burada biz ne yaparsak ona katlanmak zorundasınız” türü bir meydan okuma, bir çeşit fetihçi zorbalık olarak icra edildiğini düşünüyorum. 

Ezan okuyanın sesinin ve tarzının bir insanı dine davet etmek ya da çıkarmaktaki rolü üzerine Mevlana’nın Mesnevisi’nde yer alan şu anlatıyı hatırlatayım: “Bir müezzin vardı, sesi pek çirkindi. Kâfir ülkesinde ezan okurdu. Ezan okuma, savaş çıkar, düşmanlık uzar dedilerse de. İnat etti, pervasızca o kâfir ülkesinde ezan okumaya koyuldu. Halk umumi bir kargaşalıktan korkarken birde baktılar, elinde bir elbise, kâfirin biri çıka geldi. Dostlar gibi eline mum ve helva almış, öyle bir latif elbiseyi hediye getiriyordu. Söyleyin o müezzin nerede? Onun salası ve ezanı, bana rahatlık verdi diye sormadaydı. Yahu dediler. Nasıl olur? Hiç o bet ses, insana rahatlık verir mi? Kâfir dedi ki: Sesine gelince. Benim pek güzel pek yüce bir kızım var, çoktandır Müslüman olmak isterdi. Bu sevda, kafasından bir türlü çıkmıyordu. Bunca kâfir ona öğüt verdi. Fakat gönlünde iman sevgisi öyle bir yerleşmişti ki. Bu dert adeta bir buhurdanlıktı, bende öd ağacı. An ve an imana yöneldikçe ben dert, azap ve işkence içindeydim. Bu hususta elimde hiçbir çare yoktu. Nihayet bu müezzin ezan verince. Kızım, bu çirkin ses nedir? Kulağıma geldi de beni berbat etti. Bütün ömrümde bu kilisede, şu manastırda bu derece çirkin bir ses duymadım dedi. Kız kardeşi, bu ezandır, Müslümanlar okur, Müslümanları ibadete çağırırlar dedi. İnanmadı başkasına sordu, o da evet deyince inandı, yüzü sapsarı kesildi, Müslümanlık hevesi kalmadı. Ben de teşvişten, azaptan kurtuldum, dün gece korkusuz rahat bir uyku uyudum. Onun sesinden bundan dolayı rahatlaştım. Onun içinde ona hediye getirdim; nerede o adam? Müezzini görünce bu hediyeyi kabul et dedi, beni dertten kurtardın, elimi tuttun. Bana öyle bir ihsanda bulundun ki senin azat kabul etmez bir kulun oldum. Malda, mülkte, zenginlikte tek bir kişi olsaydım ağzını altınla doldururdum. İşte sizin imanınızda bunun gibi riya, geçici bir şey. O ezan gibi yol kesici.”

OSMANLILARIN KATKISI: MUSİKİ MAKAMLARI

Belki de bu tür kıssaların etkisiyle Osmanlıların ezana kattığı bir başka unsur da ezanı Saba, Uşşak, Hicaz, Segah, Rast, Dügah, Neva gibi musiki makamlarıyla okumaktır. (Halbuki, Peygamber zamanında ezan makamsız okunurdu. Dolayısıyla bu adet muhafazakar İslam uleması tarafından ‘kötü yenilik’ olarak kınanır.) Bu konudaki ilk nota kaydını, 1650 yılına Kircher adlı biri “Türcicum Alla Alla” başlığıyla kaydetmiştir. Kircher anılarında “Bazı Türk din adamlarının ‘Allah Allah’larını bu tür parçalarda görülen dikkat çekici, alışılmadık, birbirini tutmaz, iğrenç ses aralıkları kullanarak terennüm edişlerini dinledim” der. Nota okumayı bilmediğim için aşağıdaki notaların nasıl bir musiki ürettiğini anlayamadım ama kaydın yapıldığı dönemde, Hafız Post, Itri, Hatip Zakiri gibi çok önemli müzik adamlarının yaşadığını düşününce, bu ifadelerin, Kircher’in kişisel zevkini yansıttığı düşünmekten kendimi alamadım.
Daha sonraki yıllarda bu konuda önemli gelişmeler yaşanmıştır nitekim 19. yüzyılda sarayda müezzinbaşılık görevine yükselmiş önemli bestekârlar (örneğin Şâkir Ağa, Hamamizade İsmail Dede, Hacı Haşim Bey ve Rıfat Bey) vardı.


EZAN HANGİ DİLDE OKUNUNDU?


Kuran’da veya hadis külliyatında bu konuda bir hüküm olmadığı halde, Hanefî ve Hanbelî fakihleri ezanın Kur’an dili olduğu iddia edilen Arapça’dan başka bir dilde okunmasının caiz olmadığı söylerken, Şafiî fakihler ise, Arapça bilmeyen yabancıların, ezanı orijinal şekliyle okuyabilen birini bulamadıkları takdirde kendi dillerinde okumalarına cevaz vermişlerdir. Hanefî itikadını esas olan Osmanlı ülkesinde Ezan Arapça okunmuştur. Ezanın Türkçeleşmesi fikri ilk kez, Ziya Gökalp’in 1918 yılında yayımlanan Yeni Hayat adlı kitabında yer alan “Vatan” şiirinde dile getirilmişti. Şiirde şöyle deniyordu: “Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur/ Köylü anlar manasını, namazdaki duanın/ Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur/ Küçük büyük herkes bilir buyurduğunu Huda’nın/ Ey Türkoğlu işte orasıdır senin vatanın.”

Ziya Gökalp, 1923’te yayımlanan Türkçülüğün Esasları adlı kitabında sadece ezanın değil, dua ve münacatların (yakarışların) ve hutbelerin (cuma ve bayram namazlarında minberde imam tarafından okunan dua ve verilen öğüt) de Türkçe okunmasını istediğini belirtmişti.
Mustafa Kemal’in (yazı boyunca Mustafa Kemal dememin nedeni, olayların 1934 Soyadı Kanunu’nu ile Atatürk soyadı almasından önce yaşanması) Gökalp’in bu düşüncelerinden çok etkilendiği, 1924 Anayasası’ndan “Devlet’in dini, din-i İslamdır” ifadesinin çıkarıldığı 1928 yılında, Mustafa Kemal’in öncülüğünde çalışan bazı ilahiyat profesörleri tarafından hazırlanan ‘İslahat Dilekçesi’nde, ibadet dilinin Türkçe olması ifadesi yer almış, ancak tepkiler üzerine bu dilekçe gündemden düşmüştü. 

Mustafa Kemal’in 23 Aralık 1930 tarihli Menemen Olayları’ndan sonra dinde reform çalışmalarına hız verdiği biliniyor. (Bu olayla ilgili ayrıntılı bilgi için tıklayın) Bu bağlamda yapılan çalışmalar sonunda, gayri resmi kaynaklara göre 20 Ocak 1931’de Babaeski’de ilk kez ezan Türkçe okunmuştu. Resmi kaynaklara göre 23 Ocak 1932 günü, Riyaset-i Cumhur İncesaz Heyeti Şefi Binbaşı Hafız Yaşar (Okur), İstanbul Karaköy’deki Yeraltı Camii’nde cuma namazından sonra, Yasin Suresi’ni önce Arapça sonra Türkçe okundu. İlk Türkçe ezan ise 30 Ocak 1932 günü, Hafız Rıfat Bey tarafından Fatih Camii’nde okundu. İkindi vakti okunan Türkçe ezanından sonra Müslümanlar iftarlarını yine Türkçe okunan akşam ezanıyla yaptılar. 3 Şubat 1932’de Kadir Gecesi’nde Ayasofya Camii’nde Türkçe ezan, kamet okundu, tekbir Türkçe getirildi. O gece radyodan yapılan canlı yayın bütün ülkede büyük yankı yapmıştı. Türkçe ezanda şunlar söyleniyordu: “Tanrı uludur/Şüphesiz bilirim Tanrı’dan başka yoktur tapacak/Şüphesiz bilirim, bildiririm Tanrı’nın elçisidir Muhammed/Haydin namaza/Haydin Felaha/Tanrı uludur, Tanrı’dan başka yoktur tapacak.” Sabah namazında ise “Haydin felaha” çağrısının ardına “Namaz uykudan hayırlıdır” ifadesi ekleniyordu.
Salavat-ı şerife metni “Ey Tanrı’nın elçisi Muhammed, salavat sana, selam sana”; tekbir metni “Tanrı uludur, Tanrı uludur, Tanrı’dan başka Tanrı yoktur. Tanrı uludur Tanrı uludur, hamd ona mahsustur”; hutbe metni ise “Ey millet! Allah birdir, şanı büyüktür. Allah’ın selameti, atıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenabı Hak tarafından insanlara dinî hakikatleri tebliğe memur ve resul olmuştur. Koyduğu esas kanunlar cümlemizce malumdur. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir, temel dindir. Çünkü dinimiz akla mantığa hakikate tamamen uyuyor. Eğer aklî mantığa, hakikate uymamış olsaydı bununla diğer ilahi ve tabii kanunlar arasında aykırılıklar olması gerekirdi. Çünkü bütün kanunları yapan Cenabı Hak’tır” şeklindeydi. Bu metinlere uymayanlara, Türk Ceza Kanunu’nun 526. Maddesi gereğince bir aya kadar hafif hapis ve elli liraya kadar hafif para cezası öngörülmüştü. 

                                                
‘BURSA OLAYI’ PATLAK VERİYOR


O günlerin Cumhuriyet, Hâkimiyet-i Milliye ve Milliyet gazetelerine bakılırsa, ibadet dilinin Türkçe olması emrine ülke genelinde uyulmuştu. Ama bir yıl sonra Bursa’da yaşanan bir olay, Ankara’dakilerin kaşlarının yukarıya kalkmasına neden oldu.

1 Şubat 1933’te Bursa Ulu Camii’nin imamı nedense göreve gelmemiş, onun yerine cemaatten Topal Halil ezanı, Tatar İbrahim ise kameti (erkekler tarafından farz namazlarından önce okunan ezana benzer metin) Arapça okumuş, sivil polis Hamdi Efendi de durumu büyüklerine rapor edivermişti. Namazın ardından otuz kişilik bir grup “Ezan her yerde Arapça okunurken neden Bursa’da Türkçe okunuyor” sorusunu sormak için Evkaf Müdürlüğü’ne yönelmişti. Meraklıların da katılımıyla kalabalık giderek büyümüş müftü bu konuda talimat alındığını, ezanın yalnız Bursa’da değil, her yerde Türkçe okunduğunu, asıl cevabı valinin verebileceğini söyleyince, kalabalık Hükümet Konağı’na yönelmişti. Makamında olmayan valiyi beklerlerken merdivenlere oturmuşlar, sonra da polisin müdahalesiyle, bir olay çıkmaksızın dağılmışlardı. O sırada evinde olan Vali Fatin Bey, durumdan hemen Bursa’daki Tümen Komutanlığı’nı haberdar etmiş, Tümen Komutanı da durumu şifreli telgrafla İzmir’de bulunan Kolordu Komutanı Ali Hikmet (Ayerdem) Paşa’ya bildirmişti. İşte o zaman olan olmuştu, çünkü telgrafı aldığı sırada Paşa’nın yanında Mustafa Kemal de vardı.


GAZİ DURUMA EL KOYUYOR


Atatürk’ün Nöbet Defteri kitabının derleyicisi Özel Şahingiray’a göre, 15 Ocak’tan beri ülke içinde seyahat halinde olan Mustafa Kemal o gün Buca’ya gitmiş, dönüşte İzmir Milli Kütüphanesi’ni gezmiş, bankaları ve İncir Kooperatifi’ni ziyaret etmişti. Akşam CHF’nin Karşıyaka’da vereceği baloya katılacaktı ki Bursa’daki olayın haberi gelmişti. Yaveri Cevat Tolgay’ın anlattığına göre, haberi duyunca çok sinirlenmiş, ilk tepkisi “Derhal Bursa’ya baskın yapacağız!” olmuştu. O akşam İzmir’de şerefine verilen baloya gitmemiş, 4 Şubat’ta sabaha karşı üç buçukta trenle Afyon’a hareket etmişti. Antalya bölgesinde bir geziden dönmekte olan Başbakan İsmet Paşa ile Afyon’da buluşmuş, Eskişehir’e kadar baş başa kalmışlardı. Rivayete göre,İsmet İnönü önce olayı önemsememiş, ama Mustafa Kemal’in ateşli konuşmasından sonra toparlanmıştı. İsmet Paşa Eskişehir’de ayrılacak ve Ankara’ya devam edecek, Mustafa Kemal ve yanındakiler ise Bilecik’ten otomobille Bursa’ya hareket edeceklerdi.


“DİN MESELESİ DEĞİL DİL MESELESİ”


O sırada Dâhiliye Vekili Şükrü (Kaya), Adliye Vekili Yusuf Kemal (Tengirşenk) ve Emniyet Genel Müdürü Tevfik Hadi (Baysal) de Bursa yolundaydılar. Mustafa Kemal ve heyeti 5 Şubat günü Bursa’ya geldiler ve şimdi müze yapılan Çelik Palas yakınındaki ahşap köşke (bugün Atatürk Müzesi) yerleştiler. Kısa sürede, olayların öyle büyük boyutta olmadığını anlayan Gazi, aynı gün devletin resmi ajansı Anadolu Ajansı’na şu açıklamayı yazdırdı: “Bursa’ya geldim. Hadise hakkında alakadarlardan malumat aldım. Hadise haddizatında fazla ehemmiyetli değildir. Herhalde cahil mürteciler, Cumhuriyet adliyesinin pençesinden kurtulamayacaklardır. Hadiseye dikkatimizi bilhassa çevirmemizin sebebi, dini siyaset ve herhangi bir tahrike vesile etmeye asla müsamaha etmeyeceğimizin bir daha anlaşılmasıdır. Meselenin önemi milli dili ve milli benliği bütün hayatında hâkim ve esas kalacaktır.” Yani Mustafa Kemal’e göre ortada ‘din meselesi’ yoktu, ‘dil meselesi’ vardı.
Ertesi gün, tutuklananları serbest bıraktığı için savcı, cemaati kontrol edemediği için müftü görevden alındı. Diyanet İşleri Başkanlığı, bundan böyle ezanın kesinkes Türkçe okunacağına, aksine davrananların mutlak suretle cezalandırılacağına dair bir tamim yayımladı.


ÇORUM’DAKİ YARGILAMALAR


Ankara’da Adliye Vekili Yusuf Kemal Bey, gazetecilerin sorusu üzerine “sıkıyönetim ilan edilmediğine göre İstiklal Mahkemesi kurulmasına da gerek olmadığını, zanlıların normal mahkemede yargılanacaklarını” açıklamıştı. Ancak zanlılar Bursa’da değil, Çorum’da yargılanacaklardı; çünkü Bursa Adliyesi’nin konuya duyarlılıkla eğileceğinden şüphe ediliyordu!

Yirmi dört zanlı “devlete karşı isyan başlatmak”, “Şapka Kanunu’na uymamak”, “TCK’nın 526. Maddesi’ne uymamak” ile suçlanıyordu. Tatar İbrahim’e ait olduğu iddia edilen hatıra defterinde Türkçe ezanla ilgili bazı notlar, olayların önceden planlandığına kanıt olarak gösterilmişti. Bir başka kanıt Evkaf Müdürlüğü’ne gönderilmiş isimsiz tehdit mektubuydu. Mektubun üzerinde Bursa damgası vardı ve bozuk bir Arapça ile şunlar yazılmıştı. “Bana bak! Ben Bursalıyım. Seninle Vali’nin Bursa’yı karıştırdığınızı biliyorum. Ben İstanbul’dan geldim, orada Arapça ezan okunuyor ve kamet veriliyor. Yarından itibaren burada da Arapça ezan okunmaz ise büyük bir felaket ile karşılaşacaksınız. Bundan başka hayatınız da tehlikede olacaktır. Bunları Vali’ye de söyle...”

Tatar İbrahim, [ezanın] Türkçesini bilmediğinden Arapça okuduğunu, gerisinin iftira olduğunu söyledi; ancak evinde bulunan bir defterde Cumhuriyet ve şapka aleyhine bazı karalamalar bulununca, “fikrimdir, yazdım,” demek zorunda kaldı. Sonuçta 19 kişi 6 ayla 2.5 yıl arasında değişen hapis cezalarına ve hapis cezaları kadar sürgün cezasına çarptırıldı. Ayrıca 4,800 lira tutan mahkeme masrafları mahkûmlar arasında bölüştürüldü ve olay resmi tarihin ‘irtica müzesine’ kaldırıldı. 



MUSTAFA KEMAL’İN ABD ELÇİSİ SHERRİLL’E ANLATTIKLARI
Mayıs 1932-Mart 1933 tarihleri arasında ABD’nin Ankara Büyükelçisi olarak görev yapan Charles H. Sherrill, Mustafa Kemal’le yaptığı görüşmelerin bazı bölümlerini 1934 yılında yayımlanan A Year’s Embbassy to Mustafa Kemal adlı kitapta toplamıştı. Sherrill kitabının 199-203. sayfalarında o günlerin havasını şöyle anlatmıştı:

“Gazi ile bu kez Ankara’da üç saat süren bir mülakatım oldu. Kısa müddet önce meydana gelen Bursa hadisesi din mevzuunu epey gündeme getirdi. Mustafa Kemal’in bu mevzuda serbestçe ve uzun sure konuşması gayet tabii beni şaşırttı. Bana şahsi görüşlerini bildirdi ve bugünün Türk halkının din hakkınnda ne düşündüğü hususundaki kanatini söyledi. Birçok münakaşadan sonra mutabık olmadığımıza dair mutabakat sağladığımız tek husus, Türk halkının din hakkında ne düşündüğü konusuydu, zira ben O’ndan farklı olarak Türklerin çok daha dindar olduklarına inanıyorum. Bu kanaatimin baş sebebi bu bölümün sonundaki Ayasofya Camii’ndeki meşhur Kadir Gecesi ile ilgili yaptığım tasvirde belli olacaktır. 

[Gazi’nin] Din konusundaki şahsi görüşleri hususunda söylediklerinin tamamına burada yer vermek tabii ki hiç doğru olmaz. Ancak O’nun agnostic ve din karşıtı olduğuna dair söylenen çok fazla saçma hikayeden dolayı Tanrı’ya, insanlığın bir Tanrı’ya ihtiyacı olduğuna, insanlığın Tanrı’ya yakarma ihtiyacına, O’na seslenmeye hakkı olduğuna inandığını burada söylemem elzem. Ancak bu seslenme belli zamanlarda ibadet etmeye çağıran dualar şeklinde demek değildir...”

Sherrill’in kitabına almadığı ancak ABD arşivlerinde olan raporundaki bazı hususları ise Rıfat N. Bali sayesinde öğrendik. Raporda Sherrill şöyle anlatıyor Mustafa Kemal’le inanç üzerine yaptığı sohbeti: “Agnostik olduğuna dair genellikle kabul görmüş inancı kesinlikle reddediyor ancak dinin sadece Kainat’ın Mucidi ve Hakimi tek Tanrı’ya inanmak olduğunu söylüyor. Ayrıca beşeriyetin böyle bir Tanrı’ya inanmaya ihtiyacı olduğuna inanıyor. Buna ilaveten dualarla bu Tanrı’ya seslenmenin beşeriyet için iyi olduğunu belirtti. Burada duruyor. 

Daha sonra teferruatlı bir şekilde neden o kadar inançlı bir Protestan Hıristiyan olduğumu sordu. Ben de ona bu raporda yeri olmayan sebeplerimi söyledim. Sadece genel bir mütalaa söyleyebilirim. Suallerinde tamamiyle samimiydi. Bu da din konusunda yeterince zihin yorduğunu göstermekte. Daha on yıl önce inşa ettiği yeni Cumhuriyet’in Reisicumhuru olarak iktidara geldiği zaman İslam dininin durumu hakkında bilgi vermeye başladı. Şeyh’ül-İslam’ı, medreseleri, Mahkemi-i Şer’iyyeleri ve bu mahkemelere riyaset eden kadılar, hocalar ve muhtelik dervişler dahil olmak üzere bütün ruhban sınıfını lağv etmeyi gerekli bulduğunu söyledi. Osmanlı İMparatorluğu altında geçerli olan bu ruhban yapıdan geriye kalan, müezzin olarak minarelerden halkı ibadete çağıran ve camiilerde namaz kıldıran imamlardı. 

Ona az evvel tasvir ettiği bu yapıyı tamamiyle yok ettikten sonra Türk gençliği için, şayet kaldıysa, ne tür bir dini tedrisat kaldığını sordum. Kifayetsiz medrese sistemini bütün ülkeye yayılmış ilk ve orta öğretim sistemi ile ikame ettiğini ve bu sistemin talebeyi üniversiteye kadar götürdüğünü belirtti. İlk ve orta okullarda Kur’an’ın öğrettiği Hazreti Muhammed’in hayat hikayesi ve daha alhaklı yaşama konusundaki himetli düsturlarla dini tedrisat verildiğini, bu dini tedrisata Yeni ve Eski Ahit’te (İncil ve Tevrat’ta) tasvir edilen diğer büyük dinleri ve Budist dini kitapları da dahil ettirdiğini söyledi (…) Bu çerçevede yakın tarihte cereyan eden Bursa hadisesi üzerinde serbestçe konuştu (…) Muhtemelen sıkıntı verecek bu siyasi hareketi basit bir dil meselesine, ezanın Arapça yerine Türkçe okunması haline dönüştürerek gösterdiği siyasi maharetten ötürü kendisine iltifatta bulundum. Bu sözlerim Kur’an’ın Arapçadan Türkçeye tercüme edilmesi çin nasıl ve neden telkinde bulunduğu konusunda konuşmasına sebep oldu ve bu mevzuda yepyeni bir ufuk açtı. Türk halkının uzun zamandan beri ezberden okuduğu bazı Arapça duaların gerçek manasını anladığı zaman tiksineceğini söylüyor. Kur’an’dan alınan bir Arapça bölüm okudu. Bu duada [Tebbet Suresi] Hz. Muhammed amcası ile amca kızının yaptıkları bir şeyden ötürü cehenneme gitmeleri için beddua eder. ‘Düşünen bir Türk’ün böylesi bir duayı okumaktan elde edeceği dini ilhamı veya dine ilgi göstermesini tahayyül edebilir misin?’ dedi. Bu fikrini geliştirdikçe, ben de git gide Kur’an’ın Türkçe okunmasını teşvik etmesinin sebebinin Kur’an’ın Türkler arasında gözden düşmesi olduğu neticesine vardım. 

Daha sonra umumi ve şaşırtıcı bir beyanda bulunarak, Türk halkının gerçekte hiçbir şekilde dindar olmadığını, aralarından camiilere giden az sayıda kişinin alışkanlıktan veya yüksek sesle söylenen duaların cazibesine kapılarak camiye gittiğini ileri sürdü (…) Bu beyanatlarını bitirdiğinde şimdilik orta öğretimde ve Darülfünun’un küçük İlahiyat bölümünde üç büyük din hakkında verilen tarihi tedrisattan fazlasını öğretmeye inanmadığı sarihti. Ancak Sovyetler’in her türlü dini lağvetme fikriyle kesinlikle mutabık değil. Belli başlı camiilerin Hükümet tarafından itinayla muhafaza edilmeleri ve amaçları doğrultusunda kullanılmaları gerektiği hususunda ısrarlı. Üç büyük dinin ahlak öğretilerine dinden ziyade ahlak olarak inanıyor…”

Bu konuşmadan 18 yıl, Atatürk’ün ölümünden 12 yıl sonra, 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti ezici bir çoğunlukla iktidara geldi. 17 Haziran 1950 günü bir ikindi vakti, Ankara’dan illere çekilen bir telgraf emriyle, “ezan ve kametin istenirse Arapça da okunabilecegˆi” bildirildi. Bu tarihten sonra bir daha Türkçe ezan duyulmadı. Ama yazının başında sözünü ettiğim gibi, Türkçe ezan’ tartışması bitmedi. 

‘ATATÜRK’ÜN BURSA NUTKU’ MUAMMASI

Tekrar 1933’e dönersek, konuyla bağlantılı bir muamma da Atatürk’ün Bursa Nutku diye bilinen metnin gerçekten var olup olmadığıdır. Bilindiği kadarıyla, ‘Bursa Olayı’nın gerginliğini gidermek için, Bursa Valisi Fatin Bey ve Belediye Başkanı Muhittin Bey tarafından Atatürk ve heyetine 6 Şubat 1933 günü Çekirge’deki köşkte bir yemek verilmişti. Bu yemekte güya Mustafa Kemal bir nutuk irad etmişti. Bu nutuk daha sonraki yıllarda ‘Atatürk’ün Bursa Nutku’ adıyla sık sık gündeme geldi. Bugün bazı internet sitelerinde dolaşan metin şöyle:

“Türk genci, inkılâpların ve rejimin sahibi ve bekçisidir. Bunların lüzumuna, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır; rejimi ve inkılâpları benimsemiştir. Bunları zayıf düşürecek en küçük veya en büyük bir kıpırtı ve bir hareket duydu mu, ‘Bu memleketin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır’ demeyecektir. Hemen müdahale edecektir.
Polis gelecektir, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, ‘Polis henüz inkılâp ve cumhuriyetinin polisi değildir’ diye düşünecek, fakat asla yalvarmayacaktır. Mahkeme onu mahkûm edecektir. Yine düşünecek, ‘Demek adliyeyi de ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lazım’ diyecek.

Onu hapse atacaklar. Kanun yolundan itirazlarını yapmakla beraber bana, İsmet Paşa’ya, Meclis’e telgraflar yağdırıp haksız ve suçsuz olduğu için tahliyesine çalışılmasını, kayırılmasını is- temeyecek. Diyecek ki: ‘Ben inanç ve kanaatimin icabını yaptım. Müdahale ve hareketimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı meydana getiren sebepleri ve amilleri düzeltmek de benim vazifemdir.’ İşte benim anladığım Türk genci ve Türk gençliği!” (Bazı yerlerde metindeki “Hemen müdahale edecektir” ifadesinin yerine “Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla müdahale edecektir” ifadesi kullanılmış.)
‘Güya’ diyorum, çünkü Mustafa Kemal’in böyle bir konuşma yaptığını yemekte bulunduğunu iddia eden Rıza Ruşen (Yücer) adlı genç bir gazetecinin olaydan tam 14 yıl sonra yazdığı bir kitaptan öğreniyoruz. Vali, Belediye Başkanı, Mustafa Kemal ve Kılıç Ali, Saffet (Arıkan), Nuri (Conker), Salih (Bozok) gibi seçkinlerin arasına girmeyi nasıl olduysa başaran Rıza Ruşen, kendi iddiasına göre yemekte yapılan konuşmaların notunu tutmuş, bu notları nedense yıllarca saklamış ve 1947 yılında yayımladığı Atatürk’e Ait Birkaç Fıkra ve Hatıra adlı kitabında yer vermişti. Rıza Ruşen’in iddiasına göre, masadakilerden biri “Bursa Gençliği olayı hemen bastıracaktı, fakat zabıtaya ve adliyeye olan güveninden ötürü...” diye söze başlayınca olanlar olmuştu. Atatürk elinden çatalı bıçağı bırakmış, gözlerini gence dikmiş ve adeta gürleyerek, yukarıdaki sözleri bir çırpıda söyleyivermişti. Eğer böyle bir konuşma olduysa bile, içkili bir akşam yemeğinde yapılan ateşli bir konuşmaya ‘nutuk’ adı takmanın garabeti bir yana, bu önemli ‘nutuk’tan olayın diğer tanıklarının o yıllarda hiç söz etmemesi çok ilginçti. Nitekim ‘Atatürk’ün Bursa Nutku’, I. Cildi 1945’te Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü tarafından yayımlanan Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri adlı kaynakta yer almadı.
‘Bursa Nutku’ kamuoyunun ilgisini, Rıza Ruşen’in kitabını yayımladığı 1947’de değil, Celal Bayar’ın, 20 Haziran 1949’da İzmir’de yapılan Demokrat Parti (DP)  İkinci Büyük Kongresi’nde okumasından sonra çekti. Celal Bayar’ın bu konuşmadan muradı “Madem gerici CHP’yi adalet durdurmuyor, o halde gençlik yönetime el koymalıdır,” şeklinde özetlenebilirdi. Ancak bu konuşmaya rağmen, 1955’te Özel Şahingiray tarafından derlenen ve Atatürk’ün her yaptığının kaydedildiği Atatürk’ün Nöbet Defteri (1931-1938) adlı kitapta da ‘Atatürk’ün Bursa Nutku’ yer almamıştı.

1958’de CHP yanlısı Ulus gazetesi ‘Atatürk’ün Bursa Nutku’ nu, “DP’nin elinden iktidarı almak için kanunlara, nizamlara uymaya gerek yoktur!” mesajını vermek için kullandığında, bu şaibeli metnin bir bumerang gibi DP’yi nasıl vurduğu görülecekti. Nitekim cumhuriyet savcısı, Ulus gazetesi hakkında soruşturma açtığında, Celal Bayar’ın nutku DP Kongresi’nde okuduğu ortaya çıkınca, savcı, Menderes’in baskılarıyla takipsizlik kararı vermek zorunda kalmştı.

1966 yılında Yargıtay Başkanı İmran Öktem, Adalet Yılı Açılış Konuşması’nda, o günlerde gündemi meşgul eden Nurculuk tartışmaları bağlamında irtica tehlikesine değinince, mesajı alan bazı vatandaşlar ‘Bursa Nutku’nu dolaşıma soktular. Öyle ki, Bornova Cumhuriyet Savcılığı, birçok kişiyi, ‘Bursa Nutku’nu kullanarak halkı kanunlara itaatsizlik etmeye teşvik ettiği için mahkemelere sevk etmeye başladı. Bunun üzerine DP’nin siyasi mirasçısı Adalet Partisi’nin (AP) Genel Başkanı Süleyman Demirel, “Karışıklıklara yol gösteren, devlet anlayışının, kanun hâkimiyetinin, asayiş ve inzibat fikrinin yıkılmasını tavsiye eden bu metnin Atatürk’e aidiyetinin ispatlanması gerektiğini,” söylemek ihtiyacı duydu. Bunun üzerine Cumhuriyet Senatosu’nda (o zamanlar Meclis iki kamaralıydı) bir bilirkişi heyeti oluşturuldu. Heyet, Türk Tarih Kurumu’ndan (TTK) bir rapor istedi. TTK, 24 Ekim 1966 tarihli toplantısında şu kararı aldı: “Bornova Asliye Hukuk Hâkimliği’nin 27/9/1966 tarih ve 1966/338 sayılı yazısı ve bu yazıya ekli Atatürk’ün Bursa Nutku ile ilgili sözleri üzerine gerekli incelemeler yapılmıştır. Bu incelemeler sonucunda bu sözlerin Atatürk’ün 1933 Şubat’ında Bursa’da yaptığı konuşmadan mealen alınmak suretiyle çeşitli tarihlerde basılmış olduğu kanaatine oybirliğiyle varılmıştır.”

Ancak, ömrü boyunca Atatürk’ün yanında olan Falih Rıfkı Atay, aynı konuyla ilgili olarak 10 Nisan 1967 tarihinde Savcılığa verdiği ifadede şöyle diyecekti: “Bursa Nutku diye Atatürk’ün söylediği bir nutuk yoktur (...) Bursa gazetecisinin [Rıza Ruşen’in] yazdıkları kulak rivayetleridir. Atatürk son derece nizamcı ve devlet otoritecisi idi (...) [Bugün] Memlekette anarşi havası yaratmak kasdı vardır. Atatürk bu kasda alet edilmek istenmiştir.”


DENİZ GEZMİŞ BİLE...


Birinci elden bu tanıklığa rağmen ‘Atatürk’ün Bursa Nutku’ gözden düşmedi. Öyle ki Dev-Genç’in ünlü lideri Deniz Gezmiş, ‘diktacı’ solcu teorisyen Doğan Avcıoğlu’nun çıkardığı Devrim Gazetesi’nin 23 Aralık 1969 tarihli 10. sayısına verdiği röportajda “[Tutucu güçler] Tertipleriyle gençliği ordunun karşısına düşürmek hedefine ulaşamadıkları gibi, devrimci gençlik eylemi, Mustafa Kemal’ci zinde güçler saflarını birbirlerine kenetlemiştir. Mustafa Kemal adı, geniş öğrenci kitlelerinde daha fazla ağızdan ağıza dolaşır olmuş, forumlarda Bursa Nutku ve Gençliğe Hitabe tekrarlanmış ve bunlar uygulanmıştır...” diyecekti.

1975 yılında, birilerine kızıp ‘Bursa Nutku’nu bastırarak çevresinde dağıtan Cafer Tanrıverdi adlı bir vatandaş, şikâyet üzerine yargılanırken, davaya bakan Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin başvurusu üzerine, TTK Başkanı Prof. Dr. Enver Ziya Karal ve Hungaroloji (Macarca) uzmanı Prof. Dr. Sami N. Özerdim, mahkemeye ‘Bursa Nutku’nun Atatürk’e ait olduğuna dair bir rapor sundular. Böylece sadece Cafer Tanrıverdi beraat etmekle kalmadı, bir de TTK damgalı nutkumuz oldu! Bu uydurma nutkun son moda oluşu, AKP’nin iktidarını iyice sağlamlaştırmaya başladığı 2007 seçimlerinden sonra oldu. Öyle ki ünlü Ergenekon Davası zabıtlarında defalarca nutka atıf vardı. AKP’nin giderek otoriterleştiği ve dini siyasete alet ettiği bu günlerde nutkun yeniden popülerleşmesi yakındır….



Özet Kaynakça: Fikret Karaman, Dini Kavramlar Sözlüğü, Ankara 2006, M. Bloom, Minaret. Symbol of Islam, Oxford 1989; Dücane Cündioğlu, Bir Siyasi Proje Olarak Türkçe İbadet-1, Kitabevi Yayınları, 1999; a.g.y., Türkçe Kur’an ve Cumhuriyet İdeolojisi, Kitabevi Yayınları, 1998; Hüseyin Sadoğlu, Türkiye’de Ulusçuluk ve Dil Politikaları, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2003; Reşit Ülker, Atatürk’ün Gizlenen Bursa Nutku, Nokta Yayınları, 2008, Mustafa Armağan, Küller Altında Yakın Tarih I, Timaş Basım, 2006; Rıfat N. Bali, “Atatürk’ün Dine Bakışı”, Toplumsal Tarih, S. 153, Eylül 2006, s. 14-19; Altan Öymen, Değişim Yılları, Doğan Kitap, 2010.



Ayşe HÜR
Radikal, 08.02.2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder