23 Kasım 2015 Pazartesi

İttihat ve Terakki Hükumetleri Hakkında Soruşturma (1918)






Sait Halim ve Talât Paşa Kabinelerinin aşağıda yazılı nedenlerden dolayı Yüce Divan’a gönderilmelerini öneririm:

1. Nedensiz ve vakitsiz savaşa girmeleri;
2. Savaş ilânının gerçek nedenleri ile hangi koşullarda ve nasıl yapıldığı hakkında Genel Meclis’e gerçeklere uymayan demeçler vermeleri;
3. Seferberlikten sonra ve savaş ilânından önce İtilâf Hükümetleri tarafından yapılan şerefli ve yararlı önerileri reddetmesi ve Almanya’dan herhangi bir güvence ve zaman almaksızın ve yararlı bir karşılık elde etmeksizin savaşa sürüklenmesi;
4. Savaşın bilgisiz ve hedefi olmayan ellere bırakılarak her cephede savaş bilimlerinin kabul edemeyeceği delice hareketlerin olmasına ve sırf dar ve kişisel çıkarlar uğrunda ulusun yaşam gücünün gaspına ve gereksiz yere harcanmasına arka çıkması;
8. Savaşın ortaya çıkardığı zorluklar karşısında halkın sıkıntılarını hafifletmeye çalışacağı yerde, birtakım özel ve tüzel kişilerin servet elde etmelerini sağlayan vurgunculuk ve yetkeyi kötüye kullanma yollarına saparak ülkenin ekonomisini batırması;
9. Hiç gerekçesiz ve herhangi bir kanuna dayanmadan siyasî ve askerî sansürler yaratarak basın ve haberleşme özgürlüğünü çiğnemesi ve Avrupa basınını ülkeye sokmaması;
10. Ülke içinde yönetsel bir kargaşa meydana getirerek can, mal ve ırz özgürlüğüne musallat bir takım çetelere arka çıkarak bunların neden oldukları kötülüklere katılması.

28 Ekim 1918
Divaniye Mebusu
Fuat

Kaynak: Osman Selim Kocahanoğlu (yay.), İttihat-Terakki’nin Sorgulanması ve Yargılanması (İstanbul, 1998).



Falih Rıfkı Atay: İslam İhtilali






İslam İhtilalleri fikrini ciddiye almayanların başında görünüşe göre Mustafa Kemal gelmektedir. Rauf Orbay ve Kazım Karabekir gibi Hindistan İhtilali ile görevlendirilen Atatürk, Enver Paşa’nın bu teklifini nasıl reddettiğini Falih Rıfkı Atay’a anlatmıştır:

"Enver Paşa bana Hindistan’a doğru sefer yapmak isteyip istemediğimi sordu.
Emrime üç alay vereceklerdi. İran’dan, halkı ayaklandıra ayaklandıra Hindistan’a kadar gidecektim.
—Ben o kadar kahraman değilim, dedim.
Talat Paşa, niçin bu görevi kabul etmediğimi sorduğu zaman da;
—Bize bir harita getirsinler, dedim. Durumu gösterdikten sonra da;
—Hem niçin üç alay? Tek bir adam gönderin yeter. Nasıl olsa kendi kuvvetini kendi yapmaya mahkûm değil midir?
—Bu fedailiği üstüne almalı idin… [dedi]
—Eğer böyle olsaydı sizin emriniz beklemezdim. Kendim gider, kuvvetler bulur, Hindistan’ı fetheder ve imparator olurdum, cevabını verdim."


Çankaya, Falih Rıfkı Atay, s: 87

(başlığı ben koydum DK)

“Kadınlar Milletvekili Olabilir mi?”


                                                          

Daha Birinci Meclis'in son gününde Tunalı Hilmi, seçim yasasında bir değişiklik önergesi vererek kadınların da seçme ve seçilme hakkına sahip olması gerektiğini (?) söyler. Hüseyin Avni Bey, buna itiraz eder. Aşağıda “Birinci Meclis”teki bu tartışmalardan bir bölüm bulunmaktadır.

Tunalı  Hilmi  Bey  (Bolu)— Seçme ve seçilme hakkını  vermiyorsunuz, fakat kadınları saymıyorsunuz da (gürültüler)
Hüseyin Avni Bey (devamla)—Efendiler, kadınları saymamak, validesine hürmetsizlik etmek demektir. Hâşâ biz validemizi babamızdan çok severiz.
Durak bey (Erzurum)—  Bu millet seni mebus yapmaz, yapmaz. (Yaparsa hata yapar sesleri)
Tunalı Hilmi Bey (Bolu)— Arkadaşlar, demin nasılsa sarf ettiğim, bir  söze  karşı   gürlediniz.  Kiminiz nisaiyundan (feminizm anlamında, Osmanlıca) dediniz, kiminiz feminist dediniz. Ne derseniz deyin. Arkadaşlar, mübarek cihadımızın bu millete bıraktığı analar, bugün erkeklerden fazladır (gürültüler, 
ayak patırtıları).
Ayaklarınızı vurmayınız beyefendiler. Benim mukaddes analarımın,   benim  mukaddes  bacılarımın  başına  vuruyorsunuz  ayağınızı.  İstirham  ederim, benim anam, babamdan yüksektir.
(ayak  patırtıları) 
Analar  cennetten  bile  yüksektirler. (gürültüler, ayak patırtıları) 
Tekrar ediyorum analar cennetten bile yüksektirler (patırtılar ve gürültüler) Müsaade buyurun arkadaşlar. Analar, bacılara…
(şiddetli patırtılar)  Kadınlara bu hakkı verin demiyorum.  (gürültüler) … Hakikate tahammül edemeyen kulaklar... 
Emin Bey (Eskişehir)- Hilmi Bey! Milletin hassasiyetiyle oynama! Milletin hassasiyeti ile oynama! (Şeriata hürmet ediniz sesleri)            

 Toplumsal Tarih dergisinden alınmıştır                                            



Cumhuriyet'in İlk Yıllarında Seçimler




İki Dereceli Seçimler

Türkiye'de 1945'e kadar iki dereceli seçimler yapıyordu. Anlayacağınız seçmenler milletvekillerini doğrudan kendileri seçmezlerdi; önce halk ikinci seçmenleri seçer, onlar da daha sonra milletvekillerini seçerlerdi. Bu sistem  1876'dan 1946 seçimlerine kadar uygulandı. İlk defa 1946 genel seçimleri öncesinde bu sistem kaldırılarak tek dereceli seçim sistemi getirildi ve bu seçimlerde halk doğrudan temsilcilerini seçebildi. O günden beri seçimler tek dereceli yapılmaktadır.
Tek parti döneminde yapılan seçimler gerçek anlamda bir seçim değildir. Adayların seçilmeme gibi bir tehlikeyle karşılaşmaları söz konusu değildi. Çünkü ikinci seçmenlerin hepsi CHP’liydi. Yani birinci seçmenler CHP’li olan ikinci seçmenleri seçer ve ilan edilmiş olan CHP’li adaylara oy verirlerdi. İkinci  seçmenlerin CHP’li olmayan adaylara -ki bunlar başka parti olmadığı için bağımsız adaylardı- oy vermesi parti tüzüğüne göre suçtu.
...

1923 Seçimleri

1923 seçimlerinin, tek parti dönemindeki diğer seçimlere göre daha özgür bir ortamda geçtiğini söyleyebiliriz. Anadolu Rumeli Müdafaa Hukuk Cemiyeti temeline dayanan Birinci Grup’un, yine aynı temele dayanan İkinci Grup’u tasfiye ettiği bu seçimlerde; bazı illerde gerekenden fazla aday gösterildi.  Ancak gösterilen adayların hepsi de Birinci Grup’a mensuptu. Seçimlerden sonra ARMHCemiyeti Halk Fırkası adı altında yeniden tanımlandı. Bu seçimlerde en fazla oyu Rauf Orbay almıştır.

Bu seçimlerde Musul da seçim bölgesi olarak kabul edilmiş ve nüfusa göre beş milletvekili çıkaracağı hesaplanarak adaylar bile belirlenmişti. Musul’un Türkiye’de kalmayacağı kesinleşince  burada seçimler yapılmamıştır ama bu tutum başlangıçta Hükümetin Musul üzerindeki iddialarının ciddiyetini göstermesi bakımından dikkate değerdir.
Bu seçimlerde İstanbul’dan 16 kişi bağımsız olarak adaylığını koydu ama bunlardan hiç biri seçilemedi..
 ....

“Köylü Aday Aranıyor!”

M. Kemal 20 Nisan 1931 yılında yayımladığı bildiride Türkiye’de ayrı ayrı sınıfların olmadığını, işbölümü itibarıyla farklı işler yapanların bulunduğunu söyledi. 1931 seçimlerinde CHP köylü milletvekillerinin seçilmesine önem vermiş hatta Fahrettin Altay’dan bir milletvekili adayı bulması istenmiş aranan özellikler şöyle sıralanmıştı (aşağıdaki maddeler  özettir).

1. Aday, azınlıklardan (Gayri Müslim) olmamalı, kimsenin adamı bulunmamalıdır.
2.  Azçok arazi, çift çubuk sahibi olmalıdır.
3. Aday seçildikten sonra çiftçi kalacak meslekine sadık olacak, hayatını değiştirmeyecektir.
4. CHF’ye tam olarak sadık olacak, mutaasıp (muhafazakar, tutucu) olmayacaktır.
5. Yeni harflerle az çok okur yazar olacak, eksikliği varsa tamamlayacaktır.
6. Milli Mücadele açısından bir lekesi olmamalıdır. Milli mücadeleye hizmet edenler tercih edilir ama en azından karşı olmayan biri olmalıdır.
 ...

“Milletvekillerinin İsyanı”

Tek parti döneminin milletvekili adayı ilan etme 
usulü, seçilecek milletvekili kadar  aday  ilan  etme  şeklindedir. İlk kez 1943 seçimlerinde CHP, seçime yine tek  parti  olarak  katılmakla  birlikte  birçok  ildeki  adayların  sayısını artırır ve ikinci seçmenlere bunlardan birini tercih etme şansı tanır.
Seçmenle  hiç  ilişki  kurmadan,  aday  gösterilmekle  seçilmeleri  garanti  olan dönemin  milletvekillerinin  ve  siyasal  elitinin  buna  tepkisi  hayli  ilginçtir. 

Bunlardan biri ve 20 yıldır Balıkesir milletvekili 
olan Osman Niyazi,  İsmet İnönü’yü şu cümlelerle eleştirecektir: 

“Harekâtımda daima İnkılâbı ve Şeflerimi 
düşündüm. Bana şimdi git halktan oy  iste  demek,  beni satılığa  çıkarmaktır.  Şef (İnönü) eğer beni satacaksa dellal  (tellal) eline vermeğe lüzum yoktur.” 

Bir diğer milletvekili Sadri Artım ise şöyle yakınır: 
“Ben  bir  gazeteciyim.  Şef (İnönü) son  seyahatinde,  Bursa’daki  nutuklarında  halkın  yiyecek politikası konusunda cumhuriyet hükümetlerine gereken yardımı yapmadığını söylemişti. Benim ne yazdığımı tahmin edersiniz.  Şimdi bana O halktan oy alacaksınız  demek ve beni onun takdirine sunmak doğru olur mu? 

Toplumsal Tarih, sayı.64; 

Orhan Koloğlu: Sansürün Keyfiliği ve Sınırları




Sansürün keyfiliği ve sınırları

Yabancı basını ve yayınları da kontrol etmek Matbuat Müdürlüğü’nün göreviydi.
"Muzır" olduğuna karar verilenleri, bazen telgrafla, bazen mumluda çoğaltarak ilgililere, vilâyetlere, mutasarrıflıklara yolluyor, bölgelerinde bunların yasaklanmasını istiyordu. Birçoğunu çözmekte bizim de zorlandığımız yabancı isimleri içeren listeleri alan memurların, bir düzineyi halkın dildeki bu yayınları bilmesi, tanıması olanaksızdı. Dolayısıyla içinde bulunduğu korku rejiminde en akıllı şey, ayrıntısına bakmadan her önüne geleni yasaklamak oluyordu. Bu listelerden bazılarının ise insanı aptala çevirecek kadar ayrıntılı olduğuna da işaret etmeliyiz.

Elimizde bulunan 1904 yılına ait bir listede 129 isim altındaki yayının, 239 sayısının yasaklanmasına dair bilgi vardır. Yabancı isimlerin Arap harfleriyle yazılmasındaki zorluğun yanı ısıra, zavallı bir zabıta memurunun bunu anlamasını beklemek insafsızlık olurdu. Bu yüzdendir ki, sansür memurları, rejimin gereğine uyarak her şeyden önce kendilerini güvence altına almaya çalışmışlardır.

Vilayetlerde sansür olayında mektupçunun kişiliği önemli bir rol oynuyordu.
Eğer evvelce gazetecilik yapmış ya da çoğu kez olduğu gibi, vilayetin resmî gazetesini kendisi çıkarıyorsa işi kolaylaşıyordu; bu alanda bilgisi yoksa keyfilik artıyordu. Eski örnekler de geçerli bir yöntem olmuyordu. Bir mektupçunun yasakladığını öbürünün hoşgörüyle karşılamasına çok rastlanıyordu. Anadili Türkçe olmayan bölgelerde ise mektupçunun bu konudaki bilgisinin derecesi de son derece önemliydi.

Orhan Koloğlu,
"II. Abdülhamit Sansürü",
Tarih ve Toplum, sayı 38 (1987).


(ayrıca bkz. https://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkiye%27de_sans%C3%BCr) 



İstibdat Döneminden Jurnal Örnekleri





a. içki içen mektupçu için yazılanlar.

“9 Ekim 1893
Büyükada’da oturan devlet çevirmenlerinden Maarif Nezaret-i Celilesi Mektupçusu Sırrı Beyefendi, geçen Cumartesi günü ailesiyle beraber Burgaz adasına gitmiştir. Oradaki gazinoda karısıyla beraber kahve içmişlerdir. Oradan kalkıp Hristos manastırına gitmişler ve ailesiyle açıkça eğlenmişlerdir. Akşamüzeri sarhoş oldukları ve İslam dinine yakışmayacak halde Hıristiyan halk arasına karışmışlardır. Bu, halkın hayret ve şüphesine neden olmuştur. … Bu olay birinci defa olmayıp pek çok kez tekrar etmiş olmakla...
Zaptiye Nazırı Nazım” (Jurnali yapan kişi)



b. Sadrazam hakkında jurnal
“29 Mart 1902
Sadrazam Sait Paşa hazretleri, bugün saat dört buçukta konağından çıkıp Ihlamur yoluyla Mabeyn’e (çalıştığı kurum) gelerek, gece saat birde Maçka yoluyla konağına avdet (ulaşmış) etmiş, adı geçenin konağına çeşitli saatlerde; İzmir Valisi Kamilpaşazade Şevket, Abdullah Beyler ve Napoli eski konsolosu Panayotis Efendi’nin gelip gitmiş oldukları, Maçka Karakolundan alınan jurnal üzerine bilinmektedir...
İkinci Fırka Kumandanı Müşir Şevket” (Jurnali yapan kişi)


Kaynak: Faiz Demiroğlu, Abdülhamid’e Verilen Jurnaller (İstanbul, 1955).



II. Abdülhamid ve Mısır Meselesi, Francois Georgeon


Abdülhamit’in Tunus meselesinde fazla ısrarcı olmamasının nedenlerinden biri her açıdan daha önemli bir sorun olan Mısır meselesiyle uğraşmak zorunda kalmasıdır […] Mısır, her şeyden önce, imparatorluğun merkezine Tunus beyliğine göre çok daha yakındır. Mısır ve Bâb-ı Âlî arasında da daha sıkı bir ilişki vardır. Aynı Tunus beyliği gibi özel statülü bir
vilayet olan Mısır, her yıl Osmanlı hazinesine hiç de yabana atılmayacak bir katkı sağlamaktadır. Kuşkusuz, hidiv ailesi de önemli ölçüde özerklik kazanmıştır, ancak, hidiv Bâb-ı Âlî’yle ilişkilerinde her zaman saygılı davranmakta, İsmail Paşa yaz aylarını düzenli olarak Boğaz’da geçirmektedir.
[…] Üstelik Mısır, Arap dünyasında merkezî bir konuma sahiptir; Süveyş Kanalı’nın açılması bu durumu daha da belirginleştirmiştir. Kahire, Sina yarımadasını aşmıştır; orada yaşanan her şey etkilerini tüm Arap dünyasında göstermektedir.

Siperlerde Hayat: Birinci Dünya Savaşı

                                              

Dışarıda, (…) iki yanımda çamurlu buzlu paketleri sallıyorum. Bu üzüntü veriyor. (…) Benim siperime gelince iğrenç bir çamur deryası. Çamur her tarafa yayılmış, diz boyu balçık kirli suyu takip ediyor.
Beni birinci hattan ayıran 50 metrelik çamuru geçmek için girişimde bulunuyorum… Temizlikten mi bahsediyorsunuz? Hiç kimse burada kalmak istemiyor. Çamur ve ceset. Evet, ceset. Duvarların dibine gömdüğümüz sonbahar savaşının eski ölülerinin bazı kısımları gözüküyor.
Canımız çıkıyor artık bunu kaldıramayacağız. Kahve yok. Yolda devriliyoruz. Ve Martin ekmek çantasıyla birlikte su dolu çukura düştü. (…)
Protesto etmiyorlar. (…) Karavanalarını [asker yemeği] dolduruyorlar sessiz bir şekilde; kaynamış etleri, patatesleri soğuk yemekleri, sudan ve çamurdan korunmak için ayağa kalkarak yiyorlar. Elleri balçıklı, dokundukları ekmek dişlerinin altında gıcırdıyor.

Paul Tuffrau, Savaşçının Karnesi, Fransızların Ölüm ve Yaşamı 1914-1918

Yaşamın Sonuna Yolculuk


Romanın kahramanı, savaşın başında rastladığı askere gönüllü kaydetme töreninden etkilenerek; yarı şaka, yarı macera derken, kendi isteğiyle askere yazılmıştır. Metin derlemedir. Sınıfta kullanmaya uygun hale getirilmiştir. DK

 
Bu albay anlaşılan tam bir canavardı! Artık bundan emindim, bir köpekten bile beterdi, kendi ölümünü hayal etmekten acizdi. Aynı zamanda başka bir gerçeğe daha vakıf olmaktaydım [fark etmekteydim]. Ordumuzda onun gibi nice yiğitler vardı ola ki, tabii karşı ordu da herhalde bizden aşağı kalmıyordu. Kim bilir sayıları ne kadar çoktu? Toplam; bir, iki, belki de birkaç milyon? O andan itibaren korkum paniğe dönüştü.  Böyle yaratıklar olduğu sürece bu korkunç saçmalık, sonsuza dek devam edebilirdi. Yeryüzündeki tek korkak ben miyim diye düşündüm hem de nasıl dehşete kapılarak. Saçlarının dibine kadar silahlanmış ve ölçüyü kaçırmış ve de kahraman iki milyon çılgının arasında kaybolmuş muydum?  Albay hala tınmıyordu. 

Bir Askerin Mektubu: Verdun Cephesinden


Verdun Cephesinden Bir Askerin Mektubu (ismi bilinmiyor)


4 şubat 1915, öğretmen Bay ve Bayan T.’ye...
Birkaç gün boyunca, çok keskin bir soğuk yaptı, sıcaklık eksi 14 dereceye kadar düştü. … Siperler yatabilecek kadar sıcak olmuyor hiç [...]. Geceleyin, aydınlatma fişekleri, üzerimize fırlatılan el bombaları, nöbetler [...] uyumayı imkânsız kılıyor [...]. Çoğunlukla yağmur yağıyor; yağmur suyu çamurdan gölcükler oluşturuyor [...], onların içinde yatmak zorunda kalıyoruz [...], ayaklarımız hep suyun içinde. Buna rağmen, hiçbirimizde yılgınlıktan en ufak bir iz bile yok. Kesin sonuca, yani zafere kilitlenmiş sarsılmaz  bir irade var. [...] Tüm bunların yakında biteceğine ve bana tanımayı ve sevmeyi öğrettiğiniz Fransa’dan "Hun"ları (Almanlar kastediliyor) kovacağımıza dair güçlü bir umut var içimde.

Çanakkale’den Bir Mektup Var


Sebebî hayatım, feyz-ü refikim, Sevgili Babacığım, Valideciğim,

Arıburnu'nda ilk girdiğim müthiş muharebede sağ yanımdan ve pantolonumdan kurşun geçti, hamdolsun kurtuldum. Fakat bundan sonra göreceğim muharebelerden kurtulacağımdan ümidim olmadığından bir hatıra olmak üzere şu yazılarımı yazıyorum.

Hamdü senâlar olsun Cenab-ı Hakk'a ki beni bu rütbeye kadar isal etti. Yine mukadderatı ilahiye olarak beni asker yaptı. Size de ebeveynim olmak dolayısıyla beni vatan ve millete hizmet etmek için ne suretle yetiştirmek mümkün ise öylece yetiştirdiniz. Sebeb-i Feyz-ü refikim ve hayatım oldunuz. Cenab-ı Hakk'a ve sizlere çok teşekkür ederim.

Kafkas Cephesinden bir Osmanlı Subayının Anıları

Minevert’e  (bir yer adı) geldikten sonra subaylara ve askerlere bir küskünlük geldi. Bir iki günlük dinlenme onlara açlığı hatırlattı. Asker ne bulursa yemeğe başladı. Köylüden satın aldıkları koyun, keçi, kuzu ve oğlak kesilir kesilmez işkembe ve bağırsaklarına varıncaya kadar her organ, karavanalarda üstünkörü pişiriliyor, çiğnenmeden yutuluyordu. Ekmek yerine buğday verildiği için bunu ya kavuruyor, ya da haşlıyorlar, bazı atların arpa içmesi gibi çiğnemeyip bunları âdeta içiyorlardı. Küskün subaylar, zorla, azarlamayla işe giden erlerin bu hallerine engel olamıyor, yahut çok ileri gidemiyorlardı. Askerin hakkı vardı. Yiyeceklerini veremiyorduk. Zorladığımızda, "Açlıktan ölelim mi? Karnımızı doyurun, istihkakımızı verin, bakın ki istemediğiniz hareketleri yapar mıyız!" sözlerini açık açık söyleyemiyorlardı, ama homurtularıyla belli ediyorlardı. Öğütlerimiz hiç kulaklarına girmiyordu.

İngilizlerden Mısırlılara Duyuru





Egyptian Mail’in haberine göre İngilizler, 17 Kasım 1914 günü Mısırlılara hitaben şu bildiriyi yayınlamışlardır:

"Mısırlılar! Kostantiniye’deki (İstanbul’daki) sultanınıza ne kadar derinden bağlı olduğunuzu biliyoruz. Bu yüzden Büyük Britanya, Türkiye’ye karşı savaşmak zorunda kalmış olmaktan derin bir üzüntü duymaktadır. Ama bu, sultana karşı bir savaş değil, onun aklını çelen ve iktidarlarını cinayet ve terör yoluyla ayakta tutan Enver Paşa gibilerinin küstahlık çetesine karşı bir savaştır.
 Mısırlılar! Sizden tek bir isteğimiz var: sükûnetinizi bozmayın. Bize yardım etmenizi istemiyoruz. Kutsal şehirleriniz Mekke ve Medine’ye zarar gelmeyecektir."

Daily Review of the Foreign Press, 4 Aralık 1914


Halil İnalcık- Osmanlılar ve Hilafet


Bir rivayete göre, Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Mısır’ı fethetmesi üzerine İstanbul’da Ayasofya Camii’nde yapılan bir törenle Abbasî Halifesi el-Mütevekkil Hilafet’in bütün haklarını resmen Sultan Selim’e devretti. Ne var ki, Selim’in el-Mütevekkil’den hilafeti devraldığına yahut devraldığını iddia ettiğine dair o devre ait hiçbir kayıt mevcut değildir. Öyle görünüyor ki, muayyen siyasi gayeleri desteklemek üzere bu rivayet çok daha sonra 18. yüzyılda ihdas edilmiştir. Hakikatte, ne Selim ne de oğlu Süleyman İslam dünyasındaki üstünlük iddialarının böyle bir hak devrini icap ettirdiğini hissetmiş olamazlar. Tarihen sabit olan, Selim’in o zaman "Hadimü’l-Haremeyn" (Mekke ve Medine’nine hizmetkârı) unvanını almış olduğudur. Üstünlük iddia eden bir padişah için o devirde en yüce unvandı bu.

Meclisin Kapanması 1878






Serbest bir seçimle meclise gelmemiş olsalar bile halkı temsil ettiklerine inanan mebuslar, ülkenin gündemindeki ve tüm ülke halkını ilgilendiren Osmanlı-Rus savaşını yakından izlemişler, zaman zaman meclis gündemine getirmekten çekinmemişlerdir. Osmanlı ordusunun sürekli yıpranmasından, Rusların İstanbul’a doğru ilerlemesinden endişe duymuşlar, yönetimin buna bir çare bulmasını istemişlerdir.
Padişah ise çözümü Meclis-i Mebusan’ın dışında aramayı tercih etmiştir.

Meclis-i Mebusan 1908 (II. Abdülhamid locada)
Yıldız Sarayı’nda eski, yeni hükümet üyelerinden, Âyân ve Mebusan Meclisi başkanlarından, bu meclislerden seçilen ikişer üyeden, ulema ve komutanlardan 43 kişinin toplandığı özel bir meclis oluşturulmuştur. Bu sırada bir İngiliz filosu da İstanbul’a gelmiştir. İşte bu karışık ortamda toplanan mecliste sadrazam, Osmanlı İmparatorluğu’nun örs ile çekiç, yani İngilizlerle Ruslar arasında kalmış olduğunu belirterek, "alınmış kararları" kabul edip etmediklerini sormuştur. Meclise katılanların çoğu sadrazamı onaylarken, Meclis-i Mebusan temsilcisi olarak bu toplantıya katılan Ahmet Efendi ayağa kalkarak:
"Siz bizim fikrimizi pek geç soruyorsunuz. Felaketin önünü almak mümkün olduğu zaman bize suret-i ciddiyede [ciddi şekilde] müracaat etmeliydiniz. Meclis-i Mebusan kendi malumatı haricinde olarak husulüne sebebiyet verilen bir halden [bilgisi dışında ortaya çıkan bir durumdan] dolayı mesuliyeti asla kabul etmez […]" diyerek padişahı doğrudan eleştiren bir konuşma yapmıştır […] Bunun üzerine padişah Said Paşa’ya, "şu herife bir cevap ver; heyet işitsin" […] demiş ve daha sonra da "Ceddim Sultan Mahmut’un yolunu takip edeceğim" diyerek meclisi terk etmiştir.

14 Şubat 1878’de hükümet […] Kanun-ı Esasi’nin, Meclis-i Umumi’nin zamanından önce açılıp kapatılması, çalışma süresinin uzatılması konusunda padişaha yetki verdiğini belirterek, Meclis-i Umumi’nin geçici olarak kapatılmasını padişaha önermiştir.
Bu öneriye uygun olarak padişah bir irade-i seniyye imzalayarak Meclis-i Mebusan’a göndermiştir.

İhsan Güneş, Türk Parlamento Tarihi. Meşrutiyete Geçiş Süreci:
I. ve II. Meşrutiyet, cilt I (Ankara, 1995).


Matbaada Kitap Basılabilmesi İçin Verilen Fetva






SUAL: Eğer birisi, mesela lügat, mantık, hikmet, heyet hakkında yazılmış kitapların ve başka bilimsel eserlerin kutsal harflerini taklit etmeye, harfler dökmeye ve elyazması örneklere tamamen benzeyen kitaplar basmaya talip olsa, bunun böyle bir teşebbüse girişmesi  şer’en caiz midir?

CEVAP: En doğrusunu Allah bilir! Eğer matbaa sanatından anlayan, harf dökme ve yazı kopyaları çıkarma marifetine sahip birisi, elyazmalarını harfi harfine yanlışsız basmaya talip olursa ve hele bu teşebbüsün, süratli imalat, çoğaltmada kolaylık ve herkesin satın alabileceği şekilde ucuzluk sağlama gibi büyük faydaları olacaksa ve bu kopyaları düzeltmek üzere malumatlı kimseler görevlendirilebilirse, bu işe talip olan kişinin işi çok güzel ve övünülecek bir iş demektir ve o kişi desteklenmeye layıktır.
                     
Müteferrika ve Osmanlı Matbaası, Franz Babinger- İ. Müteferrika, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2004 s. 13

Cumhuriyet'in İlanı Günlerinde Gazetelerde Çıkan Yorumlar






Bir saat içinde devlet şeklinin görüşülmesi ve düzenlenmesine ait başka bir örneğe tarihin hiçbir döneminde tesadüf etmek mümkün değildir.  Bize kalırsa görüşmeye lüzum bile kalmasa konu biraz uzatılmalı, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun ayaküstünde düzeltildiği hissi verilmemeliydi.

Ahmet Emin Yalman (Vatan–1923)

.....

Cumhuriyetin ilanı ve reisliğine de Mustafa Kemal Paşa’nın seçilmesi bazı çevreleri memnuniyetsizliğe itmiştir. [Bunlar, bu gidişin cumhuriyetle sonuçlanacağından] habersiz mi bulunuyorlardı. Bugün feryat, figan eden, hayret gösteren çevre acaba ne umuyorlardı? Acaba ne gibi projeler hayaller besliyorlardı?

Prueudus (Rumca Gazete–1923)

....

Hükümetimizin şekli cumhuriyet oldu. Pek güzel oldu ve iyi oldu. Fakat bunu yapanın tarzı, o kadar aceleci o kadar alışılmamış idi ki. Cumhuriyetin en samimi taraftarlarında bile bir ürkeklik meydana getirdi. … Bütün endişeler, Hâkimiyeti Milliye Ruhu’nun saklı kalıp kalmayacağına ve işlerimizin serbest tartışma yoluyla görülüp görülmeyeceğine aittir.

Hüseyin Cahid (Tanin–1923 )

....

Ankara gazetelerine ve bilir bilmez işlere karışanlara asıl şu suali sormak; “Efendiler nereye gidiyorsunuz, nerede duracaksınız?” demek bizim hakkımızdır. Acaba bu konuda amaç ne ise; yerine geldikten sonra, meseleler nihayet bitmiş olacak mı? Yoksa yarın da bir diktatörlük, öbürsü gün de bir saltanat meselesi, ortaya getirilecek midir?

Velid Ebuzziya (Tevhid-i Efkâr–1923)

...

Cahit Bey’i temin etmek isteriz ki kendileri, yani kendisi ve arkadaşları, ucu bucağı gelmez evhama (kuşku) tutulmuşlardır. Böyle bir şeyin aslı olmadığı gibi, aslı olmak ihtimali dahi yoktur. Bu memlekette kesinlikle bir meclis hâkimiyeti vardır ve olacaktır.

Yunus Nadi (Cumhuriyet ve Hürriyet- 1923)

...

Rauf Bey'den saltanat ve hilafet konusundaki kanaat ve düşüncesinin ne olduğunu sordum. Verdiği cevapta şu açıklamalarda bulundu: Ben, dedi, saltanat ve hilafet makamına vicdanımla ve duygularımla bağlıyım. Çünkü benim babam, Padişahın ekmeği ve nimetiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti'nin ileri gelen adamları sırasına geçmiştir. Benim de kanımda o nimetin zerreleri vardır. Ben nankör değilim ve olmam. Padişah'a bağlılık borcumdur. Halifeye bağlılığım ise terbiyem gereğidir. Bunlardan başka, genel bir görüşüm de vardır. Bizde milleti ve kamuoyunu elde tutmak güçtür. Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam sağlayabilir. 0 da saltanat ve hilafet makamıdır. Bu makamı ortadan kaldırıp onun yerine başka nitelikte bir makam getirmeye çalışmak felakete ve büyük acılara yol açar. Bu da asla doğru olamaz. 

Mustafa  Kemal Atatürk,  NUTUK


(Kaynak: Toplumsal Tarih, sayı 60)








Immanuel Kant: «AYDINLANMA NEDİR?» Sorusuna Yanıt (1784)



Immanuel Kant

«AYDINLANMA NEDİR?» SORUSUNA YANIT (1784)

Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır “Sapare Aude!” Aklını kendin kullanmak cesaretini göster! Sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır. 

Doğa, insanları yabancı bir yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın (naturaliter maiorennes) , tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar ve aynı nedenlerledir ki bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü. Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık. Para harcayabildiğîm sürece düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değildir; bu sıkıcı ve yorucu işten başkaları beni kurtaracaktır çünkü. Başkalarının denetim ve yönetim işlerini lütfen üzerlerine almış bulunan gözeticiler [vasiler, ç.] insanların çoğunun, bu arada bütün latif cinsin ergin olmaya doğru bir adım atmayı sıkıntılı ve hatta tehlikeli bulmaları için, gerekeni yapmaktan geri kalmazlar. Önlerine kattıkları hayvanlarını önce sersemleştirip aptallaştırdıktan sonra, bu sessiz yaratıkların kapatıldıkları yerden dışarıya çıkmalarını kesinlikle yasaklarlar; sonra da onlara, kendi kendilerine yürümeye kalkışırlarsa başlarına ne gibi tehlikelerin geleceğini bir bir gösterirler. Oysa onların kendi başlarına hareket etmelerinden doğabilecek böyle bir tehlike gerçekten büyük sayılmaz; çünkü bir kaç düşüşten sonra bunu göze alanlar sonunda yürümeyi öğreneceklerdir, ne var ki bu türden bir örnek insanı ürkütüverir ve bundan böyle de yeni denemelere kalkışmaktan alıkoyar. 

Demek oluyor ki her birey için nerdeyse ikinci bir doğa yerine geçen ve temel bir yapı oluşturan bu ergin olmayıştan kurtulmak çok güçtür. Hatta insan bu duruma seve seve katlanmış ve onu sevmiştir bile; işte bu yüzden o, kendi aklını kullanma bakımından gerçekten de yetersizdir; çünkü onun böyle bir deneyi gerçekleştirmesine asla izin verilmemiştir, o aklını kullanmayı denemeye hiç bir zaman bırakılmamıştır. Dogmalar ve kurallar, insanın doğal yetilerinin akla uygun kullanılışının ya da daha doğru bir deyişle kötüye kullanılmasının bu mekanik araçları, erginleşme ve olgunlaşma için sürekli bir ayakbağı olurlar. Biri çıkıp yürümeyi köstekleyen bu zincirleri atsa da, en dar hendekten bile hemen öyle pek kolayca atlayamaz; çünkü o henüz kendisine güven duyarak bacaklarını özgürce hareket ettirmeye daha alışamamıştır. İşte bundan dolayı da ruhlarını, zihinsel yanlarını kendi başlarına işleyip kullanarak ergin olmayıştan kurtulan ve güvenle yürüyebilen, pek az kişi vardır. 

Oysa buna karşılık, kitlenin kendi kendisini aydınlatması daha çok olanak taşır; hatta ona özgürlük, yani özgür olma hakkı tanınırsa bu durumun önüne geçilemez de. Çünkü yığının içinde, kamuda -vasiler arasında bile- bağımsız düşünebilen bir kaç kişi her zaman bulunacaktır; bunlar önce kendi boyunduruklarını atacaklar, sonra da insanın kendindekini akıllıca değerlendirmesi yanında bağımsız düşünmenin kişi için bir ödev olduğu anlayışını çevrelerine yayacaklardır. Ama eskiden kitleyi boyunduruk altına sokan ve kendileri de aydınlanmaya öyle pek layık olmayan ve hak kazanmayan gözeticilerden bir kaçı şimdi çıkıp da kitleyi boyunduruktan kurtulmaları için kışkırtırlarsa, öteki gözeticiler bunları 'boyunduruk altında kalmaya zorlarlar; önyargıları yerleştirmenin işte böyle zararları vardır, ve bu önyargılar kendilerini yayanlardan sonunda öçlerini alırlar. Bundan dolayı: kamu ancak yavaş yavaş aydınlanmaya varabilir. Gerçi devrimler ile bir 'baskı rejimi, kişisel bir despotizm, bir zorbalık yönetimi yıkılabilir; ancak yalnız bunlarla, düşüncelerde gerçek bir düzelme, düşünüş biçimlerinde ciddi bir iyileşme elde edilemez; tersine, bu kez yeni önyargılar, tıpkı eskileri gibi, düşüncesiz yığına, kitleye yeni birer gem, yeni birer yular olurlar: Oysa aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez; ve bunun için gerekli olan özgürlük de özgürlüklerin en zararsız olanıdır: Aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden kitlenin önünde apaçık olarak kullanmak özgürlüğü.

Ne var ki her yandan «düşünmeyin! aklınızı kullanmayın! » diye bağırıldığını işitiyorum. Subay, «Düşünme, eğitimini yap! », maliyeci «düşünme, vergini öde! », din adamı «düşünme, inan! » diyorlar. (Şu dünyada yalnız bir kişi var ki o da, «istediğiniz kadar ve istediğiniz şeyi düşünün, ama itaat edin! » diyor) 

Her yerde özgürlüğün sınırlanışı var. Peki hangi türde bir sınırlama aydınlanmaya karşıdır, hangisi değildir, ve hangi biçimde bir sınırlama tersine özgürlüğe yararlıdır? Yanıt vereyim: kendi aklının kitle önünde, kamuoyu önünde ve hizmetinde serbestçe ve açık bir biçimde kullanılması her zaman özgürce olmalıdır; ve yalnızca bu tutum insanlara ışık ve aydınlanma getirebilir; buna karşılık aklın özel olarak kullanılışı [der Privatgebrauch], genellikle çok dikkatlice ve dar bir alanda kalacak bir biçimde sınırlandırılabilmiştir ve bu da Aydınlanma için bir engel sayılmaz. Kendi aklını kamu hizmetinde kullanmaktan [der öffentliche Gebrauch], bir kimsenin, örneğin bir bilginin bilgisini ya da düşüncesini yani aklını, onu izleyenlere, okuyanlara yararlı olacak bir biçimde sunmasını anlıyorum. Aklın özel olarak kullanılmasından da kişinin, kendi işi ve memuriyeti çerçevesinde, kendisine emanet edilen topluma ilişkin bir hizmeti ya da belirli bir görevi yerine getirmesi diye anlıyorum. 

İmdi kamunun çıkarlarını etkileyen bazı işlerde, yapay bir ortak anlaşma gereğince ve hükümet tarafından kamu amaçlarına uygun biçimde ve hiç değilse onu ortadan kaldırmayacak şekilde, kanunun bazı üyelerince kullanılabilecek bazı belirli işlemlere, belirli mekanizmalara gereksinme duyulur. Bu gibi durumlarda aklı kullanma tartışmasına kuşkusuz izin verilmez, itaat etme kesin emirdir. Fakat kendisini makinenin bir parçası sayan herhangi bir insan, yine kendisini bir topluluğun üyesi, hatta, evrensel uygar bir toplumun üyesi olarak tanıtması durumunda, örneğin bir bilgin sıfatıyla, kendi düşünme yetisine dayanarak yazılarıyla kamuya yönelir; her hal ve durumda aklını kullanır, ama, zamanında edilgin olarak da olsa görev yaptığı durumları ve işleri de zarara uğratmadan yapar bunu. Üstlerinden aldığı bir emir üzerinde, onun yararlılığı ya da yararsızlığına ilişkin olarak akıl yürüten bir subayın tutumu tehlikeli ve zararlıdır, onun ödevi yalnızca itaat etmektir. Fakat eğer bu konuda doğru olmak gerekiyorsa, bir bilgin olarak onun askerlik hizmetinin yanlışları üzerindeki eleştiri ve düşünceleri ve bunları kamu önüne yargılanması için götürmek istemesi yasaklanamaz. Yine bunun gibi yurttaş, kendisine düşen vergiyi ödeyemezlik edemez; hatta bu gibi vergilere ilişkin yapılan acımasız eleştiriden ve ödememeye yönelik davranışlar, bu uymamaların genelleşebileceği gerekçesiyle cezalandırılabilir. Bununla birlikte bir bilgin olarak aynı vatandaş, kamu önünde vergilerin uygunsuzluğu ve adaletsizliği üzerindeki düşüncelerini açıkça belirttiği zaman asla yurttaşlık yükümlülüklerine karşı gelmiş sayılmaz. Yine aynı şekilde bir papaz da hizmetinde bulunduğu kilisenin öğretileri ile uygunluk ve uyum içinde işi gereği kilisenin inançlarını cemaatine ve halkına öğretmekle yükümlüdür. Fakat bir din bilgini olarak o, bu inançları pekâla eleştirebilme özgürlüğüne ve daha fazlasına sahiptir: büyük bir itina ve dikkatle ölçülüp-biçilmiş ve tartılmış düşüncelerini, çok iyi bir biçimde yönlendirilmiş eğilimlerini kamuya iletmek sorumluluğuna sahiptir; bunlar, sözü geçen dinsel öğretilerin yanlış yönleri üzerinde alabileceği gibi, dinin ve kilise işlerinin düzeltilmesine ilişkin de olabilir; ve bunu yaparken de vicdanını rahatsız edecek hiç bir şey söz konusu olamaz. Kilisenin sadık bir hizmetkârı olarak görev ve yükümlülüklerine uygun bir biçimde vaaz verirken o, kendi kişisel kanılarına göre bunu yapmak özgürlüğüne sahip değildir; ama, kendisinin yükümlü olduğu şekilde ve başka bir otorite adına dinsel telkinde bulunmak zorundadır. O şöyle söyleyecektir: Kilisemiz bunları ya da şunları öğretir; işte kullandığı kanıtlar da bunlardır. Cemaati yani dinsel topluluğu için kendisinin bile tam bir inançla bağlı olmadığı dinsel kuralların pratik yaranlarını ve avantajlarını gösterirken o, bunlar içinde saklı bir hakikatin bulunmasının olanaksız olmadığını ve içsel dine karşı çıkan hiç bir şeyin bulunmadığını söylemek durumunda kalır. (Bu gibi dinsel öğretilerde, her durum ve olayda dinin özüne hiç bir şey karşı gelmemiştir, gelemez) . Papaz eğer, bunlardan hiç birini öğretilerde bulamadığını düşünecek olursa, işte o zaman resmi görevlerini vicdanı rahat olarak yürütemeyecek ve görevinden ayrılması gerekecektir. Sonuç olarak din adamının cemaatinin önünde bir eğitimci imiş gibi aklı kullanması yalnızca aklın özel kullanımı olmaktadır, çünkü burada cemaat ne kadar büyük ve kalabalık olursa olsun bir aile toplantısı söz konusudur ve papaz olarak o kişi özgür değildir ve olmamalıdır; çünkü o kendisine dışardan yüklenen bir görev ile bağımlıdır. Buna karşın, alanının bir bilgini olarak din adamı yazılarıyla halka hitap ederken, dünyaya seslenirken, yani rahip olarak aklını kamu hizmetinde kullanırken, aklın herkes için kullanımının ve kendi adına konuşmanın sınırsız özgürlüğünden yararlanır. Zira halkın ruhani yani tinsel işleriyle ilgileneceklerin kendilerinin de ergin olmamaları gerektiğini sanmak yakışık almayan ve saçmalıkları sürekli kılan bir saçmalıktır. Fakat bir kilise meclisinde ya da Presbiteryen kiliselerindeki kutsal yönetim kurulunda (Hollandalıların böyle söylediği gibi) görüldüğü üzere, ruhbanlar sınıfı değişmez kesin bir dinsel öğretiler manzumesini, hem kendi üyelerinin her biri üzerinde, hem de onların aracılığıyla halk üzerinde, her zaman için değişmeyen bir koruyuculuğu güvenle sürdürmek amacıyla, bir yemine dayanarak ortaya koymak hakkını kendilerinde bulmamalı mıdırlar? Hemen yanıt vereyim bu kesinlikle olanaksızdır. Söyle ki, insan soyunun gelecekteki her yeni aydınlanmasına engel olacak böyle bir anlaşma kesin olarak bir hiçtir, mutlak olarak boş ve gelecekten yoksundur; kaldı ki böyle bir sözleşme, en üstün bir yetke ya da parlamentolar veya en gösterişli ve görkemli barış antlaşmaları tarafından onanmış olsa bile. Çünkü hiç bir çağ, bir yemine dayanarak kendisinden sonra gelen dönemlerin, hem de pek önemli konularda, bilgilerini genişletmemesi ve yanılgılarını düzeltmemesi ya da aydınlanmada ileri gitmemesi için herhangi bir anlaşmaya yönelemez. Böyle bir şey insan doğasına karşı işlenmiş bir kıyım olur; çünkü sözü geçen bu durum, insan doğasının köktenci amacı ve belirlenim ilkelerinden biri olan ilerlemeye aykırıdır, ve bundan dolayı daha sonraki kuşaklar da bu gibi anlaşmaları yetkisiz ve suçlu bularak bir kenara bırakmakta tamamıyla haklıdırlar.

Şimdi acaba aydınlanmış bir çağda mı yaşıyoruz? sorusu sorulunca, yanıt şöyle olacaktır: Hayır, aydınlanmış bir çağda değil, fakat aydınlanmaya giden bir dönemde, bir aydınlanma döneminde yaşıyoruz. şimdiki zamanlarda olduğu gibi, insanlığın bir bütün olarak, başkasının rehberliği olmaksızın, dinsel konularda kendi aklını iyi bir biçimde ve güvenilir bir şekilde kullanması durumunda olması ya da bu duruma getirilebilmesi için kat edilecek daha çok yolumuz var. Fakat bu yönde özgürce çalışmak için şimdi onların yolunun temizlenip aydınlatıldığına ilişkin farklı göstergelere sahibiz; böylece evrensel aydınlanmaya giden yoldaki engeller, insanın kendi suçu ile düşmüş bulunduğu bu ergin olmayış durumundan kurtuluşu ile ilgili güçlükler yavaş yavaş da olsa giderek azalmaktadır. İşte bu bakımdan çağımız bir aydınlanma çağıdır ya da Friedrich'in yüzyılıdır. Bir prens din konularında, halkına herhangi bir emir vermemeyi ya da yükümlülük yüklememeyi kendi görevi bakımından bir küçüklük ya da bir gerilik olarak görmez ve halkını tüm bir özgürlüğe doğru yöneltirse, hatta bu prens hoşgörülü gibi kibirli bir sıfatı kabul ederek bir zayıflık da gösterse, o aydınlanmış bir kimsedir. işte böyle bir kimse çağdaşlarınca ve kendisine borçlu olacak daha sonra gelenlerce; insanlığı ergin olmayıştan ilk kez kurtaran, hükümeti ilgilendirdiği oranda ve bütün insanları vicdanları ile ilgili tüm konularda akıllarını kullanmada özgür bırakan bir insan olarak onurlandırılmayı hak eder. Onun yönetimi altında kilise ileri gelenleri kendi resmi görevlerinin yapılmasını gerekli gördüğü konularda önyargılı davranmaksızın ve fazla ayak diretip karşı koymaksızın bir bilim adamı gibi kendi güçleri ve olanakları elverdiği ölçüde özgür bir biçimde ve halka açık olarak kendi kanılarını, düşüncelerini ve kararlarını dünyanın yargısına, oyuna ve onayına sunabilirler, hatta bu tutum yer yer, şurda burda ortodoks öğretiden sapmaları da beraberinde getirse bile; işte bu durum herhangi resmi bir görevle sınırlandırılmamış diğer kimselere de uygulanır. Bu özgürlük ruhu dışarıya doğru da bir açılma ve yayılma gösterir, öyle ki kendi işlevini yanlış anlayan, görevini kötüye kullanan ve rolünü başarıyla oynayamayan hükümetlerce empoze edilen dış engellemelerle bile sataşmak zorunda kalır. Bu gibi hükümetler, en azından ulusun birliğini ve halkın uyumunu tehlikeye düşürmeksizin özgürlüğün böyle bir ortamda nasıl varolabildiğini gösteren parlak birer örnektirler. 

Artık insanlar kendi rızalarıyla yollarının üstünden barbarizmin, bir tür büyüklük kompleksinin yavaş yavaş kaldırılması için çalışacaklar ve bu da benimsenmiş, yapma ve uydurma birtakım ölçülerin insanları bunların içinde tutmasının ortadan kaldırılmasıyla birlikte gerçekleşecektir. Burada aydınlanmanın yani insanın kendi kabahati sonucunda karşı karşıya bulunduğu olgun olmayış ya da kendi sorumluluğu sonucu düştüğü ergin olmayış durumundan kurtuluşunun odak noktası olarak din konularını belirlemeye çalıştım. Çünkü bilimler ve, sanatlarla ilgili olarak yöneticilerimizin bu konular üzerinde söz sahibi olma ve koruyuculuk yapma rolü oynamaları çıkarlarına uygun düşmez; ikinci olarak din bakımından ergin olmayış her şeyden daha çok tehlikeli, zararlı ve onur kırıcıdır. Fakat bilimlerde ve sanatlarda özgürlüğe öncelik tanıyan bir devlet başkanının düşünme biçimi daha ileri bir yayılım gösterir ve kendi yasası açısından bile vatandaşlarının kendi akıllarını serbestçe ve herkese açık olarak kullanmasına izin vermesinde hiç bir tehlikenin bulunmadığını bilir, herkesin önünde daha iyi bir yasanın yapılması için onların düşüncelerini alır; bu durum yürürlükteki yasanın doğru, içten ve açık bir eleştirisini getirse bile; önümüzde bu türe uygun çak parlak bir örnek vardır, hiç bir yönetici bizim kendisini onurlandırdığımız bu kimseyi şimdiye değin aşamamıştır. [Büyük Friedrich, ç.] Ama kendisi aydınlanmış, hayaletlerden korkmayan bir yönetici elinde iyi örgütlenmiş ve kalabalık bir orduyu toplumun güvenliğini sağlayabilme için bulundursa da, devletin cesaret edemediği şu sözü söylemek yürekliliğini kendinde bulabilir: “İstediğiniz, kadar ve istediğiniz konular üzerinde düşünün, ama itaat edin! Bu durum ise insansal konularla ilgili olması nedeniyle karşımıza tuhaf ve umulmadık bir durum olarak çıkar, tıpkı herşeyin hemen hemen paradoksal olduğunu geniş anlamda aldığımızda buna benzer bir sonuca varmamız gibi bir şeydir bu. 


Yüksek düzeye ulaşmış bir toplum özgürlüğüdür kuşkusuz halkın zihinsel özgürlüğü yanında bir önceliği vardır ve onun önüne aşamayacağı sınırlar koyar: Buna karşın toplum özgürlüğünün daha aşağı bir düzeyde olması demek, onun zihin özgürlüğüne kendi gücünü gösterebilmesi için yeteri kadar yer sağlaması demektir. Doğa bir defalığına sert kabuğu altındaki tohumu özgürlüğüne kavuşturmuş, bütün yumuşaklığı ile onu kollamış, yani özgür düşünmeye yönelik bir eğilim ve hizmet sonunda giderek halkın zihniyetine, onda yerleşmiş bulunan inançlara tepki göstermiş ve yavaş yavaş özgür eyleyebilme aşamasına, gelmiştir. Bu durum yani özgür düşünme ve eyleme, yönetimlerin yani hükümetlerin ilkelerini de etkileyecek ve kendilerine göre insanı kullanarak onu sömürebilecekleri ya da ondan yararlanabilecekleri düşüncesi, makineden fazla bir şey olan insanın, insansal onuruna uygun davranma düşüncesine dönüşecektir.

Felsefe Yazıları “Aydınlanma Nedir” (1784)  Immanuel Kant
Türkçesi: Nejat Bozkurt
Felsefe Yazıları-1983

(koyu renkleri ben yaptım DK)


Osmanlı'da Alman Yayılmacılığı


[Ottoman Empire] Jerusalem, Official Visit of Wilhelm II, German Emperor, Palestine, 1898 (Alman Kralı Wilhelm'in Kudüs Ziyareti, Filistin, 1898) 1898https://www.flickr.com/photos/39206470@N08/22524319355

Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman yayılmacılığı

II. Wilhelm’in İstanbul’a yaptığı iki ziyaret Fransa’nın Anadolu ve Doğu Akdeniz’deki asırlık prestijini kayda değer ölçüde zayıflatmaya yetti. Almanlar, bir zamanlar Türk ordusunu ve Osmanlı Devleti’nin çeşitli idarî kurumlarını düzenlemekle görevlendirilmiş olan Fransız subay ve memurlarının yerini aldılar. İstanbul ve Türkiye’nin diğer kentleri Alman göçmenlerin ve sermayedarların akınına uğradı.

"1906 ve 1927 Nüfus Sayımlarını Karşılaştırmak




Tarih 29 Ocak 1923. ‘Mübadele’ kararıyla Anadolu topraklarından binen bir gemi dolusu insan, İstanbul Boğazı’ndan geçiyor. İnsanlar ayakta, denkleri yanlarında. Yolculuk Yunanistan’da son bulacak. 
FOTOĞRAF: FRANK AMERICA/NEAR EAST RELIEF
http://www.radikal.com.tr/yasam/gunluk-hayattan-tarihi-kareler-1048586/





1906 sayımına göre
Türkiye’nin bugünkü sınırları  içindeki  nüfus takriben 15 milyondu. Bu nüfusun yaklaşık %10’u Rum, %7’si Ermeni, %1’i Musevilerden oluşuyordu.