Murray Bookchin
https://www.youtube.com/watch?v=44EPrrZAgWY |
Kapitalizm 1930’ların tüm teorik kehanetlerine meydan okuyarak, kendini
alabildiğine yeniden güçlendirdi ve ll. Dünya savaşından bu yana görülmemiş bir
esnekliğe kavuştu. Aslında kapitalizmin şu ana kadar izlediği toplumsal
yörüngesinden bahsetmek yerine, en
“olgun” şeklinde oluşan kapitalizmin ne olduğunu açık olarak tanımlamamız
gerekmektedir. Ancak, burada açıkça iddia edeceğim şey, kapitalizmin bir
zamanlar bir toplum içinde var olan pek çok kapitalizm
öncesi toplumsal ve politik oluşumlarla çevrili bir ekonomiden, kendisini “iktisadileşmiş” bir topluma
dönüştürdüğüdür.
Tüketimcilik ve endüstirializm gibi terimler, sadece yaygınlaşan bir burjuvalaşmayı anlatmak için kullanılan obscurantıst örtmece terimler değildir. Bu terimler mallara ve gelişmiş teknolojilere sahip olmak için duyulan basit bir isteği değil, ancak meta ilişkilerinin –piyasa ilişkilerinin- rekabetçi, biriktirmeye dayalı bütünüyle gayri ahlaki insan ilişki biçimlerine, eğer bu bir sığınma değilse, bir kez değişik derecelerde direnişte bulunan toplumsal hareketlere ve yaşam alanlarına da yayıldığını ifade eder. Piyasa değerleri giderek artan bir şekilde ailesel, eğitimsel, kişisel, hatta tinsel ilişkilere sızmış ve iş yaşamı davranışlarıyla karşıtlık içindeki karşılıklı yardımlaşma, idealizm, ve ahlaki sorumluluk gibi kapitalizm öncesi gelenekler arasındaki çelişkiyi keskinleştirmiştir.
Bir çok yeni muhalefet tarzı içinde-
Yeşiller, özgürlükçüler ve genellikle radikallerde- toplumun burjuvalaşmasına
yaşamın her düzeyinde karşı çıkmak amacıyla, alternatif yaşam alanları
açılmasının gerekli olduğunu benimseyen bir anlayış vardır. “Toplum”,
“politika”, ve “devlet” arasındaki ilişkiler önemli bir konu olarak programatik
önceliklerden biri haline gelmektedir. 1960’ların karşıt kültüründen beslenen
komünler, kooperatifler ve mahalli hizmet organizasyonlarının- tam anlamıyla
ortaya çıkmadıklarında kolayca butik tipi faaliyetlere dönüşerek
yozlaştırılabilen yapıların- ötesinde radikal bir kamusal alan yaratma olanağı
var mıdır? Acaba kamusal alan, değişim,eğitim, yetkilendirme ve en sonunda
kurulu düzen ile savaşabilecek çelişen güçlerin etkileştiği bir alan olabilir
mi?
Marksizim , Kapitalizm ve Kamusal Alan
Kamusal alan kavramı sınıfsal
alanın geleneksel radikal fikirleriyle karşıtlık halindedir.
Özellikle Marksizm tanımlanabilir bir “kamu”, ya da iki yüzyıl önceki
demokratik devrimler dönemindeki “halk” kavramlarının varlığını inkar etmiştir.
Çünkü bu görüş, görünürde özgül sınıf çıkarlarını gözden saklamıştır- bu
çıkarlar nihayetinde burjuvaziyi proleterya ile amansız bir çatışma haline
getireceği varsayılan çıkarlardır. “Halk”, Marksist teorisyenlere göre, bir şey
ifade etmiyorsa, onlara, girmeyi şiddetle arzuladıkları kapitalist sınıfın
saflarında yer alması beklenen ve eninde sonunda işçi sınıfı tarafından da
saflarında yer alması için zorlanacak olan soyu tükenen, biçimlenmemiş,
tanımlanmamış dar kafalı burjuvalar- geçmişin ve geçmiş devrimlerin bir mirası-
olarak görünmektedir.
Proleterya sınıf bilinci aşamasına ulaştığında, özellikle
genel bir ekonomik krizde ya da
kapitalizmin içsel “kronik” krizleri esnasında bu belirsiz orta sınıfı
bir kez massettiğinde, eninde sonunda insanlığın genel çıkarlarını ifade edecektir.
1930’lar, grev dalgaları, işçi
ayaklanmaları, devrimci ve faşist gruplar arasındaki sokak çatışmaları, kanlı
bir sosyal ayaklanma ve savaş beklentisi ile bu görüşü doğrular gibidir. Ancak
bu geleneksel radikal görüşün günümüzün gerçekliği olan düzenlenmiş kapitalist
sistem- ekonomik olduğu kadar kültürel ve ideolojik olarak da düzenlenmiş bir
kapitalist sistem- ile yer değiştirdiğini görmemezlikten gelemeyiz. Her ne
kadar yaşam standartları milyonlarca insan için yıpratıcı olsada, eşi görülmemiş
bir olgu hala karşımızda durmaktadır; kapitalizm yaklaşık yarım yüzyıldır
“kronik krizler”den bağımsızdır. Ne de gelecekte Büyük Bunalım ile
karşılaştırılabilecek önceden tahmin edilebilir bir krize dair işaretler
vardır. Kapitalizm, muhtemelen yeni bir toplum için genel bir çıkar yaratacak,
uzun dönemli bir ekonomik çöküşün içsel kaynaklarından uzak, krizlerle başa
çıkma konusunda geçmiş elli yıldan ve
“tarihsel egemenlik” dönemi
olarak anılan geçmiş yüzyıldan çok daha başarılıdır.
Klasik endüstri proleteryası I.Dünya’da sayısal olarak (sosyalistlerin
kapitalizm ile karşı karşıya gelişlerindeki tarihsel locus classicus), sınıf bilinci anlamında, hatta tarihsel yegane
sınıf olarak politik bilinç anlamında da zayıflamıştır. Marksist teoriyi maaşlı
insanları da proleteryaya dahil edecek şekilde yeniden yazma çabaları, sadece
duyarsızca değil aynı zamanda bu çok farklı orta sınıf nüfusunun kendisi ve
piyasa toplumuyla olan ilişkisini kavramasıyla da açıkça tam bir zıtlık
halindedir. Kapitalizmin gelişiminin kendi var oluşu ile çelişmesinden dolayı
“içsel” bir çöküşe uğruyacağı umuduyla yaşamak, günümüz koşullarında bir
illüzyondur.
Ancak daha önce de belirttiğim gibi,
kapitalizmin radikal bir toplumsal değişim yolunda genel bir insani çıkar
oluşturacak bir krizin- ekolojik bir krizin- dışsal koşullarını yarattığına
dair dramatik işaretler vardır. Rekabetçi ve yayılmacı bir tabanda yer alan
“büyü ya da öl” mantıklı piyasa sistemi etrafında organize olan kapitalizm,
doğal dünyayı yok edecektir- toprağı kuma çevirecek, atmosferi kirletecek,
gezegenin tüm iklimsel dokusunu değiştirecek ve belki de dünyayı karmaşık yaşam
biçimleri için uygunsuz hale getirecektir. Aslında kapitalizm ekolojik bir kanser olduğunu
göstermektedir ve sayılamayacak kadar uzun bir zamanda ortaya çıkmış karmaşık
ekosistemleri basitleştirecektir. Eğer kendi içinde bir sonuç olarak- organik
dünyayı yok etme ve biriktirme yarışı tarafından zorlanan- akılsız ve sonsuz
büyüme, maddi, etik ve kültürel farklılıkları kesen problemler yaratıyorsa, “halk”
ve “kamusal alan” kavramları yaşayan tarihsel gerçeklikler halini alabilirler.
Bundan dolayı, yeşil hareket ya da en azından bazı radikal ekolojik hareketler
her yönüyle geleneksel işçi hareketi ile kıyaslanabilecek düzeyde benzersizlik,
tutarlılık ve politik önem kazanabilirler.
Eğer proleter radikalizmin
yerlemi (locus) fabrika ise ekolojik hareketin ki topluluktur (community):
mahalle, kent ve yerel yönetimlerdir. Geliştirilmesi gereken yeni bir politik
alternatif, ne parlementarizm ile ne de karşı kültür aktiviteleri ve sadece
özel olarak seçilmiş bazı kişilerle sınırlandırılan doğrudan eylem ile oluşturulmalıdır. Aslında,
doğrudan eylem – doğrudan eylemin en yüksek biçimi olarak, toplumun kaderini
belirlemede insanların tam yetkilendirilmesi- tam katılımcı demokrasiye dayanan
toplumun kendi kendini yönetme biçiminde, bu yeni politika ile içice
geçmelidir.
Yeşil Hareket ve Kamusal Alan
Yeşil
hareket bu tür bir perspektif ortaya koymak ve onu eyleme geçirecek bir alan
olma bakımından dikkate değecek kadar iyi konumlanmıştır. die Grünen gibi
hareketlerin yetersizlikleri, başarısızlıkları, ve geri çekilişleri radikal
toplum teorisyenlerini bu hareketleri eğitmek ve onlara gerekli olan yön
duygusunu verme sorumluluğundan alı koymaz. Büyük çaplı uzlaşmaların bu
ülkelerdeki radikalleri ayrı ayrı Yeşil partilerden soğutmasına rağmen,
yeşiller, Fransa ve Batı Almanya’da dahi,
bütünüyle umutsuzluğa düşmemiştir. Burada önemli olan ekolojik krizin kendisinin kendini
açıkça ifade eden radikal eğilimleri dışlayan geniş çaplı bir çevre hareketi
noktasında yapılanmasına pek de izin vermeyeceğidir.
Bu tür radikal eğilimleri beslemek,
teorik açıdan güçlendirmek ve onlara tutarlı radikal bir bakış açısını
kazandırmak samimi radikallerin büyük bir sorumluluğudur. Burjuvalaşmaya doğru
sürüklendiğimiz bir çağda, hareketleri yıkan sadece günlük hayatın metalaşması
değil, aynı zamanda bu metalaşmaya ve onun büyük örgütlü (cooptation) güçlerine
muhalefet etmek için gerekli olan bilinçliliğin eksikliğidir.
Toplum, Politika ve Devlet
Şu an bu bilinçliliğe somut bir biçim ve
gerçeklik vermek büyük bir gerekliliktir. 1960’lar egemen kültüre direnmek için
karşı kültür hareketlerini yükselişe geçirmişse, yüzyılımızın yaklaşan yılları
da merkezi devlete karşı koyabilmek için halka ait karşı-kurumları bir ihtiyaç
haline getirmiştir. Bu kurumların özgül biçimleri bulunulan yörenin
gelenekleri, değerleri, ilgileri ve kültürüne göre çeşitlilik gösterebilir.
Ancak yeni kurumlara olan gerekliliği, daha uzun vadede ise yeni bir radikal
politikaya olan ihtiyacı geliştirmek isteyenler, belirli temel teorik
dayanakları açıklığa kavuşturmak zorundadır. Politikayı bir kez daha tanımlama gerekliliği- gerçekten ona
geçmişteki anlamından daha geniş bir anlam verme- pratik bir zorunluluktur.
Radikallerin bu ihtiyacı karşılamaktaki yetenekleri ve gönüllükleri, Yeşiller
gibi hareketlerin geleceğini ve temel toplumsal değişiklikler için tutarlı bir
güç olarak, var olacak radikalizmin olanaklılığını belirleyecektir.
Temel
kurumsal alanlar- toplumsal, politik ve devlet- birbirlerinden net olarak ayırt
edilebilmelidir. Toplumsal alan açıklıkla politik alandan, politik alan da
devletten ayrılabilir olmalıdır. Fakat bugün, tarihsel olarak gölgelenmiş bir
dünyada, bu kavramlar muğlaklaşmış ve mistikleşmiştir. Günümüzde ekonominin
artan oranda toplumu soğurması gibi politika da devlet tarafından
soğurulmuştur. Eğer ekolojik yıkımdan bahsedecek yeni ve gerçek bir radikal
hareket doğacaksa ve eğer ekolojik yönelimli bir toplum, insanlar üzerinde olduğu
gibi doğa üzerindeki tahakküme son vermek istiyorsa, bu süreç durdurulmalı ve
tersine çevrilmelidir.
Her zaman günümüzdeki biçimleri ile
var olsalardı toplum, politika ve devleti tarih-dışı olarak düşünmek kolay
olurdu. Ancak gerçek şudur ki; her biri karmaşık bir gelişim süreci izlemiştir ve bu onların toplumsal teori ve
pratikteki önemlerini açıkça anlayabilmemiz için bilinmelidir. Bugün çoğunlukla
politika olarak adlandırdığımız şey,
aslında parlamenterleri, hakimleri, bürokratları, polisi ve ordusuyla devlet
aygıtı çevresinde yapılanmış devlet-yönetimidir ve benzer şekilde, devletin
zirvelerinden en küçük topluluğa kadar yeniden üretilerek çoğaltılan bir
görüngüdür. Fakat politika terimi,
Yunanca etimolojisi olarak, polis’lerinin
doğrudan yönetiminde kendini yetkili
hisseden, bilinçli yurttaşlar tarafından oluşturulan kamusal alanı ifade eder.
Toplum sırasıyla, görece özel
bir alan, ailesel yükümlülüklerin, arkadaşlığın, kişisel bakımın, üretimin ve
yeniden üretimin alanıydı. Sadece insan grupları olarak ortaya çıkışından, son
derece gelişmiş kurumsal biçimlerine kadar tam anlamıyla toplum dediğimiz
toplumsal yaşam, aile ya da oikos etrafında
yapılanmıştı. (Ekonomi, aslında, ailenin yönetiminden çok az farklılık ifade
ediyordu.) Nüvesi erkeğin sivil dünyası tarafından tamamlanan kadının evsel
alanıydı.
İlk insan topluluklarında hayatta
kalmak, koruma, ve bakım ile ilgili en önemli işlevler evsel alanda ortaya
çıkmıştır, sivil hayat büyük ölçüde hizmet alanı olarak var olmuştur. Bir
kabile (terimi klanları ve zümreleri içerecek şekilde geniş anlamı ile
kullanacak olursak) birbirlerine kan, evlilik ve, yaşa ve işe dayanan işlevsel
bağlarla örülmüş gerçek bir toplumsal varlıktır. Bu kuvvetli merkezcil güçler,
yaşamın biyolojik gerçeklerinden kaynaklanmış bu toplulukları bir arada
tutmuştur. Bu onlara öyle bir içsel dayanışma duygusu vermiştir ki, büyük
ölçüde grubun “dışındakiler” ve “yabancılar” dışlanmıştır. Yabancıların kabulü
ancak, konukseverlik kuralları ve savaşın artan bir öneme sahip olduğu
durumlarda savaşçıları yeni üyelerle takviye etme ihtiyacına bağlıydı.
Kayıtlı tarihin büyük bir bölümü erkek
sivil alanın büyümesi ve bunun evsel ve sosyal hayata yayılışının toplamıdır.
Erkekler kabile içi savaş ve avlanma sahaları üzerindeki çatışmaları sonucunda,
ilksel topluluk üzerinde artan bir otoriteye kavuştu. Belki de bundan daha
önemli olan, tarımsal alanda çalışan insanlar daha büyük toprak parçalarını
kendilerine tahsis ettiklerinden avcı insanlar kendilerini ve yaşam koşullarını
güçlendirme ihtiyacı duydular.
Bu farklılaşmış sivil alandan (sivil kelimesi burada tekrar en geniş
anlamıyla kullanılıyor) politika ve devlet doğmuştur. Fakat bu, politika ve
devlet-yönetiminin başlangıcından beri aynı olduğunu söylemek değildir. Eski
sivil alandaki ortak köklerine rağmen bu ikisi şiddetle birbirlerine
karşıttırlar. Tarihin giysileri hiçbir zaman temiz ve pürüzsüz değildir. Küçük
evsel sosyal gruplardan, büyük bölgeleri kuşatan imparatorlukların otoritesine
sahip olan son derece farklılaşmış, hiyerarşik ve sınıf sistemlerine doğru
toplumun evrimi, kesinlikle karmaşık ve düzensiz bir süreç izlemiştir.
Evsel ve ailesel alan kendi başına –bu
toplumsal alan demektir- bu devletlerin şekillenmesine yardımcı olmuştur. Mısır
ve Pers imparatorluğu gibi erken dönem despotik krallıklar, tam bir sivil
oluşum olarak değil ancak, monarkların kişisel maiyetleri veya evsel nüfuz
alanları olarak görülebilir. “Tanrısal”
krala ve ailesine ait olan bu büyük görkemli mülkler daha sonraları daha
küçük aileler tarafından feodallere ve malikanelere ait mülklere bölünmüştür.
Günümüz aristokrasisinin bir insanın gücünü ve statüsünü belirleyen toplumsal
değerleri, akrabalık ve soy kokmaktadır; yurttaşlık ya da zenginlik değil.
Kamusal Alanın Yükselişi
Devletten kaynaklanan toplumsal ve evsel
alanın tuzaklarını yavaşça elimine ederek yeni bir politik alan açan, V.Gordon
Childe’ ın ifadesini kullanacak olursak, Bronz Çağı “kentsel devrimi” idi.
Genellikle tapınaklar, askeri kaleler, yönetim merkezleri ve bölgelerarası
pazarlar etrafında kentlerin yükselişi daha laik ve evrenselci bir politik
alanın oluşması için temel oluşturdu. Belirli bir zaman ve gelişim içinde bu
alan yavaşça eşi görülmemiş bir kamusal alana evrildi.
Kamusal alanın mükemmel örneği
olabilecek kentler ne tarihte ne de toplumsal teoride vardır. Ancak bazı
kentler ağırlıklı olarak ne sosyal (evsel anlamda) ne de devletçi olmalarına
rağmen, bütünüyle yeni toplumsal ayrıcalıkların yükselişini sağlamışlardır.
Bunun en dikkate değer örnekleri antik Yunan liman kentleri ile orta çağ
İtalya’sı ve Orta Avrupa zanaat ve ticaret kentleridir. Aynı zamanda İspanya,
İngiltere, ve Fransa gibi yeni oluşan ulus-devletlerin modern kentleri de kendi
kimliklerini ve yurttaş katılımının görece popüler biçimlerini geliştirmişlerdir.
Bu örneklerin sınırlılığının ve hatta ataerkil niteliklerinin, evrensel
hümanist niteliklerini gölgelemesine izin verilmemelidir. Modernizmin Tanrısal
doruklarından baktığımızda, dikkati çeken şey; binlerce yıldır neredeyse tüm
“uygarlıklar” ile birlikte kentlerin de paylaştığı, önemsiz olduğu oranda
tarih-dışı olarak da görülebilecek olan çöküşlerdir.
Can alıcı bir durum olarak göze çarpan şey, bu kentlerin kamusal alanı
yarattığıdır. Yunan demokrasilerinin agorasında, Romalı’ ların forumlarında,
orta çağ komünlerinin kent merkezinde, ve Rönesans kentlerinin plazalarında
yurttaşlar bir araya gelebilmiştir. Bu kamusal alanın bir düzeyinde ya da
diğerinde, radikal olarak oluşmuş yeni bir politik alan, sınırlandırılmış
ancak, sıklıkla katılımcı demokrasi biçimlerini ve yeni bir kentsel bireycilik
kavramını oluşturmuştur; yurttaş.
Etimolojik
kökenine ait terimlerle tanımlayacak olursak politika topluluğun ya
da polis’in üyeleri ya da
yurttaşları tarafından yönetilmesidir. Politika aynı zamanda topluluk ile kan bağı olmayan
“yabancıların” ve “dışarıya ait olanların” kentsel haklarının tanınmasıdır. Bu
soy ile ilişkili “akraba” kavramından ayrılan evrensel bir humanitas fikri anlamına gelir. Bu kökten gelişimlerle birlikte
politika, sosyal etkinliklerde laikleşmenin arttığı, bireysel olana yeni bir
saygının ortaya çıktığı ve üzerinde düşünülmeyen geleneklerin getirdiği
zorluklara karşı, akılcı davranış ilkelerine giderek artan bir ilginin
gösterildiği bir yol izledi.
Kentlerin ve politikanın yükselişiyle
birlikte ayrıcalıkların, haklar açısından eşitsizliğin, doğa üstü kaprislerin,
geleneklerin ve hatta “yabancıya” duyulan güvensizliğin tamamıyla ortadan
kalktığını kastetmiyorum. Örneğin Fransız Devrimi’nin en radikal ve demokratik
dönemlerinde, Paris’te “yabancı komplolara” duyulan korku ve hastalık şeklinde
“yabancılara” duyulan güvensizlik epeyce yaygındı. Ne de kadınlar erkeklerin
sahip olduğu özgürlükleri her zaman tam olarak paylaştılar. Bununla beraber,
kanımca, kentin yarattığı toplumsal ya da devletin çukurlarına gömülemeyecek
çok yeni bir şey vardır; kamusal alan ve politik düzlem. Bu alan ve düzlem
zamanla daralmış ya da genişlemiştir ancak, hiçbir zaman bütünüyle tarih
sahnesinden çekilmemiştir. Bu kavramlar Ptolemik Mısır’da, 17.yy Avrupası’nın
mutlak monarşilerinde ve yüzyılımızda Rusya ve Çin’ de kurulan totaliter
sistemlerde ortaya çıkan, değişik derecelerde gücü merkezileştiren ve
profesyonelleştiren ve sonuçta, kendi içinde bir son haline getiren devlet ile
karşıtlık halindedir.
Yerel yönetimin ve Konfederasyonun
Önemi
Politikanın ebedi fiziksel alanı hemen hemen
her zaman kentler ve kasabalar daha genel anlamda yerel yönetimler olmuştur.
Tabii ki politik olarak varlığını sürdürebilen bir kentin boyutları önemsiz
değildir. Yunanlılara, özellikle Aristo’ya göre, bir kent ya da polis işlerin yüz yüze görüşülemeyeceği
ya da yurttaşlar arasındaki samimiyeti ortadan kaldıracak kadar büyük
olmamalıdır. Bu, standartların sabit ya da dokunulmaz olduğu anlamına değil;
kentleri güçlendirerek, oluşmakta olan devlete doğrudan bir karşı koyma
anlamına geliyordu. Küçük anlamına gelmeyen ancak belirlenmiş ortalama
boyuttaki bir polis, insanların
açıkça herkesin önünde fikirlerini ifade edebileceği, temsiliyet düzeyinin
dikkatlice korunduğu, kurumsal olarak çevresindeki etkinlikleri yürütebilecek
şekilde düzenlenebilir olmalıydı.
Politik bir kişi olmak için kesin maddi ön koşulların gerekli olduğuna
inanılıyordu. Politik etkinliklere katılmak için bir parça boş zamana ihtiyaç
vardı ve bu boş zaman büyük oranda köle emeğinden sağlanıyordu. Bununla
birlikte, bu, tüm aktif Yunanlıların köle sahibi olduğu düşüncesinin doğru
olduğu anlamına gelmiyor. Hatta, pratikte insanları meclislerde belli bir saygı
içinde tutma gereksiniminden dolayı yurttaşlara makul sınırlamaları telkin eden
kişisel eğitim ve karakter oluşturma ihtiyacı –yunan paidaeia görüşü- boş zamandan çok daha önemliydi. Kamusal hizmet
ideali dar, egoist dürtülerden daha önemli ve bir genel çıkar idealini
geliştirmek için gerekliydi. Bu ideal, sadık arkadaşlık ilişkilerinden- yunan philia görüşünden- kent festivalleri ve
askeri hizmetler sırasında paylaşılan ortak deneyimlere dek uzanan karmaşık bir
ilişki ağı kurularak başarılmıştır.
Ancak bu anlamda
politika sadece Helenik bir görüngü değildi. Benzer sorunlar ve gereksinimler
sadece Akdeniz havzasındaki özgür kentlerde değil, Kıta Avrupa’sında,
İngiltere’de ve Kuzey Amerika’da da ortaya çıkmış ve çeşitli yollarla
çözülmüştür. Hemen hemen tüm bu özgür kentler, uzunca bir zaman diliminde
değişen oranlarda demokratik bir politika ve kamusal alan yaratmışlardır.
İnsanlık ulus-devlete ya da yerel yönetim konfederasyonlarına dayalı toplumlar
kurma olasılığı ile yüz yüze geldiğinde, merkezi devletlere derin karşı
duruşlarıyla özgür kentler ve bu kentlerin federasyonları bazı kritik tarihsel
dönüm noktaları yaratmışlardır.
Devlet
de tarihsel bir gelişime sahiptir ve basitçe tarih dışı bir görüngüye
indirgenemez. Antik devletleri tarihsel olarak yarı-devletler, monarşik
devletler, feodal devletler ve cumhuriyetçi devletler takip etmiştir. Bu
yüzyılın totaliter devletleri geçmişin en acımasız tiranlıklarını bile gölgede
bırakmıştır. Ancak ulus-devletin asıl yükselişi, merkezi devletin kentselliğin,
kasabaların ve köysel yapıların yaşamsallıklarını zayıflatıp onların
işlevlerinin yerine bürokrasi, polis ve askeri gücünü yerleştirmesi sayesinde
gerçekleşmiştir. Devlet ile yerel yönetim arasında genelde güç fark edilen,
sıklıkla açık çatışma halinde ortaya çıkan karşılıklı etkileşim tarih boyunca
gözlenmiş olup günümüzün toplumsal manzarasını şekillendirmiştir. Ne yazık ki,
yeterince dikkat edilmeyen bir olgu da, devletlerin sahip olduğu gücün tüm
kapasitesi ile kullanılmasının sıklıkla, karşılaşmış olduğu yerel yönetime ait
engeller tarafından sınırlandırılmış olduğudur.
Devletçilik gibi milliyetçilik de
modern düşünce üzerinde öylesine derin izler bırakmıştır ki, toplumsal
örgütlenmelere dair yerel yönetime ait politikalar neredeyse kağıt üzerinde
kalmıştır. Daha önce de belirttiğim gibi, günümüzde politika devlet-yönetimi ve
gücün profesyonelleşmesi ile bir tutulmaktadır. Politik alan ve devletin
genelde birbirleriyle çatışma halinde olduğu- gerçekten kanlı iç savaşlarda
patlayan bu çatışmalar- neredeyse tamamıyla gözden kaçmıştır. Geçmişin büyük
devrimci hareketlerinde, 1640’lardaki İngiliz Devrimi’nden günümüzün
devrimlerine kadar göze çarpan nokta, güçlü topluluk duyguları ve başarılarını
dayandırdıkları güçlü topluluk bağlarıdır. Ulus-devletlerin hala aklından
çıkmayan yerel yönetimlere ilişkin otonomi korkusu, ona karşı ortaya sürdükleri
sonsuz argümanda görülebilir. Eğer özgür topluluk ve katılımcı demokrasi “ölüm”
gibi bir görüngü ise, devamlı karşılaştığımızdan daha az karşıt görüşlerle mi
karşılaşacağız ki.
Nasıl ki, çok uluslu
şirketlerin ortaya çıkışı milliyetçiliği günümüz gündeminden çıkarmamışsa,
muazzam boyutlardaki megapolislerin yükselişi de topluluğa ve kente ait
politika yaratmayla ilgili tarihsel arayışlara son vermiş değildir. New York,
Londra, Frankfurt, Milan ve Madrid gibi
kentler büyük yapısal boyutlarına ve içsel bağımsızlıklarına rağmen,
mahalleler ve bölgeler arası ağlar oluşturarak, politik açıdan kurumsal olarak
yerinden yönetilebilirler. Aslında, hava kirliliği, yeterli su temini, suç,
yaşam kalitesi ve ulaşım gibi başlıca önemli ekolojik problemleri olan bu
kentler, yapısal olarak yerinden yönetilmeksizin nasıl işlevsel hale
getirebilirler ki. Tarih dramatik bir şekilde göstermiştir ki; milyona yaklaşan
nüfusları ve ilkel iletişim araçlarına sahip büyük Avrupa kentleri, politik
olarak hayati öneme sahip yerinden yönetilen sıradışı kurumlarının iyi bir şekilde koordine edilmesiyle işlerlik
kazanmıştır. 1500 ‘lerin başlarındaki Comunero
devrimlerinde patlayan Kastilya kentlerinden, 1790’ ların başlarındaki Parisyen
meclislerine ya da seksiyonlarına oradan da 1960’ ların ( sadece küçük bir
kısmından bahsediyorum) Madrid Yurttaşlar Hareketi’ ne kadar büyük kentlerdeki
yerel yönetim hareketleri, gücün nerede toplanması gerektiği ve toplumsal
yaşamın kurumsal olarak nasıl yönetileceğine dair can alıcı konuları ortaya
atmışlardır.
Bir yerel yönetimin
bir kabile gibi dar görüşlü olabileceği açıkça ortadadır- ve bu, günümüzde
geçmişte olduğundan daha az doğru değildir. Bu nedenle, konfederal olmayan-
yani bulunduğu bölgedeki diğer kasaba ve kentler ile karşılıklı bir yükümlülük
ağı içine girmeyen- hiçbir yerel yönetim
hareketi, geleneksel anlamda gerçek bir politik varlık olarak, kentteki diğer
mahalleler ile birlikte çalışmayan bir mahalleden daha fazla dikkate alınmayabilecektir.
Konfederasyon, paylaşılmış yükümlülüklere, konfedere delegelerin topluluklarına
tam olarak sorumlu olmalarına, geri çağırma hakkına, ve yapılacak işlerin kesin
olarak belirlenmiş olduğu temsilcilere dayanır.-ki bunlar yeni bir politikanın
vazgeçilmez biçimlerini oluşturur. Var olan kasaba ve kentlerin yerel düzeyde
ulus-devletin kopyaları olmalarını talep etmek, toplumsal değişim talebinden
vazgeçmektir.
Çok büyük pratik öneme
sahip olan şey, devlet öncesi kurumlar,
gelenekler ve duyarlılıkların tüm dünyada değişen derecelerde varlıklarını
koruduklarıdır. Baskıcı devletlerin hak ve özgürlük tecavüzlerine karşı
gösterilen direnç, Güney Afrika, Orta Doğu ve Latin Amerika'daki mücadelelerde
de tanık olduğumuz gibi, köy, mahalle ve kasaba topluluk ağları tarafından
beslenmiştir. Şu an Sovyet Rusya’yı sallayan sarsıntılar, sadece daha büyük
özgürlük talebi için değil, aynı zamanda merkezi bir ulus-devlet olarak var
olan yapıya da meydan okuyan, bölgesel ve yerel otonomlar yaratacağı umulan hareketler
tarafından oluşturulmuştur.
Bu hareketin komünal
tabanını görmemek her ulus devletin gizil istikrarsızlığını görmemek kadar
miyopçadır; daha da kötüsü sadece kendi kavramlarıyla ulus-devletten söz edip,
bunları kabul ederek ulus-devleti anlamaktır. Gerçekten de, bir devletin bir
devletten “daha çok” ya da “daha az” olarak kalıp kalmayacağı- Bakunin ve
Marks’ tan farklı olarak radikal teorisyenler için önemsiz meseleler değildir
-ona karşıt bir güç oluşturmak ve umut verici bir şekilde onun yerine geçecek
ikili bir güç kurmak, ağırlıklı olarak yerel, konfederal ve topluluk
hareketlerine bağlıdır. Yaklaşık 30 yıl önce Franko rejiminin zayıflamasında
temel rol oynayan Madrid Yurttaşları Hareketi, hakkını verebilecek kapsamlı bir
çalışmayı gerektirmektedir.
“Ücretli emek ve
sermaye” arasındaki büyük ölçüde ekonomik çatışmanın varlığına ilişkin Marksist
görüşlere karşın, geçmişin devrimci işçi sınıfı hareketleri basit endüstriyel
hareketler değildir. İstikrarsız Paris işçi hareketi, karakter olarak büyük ölçüde
zanaatçı olmasının yanı sıra meskenler (quartiers)üzerinde odaklanmış ve zengin
bir mahalle yaşamından beslenmiş bir topluluk hareketiydi. 17. Yüzyıl
Londra’sının Leveller’inden yüzyılımızdaki Barselona anarko-sendikalistlerine
kadar radikal eylemlilik, sokaklar, alanlar ve kafeler de sağlanan bir kamusal
alan ve güçlü topluluk bağları tarafından başından sonuna kadar aynı seviyede
sürdürülmüştü.
Yeni Bir Politika İhtiyacı
Bu yerel yönetime ait yaşam radikal pratikte
yok sayılamaz ve hatta modern devlet tarafından altının oyulduğu yerde yeniden
yaratılmalıdır. Mahallelerde, kasabalarda, kentlerde ve bölgelerde kök salan
yeni bir politika sadece, -kısacası, büyük burjuva partilerinin onları
koalisyonlarla soğurmaları ve manevra dışında tutma düşüncesinin her zaman var
olabileceği yozlaştırıcı devlet-yönetimi içinde bu amaçla başvurulabilecek
oluşumlardan başka bir şey olmayan- çeşitli yeşil partiler ve benzer toplumsal
hareketler içinden süzülen hastalıklı ,parlamentarizme karşı, alternatif yaşam
biçimlerini oluşturacaktır. Tek-konulu hareketlerin de ömürleri karşı çıktıkları sorunlarla
sınırlıdır. Bu tür konular etrafındaki militan eylemler, bilinçliliği ve
sonuçta toplumun kendisini değiştirme ihtiyacı taşıyan uzun erimli radikalizm
ile karıştırılmamalıdır. Bu tür hareketler başarılı olduklarında dahi, parlar
ve geçip giderler. Bu hareketler, politik olarak çatışmaların var olacağı
kalıcı bir alandan ve toplumsal değişim yaratmak için oluşturulan daimi
hareketlerin gereksinim duydukları kurumsal destekten yoksundurlar.
Bundan dolayı, gerçek anlamda
demokratik kurumlara evrilebilecek, sürekli ve demokratik kurumlara dayanan,
konfederal olarak birleşmiş, tabana dayalı gerçek politik hareketlere sonsuz
bir ihtiyaç var.
Gerçekten hayat mucizevi olmasa harikulâde
olurdu, eğer tüm eğitim, edebi yetenek, becerilerimiz ve zihinsel
donanımlarımızla doğmuş olsaydık, tek bir meslek ya da iş ile uğraşmamız
gerekirdi. Ne yazık ki, tüm bu yetenekleri edinebilmek için, her şeye rağmen
çok çalışmamız gerekiyor, bu öyle bir çalışma ki; mücadele etmeyi, karşı
karşıya gelmeyi, eğitimi ve gelişimi gerektiriyor. Kurumsal değişimler yaratmak
için, radikal bir yerel yönetim yaklaşımını sadece kolay bir araç olarak
kavramak neredeyse olanaksızdır. Özgür bir toplumun varlığı kadar,özgür bir
toplum için savaşmak, toplumun kendi kendini özgür hale dönüştürmesini sağlamak
ve özgürlüğü her şeyden aziz tutmak gereklidir.
Yerel
yönetim potansiyel bir saatli bombadır. Yeniden oluşturulan devleti, yerel
ağlar yaratarak, yerel yönetime ait kurumlara dönüştürmeye çabalamak,
asırlardır var olmuş tarihsel bir değişikliği- politik olarak gerçek bir
değişikliği- kavramaktır. Yeni toplumsal hareketler, kolayca parlamentarizme
doğru kaydıklarından, kendilerini kamusal alana taşıyacak politik bir
perspektif istemi açısından başarılı olamamaktadırlar. Tarihsel olarak
özgürlükçü teori, daima yeni bir toplum yaratmanın hücresel dokusunu sağlayan
özgür yerel yönetim üzerine odaklanmıştır. Yerel yönetimin, büyük özgürlükçü
talep olan kommünlerin komünü talebine, geçmişte yaşayan bir anlam vermiş olan
politik alanı, şu an uyumakta olan politik alan ile değiştiremeyeceğini
söylemek, henüz özgür olmadığı için, bu özgür yerel yönetimin potansiyelini
görmemezlikten gelmektir. Merkezileşmiş ekonomik korporasyonların ve
ulus-devletin büyüyen gücüne karşı durabilecek yerel yönetime ait kurumlarda ve
onların yapılarında yapabileceğimiz değişiklikler ile oluşturulacak kurumlar –
yeni bir politik alan içinde bu kurumlar çok daha fazla dönüşeceklerdir- yerel
yönetime ait ekonomik sistemler, tabana dayalı yurttaşlık kavramı ve ikili güç
gibi daimi kurumsal temeller üzerine oturmaktadır.
ayrıca bkz. http://www.ekoloji.org/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder