30 Aralık 2015 Çarşamba

İleri Kapitalizm Döneminde Radikal Politika

 Murray Bookchin
https://www.youtube.com/watch?v=44EPrrZAgWY
Kapitalizm 1930’ların tüm teorik kehanetlerine meydan okuyarak, kendini alabildiğine yeniden güçlendirdi ve ll. Dünya savaşından bu yana görülmemiş bir esnekliğe kavuştu. Aslında kapitalizmin şu ana kadar izlediği toplumsal yörüngesinden bahsetmek yerine,  en “olgun” şeklinde oluşan kapitalizmin ne olduğunu açık olarak tanımlamamız gerekmektedir. Ancak, burada açıkça iddia edeceğim şey, kapitalizmin bir zamanlar bir toplum içinde var olan pek çok kapitalizm öncesi toplumsal ve politik oluşumlarla çevrili bir ekonomiden, kendisini “iktisadileşmiş” bir topluma dönüştürdüğüdür. 

Tüketimcilik ve endüstirializm gibi terimler, sadece yaygınlaşan bir burjuvalaşmayı anlatmak için kullanılan obscurantıst örtmece terimler değildir. Bu terimler mallara ve gelişmiş teknolojilere sahip olmak için duyulan basit bir isteği değil, ancak meta ilişkilerinin –piyasa ilişkilerinin- rekabetçi, biriktirmeye dayalı bütünüyle gayri ahlaki insan ilişki biçimlerine, eğer bu bir sığınma değilse, bir kez değişik derecelerde direnişte bulunan toplumsal hareketlere ve yaşam alanlarına da yayıldığını  ifade eder. Piyasa değerleri giderek artan bir şekilde ailesel, eğitimsel, kişisel, hatta tinsel ilişkilere sızmış ve iş yaşamı davranışlarıyla karşıtlık içindeki karşılıklı yardımlaşma, idealizm, ve ahlaki sorumluluk gibi kapitalizm öncesi gelenekler arasındaki çelişkiyi keskinleştirmiştir.

Bir çok yeni muhalefet tarzı içinde- Yeşiller, özgürlükçüler ve genellikle radikallerde- toplumun burjuvalaşmasına yaşamın her düzeyinde karşı çıkmak amacıyla, alternatif yaşam alanları açılmasının gerekli olduğunu benimseyen bir anlayış vardır. “Toplum”, “politika”, ve “devlet” arasındaki ilişkiler önemli bir konu olarak programatik önceliklerden biri haline gelmektedir. 1960’ların karşıt kültüründen beslenen komünler, kooperatifler ve mahalli hizmet organizasyonlarının- tam anlamıyla ortaya çıkmadıklarında kolayca butik tipi faaliyetlere dönüşerek yozlaştırılabilen yapıların- ötesinde radikal bir kamusal alan yaratma olanağı var mıdır? Acaba kamusal alan, değişim,eğitim, yetkilendirme ve en sonunda kurulu düzen ile savaşabilecek çelişen güçlerin etkileştiği bir alan olabilir mi?

Marksizim , Kapitalizm ve Kamusal Alan  
Kamusal alan kavramı sınıfsal alanın geleneksel radikal fikirleriyle karşıtlık halindedir. Özellikle Marksizm tanımlanabilir bir “kamu”, ya da iki yüzyıl önceki demokratik devrimler dönemindeki “halk” kavramlarının varlığını inkar etmiştir. Çünkü bu görüş, görünürde özgül sınıf çıkarlarını gözden saklamıştır- bu çıkarlar nihayetinde burjuvaziyi proleterya ile amansız bir çatışma haline getireceği varsayılan çıkarlardır. “Halk”, Marksist teorisyenlere göre, bir şey ifade etmiyorsa, onlara, girmeyi şiddetle arzuladıkları kapitalist sınıfın saflarında yer alması beklenen ve eninde sonunda işçi sınıfı tarafından da saflarında yer alması için zorlanacak olan soyu tükenen, biçimlenmemiş, tanımlanmamış dar kafalı burjuvalar- geçmişin ve geçmiş devrimlerin bir mirası- olarak görünmektedir.

 Proleterya sınıf bilinci aşamasına ulaştığında, özellikle genel bir ekonomik krizde ya da  kapitalizmin içsel “kronik” krizleri esnasında bu belirsiz orta sınıfı bir kez massettiğinde, eninde sonunda insanlığın genel çıkarlarını ifade edecektir.
 1930’lar, grev dalgaları, işçi ayaklanmaları, devrimci ve faşist gruplar arasındaki sokak çatışmaları, kanlı bir sosyal ayaklanma ve savaş beklentisi ile bu görüşü doğrular gibidir. Ancak bu geleneksel radikal görüşün günümüzün gerçekliği olan düzenlenmiş kapitalist sistem- ekonomik olduğu kadar kültürel ve ideolojik olarak da düzenlenmiş bir kapitalist sistem- ile yer değiştirdiğini görmemezlikten gelemeyiz. Her ne kadar yaşam standartları milyonlarca insan için yıpratıcı olsada, eşi görülmemiş bir olgu hala karşımızda durmaktadır; kapitalizm yaklaşık yarım yüzyıldır “kronik krizler”den bağımsızdır. Ne de gelecekte Büyük Bunalım ile karşılaştırılabilecek önceden tahmin edilebilir bir krize dair işaretler vardır. Kapitalizm, muhtemelen yeni bir toplum için genel bir çıkar yaratacak, uzun dönemli bir ekonomik çöküşün içsel kaynaklarından uzak, krizlerle başa çıkma konusunda geçmiş elli yıldan ve  “tarihsel egemenlik” dönemi  olarak anılan geçmiş yüzyıldan çok daha başarılıdır.

Klasik endüstri proleteryası  I.Dünya’da sayısal olarak (sosyalistlerin kapitalizm ile karşı karşıya gelişlerindeki tarihsel locus classicus), sınıf bilinci anlamında, hatta tarihsel yegane sınıf olarak politik bilinç anlamında da zayıflamıştır. Marksist teoriyi maaşlı insanları da proleteryaya dahil edecek şekilde yeniden yazma çabaları, sadece duyarsızca değil aynı zamanda bu çok farklı orta sınıf nüfusunun kendisi ve piyasa toplumuyla olan ilişkisini kavramasıyla da açıkça tam bir zıtlık halindedir. Kapitalizmin gelişiminin kendi var oluşu ile çelişmesinden dolayı “içsel” bir çöküşe uğruyacağı umuduyla yaşamak, günümüz koşullarında bir illüzyondur.

Ancak daha önce de belirttiğim gibi, kapitalizmin radikal bir toplumsal değişim yolunda genel bir insani çıkar oluşturacak bir krizin- ekolojik bir krizin- dışsal koşullarını yarattığına dair dramatik işaretler vardır. Rekabetçi ve yayılmacı bir tabanda yer alan “büyü ya da öl” mantıklı piyasa sistemi etrafında organize olan kapitalizm, doğal dünyayı yok edecektir- toprağı kuma çevirecek, atmosferi kirletecek, gezegenin tüm iklimsel dokusunu değiştirecek ve belki de dünyayı karmaşık yaşam biçimleri için uygunsuz hale getirecektir. Aslında  kapitalizm ekolojik bir kanser olduğunu göstermektedir ve sayılamayacak kadar uzun bir zamanda ortaya çıkmış karmaşık ekosistemleri basitleştirecektir. Eğer kendi içinde bir sonuç olarak- organik dünyayı yok etme ve biriktirme yarışı tarafından zorlanan- akılsız ve sonsuz büyüme, maddi, etik ve kültürel farklılıkları kesen problemler yaratıyorsa, “halk” ve “kamusal alan” kavramları yaşayan tarihsel gerçeklikler halini alabilirler. Bundan dolayı, yeşil hareket ya da en azından bazı radikal ekolojik hareketler her yönüyle geleneksel işçi hareketi ile kıyaslanabilecek düzeyde benzersizlik, tutarlılık ve politik önem kazanabilirler. 

Eğer proleter radikalizmin yerlemi (locus) fabrika ise ekolojik hareketin ki topluluktur (community): mahalle, kent ve yerel yönetimlerdir. Geliştirilmesi gereken yeni bir politik alternatif, ne parlementarizm ile ne de karşı kültür aktiviteleri ve sadece özel olarak seçilmiş bazı kişilerle sınırlandırılan  doğrudan eylem ile oluşturulmalıdır. Aslında, doğrudan eylem – doğrudan eylemin en yüksek biçimi olarak, toplumun kaderini belirlemede insanların tam yetkilendirilmesi- tam katılımcı demokrasiye dayanan toplumun kendi kendini yönetme biçiminde, bu yeni politika ile içice geçmelidir.  

  Yeşil Hareket ve Kamusal Alan
 Yeşil hareket bu tür bir perspektif ortaya koymak ve onu eyleme geçirecek bir alan olma bakımından dikkate değecek kadar iyi konumlanmıştır. die Grünen gibi hareketlerin yetersizlikleri, başarısızlıkları, ve geri çekilişleri radikal toplum teorisyenlerini bu hareketleri eğitmek ve onlara gerekli olan yön duygusunu verme sorumluluğundan alı koymaz. Büyük çaplı uzlaşmaların bu ülkelerdeki radikalleri ayrı ayrı Yeşil partilerden soğutmasına rağmen, yeşiller, Fransa ve Batı Almanya’da dahi,  bütünüyle umutsuzluğa düşmemiştir. Burada önemli olan ekolojik krizin kendisinin kendini açıkça ifade eden radikal eğilimleri dışlayan geniş çaplı bir çevre hareketi noktasında yapılanmasına pek de izin vermeyeceğidir.

 Bu tür radikal eğilimleri beslemek, teorik açıdan güçlendirmek ve onlara tutarlı radikal bir bakış açısını kazandırmak samimi radikallerin büyük bir sorumluluğudur. Burjuvalaşmaya doğru sürüklendiğimiz bir çağda, hareketleri yıkan sadece günlük hayatın metalaşması değil, aynı zamanda bu metalaşmaya ve onun büyük örgütlü (cooptation) güçlerine muhalefet etmek için gerekli olan bilinçliliğin eksikliğidir.

 Toplum, Politika ve Devlet  
Şu an bu bilinçliliğe somut bir biçim ve gerçeklik vermek büyük bir gerekliliktir. 1960’lar egemen kültüre direnmek için karşı kültür hareketlerini yükselişe geçirmişse, yüzyılımızın yaklaşan yılları da merkezi devlete karşı koyabilmek için halka ait karşı-kurumları bir ihtiyaç haline getirmiştir. Bu kurumların özgül biçimleri bulunulan yörenin gelenekleri, değerleri, ilgileri ve kültürüne göre çeşitlilik gösterebilir. Ancak yeni kurumlara olan gerekliliği, daha uzun vadede ise yeni bir radikal politikaya olan ihtiyacı geliştirmek isteyenler, belirli temel teorik dayanakları açıklığa kavuşturmak zorundadır. Politikayı bir kez daha tanımlama gerekliliği- gerçekten ona geçmişteki anlamından daha geniş bir anlam verme- pratik bir zorunluluktur. Radikallerin bu ihtiyacı karşılamaktaki yetenekleri ve gönüllükleri, Yeşiller gibi hareketlerin geleceğini ve temel toplumsal değişiklikler için tutarlı bir güç olarak, var olacak radikalizmin olanaklılığını belirleyecektir.

Temel kurumsal alanlar- toplumsal, politik ve devlet- birbirlerinden net olarak ayırt edilebilmelidir. Toplumsal alan açıklıkla politik alandan, politik alan da devletten ayrılabilir olmalıdır. Fakat bugün, tarihsel olarak gölgelenmiş bir dünyada, bu kavramlar muğlaklaşmış ve mistikleşmiştir. Günümüzde ekonominin artan oranda toplumu soğurması gibi politika da devlet tarafından soğurulmuştur. Eğer ekolojik yıkımdan bahsedecek yeni ve gerçek bir radikal hareket doğacaksa ve eğer ekolojik yönelimli bir toplum, insanlar üzerinde olduğu gibi doğa üzerindeki tahakküme son vermek istiyorsa, bu süreç durdurulmalı ve tersine çevrilmelidir.

  Her zaman günümüzdeki biçimleri ile var olsalardı toplum, politika ve devleti tarih-dışı olarak düşünmek kolay olurdu. Ancak gerçek şudur ki; her biri karmaşık bir gelişim süreci  izlemiştir ve bu onların toplumsal teori ve pratikteki önemlerini açıkça anlayabilmemiz için bilinmelidir. Bugün çoğunlukla politika olarak adlandırdığımız şey, aslında parlamenterleri, hakimleri, bürokratları, polisi ve ordusuyla devlet aygıtı çevresinde yapılanmış devlet-yönetimidir ve benzer şekilde, devletin zirvelerinden en küçük topluluğa kadar yeniden üretilerek çoğaltılan bir görüngüdür. Fakat politika terimi, Yunanca etimolojisi olarak, polislerinin doğrudan yönetiminde kendini  yetkili hisseden, bilinçli yurttaşlar tarafından oluşturulan kamusal alanı ifade eder.

  Toplum sırasıyla, görece özel bir alan, ailesel yükümlülüklerin, arkadaşlığın, kişisel bakımın, üretimin ve yeniden üretimin alanıydı. Sadece insan grupları olarak ortaya çıkışından, son derece gelişmiş kurumsal biçimlerine kadar tam anlamıyla toplum dediğimiz toplumsal yaşam, aile ya da oikos etrafında yapılanmıştı. (Ekonomi, aslında, ailenin yönetiminden çok az farklılık ifade ediyordu.) Nüvesi erkeğin sivil dünyası tarafından tamamlanan kadının evsel alanıydı.
  İlk insan topluluklarında hayatta kalmak, koruma, ve bakım ile ilgili en önemli işlevler evsel alanda ortaya çıkmıştır, sivil hayat büyük ölçüde hizmet alanı olarak var olmuştur. Bir kabile (terimi klanları ve zümreleri içerecek şekilde geniş anlamı ile kullanacak olursak) birbirlerine kan, evlilik ve, yaşa ve işe dayanan işlevsel bağlarla örülmüş gerçek bir toplumsal varlıktır. Bu kuvvetli merkezcil güçler, yaşamın biyolojik gerçeklerinden kaynaklanmış bu toplulukları bir arada tutmuştur. Bu onlara öyle bir içsel dayanışma duygusu vermiştir ki, büyük ölçüde grubun “dışındakiler” ve “yabancılar” dışlanmıştır. Yabancıların kabulü ancak, konukseverlik kuralları ve savaşın artan bir öneme sahip olduğu durumlarda savaşçıları yeni üyelerle takviye etme ihtiyacına bağlıydı.

  Kayıtlı tarihin büyük bir bölümü erkek sivil alanın büyümesi ve bunun evsel ve sosyal hayata yayılışının toplamıdır. Erkekler kabile içi savaş ve avlanma sahaları üzerindeki çatışmaları sonucunda, ilksel topluluk üzerinde artan bir otoriteye kavuştu. Belki de bundan daha önemli olan, tarımsal alanda çalışan insanlar daha büyük toprak parçalarını kendilerine tahsis ettiklerinden avcı insanlar kendilerini ve yaşam koşullarını güçlendirme ihtiyacı duydular.

  Bu farklılaşmış sivil alandan (sivil kelimesi burada tekrar en geniş anlamıyla kullanılıyor) politika ve devlet doğmuştur. Fakat bu, politika ve devlet-yönetiminin başlangıcından beri aynı olduğunu söylemek değildir. Eski sivil alandaki ortak köklerine rağmen bu ikisi şiddetle birbirlerine karşıttırlar. Tarihin giysileri hiçbir zaman temiz ve pürüzsüz değildir. Küçük evsel sosyal gruplardan, büyük bölgeleri kuşatan imparatorlukların otoritesine sahip olan son derece farklılaşmış, hiyerarşik ve sınıf sistemlerine doğru toplumun evrimi, kesinlikle karmaşık ve düzensiz bir süreç izlemiştir.

  Evsel ve ailesel alan kendi başına –bu toplumsal alan demektir- bu devletlerin şekillenmesine yardımcı olmuştur. Mısır ve Pers imparatorluğu gibi erken dönem despotik krallıklar, tam bir sivil oluşum olarak değil ancak, monarkların kişisel maiyetleri veya evsel nüfuz alanları olarak görülebilir. “Tanrısal”  krala ve ailesine ait olan bu büyük görkemli mülkler daha sonraları daha küçük aileler tarafından feodallere ve malikanelere ait mülklere bölünmüştür. Günümüz aristokrasisinin bir insanın gücünü ve statüsünü belirleyen toplumsal değerleri, akrabalık ve soy kokmaktadır; yurttaşlık ya da zenginlik değil.

  Kamusal Alanın Yükselişi  
Devletten kaynaklanan toplumsal ve evsel alanın tuzaklarını yavaşça elimine ederek yeni bir politik alan açan, V.Gordon Childe’ ın ifadesini kullanacak olursak, Bronz Çağı “kentsel devrimi” idi. Genellikle tapınaklar, askeri kaleler, yönetim merkezleri ve bölgelerarası pazarlar etrafında kentlerin yükselişi daha laik ve evrenselci bir politik alanın oluşması için temel oluşturdu. Belirli bir zaman ve gelişim içinde bu alan yavaşça eşi görülmemiş bir kamusal alana evrildi.

  Kamusal alanın mükemmel örneği olabilecek kentler ne tarihte ne de toplumsal teoride vardır. Ancak bazı kentler ağırlıklı olarak ne sosyal (evsel anlamda) ne de devletçi olmalarına rağmen, bütünüyle yeni toplumsal ayrıcalıkların yükselişini sağlamışlardır. Bunun en dikkate değer örnekleri antik Yunan liman kentleri ile orta çağ İtalya’sı ve Orta Avrupa zanaat ve ticaret kentleridir. Aynı zamanda İspanya, İngiltere, ve Fransa gibi yeni oluşan ulus-devletlerin modern kentleri de kendi kimliklerini ve yurttaş katılımının görece popüler biçimlerini geliştirmişlerdir. Bu örneklerin sınırlılığının ve hatta ataerkil niteliklerinin, evrensel hümanist niteliklerini gölgelemesine izin verilmemelidir. Modernizmin Tanrısal doruklarından baktığımızda, dikkati çeken şey; binlerce yıldır neredeyse tüm “uygarlıklar” ile birlikte kentlerin de paylaştığı, önemsiz olduğu oranda tarih-dışı olarak da görülebilecek olan çöküşlerdir.

  Can alıcı bir durum olarak göze çarpan şey, bu kentlerin kamusal alanı yarattığıdır. Yunan demokrasilerinin agorasında, Romalı’ ların forumlarında, orta çağ komünlerinin kent merkezinde, ve Rönesans kentlerinin plazalarında yurttaşlar bir araya gelebilmiştir. Bu kamusal alanın bir düzeyinde ya da diğerinde, radikal olarak oluşmuş yeni bir politik alan, sınırlandırılmış ancak, sıklıkla katılımcı demokrasi biçimlerini ve yeni bir kentsel bireycilik kavramını oluşturmuştur; yurttaş.

Etimolojik kökenine ait terimlerle tanımlayacak olursak politika topluluğun ya da polis’in üyeleri ya da yurttaşları tarafından yönetilmesidir. Politika  aynı zamanda topluluk ile kan bağı olmayan “yabancıların” ve “dışarıya ait olanların” kentsel haklarının tanınmasıdır. Bu soy ile ilişkili “akraba” kavramından ayrılan evrensel bir humanitas fikri anlamına gelir. Bu kökten gelişimlerle birlikte politika, sosyal etkinliklerde laikleşmenin arttığı, bireysel olana yeni bir saygının ortaya çıktığı ve üzerinde düşünülmeyen geleneklerin getirdiği zorluklara karşı, akılcı davranış ilkelerine giderek artan bir ilginin gösterildiği bir yol izledi.

  Kentlerin ve politikanın yükselişiyle birlikte ayrıcalıkların, haklar açısından eşitsizliğin, doğa üstü kaprislerin, geleneklerin ve hatta “yabancıya” duyulan güvensizliğin tamamıyla ortadan kalktığını kastetmiyorum. Örneğin Fransız Devrimi’nin en radikal ve demokratik dönemlerinde, Paris’te “yabancı komplolara” duyulan korku ve hastalık şeklinde “yabancılara” duyulan güvensizlik epeyce yaygındı. Ne de kadınlar erkeklerin sahip olduğu özgürlükleri her zaman tam olarak paylaştılar. Bununla beraber, kanımca, kentin yarattığı toplumsal ya da devletin çukurlarına gömülemeyecek çok yeni bir şey vardır; kamusal alan ve politik düzlem. Bu alan ve düzlem zamanla daralmış ya da genişlemiştir ancak, hiçbir zaman bütünüyle tarih sahnesinden çekilmemiştir. Bu kavramlar Ptolemik Mısır’da, 17.yy Avrupası’nın mutlak monarşilerinde ve yüzyılımızda Rusya ve Çin’ de kurulan totaliter sistemlerde ortaya çıkan, değişik derecelerde gücü merkezileştiren ve profesyonelleştiren ve sonuçta, kendi içinde bir son haline getiren devlet ile karşıtlık halindedir.

  Yerel yönetimin ve Konfederasyonun Önemi  
Politikanın ebedi fiziksel alanı hemen hemen her zaman kentler ve kasabalar daha genel anlamda yerel yönetimler olmuştur. Tabii ki politik olarak varlığını sürdürebilen bir kentin boyutları önemsiz değildir. Yunanlılara, özellikle Aristo’ya göre, bir kent ya da polis işlerin yüz yüze görüşülemeyeceği ya da yurttaşlar arasındaki samimiyeti ortadan kaldıracak kadar büyük olmamalıdır. Bu, standartların sabit ya da dokunulmaz olduğu anlamına değil; kentleri güçlendirerek, oluşmakta olan devlete doğrudan bir karşı koyma anlamına geliyordu. Küçük anlamına gelmeyen ancak belirlenmiş ortalama boyuttaki bir polis, insanların açıkça herkesin önünde fikirlerini ifade edebileceği, temsiliyet düzeyinin dikkatlice korunduğu, kurumsal olarak çevresindeki etkinlikleri yürütebilecek şekilde düzenlenebilir olmalıydı.

   Politik bir kişi olmak için kesin maddi ön koşulların gerekli olduğuna inanılıyordu. Politik etkinliklere katılmak için bir parça boş zamana ihtiyaç vardı ve bu boş zaman büyük oranda köle emeğinden sağlanıyordu. Bununla birlikte, bu, tüm aktif Yunanlıların köle sahibi olduğu düşüncesinin doğru olduğu anlamına gelmiyor. Hatta, pratikte insanları meclislerde belli bir saygı içinde tutma gereksiniminden dolayı yurttaşlara makul sınırlamaları telkin eden kişisel eğitim ve karakter oluşturma ihtiyacı –yunan paidaeia görüşü- boş zamandan çok daha önemliydi. Kamusal hizmet ideali dar, egoist dürtülerden daha önemli ve bir genel çıkar idealini geliştirmek için gerekliydi. Bu ideal, sadık arkadaşlık ilişkilerinden- yunan philia görüşünden- kent festivalleri ve askeri hizmetler sırasında paylaşılan ortak deneyimlere dek uzanan karmaşık bir ilişki ağı kurularak başarılmıştır.

Ancak bu anlamda politika sadece Helenik bir görüngü değildi. Benzer sorunlar ve gereksinimler sadece Akdeniz havzasındaki özgür kentlerde değil, Kıta Avrupa’sında, İngiltere’de ve Kuzey Amerika’da da ortaya çıkmış ve çeşitli yollarla çözülmüştür. Hemen hemen tüm bu özgür kentler, uzunca bir zaman diliminde değişen oranlarda demokratik bir politika ve kamusal alan yaratmışlardır. İnsanlık ulus-devlete ya da yerel yönetim konfederasyonlarına dayalı toplumlar kurma olasılığı ile yüz yüze geldiğinde, merkezi devletlere derin karşı duruşlarıyla özgür kentler ve bu kentlerin federasyonları bazı kritik tarihsel dönüm noktaları yaratmışlardır.
   
Devlet de tarihsel bir gelişime sahiptir ve basitçe tarih dışı bir görüngüye indirgenemez. Antik devletleri tarihsel olarak yarı-devletler, monarşik devletler, feodal devletler ve cumhuriyetçi devletler takip etmiştir. Bu yüzyılın totaliter devletleri geçmişin en acımasız tiranlıklarını bile gölgede bırakmıştır. Ancak ulus-devletin asıl yükselişi, merkezi devletin kentselliğin, kasabaların ve köysel yapıların yaşamsallıklarını zayıflatıp onların işlevlerinin yerine bürokrasi, polis ve askeri gücünü yerleştirmesi sayesinde gerçekleşmiştir. Devlet ile yerel yönetim arasında genelde güç fark edilen, sıklıkla açık çatışma halinde ortaya çıkan karşılıklı etkileşim tarih boyunca gözlenmiş olup günümüzün toplumsal manzarasını şekillendirmiştir. Ne yazık ki, yeterince dikkat edilmeyen bir olgu da, devletlerin sahip olduğu gücün tüm kapasitesi ile kullanılmasının sıklıkla, karşılaşmış olduğu yerel yönetime ait engeller tarafından sınırlandırılmış olduğudur.

  Devletçilik gibi milliyetçilik de modern düşünce üzerinde öylesine derin izler bırakmıştır ki, toplumsal örgütlenmelere dair yerel yönetime ait politikalar neredeyse kağıt üzerinde kalmıştır. Daha önce de belirttiğim gibi, günümüzde politika devlet-yönetimi ve gücün profesyonelleşmesi ile bir tutulmaktadır. Politik alan ve devletin genelde birbirleriyle çatışma halinde olduğu- gerçekten kanlı iç savaşlarda patlayan bu çatışmalar- neredeyse tamamıyla gözden kaçmıştır. Geçmişin büyük devrimci hareketlerinde, 1640’lardaki İngiliz Devrimi’nden günümüzün devrimlerine kadar göze çarpan nokta, güçlü topluluk duyguları ve başarılarını dayandırdıkları güçlü topluluk bağlarıdır. Ulus-devletlerin hala aklından çıkmayan yerel yönetimlere ilişkin otonomi korkusu, ona karşı ortaya sürdükleri sonsuz argümanda görülebilir. Eğer özgür topluluk ve katılımcı demokrasi “ölüm” gibi bir görüngü ise, devamlı karşılaştığımızdan daha az karşıt görüşlerle mi karşılaşacağız ki.
 
Nasıl ki, çok uluslu şirketlerin ortaya çıkışı milliyetçiliği günümüz gündeminden çıkarmamışsa, muazzam boyutlardaki megapolislerin yükselişi de topluluğa ve kente ait politika yaratmayla ilgili tarihsel arayışlara son vermiş değildir. New York, Londra, Frankfurt, Milan ve Madrid gibi  kentler büyük yapısal boyutlarına ve içsel bağımsızlıklarına rağmen, mahalleler ve bölgeler arası ağlar oluşturarak, politik açıdan kurumsal olarak yerinden yönetilebilirler. Aslında, hava kirliliği, yeterli su temini, suç, yaşam kalitesi ve ulaşım gibi başlıca önemli ekolojik problemleri olan bu kentler, yapısal olarak yerinden yönetilmeksizin nasıl işlevsel hale getirebilirler ki. Tarih dramatik bir şekilde göstermiştir ki; milyona yaklaşan nüfusları ve ilkel iletişim araçlarına sahip büyük Avrupa kentleri, politik olarak hayati öneme sahip yerinden yönetilen sıradışı kurumlarının  iyi bir şekilde koordine edilmesiyle işlerlik kazanmıştır. 1500 ‘lerin başlarındaki Comunero devrimlerinde patlayan Kastilya kentlerinden, 1790’ ların başlarındaki Parisyen meclislerine ya da seksiyonlarına oradan da 1960’ ların ( sadece küçük bir kısmından bahsediyorum) Madrid Yurttaşlar Hareketi’ ne kadar büyük kentlerdeki yerel yönetim hareketleri, gücün nerede toplanması gerektiği ve toplumsal yaşamın kurumsal olarak nasıl yönetileceğine dair can alıcı konuları ortaya atmışlardır.

Bir yerel yönetimin bir kabile gibi dar görüşlü olabileceği açıkça ortadadır- ve bu, günümüzde geçmişte olduğundan daha az doğru değildir. Bu nedenle, konfederal olmayan- yani bulunduğu bölgedeki diğer kasaba ve kentler ile karşılıklı bir yükümlülük ağı içine girmeyen- hiçbir  yerel yönetim hareketi, geleneksel anlamda gerçek bir politik varlık olarak, kentteki diğer mahalleler ile birlikte çalışmayan bir mahalleden daha fazla dikkate alınmayabilecektir. Konfederasyon, paylaşılmış yükümlülüklere, konfedere delegelerin topluluklarına tam olarak sorumlu olmalarına, geri çağırma hakkına, ve yapılacak işlerin kesin olarak belirlenmiş olduğu temsilcilere dayanır.-ki bunlar yeni bir politikanın vazgeçilmez biçimlerini oluşturur. Var olan kasaba ve kentlerin yerel düzeyde ulus-devletin kopyaları olmalarını talep etmek, toplumsal değişim talebinden vazgeçmektir. 

Çok büyük pratik öneme sahip olan şey,  devlet öncesi kurumlar, gelenekler ve duyarlılıkların tüm dünyada değişen derecelerde varlıklarını koruduklarıdır. Baskıcı devletlerin hak ve özgürlük tecavüzlerine karşı gösterilen direnç, Güney Afrika, Orta Doğu ve Latin Amerika'daki mücadelelerde de tanık olduğumuz gibi, köy, mahalle ve kasaba topluluk ağları tarafından beslenmiştir. Şu an Sovyet Rusya’yı sallayan sarsıntılar, sadece daha büyük özgürlük talebi için değil, aynı zamanda merkezi bir ulus-devlet olarak var olan yapıya da meydan okuyan, bölgesel ve yerel otonomlar yaratacağı umulan hareketler tarafından oluşturulmuştur.

Bu hareketin komünal tabanını görmemek her ulus devletin gizil istikrarsızlığını görmemek kadar miyopçadır; daha da kötüsü sadece kendi kavramlarıyla ulus-devletten söz edip, bunları kabul ederek ulus-devleti anlamaktır. Gerçekten de, bir devletin bir devletten “daha çok” ya da “daha az” olarak kalıp kalmayacağı- Bakunin ve Marks’ tan farklı olarak radikal teorisyenler için önemsiz meseleler değildir -ona karşıt bir güç oluşturmak ve umut verici bir şekilde onun yerine geçecek ikili bir güç kurmak, ağırlıklı olarak yerel, konfederal ve topluluk hareketlerine bağlıdır. Yaklaşık 30 yıl önce Franko rejiminin zayıflamasında temel rol oynayan Madrid Yurttaşları Hareketi, hakkını verebilecek kapsamlı bir çalışmayı gerektirmektedir.

 “Ücretli emek ve sermaye” arasındaki büyük ölçüde ekonomik çatışmanın varlığına ilişkin Marksist görüşlere karşın, geçmişin devrimci işçi sınıfı hareketleri basit endüstriyel hareketler değildir. İstikrarsız Paris işçi hareketi, karakter olarak büyük ölçüde zanaatçı olmasının yanı sıra meskenler (quartiers)üzerinde odaklanmış ve zengin bir mahalle yaşamından beslenmiş bir topluluk hareketiydi. 17. Yüzyıl Londra’sının Leveller’inden yüzyılımızdaki Barselona anarko-sendikalistlerine kadar radikal eylemlilik, sokaklar, alanlar ve kafeler de sağlanan bir kamusal alan ve güçlü topluluk bağları tarafından başından sonuna kadar aynı seviyede sürdürülmüştü.

Yeni Bir Politika İhtiyacı 
Bu yerel yönetime ait yaşam radikal pratikte yok sayılamaz ve hatta modern devlet tarafından altının oyulduğu yerde yeniden yaratılmalıdır. Mahallelerde, kasabalarda, kentlerde ve bölgelerde kök salan yeni bir politika sadece, -kısacası, büyük burjuva partilerinin onları koalisyonlarla soğurmaları ve manevra dışında tutma düşüncesinin her zaman var olabileceği yozlaştırıcı devlet-yönetimi içinde bu amaçla başvurulabilecek oluşumlardan başka bir şey olmayan- çeşitli yeşil partiler ve benzer toplumsal hareketler içinden süzülen hastalıklı ,parlamentarizme karşı, alternatif yaşam biçimlerini oluşturacaktır. Tek-konulu hareketlerin  de ömürleri karşı çıktıkları sorunlarla sınırlıdır. Bu tür konular etrafındaki militan eylemler, bilinçliliği ve sonuçta toplumun kendisini değiştirme ihtiyacı taşıyan uzun erimli radikalizm ile karıştırılmamalıdır. Bu tür hareketler başarılı olduklarında dahi, parlar ve geçip giderler. Bu hareketler, politik olarak çatışmaların var olacağı kalıcı bir alandan ve toplumsal değişim yaratmak için oluşturulan daimi hareketlerin gereksinim duydukları kurumsal destekten yoksundurlar.

 Bundan dolayı, gerçek anlamda demokratik kurumlara evrilebilecek, sürekli ve demokratik kurumlara dayanan, konfederal olarak birleşmiş, tabana dayalı gerçek politik hareketlere sonsuz bir ihtiyaç var.

 Gerçekten hayat mucizevi olmasa harikulâde olurdu, eğer tüm eğitim, edebi yetenek, becerilerimiz ve zihinsel donanımlarımızla doğmuş olsaydık, tek bir meslek ya da iş ile uğraşmamız gerekirdi. Ne yazık ki, tüm bu yetenekleri edinebilmek için, her şeye rağmen çok çalışmamız gerekiyor, bu öyle bir çalışma ki; mücadele etmeyi, karşı karşıya gelmeyi, eğitimi ve gelişimi gerektiriyor. Kurumsal değişimler yaratmak için, radikal bir yerel yönetim yaklaşımını sadece kolay bir araç olarak kavramak neredeyse olanaksızdır. Özgür bir toplumun varlığı kadar,özgür bir toplum için savaşmak, toplumun kendi kendini özgür hale dönüştürmesini sağlamak ve özgürlüğü her şeyden aziz tutmak gereklidir.

Yerel yönetim potansiyel bir saatli bombadır. Yeniden oluşturulan devleti, yerel ağlar yaratarak, yerel yönetime ait kurumlara dönüştürmeye çabalamak, asırlardır var olmuş tarihsel bir değişikliği- politik olarak gerçek bir değişikliği- kavramaktır. Yeni toplumsal hareketler, kolayca parlamentarizme doğru kaydıklarından, kendilerini kamusal alana taşıyacak politik bir perspektif istemi açısından başarılı olamamaktadırlar. Tarihsel olarak özgürlükçü teori, daima yeni bir toplum yaratmanın hücresel dokusunu sağlayan özgür yerel yönetim üzerine odaklanmıştır. Yerel yönetimin, büyük özgürlükçü talep olan kommünlerin komünü talebine, geçmişte yaşayan bir anlam vermiş olan politik alanı, şu an uyumakta olan politik alan ile değiştiremeyeceğini söylemek, henüz özgür olmadığı için, bu özgür yerel yönetimin potansiyelini görmemezlikten gelmektir. Merkezileşmiş ekonomik korporasyonların ve ulus-devletin büyüyen gücüne karşı durabilecek yerel yönetime ait kurumlarda ve onların yapılarında yapabileceğimiz değişiklikler ile oluşturulacak kurumlar – yeni bir politik alan içinde bu kurumlar çok daha fazla dönüşeceklerdir- yerel yönetime ait ekonomik sistemler, tabana dayalı yurttaşlık kavramı ve ikili güç gibi daimi kurumsal temeller üzerine oturmaktadır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder