23 Aralık 2015 Çarşamba

‘Türk Schindleri’ efsaneleri

Ayşe Hür



Struma


Geçtiğimiz hafta Muhtar Kent, Coca Cola Şirketi’nin dünya yöneticiliğine getirildi. Ulusça gurur duyduk. Hatta, Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat ödülünü almasından bile daha çok gurur duyduk. Bu gururumuzu perçinleyen bir diğer husus, Muhtar Kent’in rahmetli babası Necdet Kent’in, İkinci Dünya Savaşı sırasında Marsilya ve Grenoble’da konsolos yardımcısı iken, canını tehlikeye atarak 80 Yahudi’yi Gestapo’nun elinden kurtaran bir kahraman olmasıydı. Üstelik Necdet Kent’in bu kahramanlığı Desparete House adlı bir filme de konu olmuştu.
Geçtiğimiz yaz yayınlanan ve basında ‘bir insanlık hikayesi’ olarak göklere çıkarılan Büyükelçi (GOA, İstanbul,2007) kitabının kapağında ‘Yirmi bin insanı Nazi soykırımından kurtaran, Kurtuluş Savaşı kahramanı bir Türk’ün ve şerefli ulusunun tarihi değiştiren öyküsü!’ yazıyordu. Kitabın yazarı Emin Kıvırcık’a bakılırsa, rahmetli dedesi Behiç Erkin, Necdet Kent ile aynı dönemde, Paris Büyükelçisi sıfatıyla yaklaşık 20 bin Türk vatandaşı Yahudi’yi Nazilerin elinden kurtararak ‘Türk Schiendler’i’ unvanını hak etmişti!
        Behiç Erkin’e bugüne dek sadece bir Türk diplomatına, Selahattin Ülkümen’e, 1944’te Rodos’ta 42 Yahudi’yi Auschwitz’e gitmekten sahte vatandaşlık belgeleri ile kurtardığı için verilen ‘Adil-Dürüst İnsan’ madalyasının verilmesi için resmi girişimlere başlanmıştı. Bunları okuyunca, 42 kişiyi kurtaran Ülkümen’e madalya verildiği halde, 80 kişiyi kurtaran Necdet Kent ile dile kolay tam 20 bin kişiyi kurtaran Behiç Erkin’e neden hala madalya verilmediğini merak ettik ve bu haftayı bu işin perde arkasını araştırmaya ayırdık.

ALMAN ENFORMASYON OFİSİ . En popüler ‘milli’ efsanelerimizden biri, Türk diplomatlarının İkinci Dünya Savaşı sırasında binlerce Yahudi’yi ölümden kurtardığıdır. Yahudilerin acıları üzerinden dünyaya verilen bir ‘insanlık dersi’ olarak bu hikayeler pek çoğumuzun koltuklarını kabartır. Peki durum gerçekten söylendiği gibi midir?
         Nazilerin iktidara geldiği 1933’ten itibaren Türkiye’de Nazi sempatizanı bir hava vardı ama Alman propagandası esas olarak 1937'de İstanbul Cağaloğlu'nda açılan Alman Enformasyon Ofisi ile etkisini göstermeye başlamış, gazete ve dergilerde genel olarak azınlıkları, özel olarak da Yahudileri hedef alan yazı ve karikatürlerde patlama olmuştu. Ardından hükümet dış temsilciliklerine zorunlu olmadıkça Yahudilere vize verilmemesi için talimat verdi. Ağustos 1938’de bu politika resmileşti ve “Tebaası oldukları devlet arazisinde yaşama ve seyahat bakımından baskılara tabi tutulan Musevilerin bugünkü dinleri ne olursa olsun Türkiye’ye girmeleri ve ikametleri yasaktır” diyen 2/9498 numaralı kararname çıkarıldı.
PARİTA OLAYI . Katı politikanın ilk provası 8 Ağustos 1939’da İzmir’de yapıldı. Avrupa’nın çeşitli yerlerinden topladığı 860 Yahudi mülteciyi Filistin’e taşırken, yolda karşılaştığı bazı sorunlar yüzünden İzmir’e sığınmak zorunda kalan Parita gemisi, yolcuların ‘Bizi öldürün ama geri göndermeyin’ haykırışlarına rağmen 14 Ağustos’ta iki polis motorunun refakatinde limandan çıkarıldığında Ulus gazetesi ‘Serseri Yahudiler İzmir’den gitti’ diye başlık atmıştı. Yine de, savaş patladığında, tarafsız kalan İspanya ve İsviçre ile birlikte Türkiye, Nazilerden kaçan Avrupalı Yahudiler için kurtuluşa giden nadir kapıdan biriydi.
Ama bu kapının çok da güvenli olmadığı kısa sürede anlaşıldı. Romanya’nın Köstence limanından aldığı 342 Yahudi mülteci ile 12 Aralık 1940’ta İstanbul’a varan ‘yüzen tabut’ namlı Salvador’un (aslında 40 kişi kapasiteli bir tekneydi) bir mil bile gidecek hali olmadığı açık olduğu halde Türk makamları, gemiyi yoluna devam etmesi için zorladı. Sonuç hazindi: 13 Aralık günü Silivri açıklarına şiddetli fırtınaya yakalanan Salvador’un parçalarından tam 219 ölü toplandı. Olayın tanıklarından Hasan Sezen Silivri ve civar köylerde oturanların, kurtulan Yahudilere ellerinden geldiğince yardımcı olmaya çalıştığını ancak ölülerin soyulmasının önlenemediğini anlatmıştı. Ölenler  Silivri'deki Yahudi Mezarlığı’na (bugün Matematik Bilimleri Araştırma Merkezi) defnedildi. Buz gibi denizden sağ kurtulmayı başaran 123 kişiden 63’ü Bulgaristan’a geri gönderildi, gerisi ise Darien II adlı bir gemiyle 19 Mart’ta Filistin’e ayak bastı. Silivri Mezarlığı’na gömülenlerin kemikleri 1960’larda İsrail’e nakledildi. 1974’te Kudüs’te sembolik bir mezara gömüldüler.
20 KURA İHTİYATLARI . Facianın da etkisiyle Türkiye 12 Şubat 1941’de Transit Kararnamesi ile kontrollü mülteci geçişine izin verdi. Ancak Macaristan, Romanya ve Bulgaristan’dan gelecek mülteci sayısı haftada 60 kişi, toplamda 4.500 kişiyle sınırlanmıştı. Bu da sevindiriciydi elbette, mültecilere sunulan tek ayrıcalık, savaş başlamadan önce Filistin’e giriş vizesi elde etmiş ve Suriye’den transit vizesi almış ve yeterli paraya sahip olan ve de bileti olanların, Türkiye’den daha kolay vize alması idi, ama bu sadece bir yıl sürdü. Üstelik Mayıs 1941’de ülkedeki tüm gayri Müslimlerle birlikte Yahudiler de “20 Kur’a İhtiyatları’ olarak askere alındılar. Bu aynen ABD’nin savaş sırasında ‘beşinci kol’ diye nitelediği Japonları enterne etmesine benziyordu. (Beş ay sonra terhis edilenleri daha sonra Varlık Vergisi ve Aşkale sürgünü bekliyordu! Geçtiğimiz hafta kaybettiğimiz Vitali Hakko da bütün bu değirmenlerde öğütülmüştü.)
18 Haziran 1941’de Türk-Alman Dostluk Anlaşması’nın imzalanması üzerine Türkiye’de adeta bayram havası esti. Cumhuriyet gazetesi 4 gün sonra Hitler Ordularının Sovyetler Birliği’ne saldırmasını ‘Yeni Bir Haçlı Seferi’ başlığı ile kutladı. O günlerdeki havayı Trabzon Milletvekili Faik Ahmet Barutçu’dan öğrenelim:“Alman-Sovyet harbi memlekette bir bayram havası vücuda getirmiştir. Herkes birbirini tebrik ediyor. Beş yüz senelik tarihi bir intikamın şevki ve sevinci ile kalpler derhal Alman zaferi içim çarpmaya başladı. Öğleden sonra Meclis koridorunda Dışişleri Bakanı Saraçoğluna: -Siyasi gazanız bir kere daha mübarek olsun, dedim. Saraçoğlu: -Hepimizin! cevabını verdi. Mebuslar birbirlerine: -Bayramınız mübarek olsun diyorlardı.” (Siyasi Hatıralar, c. 1, Ankara, 2001, s. 494.)
STRUMA FACİASI . Altı ay sonra yaşanacak olay her şeyin üstüne tüy dikti. Olayın baş kahramanı, adını Bulgaristan’daki bir nehirden alan Panama bandıralı Bulgar gemisi Struma idi. 1867’de Newcastle tersanelerinde inşa edilmiş, 46 metrelik, 100 yolcu kapasiteli bu ahşap gemi, o yıllarda Pandelis adlı bir Yunanlı’nın Campania Mediteranea de Vapores Limitadaacentasına bağlıydı. İşletmecisi ise Yahudi asıllı Dr. Baruh Konfino idi. 1941’de Romanya’da Yaş şehrinde 4 bin Yahudi’nin Nazilerce katledilmesinden sonra, Romanya Yahudileri için Filistin’e gitmekten başka yol kalmamıştı. Geminin basında çıkan ilanlarında Struma Quen Mary Transatlantiğinden alınma fotoğraflar kullanıldığı için 780 kişi 1.000 dolarlık ücreti ödemekte tereddüt etmemişlerdi. Yunan acente, aldatıldıklarını anlayan Yahudileri sakinleştirmek için, kendilerini götürecek geminin karasuları dışında beklediğini söylemişti. İnanmaktan başka çare yoktu. Yolculuk son derece zor koşullarda başladı. Gemide bir adet tuvalet ve dört lavabo vardı. Su, kovalarla denizden çekilip güvertede yüzler yıkanıyordu. Çay üç günde bir dağıtılıyordu ya da portakal sandıkları parçalanıp yakıt olarak kullanılıyordu. Gıda olarak herkese bir portakal, biraz fıstık ve şeker dağıtılmıştı.
Korkulan olmuş, Struma’nın motoru Köstence’den ayrılır ayrılmaz sorun çıkarmaya başlamıştı. Boğazların önüne gelindiğinde dizel motor çatladı. SOS çağrısını alan Türk kurtarma gemisi eşliğinde Struma 15 Aralık 1941’de Sarayburnu açıklarına çekildi. Gemide 769 yolcu vardı. Bunlardan 300 kadarı çocuk, 200 kadarı kadındı. Gemide yeterli miktarda can kurtarma sandalı ve yeleği yoktu. Yangın söndürme cihazı ve telsiz çalışmıyordu. Aydınlatma motoru ve ana motoru ciddi biçimde arızalıydı. Benzin ve yağ yoktu. 
Ancak gemiye Türk resmi görevlileri dışında kimsenin çıkmasına izin verilmiyordu. Gemiden ayrılmaya da izin yoktu. Gemiden atlayarak kaçan bir genç yakalanıp geri getirilmişti. Çünkü Türk makamları yolcuların gerçek niyetinin Filistin’e gitmek değil İstanbul’a ayak basmak olduğuna inanıyorlardı. En sonunda, katı kalpler yumuşadı ve İstanbul’daki Yahudi cemaatinin ısrarları üzerine, yaklaşık 10 gün sonra Yahudi cemaati liderlerinden Simon Brod ve Rıfat Karako’un gemiye çıkmasına izin verildi. Amerikan Yahudi Komitesi’nin İstanbul Hahambaşılığı’na gönderdiği 10.000 dolar ile yolculara ilk kez sıcak yemek dağıtılmıştı. O gündensonra geminin günlük iaşesi bedeli Yahudi cemaatinden alınarak Kızılay Cemiyeti’nin İstanbul şubesi tarafından temin edilmeye başladı.
        Yeri gelmişken Simon Brod’un kim olduğunu da anlatalım. 1890’lı yıllarda Rusya’dan Osmanlı Devleti’ne göçen bir ailenin manifaturacı oğlu olan Simon Brod, cesareti, resmi makamlarla olan iyi ilişkileri ve işbitiriciliği ile 1933’ten itibaren binlerce Yahudi mülteciyi kurtarmış gerçek bir kahramandı. Brod, tüm zamanını, enerjisini ve servetini bu uğurda harcamıştı. Günde beş paket sigara içen Brod’un mülteciler için yaptığı harcamaları sigara paketlerine yazdığı, sonra da bu paketleri buruşturup çöpe attığı için olsa gerek, Brod Ailesi 1944’te tümüyle iflas etmişti.
KALPLER YUMUŞAMIYOR . Tekrar hikayemize dönersek; Geminin kaptanı yolcuları indirip Bulgaristan’a dönmek istiyor, Türk makamları yolcuları ne olursa olsun başlarından atmak istiyor, Britanya ise Filistin’e koyduğu kotaları aşmamak için Yahudi göçünün yaratacağı sorunları bahane ederek Türkiye’nin gemiyi geri yollaması için baskı yapıyordu. Yazışmalarla geçen 62 korkunç günden sonra katı kalpler biraz yumuşadı ve Britanya makamları yaşı 11 ile 16 arasında olan 28 çocuğa seyahat belgesi verebileceklerini açıkladılar. Ama Türkiye çocukların gemiden indirilmesini reddetti. Belki de böyle yaparak Britanya’yı zorlamayı düşünüyorlardı ama daha büyük ihtimal olaya iyi niyetle yaklaşan Emniyet Müdürü Ahmet Demir’in o günlerde eşinin vefatı yüzünden izinli olması ve yerine bakan vekilin işi yokuşa sürmesi idi. Bir hafta sonra da gemiye Karadeniz’e çıkma emri verildi. Kararı duyan çaresiz yolcular geminin iki yanına üzerinde büyük harflerle ‘Immigrants Juifs’ (Yahudi mülteciler) yazılı bezler asmışlar, tepeye de ‘Sauvez-nous’ (bizleri kurtarınız) yazılı beyaz bayrak çekmişlerdi. Bunun üzerine 200 kadar polis gemiye çıkıp yolcuları tekme tokat güverte altına soktular. Daha sonra geminin çıpası kesildi, dev bir kılavuz gemisine bağlanarak Karadeniz’e çekildi. Gemi uzaklaşırken, beyaz çarşafın üzerinde şu satırlar okunuyordu: “Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti!.. Kurtarın bizi!..."
STRUMA BATIRILIYOR . Struma, 23 mil açıkta, motorsuz, yakıtsız, yiyeceksiz, susuz, ilaçsız kaderine terk edildi. 24 Şubat 1942 günü, saat 02.00’de gemi daha sonra ortaya çıktığı gibi bir Sovyet denizatlısı tarafından batırıldı. Kurtarma sandalları bölgeye ulaştığında Struma’dan ve 769 yolcusundan geriye kalan üçü ölü dört bedendi. Sağ kurtulan şanslı kişi 19 yaşındaki David Stoilar idi. Stoiler emniyetteki ifadesinde “Patlamadan birkaç saniye sonra suya çarptım ve yine birkaç saniye sonra su yüzüne çıktım. Havadan tahta parçaları yağıyordu. Gemiyi göremedim, tümüyle yok olmuştu. Su, buz gibi soğuktu ve kadın erkek insanlarla doluydu. Bunlar geminin parçalanan ahşap bölümlerinden dışarıya fırlamışlardı. Anında boğulmuşlardı ötekilerin pek çoğu da öldüler.” Demişti. Gerisini yine kendisinden dinleyelim: “…Beni fenere götürdüler, yemek yedirdiler ve ertesi sabaha kadar istirahat etmem için yatak verdiler. Fenere bir polis geldi vebeni alıp bir otobüs istasyonuna götürdü. Beni Üsküdar’a götürecek otobüse bindirdi. Üsküdar’da bir ambulans bekliyor ve beni bir askeri hastaneye götürdü. Tek yataklı bir odaya konuldum. Kapıda her saatte bir polis nöbet bekliyordu ve hekim ile hastabakıcı dışında hiç kimsenin odaya girmesine izin verilmiyordu. …El ve ayaklarım donmuş halde hastanede geçirdiğim birkaç günden sonra…Emniyet Müdürlüğü’ne gittik…. Polis beni orada iki üç hafta tuttu. Zincire vurulmamıştım, ancak her akşam bir hücreye konuyor ve sabah çıkarılıp ortak alanda durmama izin veriliyordu. Bir çok kere altta bulunan sorgulama odasına alınmış ve tekrar tekrar nereden geldiğimi ve gemiye ne olduğunu sordular. Neden hapiste tutulduğu sorduğumda bir Türk vizesine sahip olmayıp, Türkiye’de yasadışı bulunduğumdan ötürü olduğunu söylediler. Her gün yakında bulunan bir lokantadan bana yemek gönderiliyordu. Bunun İstanbul Yahudi cemaati tarafından organize edildiğini varsayıyorum. Birkaç gün sonra Yahudi cemaatinin gönderdiği bazı elbiseleri de aldım. Nihayet bir öğleden sonra Bay Simon Brod’un beklediği zemin kata indim. Bay Brod bana Struma’nın enkazından sağ kurtulmamın bir mucize olduğunu, ancak bu trajedinin tek tanığı olarak Türk resmi makamlarından sağ kurtulmuş olmamın daha büyük mucize olduğunu söyledi…”
BAŞKA KURTULAN VAR MI? Gemiden tek kurtulan da David Stoiler değildi. Standart Oil Company of New York (Kısaca Socony, şimdiki adıyla Mobil) petrol şirketinin Romanya Müdürü Martin Segall, eşi ve iki çocuğu, şirketin Türkiye temsilcisi Vehbi Koç’un İçişleri Bakanı Faik Öztrak’a yaptığı özel rica sayesinde, gemi Karadeniz’e kovalanmadan çıkarılmıştı. Ayrıca Medea Salamovici adlı hamile kadın, kanama geçirdiği için gemiden çıkarılarak Balat’taki Or Hayim Hastanesi’ne kaldırılmıştı.
Hükümet Struma’nın batmasıyla ilgili ilk ve son açıklamasını 12 Mart 1942’de yaptı: Türkiye’nin faciada hiçbir sorumluluğu yoktu! Onun tek yaptığı gayri meşru yollardan Türkiye’ye girmeye çalışanları önlemekti! Emniyet mensupları Yahudi cemaatine ‘hükümetin bu meselenin kapatılmasını ve bir daha bahsedilmemesini istediği’ söylemişti, onlar da seslerini çıkarmadılar. Olay böylece kapandı. Ama katı mülteci politikası aynen sürdü. Örneğin Mayıs 1943’te, Bulgaristan’da yaşayan 20 bin Yahudi Filistin’e gitmek üzere Türkiye’ye girme talebinde bulundu ama, hükümet ‘doğacak sorunları göğüsleyemeyeceği’ gerekçesiyle reddetti. Benzer bir talep Yunanistan Yahudilerinden de gelince Britanya Türkiye’de bir toplama merkezi kurmayı önerdi, ancak o da reddedildi. 1944’te, Fransa’da Türk makamları tarafından vatandaş olarak tanınmadığı için toplama kamplarına gönderilen pek çok kişi vardı.
STRUMA BATIĞI BULUNUYOR 1990 yılında Umut Sanat adlı bir kuruluş facianın belgeselini yapacağını açıkladı ama bu sonuç vermedi. Struma’da büyük anne ve babasını kaybeden Greg Buxton adlı bir İngilizin batığın yerini aramaya başladığı 2000 yılında konu tekrar hatırlandı. Ama Mümtaz Soysal bu hatırlayıştan pek hoşlanmamıştı. ‘Abalı’ başlıklı yazısında .”[Struma’nın] Batılılışı Türklere karşı dünyanın her yerinde neredeyse bir ‘gavurluk’ tutkusuymuşçasına sürdürülen ‘Vur abalıya!’ kampanyasının bir parçası olarak da kullanılmıştır. İslam’ın Museviler konusundaki hoşgörüsüne ve Engizisyon’dan kaçanlara İkinci Beyazıt’ın kucak açışını unutturmayı, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde Türklerle Museviler arasındaki ilişkilerin genellikle iyi olan niteliğini gölgelemeyi, yaygın düşmanlığa bir de bunu eklemeyi amaçlayarak….” Demişti. (Hürriyet, 30 Ağustos 2000)
Bugünün ateşli milliyetçileri, Doç. Dr. Hasan Ünal, Çetin Yetkin ve Aytunç Altındal ise, Türkiye’nin bu faciada hiçbir sorumluluğu olmadığını ilan etmişlerdi. Onlara göre tek suçlu Batı dünyası idi ve David Stoiler yalan söylüyordu. Bu dörtlüyü harekete geçiren endişe uluslar arası camiada Türkiye’ye yönelebilecek muhtemel bir eleştiriye karşı gösterilen milliyetçi refleksti. Nitekim iki yabancı gazetecinin Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde inceleme yapma isteği reddedildi. Bu gerilimden rahatsız olan İsrail açıklama yaparak ‘Türk Hükümeti’nin Nazi Soykırımı’ndan kaçan 100 bin’in üzerinde Yahudi mülteciye geçiş izni verdiğini’ söyledi. Halbuki sayının en fazla 17 bin olduğu biliniyordu. Türkiye’deki Yahudi cemaati de film çekimi işine oldukça mesafeli davrandı. Gazetecilerin olayı hatırlayanların yaşadığı umuduyla Hasköy Yaşlılar Yurdu’na yapılmak istediği ziyarete izin vermedi. Olaydan 56 yıl sonra Struma olayına ilişkin şahitliğini bir mektupla İstanbul’da yayınlanan cemaat gazetesi Şalom’a anlatan Heinz Tsiffer’in mektubu nedense gazetede yayınlanmadı. Anlaşılan kimse eski defterlerin açılmasını istemiyordu..

Behiç Erkin ve Necdet Kent: Gerçekten Kahraman mıydılar?
İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’nin Yahudi politikası böyle iken, Türk diplomatlarının büyük kahramanlıklar yapmasına pek olanak yoktu. Yine de Selahattin Ülkümen başta olmak üzere pek çok diplomatımızın irili ufaklı kahramanlık öykülerine imza attığı gerçek ama Behiç Erkin ve Necdet Kent örneklerinde büyük şüpheler var.
Toplumsal Tarih dergisinin Aralık 2007 sayısında, Corrina Guttstadt’ın “Hakikaten ‘İnanılmaz Bir Öykü’”  başlıklı makalesi bu konuda çok ilginç bilgiler sunuyor. Yazar, Türk Dışişleri arşivleri araştırmacılara açık olmadığı için ağırlıklı olarak Alman belgelerini incelemiş. Bilindiği gibi Naziler Yahudi soykırımının kayıtlarını büyük titizlik içinde tuttukları için bu belgeler eşsiz bir hazinedir. Naziler, en aşağı kademede saydıkları vatansız Yahudileri ve Polonya Yahudileri kamplara öncelikle gönderirken, İspanya ve Türkiye gibi tarafsız ülkelerin ya da İtalya, Romanya, Macaristan ve Bulgaristan gibi Almanya’nın müttefiklerinin Yahudi vatandaşları, genel olarak tutuklama ve sürgünden hariç tutmuşlardı. Dolayısıyla en azından 1943’e kadar Türk vatandaşlığı belgesi adeta ‘can simidi’ işlevi görüyordu.

VATANDAŞLIK İLMÜHABERLERİ . Ancak, 30 Ağustos 1939 ile 13 Temmuz 1943 arasında, önce Paris’te, Fransa’nın Alman işgaline uğramasından sonra ise Vichy’de görev yapan Behiç Erkin’in 20 bin Yahudi’yi ‘vatandaşlık ilmühaberi’ vererek kurtardığı hikayesi tümüyle uydurmadır. Çünkü ‘vatandaşlık ilmühaberi’ 1930’lu yıllarda Türk konsoloslukları tarafından yurtdışında yaşayan Türkiye vatandaşlarını denetlemek amacıyla, pasaportlarını konsoloslara vermeleri karşılığında dağıtılan belgenin adıydı. Üstelik Türkiye savaş yıllarında vermekte büyük zorluk çıkardığı için Yahudiler bu belgeleri karaborsadan satın almak zorunda kalmışlardı. Dahası, 1941-1944 arasında değil vatandaş yapmak, 3.500 Türkiye vatandaşını ‘Kurtuluş Savaşı’na katılmamak’ ya da ‘Beş yıldan fazladır konsolosluğa uğramamak’ gibi gerekçelerle vatandaşlıktan çıkarmıştı. Bu kişilerin ezici çoğunluğu da Yahudi idi. Örneğin 17 Haziran 1942’de (yani Behiç Erkin döneminde), Fransız Yahudi Karşıtı Polis Teşkilatı, Nazi kasabı Adolf Eichmann’ın Paris’teki makamına, Paris yakınlarındaki Drancy’de tutuklanmış bulunan ve ‘hala ilgili konsolosluk tarafından Türk vatandaşlıklarının tanınmasını bekleyen 150 Türkiyeli Yahudi’ye nasıl muamele edilmesi gerektiğini sormuş ve konsolosluğumuz ‘bu kişiler Türkiye vatandaşı değil’ deyince de toplama kampına göndermişti!
Dahası, Şubat 1943’te isimleri Almanlar tarafından verilen Türkiyeli 3.036 Yahudi’den sadece 631’ni Türk vatandaşı olarak tanınmış, bunların da sadece 114’üne Türkiye’ye geçiş vizesi vermişti. Bu durum Berlin’deki Alman makamlarının bile hayretine neden olmuştu. Sonuç olarak, Behiç Erkin, Türkiye’ye ’20 bin’ değil, sadece 114 Yahudi’nin -o da Almanya ile işbirliği içinde- gönderilmesinde rol oynamıştı. Zaten Türkiye üzerinden geçen toplam Yahudi mülteci sayısı 17 bin civarında idi.
NECDET KENT VAKASI . İkinci ‘Türk Schindleri’ Necdet Kent’in hikayesine gelince; Marsilya’nın Saint Charles garında trene yüklenirken gördüğü 80 Türkiyeli Yahudi’yi Gestapo’nun karşı koymasına rağmen, maceralı bir tren yolculuğundan sonra kurtarmayı başaran Necdet Kent’in, olayı bu kahramanlığını kamuoyuna takdim eden Amerikalı yazarı Stanford Shaw’a bile herhangi bir tarih ve isim vermemesi, olayı son derece muğlak ifadelerle anlatması başından beri soru işareti idi. Ama esas soru işareti, Fransa’daki sevkıyatlar konusunda uzman olan Serge Karlsfeld adlı araştırmacının, merkez garı Saint Charles’tan hiçbir  zaman Yahudi sevkıyatı yapılmadığını tespit etmesiyle doğdu. Sevkıyatlar liman bölgesindeki d’Arence garından ve Marsilya’dan 1,5 saat uzaklıktaki Fréjus garından yapılmıştı.Necdet Kent’in dört yıl görev yaptığı şehirdeki garları karıştırması akıl alır gibi değildi. Olayı Necdet Kent’le yaşadığı söylenen Sidi İşçan adlı konsolosluk görevlisi çoktan öldüğü için Kent’i ancak kurtardığı kişiler doğrulayabilirdi. Ancak Necdet Kent, hayatını kurtardığı bazı kişilerin zaman zaman mektup yazdığını söylediği halde isimlerini hatırlamadığı için onlardan da olayı doğrulamak mümkün olmamıştı.
Corrina Guttstadt son olarak İsrail’deki Yad Vashem Soykırım Müzesi’ne bir mektup yazmıştı. Merkezden gelen cevapta Necdet Kent’e ‘Adil-Dürüst İnsan’ madalyasının verilmesi için Türk Dışişlerinin yürüttüğü ısrarlı çabaların Necdet Kent’in anlattığı olaydan sağ kurtulan biri ile karşılaşılmadığı ve/veya olayı ispat eden herhangi bir belge bulunmadığı için gerçekleşmediği yazılıydı! Bütün bunların ne anlama geldiğini okurun takdirine bırakıyoruz.
Ama şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sırasında izlediği ‘aktif tarafsızlık’ politikası, ciddi bir Nazi sempatizanlığı ile gölgelenmiştir. Türkiye iddia edildiği gibi değil binlerce Yahudi’yi kurtarmak, katı mülteci politikaları ile binlercesinin ölümüne katkıda bulunmuştur. Ama Avrupa’daki pek çok ülkenin benzer şekilde davrandığını düşününce Türkiye’nin onlardan daha fazla utanmasına gerek yoktur. Yeter ki, tarihten ders çıkarılsın, yeter ki kurbanların acılarından sahte hikayeler, sahte kahramanlar üretilmesin…

Daha fazla bilgi için: Corrina Guttstadt, “Hakikaten ‘İnanılmaz Bir Öykü’”, Toplumsal Tarih, S. 168, Aralık 2007, s. 56-65; Selim Deringil, Denge Oyunu:İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Dış Politikası, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000; Rıfat N. Bali, Devlet’in Yahudileri ve “Öteki” Yahudi, İletişim Yayınları, 2004; Musa’nın Evlatları, Cumhuriyet’in Yurttaşları, İletişim, 2003.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder