Eric Hobsbawm
Bu
konuşmanın argümanı yaklaşık yüz elli
yıllık bir seküler gerilemeden sonra, yirminci yüzyılın büyük bölümünde
barbarlığın yeniden tırmanışa geçtiği ve bu tırmanışın sonuna gelindiğini
gösteren hiç bir işaretin de bulunmadığıdır. Bu bağlamda "barbarlığın"
iki şeyi gösterdiği kanısındayım. Birincisi, tüm toplumların kendi üyeleri
arasındaki, daha az ölçüde de kendi üyeleri ile başka toplumların üyeleri
arasındaki ilişkileri düzenlemesini sağlayan kurallar ile ahlaki davranışlar
sistemlerinin aksaması ve çökmesini; ikincisi de, daha spesifik açıdan, on
sekizinci yüzyıl Aydınlanmasının projesi diyebileceğimiz çerçevenin, yani
insanlığın rasyonel ilerlemesine (Yaşam, Özgürlük ve Mutluluk Arayışı'na,
Eşitlik, Özgürlük ve Kardeşlik’e vb.) bağlılığını ilan etmiş devlet
kurumlarında somutlaşmış olan, bu tür ahlaki davranış standartları ile
kurallardan meydana gelen bir evrensel sistemin kurulmasının bozulmasını
anlatmaktadır...
Bu
anlamların ikisi de gerçek olmakta ve birbirlerinin negatif etkilerini bizim
yaşamımız üzerinde pekiştirmektedirler. Dolayısıyla; Benim konumun insan
hakları sorunuyla ilişkisi açıkça görülüyor olsa gerektir.
Barbarlaşmanın
ilk biçimini, yani geleneksel denetim araçları ortadan kalktığı zaman neler olduğunu biraz daha açayım.
Michael Ignatief "Blood and Belonging" adlı kitabında, 1993'te
silahlı Kürt gerillaları ile Bosna'daki kontrol noktalarında görevli savaşçılar
arasındaki farklılığa dikkat
çekmektedir. Ignatief derin bir sezgiyle, devletsiz Kürdistan toplumunda
ergenlik dönemine gelen her erkek çocuğun bir silah edindiğini yakalar. Bir
silah taşımak, bir oğlan çocuğun en kestirme yoldan çocukluktan çıkıp bir erkek
gibi davranmasının ifadesidir. "Demek ki silah kültüründe anlamın vurgusu
sorumluluğu, ağırbaşlılığı, trajik görevi öne çıkarmaktadır”. Silahlar onlara
ihtiyaç uyulduğu zaman ateşlenir. Oysa 1945'ten bu yana Avrupalıların büyük
çoğunluğu (Balkanlarda yaşayanlar da
dahil olmak üzere) devletin meşru şiddet tekelini elinde tuttuğu toplumlarda
yaşamışlardır. Devletler çöktükçe bu tekel de kırılmıştır. “Bazı genç Avrupalı
erkeklerin gözünde, (bu çöküşün) yol açtığı kaos... her-
şeye- izin- verilen erotik bir cennete girme şansını doğurmuştu. Kontrol
noktalarındaki yarı- cinsel, yarı- pornografik silah kültürünün kaynağı budur.
Genç insanlara göre, öldürücü gücü ellerinizde tutmak ve bu gücü çaresiz
insanları terörize etmekte kullanmak karşı konulmaz bir erotizmle yüklüydü.”[1]
Ben
şimdilerde üç kıtadaki iç savaşlarda gerçekleştirilen vahşetlerin önemli bir
kısmının, yirminci yüzyılın sonundaki dünyaya özgü bu tip bir bozulmayı
yansıttığı kanısındayım. (...)
Barbarlaşmanın
ikinci biçimi olarak, bir kazancın varlığını ilan etmek isterim. Bizi hızla
karanlığa sürüklemekten alıkoyan bir kaç şeyden birisinin, on sekizinci yüzyıl
aydınlanmasından miras kalmış değerler sistemi olduğuna inanıyorum. Gerçi
aydınlanmanın yüzeysel ve entelektüel açıdan saf bir heves olmaktan başlayıp,
peruklu beyaz adamların Batı emperyalizmine entelektüel temel sağlamak için
tezgahladıkları bir komplo olarak değerlendirmeye kadar çeşitli saptamalara
dayanarak dikkate alınmayabileceği bir zamanda pek tutulan bir görüş değildir
bu. Aydınlanma gerçekten bundan ibaret olabilir de olmayabilir de, ama aynı
zamanda, bu gezegenin her yerinde tüm insanların yaşayabileceği toplumlar inşa
etme özlemlerinin hepsinin; insanların insanlar olarak haklarının ortaya
konulup savunulmasının bircik temeli olduğu da kuşkusuzdur.
Her
şey bir yana, uygarlığın on sekizinci yüzyıldan yirminci yüzyılın başlarına
kadarki ilerlemesi, çok büyük ölçüde ya da tamamen Aydınlanma'nın etkisi
sayesinde; "aydın mutlakiyetçiler" denilen hükümetlerce, hepsi de
aynı entelektüel aileden gelen devrimciler ve reformcular, liberaller,
sosyalistler ve komünistlerce sağlanmıştır. Uygarlığın bu dönemindeki
ilerlemesinde Aydınlanma'yı eleştirenlerin hiçbir payı yoktur...
İlerlemenin
bir yandan maddi ve ahlaki düzeyde, diğer yandan fiilen gerçekleştiğinin
düşünüldüğü bu çağ artık sonuna gelmiştir. Ancak, adım adım barbarlığa
sürüklendiğimizi görüp kaydetmekle yetinmekten ziyade, bu süreci
değerlendirmemize olanak tanıyacak tek kriterde, bu eski Aydınlanma’nın
rasyonalizmidir. (...)
1914’ten
önceki dönem ile şimdiki dönemimiz arasındaki uçurumun derinliğini bir örnekle açıklamaya çalışacağım. Bu
noktada, insanlık dışı olaylara daha fazla tanık olarak yaşayan bizlerin,
bugün, on dokuzuncu yüzyılı sarsan küçük küçük adaletsizliklere şaşırma
ihtimalinin daha az olması üzerinde
durmayacağım. Örneğin Fransa’daki tek bir adli hata (Dreyfus davası) ya da bir
Alsas kasabasında Alman ordusunun yirmi göstericiyi bir geceliğine gözaltına
alması (1913 Zabern olayı) bile büyük yankılara yol açmıştı. Size burada
hatırlatmak istediğim şey, geçerli olan davranış standartlarıdır. Napoleon
savaşlarından sonra yazan Clausewitz,
uygar devletlerin silahlı kuvvetlerinin savaşta aldıkları esirleri
öldürmemeleri ya da girdikleri ülkeleri yakıp yıkmamaları gerektiğini
öngörüyordu. Britanya’nın karıştığı yeni savaşlar, yani Falkland ve Körfez
savaşları ise bu normun artık geçerli sayılmadığını göstermektedir. Yine
Encyclopaedia Britannica’nın on birinci baskısından aktaracak olursak. “ders
kitaplarında anlatıldığına göre, uygar savaş mümkün olduğu ölçüde düşmanın
silahlı kuvvetlerinin güçsüzleştirilmesiyle sınırlıdır; aksi takdirde savaşlar,
taraflardan birinin tamamen ortadan kakmasına kadar sürerdi.”
Encyclopaedia
bu noktada yüce on sekizinci yüzyılın aydınlanma döneminin uluslararası
hukukçularından Vattel’i aktarmaktaydı. “Bu eğilimin Avrupa ulusları içinde bir
geleneğe dönüşmesinin geçerli bir nedeni vardır.” Oysa Avrupa uluslarında da
başka bir yerde de artık böyle bir
gelenek yoktur.
1914’ten
önce, savaşın savaşan kişi ve taraflarla yapıldığı, savaşmayanlara
dokunulmadığı görüşü isyancılar ve devrimciler tarafından da paylaşılıyordu.
Sözgelimi Çar II. Aleksander’ı
öldüren
Rus Narodnaya Volya grubunun programında şu şekildeki çok açık bir maddeye
rastlayabiliyorduk “Hükümete karşı verilen savaşın dışında kalan kişi ve
gruplar tarafsız kişiler sayılacak, kendilerine ve mülklerine
dokunulmayacaktır.”[2] Yaklaşık olarak aynı
tarihlerde Frederic Engels de İrlandalı Fenianları (ki onları tüm sempatisiyle
destekliyordu), Westminster Hall'a bir bomba koydukları, böylece oradan geçen
masum insanların yaşamlarını riske soktukları için mahkum etmişti. Engels
silahlı çatışma deneyimi bulunan eski bir devrimci olarak, savaşın sivillere
karşı değil, savaşan kişi ve gruplara karşı yürütülmesi gerektiği kanısındaydı.
Oysa bugün, devrimcilerin ve teröristlerin bu sınırlamayı, bir savaşa girmiş hükümetlerden
daha fazla benimsediklerini göremiyoruz. (...)
Toplumsal
ve politik çözülmenin bu koşullarında, doğal olarak uygarlıkta bir gerilemeyi,
barbarlıkta da bir artışı beklemeliyiz. Yine de durumu kötüleştiren, gelecekte
kesinlikle daha da kötüleştirecek olan asıl etken, Aydınlanma uygarlığının
barbarlığa karşı dikmiş olduğu ve benim bu konuşmada ana hatlarıyla özetlemeye
çalıştığım savunma burçlarının birer birer yıkılmasıdır. En kötüsü de insanca
davranmamaya alışmamızdır. Hoş görülemez olan şeylere hoşgörüyle bakmayı
öğrenmiş durumdayız.
Topyekün savaş ile soğuk savaş beynimizi barbarlığı
benimsetecek derecede yıkamayı başardı. Daha da kötüsü: Bu savaşlar barbarlığı,
para kazanmak gibi önemli konular karşısında önemsiz göstermeyi başardı. (...)
Eric
Hobsbawm, Tarih Üzerine (Barbarlık: Bir Kullanım Kılavuzu, syf. 384-400) , Bilim ve Sanat Yayınları,
1999
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder