29 Aralık 2015 Salı

Barbarlık: Bir Kullanım Kılavuzu

Eric Hobsbawm

Bu konuşmanın argümanı  yaklaşık yüz elli yıllık bir seküler gerilemeden sonra, yirminci yüzyılın büyük bölümünde barbarlığın yeniden tırmanışa geçtiği ve bu tırmanışın sonuna gelindiğini gösteren hiç bir işaretin de bulunmadığıdır. Bu bağlamda "barbarlığın" iki şeyi gösterdiği kanısındayım. Birincisi, tüm toplumların kendi üyeleri arasındaki, daha az ölçüde de kendi üyeleri ile başka toplumların üyeleri arasındaki ilişkileri düzenlemesini sağlayan kurallar ile ahlaki davranışlar sistemlerinin aksaması ve çökmesini; ikincisi de, daha spesifik açıdan, on sekizinci yüzyıl Aydınlanmasının projesi diyebileceğimiz çerçevenin, yani insanlığın rasyonel ilerlemesine (Yaşam, Özgürlük ve Mutluluk Arayışı'na, Eşitlik, Özgürlük ve Kardeşlik’e vb.) bağlılığını ilan etmiş devlet kurumlarında somutlaşmış olan, bu tür ahlaki davranış standartları ile kurallardan meydana gelen bir evrensel sistemin kurulmasının bozulmasını anlatmaktadır...
Bu anlamların ikisi de gerçek olmakta ve birbirlerinin negatif etkilerini bizim yaşamımız üzerinde pekiştirmektedirler. Dolayısıyla; Benim konumun insan hakları sorunuyla ilişkisi açıkça görülüyor olsa gerektir.

Barbarlaşmanın ilk biçimini, yani geleneksel denetim araçları ortadan kalktığı  zaman neler olduğunu biraz daha açayım. Michael Ignatief "Blood and Belonging" adlı kitabında, 1993'te silahlı Kürt gerillaları ile Bosna'daki kontrol noktalarında görevli savaşçılar arasındaki farklılığa  dikkat çekmektedir. Ignatief derin bir sezgiyle, devletsiz Kürdistan toplumunda ergenlik dönemine gelen her erkek çocuğun bir silah edindiğini yakalar. Bir silah taşımak, bir oğlan çocuğun en kestirme yoldan çocukluktan çıkıp bir erkek gibi davranmasının ifadesidir. "Demek ki silah kültüründe anlamın vurgusu sorumluluğu, ağırbaşlılığı, trajik görevi öne çıkarmaktadır”. Silahlar onlara ihtiyaç uyulduğu zaman ateşlenir. Oysa 1945'ten bu yana Avrupalıların büyük çoğunluğu  (Balkanlarda yaşayanlar da dahil olmak üzere) devletin meşru şiddet tekelini elinde tuttuğu toplumlarda yaşamışlardır. Devletler çöktükçe bu tekel de kırılmıştır. “Bazı genç Avrupalı erkeklerin gözünde, (bu çöküşün) yol açtığı kaos... her- şeye- izin- verilen erotik bir cennete girme şansını doğurmuştu. Kontrol noktalarındaki yarı- cinsel, yarı- pornografik silah kültürünün kaynağı budur. Genç insanlara göre, öldürücü gücü ellerinizde tutmak ve bu gücü çaresiz insanları terörize etmekte kullanmak karşı konulmaz bir erotizmle yüklüydü.”[1]

Ben şimdilerde üç kıtadaki iç savaşlarda gerçekleştirilen vahşetlerin önemli bir kısmının, yirminci yüzyılın sonundaki dünyaya özgü bu tip bir bozulmayı yansıttığı kanısındayım. (...)

Barbarlaşmanın ikinci biçimi olarak, bir kazancın varlığını ilan etmek isterim. Bizi hızla karanlığa sürüklemekten alıkoyan bir kaç şeyden birisinin, on sekizinci yüzyıl aydınlanmasından miras kalmış değerler sistemi olduğuna inanıyorum. Gerçi aydınlanmanın yüzeysel ve entelektüel açıdan saf bir heves olmaktan başlayıp, peruklu beyaz adamların Batı emperyalizmine entelektüel temel sağlamak için tezgahladıkları bir komplo olarak değerlendirmeye kadar çeşitli saptamalara dayanarak dikkate alınmayabileceği bir zamanda pek tutulan bir görüş değildir bu. Aydınlanma gerçekten bundan ibaret olabilir de olmayabilir de, ama aynı zamanda, bu gezegenin her yerinde tüm insanların yaşayabileceği toplumlar inşa etme özlemlerinin hepsinin; insanların insanlar olarak haklarının ortaya konulup savunulmasının bircik temeli olduğu da kuşkusuzdur.

Her şey bir yana, uygarlığın on sekizinci yüzyıldan yirminci yüzyılın başlarına kadarki ilerlemesi, çok büyük ölçüde ya da tamamen Aydınlanma'nın etkisi sayesinde; "aydın mutlakiyetçiler" denilen hükümetlerce, hepsi de aynı entelektüel aileden gelen devrimciler ve reformcular, liberaller, sosyalistler ve komünistlerce sağlanmıştır. Uygarlığın bu dönemindeki ilerlemesinde Aydınlanma'yı eleştirenlerin hiçbir payı yoktur...

İlerlemenin bir yandan maddi ve ahlaki düzeyde, diğer yandan fiilen gerçekleştiğinin düşünüldüğü bu çağ artık sonuna gelmiştir. Ancak, adım adım barbarlığa sürüklendiğimizi görüp kaydetmekle yetinmekten ziyade, bu süreci değerlendirmemize olanak tanıyacak tek kriterde, bu eski Aydınlanma’nın rasyonalizmidir.  (...)

1914’ten önceki dönem ile şimdiki dönemimiz arasındaki uçurumun derinliğini  bir örnekle açıklamaya çalışacağım. Bu noktada, insanlık dışı olaylara daha fazla tanık olarak yaşayan bizlerin, bugün, on dokuzuncu yüzyılı sarsan küçük küçük adaletsizliklere şaşırma ihtimalinin daha az olması  üzerinde durmayacağım. Örneğin Fransa’daki tek bir adli hata (Dreyfus davası) ya da bir Alsas kasabasında Alman ordusunun yirmi göstericiyi bir geceliğine gözaltına alması (1913 Zabern olayı) bile büyük yankılara yol açmıştı. Size burada hatırlatmak istediğim şey, geçerli olan davranış standartlarıdır. Napoleon savaşlarından  sonra yazan Clausewitz, uygar devletlerin silahlı kuvvetlerinin savaşta aldıkları esirleri öldürmemeleri ya da girdikleri ülkeleri yakıp yıkmamaları gerektiğini öngörüyordu. Britanya’nın karıştığı yeni savaşlar, yani Falkland ve Körfez savaşları ise bu normun artık geçerli sayılmadığını göstermektedir. Yine Encyclopaedia Britannica’nın on birinci baskısından aktaracak olursak. “ders kitaplarında anlatıldığına göre, uygar savaş mümkün olduğu ölçüde düşmanın silahlı kuvvetlerinin güçsüzleştirilmesiyle sınırlıdır; aksi takdirde savaşlar, taraflardan birinin tamamen ortadan kakmasına kadar sürerdi.”
Encyclopaedia bu noktada yüce on sekizinci yüzyılın aydınlanma döneminin uluslararası hukukçularından Vattel’i aktarmaktaydı. “Bu eğilimin Avrupa ulusları içinde bir geleneğe dönüşmesinin geçerli bir nedeni vardır.” Oysa Avrupa uluslarında da başka bir yerde de  artık böyle bir gelenek yoktur.

1914’ten önce, savaşın savaşan kişi ve taraflarla yapıldığı, savaşmayanlara dokunulmadığı görüşü isyancılar ve devrimciler tarafından da paylaşılıyordu. Sözgelimi Çar II. Aleksander’ı
öldüren Rus Narodnaya Volya grubunun programında şu şekildeki çok açık bir maddeye rastlayabiliyorduk “Hükümete karşı verilen savaşın dışında kalan kişi ve gruplar tarafsız kişiler sayılacak, kendilerine ve mülklerine dokunulmayacaktır.”[2] Yaklaşık olarak aynı tarihlerde Frederic Engels de İrlandalı Fenianları (ki onları tüm sempatisiyle destekliyordu), Westminster Hall'a bir bomba koydukları, böylece oradan geçen masum insanların yaşamlarını riske soktukları için mahkum etmişti. Engels silahlı çatışma deneyimi bulunan eski bir devrimci olarak, savaşın sivillere karşı değil, savaşan kişi ve gruplara karşı yürütülmesi gerektiği kanısındaydı. Oysa bugün, devrimcilerin ve teröristlerin bu sınırlamayı, bir savaşa girmiş hükümetlerden daha fazla benimsediklerini göremiyoruz. (...)

Toplumsal ve politik çözülmenin bu koşullarında, doğal olarak uygarlıkta bir gerilemeyi, barbarlıkta da bir artışı beklemeliyiz. Yine de durumu kötüleştiren, gelecekte kesinlikle daha da kötüleştirecek olan asıl etken, Aydınlanma uygarlığının barbarlığa karşı dikmiş olduğu ve benim bu konuşmada ana hatlarıyla özetlemeye çalıştığım savunma burçlarının birer birer yıkılmasıdır. En kötüsü de insanca davranmamaya alışmamızdır. Hoş görülemez olan şeylere hoşgörüyle bakmayı öğrenmiş durumdayız.

Topyekün  savaş ile soğuk savaş beynimizi barbarlığı benimsetecek derecede yıkamayı başardı. Daha da kötüsü: Bu savaşlar barbarlığı, para kazanmak gibi önemli konular karşısında önemsiz göstermeyi başardı. (...)

Eric Hobsbawm, Tarih Üzerine (Barbarlık: Bir Kullanım Kılavuzu,  syf. 384-400) , Bilim ve Sanat Yayınları, 1999


[1] Michael Ignatieff, Blood and Belonging: Journeys into the New Nationalism (Londra, 1993), s.140-141
[2] Wolfgang J. Mommsen ve Gerhard Hirschfeld, Sozialprotes, Gewalt, Terror (Stuttgart,1982) s,56

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder