Tanıl Bora, Türkiye'de milliyetçilik çalışmalarında çok önemli bir isim. Özellikle milliyetçi hareketlerle ilgili çok sayıda çalışma yapan Bora'ya, Hrant Dink cinayeti üzerine gündeme gelen milliyetçi atmosferi sorduk. Anladık ki bu gelişmelerde şaşıracak bir şey yok.
Söyleşiyi yapan: Cem Erciyes
Şubat 2007
80'lerden bu yana Türk milliyetçiliğinin siyasi tezahürünü izliyorsunuz. Ne oldu da Türkiye'de milliyetçilik 'Kara Bahar'ını yaşamaya başladı.
Yaklaşık on beş yıldır, düzenli aralıklarla, 'milliyetçilik yükseliyor mu, niye?' anketlerine kalkıştığımızın farkındasınız değil mi? Çünkü milliyetçilik hiç 'yatışmıyor'. 80'lere gelmeden önce, milliyetçiliğin derin köklerini anmamız lâzım. Türk milliyetçiliği, resmî ideoloji olarak onyıllardır zerk ediliyor. Atatürkçülüğün içini dolduran ana malzeme de budur. Bu resmi ideolojide baskın olan eğilim de, vatandaşlık temelinde, Cumhuriyetçi bir anlayış değildir, etno-kültürel göndermeleri gayet açık seçik, otoriter bir devlet zihniyeti ve homojen bir toplum tasarımıyla birleşen bir anlayıştır. Bu niteliğin, 12 Eylül askeri darbesinden sonra pekiştirildiğini gördük. 1990'larda, gayri nizami harp atmosferinde, bir vites daha attı.
http://slideplayer.biz.tr/slide/2346308/ |
Politikanın itibarsızlaştırılmasının, depolitizasyon denilen sürecin de bunda katkısı büyük. Politika ve ideolojinin başlıbaşına 'kötü' addedildiği, bilhassa muhalif, eleştirel politik ideolojilerin potansiyel terörist olarak damgalandığı bir ortamda, kendisi de basbayağı bir ideoloji olan milliyetçilik, politikaların ve ideolojilerin üstünde bir 'değer' suretinde sunularak, bir laik din gibi hâkim kılındı. Milliyetçiliğe, üstelik böyle bir milliyetçiliğe sadakatini belirtmeyen tek lâfa izin vermeyen bir tahakküm kuruldu. Resmi veya 'ortalama' milliyetçiliğin bu yöneliminin, uç veya 'aşırı' milliyetçi akımların etkisinden daha belirleyici olduğunu düşünüyorum. Çünkü onların marjinal olmaktan çıkıp meşrulaşmasına zemin hazırlayan da bu ana akım olmuştur.
Son beş-altı yıldaki kabarmada ise iki etken var bence. Birincisi, neoliberal globalleşme sürecinin derinleşmesi, insanların yoksullaşması ve sosyal olarak tutunumsuzlaşması. Bu atomizasyon ortamında, kimlikler, insanların kendilerini değerli hissetmesini sağlayan yegâne meşru yol olarak teşvik ediliyor. Öte yandan AB, Kürt meselesi, Ortadoğu vb. sorunlar etrafında güçlü bir tehdit algısını besleyen milliyetçilik, insanların kendi mağduriyetleri ve geleceğe dair umutsuzluklarını 'tercüme ettikleri' bir ajitasyon mecrası açıyor. İkincisi, Kürt meselesinde Öcalan'ın yakalanmasını kesin galibiyet olarak gören milliyetçi ideoloji, basiretle yüzleşmeyi reddettiği bu meselenin hâlâ hallolmamış ve Kürtlerin hâlâ talepkâr olmasını kabul edemiyor ve buradan muazzam bir hınç ürüyor. Tabii silahlı eylemler sürdükçe, insanlar öldükçe de, o basiretin tesisi güçleşiyor.
Bu milliyetçi atmosferde ırkçı öğeler var mı, şu günlerde egemen olan milliyetçilik ne kadar ırkçı?
Elbette var. Irkçılık deyince sadece kafatası, kan, soy-sop vs.'ye bakan biyolojik ırkçılığı anlayan ve Türk milliyetçiliğinin ırkçılıktan sanki 'yaradılışı icabı' bağışık olduğunu düşünen zihniyet kalıbından başlıyor bu. Oysa her milliyetçilik ırkçılığa meyletmeye istidatlıdır, arada sanıldığı gibi aşılmaz duvarlar yoktur ve ırkçılığı bir insanlık suçu sayan insanların bu konuda sürekli teyakkuzda olması gerekir. Türk milliyetçiliği söylemlerinde ırkçı önyargıların da derin kökleri var. Esasen, 'Türk' adının, başından beri, kuru kuru tekrarlanan beyanların aksine, hâkim anlayışta etnik bir kimliği ifade etmesine dayanıyor bu kök. Gayri Müslimlerin, Kürtlerin ve başkalarının salt kimliklerinden dolayı peşinen 'yabancı' ve 'tehlikeli' sayılması, bu kimliklerin horlanması, gayet olağan sayılan yerleşik bir tutum olageldi. Yeni olan ve tehlikeyi büyüten ise şu: Açıkça biyolojik ırkçılığın da Türkiye'de utanç verici bir popülarite kazandığını görüyoruz. İnternet sitelerinde ve basında, Türkçeyi de katleden bir galizlikle yıllardır açık seçik ırkçılık yapılıyor. Bunların kovuşturulmasına bile gerek duyulmaması, başlıbaşına ırkçılığın sıradanlaşmasının bir alâmeti değil mi?
Türkiye'deki milliyetçi akımların 'şiddet'le yakın tarihini neye bağlayabiliriz?
Öncelikle milliyetçiliğin, 'milli duygu'yu doğal bir güdü olarak tasavvur etmesi besliyor bu potansiyel. Milliyetçilik fiziki bir refleksmişçesine doğallaştırılınca ve aklın-fikrin-siyasetin de bu 'doğal' duyguyla uyum içinde olması gerektiği düşünülünce, 'güdü'nün hâkimiyetine sokmuş oluyorsunuz insanları. Milliyetçilik, insanın güdüselliğini yüceltmektir ve güdülerine indirgenen insan şiddete daha yakındır. Ayrıca Türkiye, tehdit algılamasının ziyadesiyle yüksek olduğu, hatta halkının rızasını tehdit algısını habire okşayarak temin eden bir ulus-devlet. Bu yüksek tehdit algısı da şiddet potansiyelini hep ayakta tutuyor.
Son yıllarda sembolik şiddetin gitgide tırmanmasının fizikî şiddeti körükleyen etkisini unutmayalım. Hıyanet suçlamaları, fikrî mücadelenin derhal istiklâl savaşına atıflarla kanlı imgelere boyanması... anlatılmak istenen lâfa bakmadan, mahsurlu sayılan bir kelime geçtiği anda vâveylayı koparan ve her lâfı bir şeylere sadakat yükümlülüğü talep ederek yarıda kesen hamâsi tavır... bu psikolojik şiddet, insanların aklıselimden uzaklaştırıyor.
Bu potansiyelin 'kendiliğinden' akışıyla ve kabarışıyla yetinmeyen örgütlenmelerin varlığını da unutmamalıyız. Tarihimiz, resmi ellerce yönlendirilen 'gayri nizami harp' operasyonlarıyla dolu ve bu operasyonlarda hep milliyetçi bir ajitasyonun etken olduğunu görüyoruz. MHP ve bugünkü duruma baktığımızda MHP'den ziyade o kökten ayrışmış çevreler, gruplar, söz konusu provokatif operasyonlarla milliyetçiliğin 'sivil' toplumsal ajitasyon potansiyeli arasındaki bu gerilimli hatta yer alıyorlar.
Son yıllarda artan komplo teorilerine yönelik kitapları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Komplo teorilerinin, üzerinde durduğumuz faşizan milliyetçilik anlayışının en önemli beslenme kaynakları arasında olduğunu düşünüyorum. Komplolar olabilir ve onları teşhis ve tahlil etmeye çalışmak gerekir o başka şey. Ancak aklınızı komplo teorileriyle bozarsanız, bütün toplumsal ve politik olayları perde gerisindeki büyük güçlerin 'tezgâhı' olarak görür ve biz insancıklara ufacık bir irade payı, üç kuruşluk fikir belirtme şansı bırakmazsınız. Her eylemi, her özneyi, bir 'büyük oyun'un piyonu olarak gören bir zihniyeti oturtursunuz. O zaman hiçbir insanın özerk şahsiyeti, hiçbir fikrin özerk anlamı kalmaz. İnsanları ve fikirleri muhatap saymazsınız.
Komplo teorisyenlerinin yaptığı tam da budur. Tabii bu 'büyük oyun' da önünde sonunda ulus-devletler ve 'milletler' arası ezelî-ebedî bir mücadele olarak resmedilir, her mesele buna indirgenir. Bu teoriler neden revaç görüyor? Çünkü insanların kaotikleşen ve gitgide gücün hukukuna teslim olan dünyada kendilerini haklı olarak acz içinde hissediyorlar ve komplo teorileri onların bu acz duygusunu işliyor.
Kendilerini mağdurlar olarak haklılaştırıyor ve o muazzam güçlerin 'işbirlikçisi' olarak kendilerine işaret edilen öznelere kin duyuyorlar. Hamâsetin ötesinde bir gelecek tasarımı sunmayan, düşmanı kahretmekten öte ufku olmayan bu reaksiyoner öfke, iyice derinleştirdiği acz haline yalandan merhem çalıyor. Medeniyet Kaybı kitabımdaki bir yazıda değinmiştim: Evvelsi sene utanç verici bir biçimde çoksatar olan Hitler'in Kavgam'ının temel özelliği de, tüm dünyayı milletlerarasındaki komplolarla açıklayan zihniyetin timsali olmasıdır.
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=6003&tarih=01/05/2008&ek_tarihi=yok
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder