29 Aralık 2015 Salı

Kimlikler, kimlik çatışması ve demokrasi


1 Aralık 2005
Tarihî süreç içinde kimlikler, kimlik çatışması ve demokrasi
Kimlik meselesi, son günlerde, bilhassa toplumsal bütünlüğümüzün ne gibi vasıtalarla korunabileceği tartışmaları çerçevesinde, yeniden kamuoyumuzun temel gündem maddelerinden birisini teşkil etti. Bu yazıda konuyu tarihî tecrübemiz ışığında incelemeye gayret edeceğiz.
Bu alanda yapılan tahlillerin ehemmiyetli bir bölümü konuya oldukça sığ biçimde yaklaşarak, meseleyi devletin değişik alt kimlikleri tanımasına, üst kimliğin adının ne olması gerektiği konusunda yeni bir değerlendirme yapmasına, daha basit bir ifadeyle, devlet merkezli bir karar alma sürecine indirgemektedir. Bu alanda demokratik açılımların sihirli değnek etkisi göstereceğinin varsayılması da meselenin özünün yeterince kavranamamasından kaynaklanmaktadır. Söz konusu açılımlar uygulanacak siyasetlere yardımcı olmakla, onların önünü açmakla birlikte bizatihi kimlik sorununu halledemezler. Bunun da ötesinde demokratik açılımlar, milliyetçi ideolojilere “rağmen” gerçekleştirilmek durumundadırlar.

Benzeri şekilde, anayasa ile belirlenen vatandaşlık temeline dayalı bir kimliğin tüm alt kimlikleri uzlaştırarak bu alandaki her türlü çatışmayı engelleyeceği fikri de konuya tek yönlü ve mekanik bir süreç olarak yaklaşılmasının tabiî bir neticesidir. Böylesi bir kimliğin benimsettirilmesinin, neticede başarı sağlansa dahi, çok uzun ve sıkıntılı bir geçiş dönemini gerektirdiği de unutulmamalıdır. Bizzat tarihimiz, bize sadece alt kimlikleri tanıma ve bunların üzerinde bir kapsayıcı kimlik benimsenmesiyle ya da bir temel yasa vasıtasıyla bu üst kimliğin kanunî güvence altına alınmasıyla kimlik çatışmasının önlenemeyeceğini göstermektedir.

Devlet ve kimlik...
Bu alanda karşı görüş olarak ileri sürülen ve alt kimlikleri tanıyan, anayasada tanımlanan vatandaşlık temeline dayalı kapsayıcı bir üst kimliğin süreç içerisinde etnik çatışma yaratacağı görüşü de, kimlik yaratılmasını devletin tekelinde bir eylem olarak görmesi nedeniyle konuya aslında aynı zâviyeden bakmaktadır. Bu görüş kimin hangi kimliği taşımasının gerekliliğini tespit alanında devleti tek yetkili kılarken, sorunu üst kimliğin adını değiştirerek halledeceğini zanneden yaklaşım gibi, sosyolojik olarak kimliklerin nasıl yaratıldığını tamamen göz ardı etmektedir.

Şüphesiz karşı karşıya bulunulan mesele, üst kimliğe yeni bir ad bulmaktan ziyade onun içinin nasıl doldurulacağıdır. Ancak, üst kimliğin ne ölçüde hakim kimliğin değer ve sembolleriyle doldurulacağı, onun alt kimliklerle ilişkisinin hangi zeminde gerçekleşeceği benzeri hususlarda atılacak yeni adımlar mevcut durumda değişiklik yaratabilecektir. Buradaki temel amaç toplumdaki tüm bireylerin bu üst kimlik içinde kendine ait unsurlar bulabilmesinin teminidir. Bu şekilde toplumca dışlandıklarını düşünen kesimlerce de benimsenip, içselleştirilecek bir üst kimlik, bunun da ötesinde kimlikler çatışmasının önüne geçebilecektir.

Meselenin gözden uzak tutulmaması gereken bir veçhesi de hiç şüphesiz kimliklerin yaratılan aidiyetler olduğudur. Bu nedenle kimlik yaratılması -bilhassa üst kimlik- ve benimsettirilmeye çalışılması tekelci biçimde ifa edilen bir işlev olmayıp, bunu kabule yanaşmayanlarla -bilhassa milliyetçi ideolojilerle- rekabet ederek gerçekleştirilen bir faaliyettir. Milliyetçi ideolojiler, toplumsallaştırma vasıtaları üzerinde tekel sahibi merkezlere karşı dahi çatışan kimlikler yaratmaktan geri kalmamışlardır. Bu ideolojilerle üst kimlik uzlaşması sağlamak neredeyse imkânsız olup, bu gayret söz konusu ideolojilere rağmen yapılmaktadır. Mesele üst kimliğin milliyetçi ideolojilerin yarattığı çatışmacı kimliklerden daha cazip hale getirilmesi, farklılıklarla beraber olma yollarının bulunmasıdır; ancak bunun gerçek hayatta uygulanmasının oldukça zor olduğu unutulmamalıdır. Son dönem Osmanlı tarihi, bir anlamda, bu alanda yaşanan başarısızlıkların tarihidir.

Osmanlı kimlik mirası
Bu hususlara ilâveten, üst kimliğin cazibe merkezi haline getirilmesi gayretinin temel hedefinin de entelektüeller olduğu unutulmamalıdır. Konuya gene kendi tarihimizin bize sağladığı misâller yardımıyla bakacak olursak; toplumsallaştırma vasıtalarını sıkı denetim altında tutan devletin benimsettirmeye çalıştığı üst kimliğe karşı yaratılan çatışmacı milliyetçi kimlikler, kendi cemaatlerinde azınlıkta kalmış; ancak entelektüeller düzeyinde yaygın kabul görmüşlerdir. Bu nedenle, nihaî tahlilde, merkezle ilişkiler toplumlar adına bu kimliklerle sürdürülmüştür. Kimlik çatışmaları, yeni üst kimlik yaratma, onu benimsetme gayretleri açısından dünyanın en zengin laboratuvarlarından birisine sahip tarihimize karşın bu alanda siyaset üretemememiz pek tabiî tarihimizi tahlil etmekte gösterdiğimiz zaafın neticesidir. Tanzimat sonrasında yeni bir anlam yüklenerek devletin yeni resmî ideolojisinin merkezine oturtulan “Osmanlı” kimliği ve bunun alt kimliklerle ilişkisi üzerine, imparatorluğun çöküşüne kadar sürdürülen bir tartışmanın yaşanması, bir anlamda, onun topluma benimsetilmesi alanında karşılaşılan bir başarısızlığın göstergesidir. Başka bir deyişle, Osmanlı reformcularının yarattıkları efsâneler, ihtira ettikleri yeni semboller toplumun alt katmanlarına kâfi derecede nüfûz edememiş, bunun da ötesinde, Fransız kimliği üzerine yapılan ufuk açıcı Les lieux de mémoire derlemesinde ileri sürüldüğü gibi, bireylerin “paylaştıkları ortak hatıralar” yeni bir kimlik oluşturulması alanında yetersiz kalmışlardı.

Bir yandan yeni kimliğin imparatorluğun hakim unsurunun sembolleri, efsâneleri etrafında şekillendirilmesi ve çevreye bir merkezileştirme siyasetiyle beraber sunulması değişik anâsırın onu bir “Türkleştirme” siyaseti olarak algılaması neticesini doğururken, diğer yandan milliyetçi hareketlerin karşıt efsâneler, tarihler ve semboller yaratmaları kimlik sorununu bir adım daha ileriye götürerek bir çatışma zemini haline getirmişti.

Bir misâl vermek gerekirse, Tunalı Hilmi Bey 1901 yılı sonlarında ‘Türkiyalılık Osmanlılık, Osmanlılık Türkiyalılıkdır’ başlıklı hutbesiyle herkesi, coğrafyaya bağlayarak bütünüyle etnik ve millî değerlerden ayırmaya çalıştığı, yeni kimliğe sahip çıkmaya davet ettiğinde Osmanlı kuruluş efsânesini, İlliryalılara kadar giden bir “bu toprakların ilk sahibi” efsânesiyle, Osmanlı tarihini, “işgale direnen, dağların sahibi İskender Bey” tarihiyle ve Ay-Yıldızlı Sancağı, “İki Başlı Kara Kartal” ile ikame eden ve Türkiyelilik” “Osmanlılık” benzeri kavramları kendilerini Türkleştirmeye yönelik siyasetler olarak gören Arnavut milliyetçileri buna cevap dahi vermeye tenezzül etmemişlerdi.

Aynı şekilde, “Osmanlı” ya da yirminci yüzyıl başında yaratılan “Türkiyeli” kimlikleri, Türk olmayan anâsırın devletle ilişkide olan, geleceğini merkezin varlığını sürdürmesinde gören tabakaları dışındaki kısımlarına pek az nüfûz edebilmişti ki bu unsurlar milliyetçiler tarafından “Çorbacı,” “Türkleşmiş,” “Türk uşağı” benzeri sıfatlarla aşağılanıyorlardı. Bu anlamda üst kimlik ya devletle temas ve status quo’nun devamından fayda sağlayan seçkinler (meselâ Manchester’den ithal ettiği kumaşı Halep’te satan ve küçük bir Bulgar ulus-devletinin tüccarı haline gelmeyi istemeyen işadamı ki bu gibilere milliyetçiler “Çorbacılar” sıfatıyla saldırıyorlardı) ya da merkezle ciddî kimlik çatışmasını, ayrılıkçılığı hayâl edemeyecek cesametteki gruplar (Makedonya ve Epir Ulahları, Osmanlı Yahudileri) tarafından benimseniyor; ama diğerleri tarafından bir “Türkleştirme” siyaseti olarak mütalâa edilerek reddediliyordu.

Konuya gene benzeri bir misâl yardımıyla yaklaşacak olursak, 1908 İhtilâli sırasında Çerçiz Topulli liderliğindeki Tosk çetelerini isyana dahil etmek için Arnavut milliyetçileriyle toplantılar yapan Resneli Niyazi Bey, bizzat kendisini misâl olarak göstererek hareketin bir “Türk” hareketi olmadığını savunduğunda, muhatapları onu gerçek bir Arnavut olarak görmediklerini, Türklerin temsilcisi olarak mütalâa ettiklerini imâ etmişlerdi. Diğer bir ifadeyle üzerindeki üniforma, Mekteb-i Harbiye mezunu olmakla beraber, Türkçeye hakimiyeti, ana dili Arnavutçaya kıyasla sınırlı, İttihat ve Terakki entelektüellerinin “hürriyetin koşaladık ninesini” benzeri ifadelerini istihza ile karşıladıkları, Türkçe iyi yazamadığı için ünlü hâtıratı elden geçirilerek neşrolunan, Niyazi Bey’in dahi milliyetçiler tarafından “Türkleşmiş” sınıflamasına sokulmasına neden oluyordu.

Bu nedenledir ki bireysel düzeyde haklardan istifade ettirilmek, Osmanlılığın Kanun-i Esasî güvencesinde herkese açık olması, devletin en üst makamlarına gelebilmek, milliyetçi taleplerle merkezin karşısına çıkan toplulukların beklentilerini karşılamakta yetersiz kalıyordu. 1908 yılında Avlonyalı Ferid Paşa’nın yaklaşık beş yıldır sadaret makamında oturmakta olması, çeteciliği de bir araç olarak kullanmaya başlayan Arnavut milliyetçileri nazarında herhangi bir ehemmiyeti haiz değildi. Nitekim 1905 yılı sonlarında İttihat ve Terakki ile Daşnaktsutyun arasında bir yakınlaşma sağlamaya çalışan Dr. Bahaeddin Şakir Bey’e yardım etmeye çalışan Diran Kelekyan yalın “bireysel eşitlik” temelinde ve Kanun-i Esasî’de tanımlanan Osmanlı kimliği çerçevesindeki bir uzlaşmayı Ermeni komitelerinin asla kabul etmeyeceklerini, onların bu alanda “toplumsal ve ırksal düzeyde eşitlik” talep ettiklerini belirtince uzlaşmaya varılamamıştı.

Ermeni ya da Arnavut komiteleri ya da II. Meşrutiyet Dönemi’nin Arap cemiyetleri bakımından önemli olan, toplumsal düzeyde, farklılıklar ön plâna çıkarılarak tanınma ve merkezle ilişkilerin bu zemine oturtulmasıydı. Bu örgütlere göre bir Arnavutun sadrâzâm, bir Ermeni’nin nâzır olabilmesi, Osmanlılığın herkese açık bulunması, ilişkiler bu zeminde gerçekleştirilmedikçe, herhangi bir anlam taşımamaktaydı. Daha demokratik yapılara geçiş, meselâ 1908 sonrasındaki göreceli basın hürriyeti, seçimlerin ve parlâmentonun varlığı da üst kimlikle milliyetçi kimlikler arasındaki çatışmayı azaltmadığı gibi tersine daha yoğun hale getirmişti.

Cumhuriyet, üst kimlik ve günümüz toplumu
Cumhuriyetin bu konunun tartışılabildiği dönemlerinden günümüze varan bir süreç içerisinde “kimlik” üzerine zaman zaman alevlenen bir tartışmanın sürdürülmesi de benzer bir sorunun varlığına işaret etmektedir. Ancak bu tespit yapılırken, bir çok uluslu imparatorluğun benimsetmekte büyük zorluklar çektiği ve neticede yıkımının aslî nedenlerinden birisini meydana getiren üst kimlik tesisi alanında kendini ulus-devlet olarak tanımlayan bir yapının işinin ne denli zor olduğunu belirtmekte yarar vardır. Unutulmamalıdır ki, üst kimliğin, diğer kimliklere ilişkisi alanında en radikal görüşü müdafaa eden Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti dahi, nihaî tahlilde, kendini çok ulusluluk parametreleri etrafında bir çözüme ulaşmak mecburiyetinde hissediyordu.
Aslında üst kimlik belirlerken “Osmanlı” kavramının yerine “Türk”ü ikame etmekten başka bir şey yapmayan Cumhuriyet ideolojisi bu anlamda bizatihi bir yenilik getirmemekle birlikte, milliyetçilik temeline dayanan ulus inşa’ı sürecinde bu kavramın içini bu kez bütünüyle hakim kültürün değerleriyle doldurarak, bu kültür merkezli efsâneler yaratarak, onun “parlak geçmişini” temel tarih referansı haline getirerek alt kimliklerin hareket alanını, “Osmanlı” üst kimliğine nazaran daha fazla sınırlıyor, onları tamamen folklorik düzeye indirgeme girişiminde bulunuyordu.

Bu yeni kimliğin de tıpkı “Osmanlı” kavramı gibi bu değerleri benimsemeye hazır olanlara açık ve kapsayıcı olduğu şüphesizdir. Ama mesele, aynen imparatorluğun son senelerinde olduğu gibi, kabul edilebilecek azamî sınır olarak ikili kimliği (Osmanlı-Arap, Osmanlı-Sırp gibi) düşünen, bunun ötesine geçen, herkesi kapsayıcı ve içi hakim unsur değerleriyle doldurulmuş bir üst kimliği kendi kültürlerini yok etmeyi hedefleyen bir “Türkleştirme” siyaseti olarak mütalâa eden ve ayrılıkçı milliyetçiliği düşleyebilecek cesametteki grupların bunu reddetmelerinde düğümlenmektedir. Osmanlı tarihi bir kimliğin herkese açık ve kapsayıcı olmasının onun herkesçe kabûlü için yeterli olamadığını bize oldukça çarpıcı misâllerle göstermektedir.

Dolayısıyla meselenin halli kelime tartışmalarının bir hayli ötesine geçmesi gereken bir siyaset geliştirilmesini zorunlu kılmaktadır. Ancak, Cumhuriyet rejiminin bu alanda çözüme yönelik olarak atacağı adımlar, bir anlamda, onun kendi niteliğini, değerlerini ve ideolojisini yeni baştan tanımlamasını gerektirmektedir ki, bunun bir ulus-devlet için ne denli zor olduğu açıktır. Bu adımlar atılsa dahi yeni üst kimlik, bu alanda genellikle varsayılan tekel olmadığı için, karşısında direnen milliyetçi kimliklerle rekabet etme durumunda kalacaktır. Milliyetçi ideolojilerin yarattıkları efsâne, tarih ve en mühimi de kimliklerden geri adım atmaları oldukça zordur. Bu kimlikler ise tıpkı son dönem Osmanlı milliyetçi hareketleri gibi toplumsal düzeyde bir tanınmayı talep etmektedirler.

Bu alanda merkezileşmeye direnerek Tanzimat sonrasında devletle yeniden düzenlenen ilişkisini reddetme tavrını Bedirhan Bey İsyânı, proto-milliyetçiliğini 1898 tarihinde Kahire’de Kürdistan mecmuasının neşrine kadar geri götüren Kürt milliyetçiliğinin bilhassa son yirmi beş yıl içinde yeniden yarattığı tarih, efsâne ve bunların etrafında oluşturduğu kimlikten geri adım atması da meseleye “din kardeşliği,” “kız alıp verme” ya da “iktisadî yatırım önceliği tanıma” düzeyinde yaklaşanların varsaydıklarından daha zordur ve yeni üst kimlik süreç içerisinde ancak bu milliyetçi kimliğe “rağmen” benimsenebilecek, bu da bugünden yarına gerçekleşmeyecektir. Aynı şekilde, bu konuda yeni siyasetlerin üretilip uygulanabilmesi için demokratik açılımların ne denli gerekli olduğu açık olmakla beraber, bunların meselenin halli yolunda sadece bir araç olduğu, bu alandaki çözümün kuruluş ideolojisini sorgulayan bir ulus-devlet karşısında süreç içinde kimlik yaratma alanındaki üstünlüğünü kaybedecek bir milliyetçilikle mümkün olabileceği unutulmamalıdır.

Çizdiğimiz bu tablonun bir hayli karamsar olduğu şüphesizdir. Osmanlı kimliği ortak hâtıralar yaratmak alanındaki zaaf nedeniyle başarısız olmuştu. Bunun farklı bir bağlamda tekrarı bir kader değilse de kelime tartışmalarını aşan siyaset üretimini gerektirmektedir. Bu alanda siyaset üretmeye çalışmak ise hem önümüzdeki tek anlamlı seçenek ve hem de karşılaştığımız pek çok mesele karşısında yaptığımız gibi içimize kapanma ve her türlü değişimi reddetmekten daha olumlu ve en azından ümitvâr olmamızı sağlayacak bir yaklaşımdır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder