M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU
Çizdiğimiz bu tablonun bir hayli karamsar olduğu
şüphesizdir. Osmanlı kimliği ortak hâtıralar yaratmak alanındaki zaaf nedeniyle
başarısız olmuştu. Bunun farklı bir bağlamda tekrarı bir kader değilse de
kelime tartışmalarını aşan siyaset üretimini gerektirmektedir. Bu alanda
siyaset üretmeye çalışmak ise hem önümüzdeki tek anlamlı seçenek ve hem de
karşılaştığımız pek çok mesele karşısında yaptığımız gibi içimize kapanma ve
her türlü değişimi reddetmekten daha olumlu ve en azından ümitvâr olmamızı
sağlayacak bir yaklaşımdır.
1 Aralık 2005
Tarihî süreç içinde kimlikler, kimlik çatışması ve demokrasi
Kimlik
meselesi, son günlerde, bilhassa toplumsal bütünlüğümüzün ne gibi vasıtalarla
korunabileceği tartışmaları çerçevesinde, yeniden kamuoyumuzun temel gündem
maddelerinden birisini teşkil etti. Bu yazıda konuyu tarihî tecrübemiz ışığında
incelemeye gayret edeceğiz.
Bu alanda
yapılan tahlillerin ehemmiyetli bir bölümü konuya oldukça sığ biçimde
yaklaşarak, meseleyi devletin değişik alt kimlikleri tanımasına, üst kimliğin
adının ne olması gerektiği konusunda yeni bir değerlendirme yapmasına, daha
basit bir ifadeyle, devlet merkezli bir karar alma sürecine indirgemektedir. Bu
alanda demokratik açılımların sihirli değnek etkisi göstereceğinin varsayılması
da meselenin özünün yeterince kavranamamasından kaynaklanmaktadır. Söz konusu
açılımlar uygulanacak siyasetlere yardımcı olmakla, onların önünü açmakla
birlikte bizatihi kimlik sorununu halledemezler. Bunun da ötesinde demokratik
açılımlar, milliyetçi ideolojilere “rağmen” gerçekleştirilmek durumundadırlar.
Benzeri
şekilde, anayasa ile belirlenen vatandaşlık temeline dayalı bir kimliğin tüm
alt kimlikleri uzlaştırarak bu alandaki her türlü çatışmayı engelleyeceği fikri
de konuya tek yönlü ve mekanik bir süreç olarak yaklaşılmasının tabiî bir
neticesidir. Böylesi bir kimliğin benimsettirilmesinin, neticede başarı
sağlansa dahi, çok uzun ve sıkıntılı bir geçiş dönemini gerektirdiği de
unutulmamalıdır. Bizzat tarihimiz, bize sadece alt kimlikleri tanıma ve
bunların üzerinde bir kapsayıcı kimlik benimsenmesiyle ya da bir temel yasa
vasıtasıyla bu üst kimliğin kanunî güvence altına alınmasıyla kimlik
çatışmasının önlenemeyeceğini göstermektedir.
Devlet ve
kimlik...
Bu alanda
karşı görüş olarak ileri sürülen ve alt kimlikleri tanıyan, anayasada
tanımlanan vatandaşlık temeline dayalı kapsayıcı bir üst kimliğin süreç
içerisinde etnik çatışma yaratacağı görüşü de, kimlik yaratılmasını devletin
tekelinde bir eylem olarak görmesi nedeniyle konuya aslında aynı zâviyeden
bakmaktadır. Bu görüş kimin hangi kimliği taşımasının gerekliliğini tespit
alanında devleti tek yetkili kılarken, sorunu üst kimliğin adını değiştirerek
halledeceğini zanneden yaklaşım gibi, sosyolojik olarak kimliklerin nasıl
yaratıldığını tamamen göz ardı etmektedir.
Şüphesiz
karşı karşıya bulunulan mesele, üst kimliğe yeni bir ad bulmaktan ziyade onun içinin
nasıl doldurulacağıdır. Ancak, üst kimliğin ne ölçüde hakim kimliğin değer ve
sembolleriyle doldurulacağı, onun alt kimliklerle ilişkisinin hangi zeminde
gerçekleşeceği benzeri hususlarda atılacak yeni adımlar mevcut durumda
değişiklik yaratabilecektir. Buradaki temel amaç toplumdaki tüm bireylerin bu
üst kimlik içinde kendine ait unsurlar bulabilmesinin teminidir. Bu şekilde
toplumca dışlandıklarını düşünen kesimlerce de benimsenip, içselleştirilecek
bir üst kimlik, bunun da ötesinde kimlikler çatışmasının önüne geçebilecektir.
Meselenin
gözden uzak tutulmaması gereken bir veçhesi de hiç şüphesiz kimliklerin
yaratılan aidiyetler olduğudur. Bu nedenle kimlik yaratılması -bilhassa üst
kimlik- ve benimsettirilmeye çalışılması tekelci biçimde ifa edilen bir işlev
olmayıp, bunu kabule yanaşmayanlarla -bilhassa milliyetçi ideolojilerle-
rekabet ederek gerçekleştirilen bir faaliyettir. Milliyetçi ideolojiler,
toplumsallaştırma vasıtaları üzerinde tekel sahibi merkezlere karşı dahi
çatışan kimlikler yaratmaktan geri kalmamışlardır. Bu ideolojilerle üst kimlik
uzlaşması sağlamak neredeyse imkânsız olup, bu gayret söz konusu ideolojilere
rağmen yapılmaktadır. Mesele üst kimliğin milliyetçi ideolojilerin yarattığı
çatışmacı kimliklerden daha cazip hale getirilmesi, farklılıklarla beraber olma
yollarının bulunmasıdır; ancak bunun gerçek hayatta uygulanmasının oldukça zor
olduğu unutulmamalıdır. Son dönem Osmanlı tarihi, bir anlamda, bu alanda
yaşanan başarısızlıkların tarihidir.
Osmanlı
kimlik mirası
Bu hususlara
ilâveten, üst kimliğin cazibe merkezi haline getirilmesi gayretinin temel
hedefinin de entelektüeller olduğu unutulmamalıdır. Konuya gene kendi
tarihimizin bize sağladığı misâller yardımıyla bakacak olursak;
toplumsallaştırma vasıtalarını sıkı denetim altında tutan devletin
benimsettirmeye çalıştığı üst kimliğe karşı yaratılan çatışmacı milliyetçi
kimlikler, kendi cemaatlerinde azınlıkta kalmış; ancak entelektüeller düzeyinde
yaygın kabul görmüşlerdir. Bu nedenle, nihaî tahlilde, merkezle ilişkiler toplumlar
adına bu kimliklerle sürdürülmüştür. Kimlik çatışmaları, yeni üst kimlik
yaratma, onu benimsetme gayretleri açısından dünyanın en zengin
laboratuvarlarından birisine sahip tarihimize karşın bu alanda siyaset
üretemememiz pek tabiî tarihimizi tahlil etmekte gösterdiğimiz zaafın
neticesidir. Tanzimat sonrasında yeni bir anlam yüklenerek devletin yeni resmî
ideolojisinin merkezine oturtulan “Osmanlı” kimliği ve bunun alt kimliklerle
ilişkisi üzerine, imparatorluğun çöküşüne kadar sürdürülen bir tartışmanın
yaşanması, bir anlamda, onun topluma benimsetilmesi alanında karşılaşılan bir
başarısızlığın göstergesidir. Başka bir deyişle, Osmanlı reformcularının
yarattıkları efsâneler, ihtira ettikleri yeni semboller toplumun alt
katmanlarına kâfi derecede nüfûz edememiş, bunun da ötesinde, Fransız kimliği
üzerine yapılan ufuk açıcı Les lieux de mémoire derlemesinde ileri sürüldüğü
gibi, bireylerin “paylaştıkları ortak hatıralar” yeni bir kimlik oluşturulması
alanında yetersiz kalmışlardı.
Bir yandan
yeni kimliğin imparatorluğun hakim unsurunun sembolleri, efsâneleri etrafında
şekillendirilmesi ve çevreye bir merkezileştirme siyasetiyle beraber sunulması
değişik anâsırın onu bir “Türkleştirme” siyaseti olarak algılaması neticesini
doğururken, diğer yandan milliyetçi hareketlerin karşıt efsâneler, tarihler ve
semboller yaratmaları kimlik sorununu bir adım daha ileriye götürerek bir
çatışma zemini haline getirmişti.
Bir misâl
vermek gerekirse, Tunalı Hilmi Bey 1901 yılı sonlarında ‘Türkiyalılık
Osmanlılık, Osmanlılık Türkiyalılıkdır’ başlıklı hutbesiyle herkesi, coğrafyaya
bağlayarak bütünüyle etnik ve millî değerlerden ayırmaya çalıştığı, yeni
kimliğe sahip çıkmaya davet ettiğinde Osmanlı kuruluş efsânesini, İlliryalılara
kadar giden bir “bu toprakların ilk sahibi” efsânesiyle, Osmanlı tarihini,
“işgale direnen, dağların sahibi İskender Bey” tarihiyle ve Ay-Yıldızlı
Sancağı, “İki Başlı Kara Kartal” ile ikame eden ve Türkiyelilik” “Osmanlılık”
benzeri kavramları kendilerini Türkleştirmeye yönelik siyasetler olarak gören
Arnavut milliyetçileri buna cevap dahi vermeye tenezzül etmemişlerdi.
Aynı
şekilde, “Osmanlı” ya da yirminci yüzyıl başında yaratılan “Türkiyeli”
kimlikleri, Türk olmayan anâsırın devletle ilişkide olan, geleceğini merkezin
varlığını sürdürmesinde gören tabakaları dışındaki kısımlarına pek az nüfûz
edebilmişti ki bu unsurlar milliyetçiler tarafından “Çorbacı,” “Türkleşmiş,”
“Türk uşağı” benzeri sıfatlarla aşağılanıyorlardı. Bu anlamda üst kimlik ya
devletle temas ve status quo’nun devamından fayda sağlayan seçkinler (meselâ
Manchester’den ithal ettiği kumaşı Halep’te satan ve küçük bir Bulgar
ulus-devletinin tüccarı haline gelmeyi istemeyen işadamı ki bu gibilere
milliyetçiler “Çorbacılar” sıfatıyla saldırıyorlardı) ya da merkezle ciddî
kimlik çatışmasını, ayrılıkçılığı hayâl edemeyecek cesametteki gruplar
(Makedonya ve Epir Ulahları, Osmanlı Yahudileri) tarafından benimseniyor; ama
diğerleri tarafından bir “Türkleştirme” siyaseti olarak mütalâa edilerek
reddediliyordu.
Konuya gene
benzeri bir misâl yardımıyla yaklaşacak olursak, 1908 İhtilâli sırasında Çerçiz
Topulli liderliğindeki Tosk çetelerini isyana dahil etmek için Arnavut
milliyetçileriyle toplantılar yapan Resneli Niyazi Bey, bizzat kendisini misâl
olarak göstererek hareketin bir “Türk” hareketi olmadığını savunduğunda,
muhatapları onu gerçek bir Arnavut olarak görmediklerini, Türklerin temsilcisi
olarak mütalâa ettiklerini imâ etmişlerdi. Diğer bir ifadeyle üzerindeki üniforma,
Mekteb-i Harbiye mezunu olmakla beraber, Türkçeye hakimiyeti, ana dili
Arnavutçaya kıyasla sınırlı, İttihat ve Terakki entelektüellerinin “hürriyetin
koşaladık ninesini” benzeri ifadelerini istihza ile karşıladıkları, Türkçe iyi
yazamadığı için ünlü hâtıratı elden geçirilerek neşrolunan, Niyazi Bey’in dahi
milliyetçiler tarafından “Türkleşmiş” sınıflamasına sokulmasına neden oluyordu.
Bu
nedenledir ki bireysel düzeyde haklardan istifade ettirilmek, Osmanlılığın
Kanun-i Esasî güvencesinde herkese açık olması, devletin en üst makamlarına
gelebilmek, milliyetçi taleplerle merkezin karşısına çıkan toplulukların
beklentilerini karşılamakta yetersiz kalıyordu. 1908 yılında Avlonyalı Ferid
Paşa’nın yaklaşık beş yıldır sadaret makamında oturmakta olması, çeteciliği de
bir araç olarak kullanmaya başlayan Arnavut milliyetçileri nazarında herhangi
bir ehemmiyeti haiz değildi. Nitekim 1905 yılı sonlarında İttihat ve Terakki
ile Daşnaktsutyun arasında bir yakınlaşma sağlamaya çalışan Dr. Bahaeddin Şakir
Bey’e yardım etmeye çalışan Diran Kelekyan yalın “bireysel eşitlik” temelinde
ve Kanun-i Esasî’de tanımlanan Osmanlı kimliği çerçevesindeki bir uzlaşmayı
Ermeni komitelerinin asla kabul etmeyeceklerini, onların bu alanda “toplumsal
ve ırksal düzeyde eşitlik” talep ettiklerini belirtince uzlaşmaya
varılamamıştı.
Ermeni ya da
Arnavut komiteleri ya da II. Meşrutiyet Dönemi’nin Arap cemiyetleri bakımından
önemli olan, toplumsal düzeyde, farklılıklar ön plâna çıkarılarak tanınma ve
merkezle ilişkilerin bu zemine oturtulmasıydı. Bu örgütlere göre bir Arnavutun
sadrâzâm, bir Ermeni’nin nâzır olabilmesi, Osmanlılığın herkese açık bulunması,
ilişkiler bu zeminde gerçekleştirilmedikçe, herhangi bir anlam taşımamaktaydı.
Daha demokratik yapılara geçiş, meselâ 1908 sonrasındaki göreceli basın
hürriyeti, seçimlerin ve parlâmentonun varlığı da üst kimlikle milliyetçi
kimlikler arasındaki çatışmayı azaltmadığı gibi tersine daha yoğun hale
getirmişti.
Cumhuriyet,
üst kimlik ve günümüz toplumu
Cumhuriyetin
bu konunun tartışılabildiği dönemlerinden günümüze varan bir süreç içerisinde
“kimlik” üzerine zaman zaman alevlenen bir tartışmanın sürdürülmesi de benzer
bir sorunun varlığına işaret etmektedir. Ancak bu tespit yapılırken, bir çok
uluslu imparatorluğun benimsetmekte büyük zorluklar çektiği ve neticede
yıkımının aslî nedenlerinden birisini meydana getiren üst kimlik tesisi
alanında kendini ulus-devlet olarak tanımlayan bir yapının işinin ne denli zor
olduğunu belirtmekte yarar vardır. Unutulmamalıdır ki, üst kimliğin, diğer
kimliklere ilişkisi alanında en radikal görüşü müdafaa eden Osmanlı İttihat ve
Terakki Cemiyeti dahi, nihaî tahlilde, kendini çok ulusluluk parametreleri
etrafında bir çözüme ulaşmak mecburiyetinde hissediyordu.
Aslında üst
kimlik belirlerken “Osmanlı” kavramının yerine “Türk”ü ikame etmekten başka bir
şey yapmayan Cumhuriyet ideolojisi bu anlamda bizatihi bir yenilik getirmemekle
birlikte, milliyetçilik temeline dayanan ulus inşa’ı sürecinde bu kavramın
içini bu kez bütünüyle hakim kültürün değerleriyle doldurarak, bu kültür
merkezli efsâneler yaratarak, onun “parlak geçmişini” temel tarih referansı
haline getirerek alt kimliklerin hareket alanını, “Osmanlı” üst kimliğine
nazaran daha fazla sınırlıyor, onları tamamen folklorik düzeye indirgeme
girişiminde bulunuyordu.
Bu yeni
kimliğin de tıpkı “Osmanlı” kavramı gibi bu değerleri benimsemeye hazır
olanlara açık ve kapsayıcı olduğu şüphesizdir. Ama mesele, aynen imparatorluğun
son senelerinde olduğu gibi, kabul edilebilecek azamî sınır olarak ikili
kimliği (Osmanlı-Arap, Osmanlı-Sırp gibi) düşünen, bunun ötesine geçen, herkesi
kapsayıcı ve içi hakim unsur değerleriyle doldurulmuş bir üst kimliği kendi
kültürlerini yok etmeyi hedefleyen bir “Türkleştirme” siyaseti olarak mütalâa
eden ve ayrılıkçı milliyetçiliği düşleyebilecek cesametteki grupların bunu
reddetmelerinde düğümlenmektedir. Osmanlı tarihi bir kimliğin herkese açık ve
kapsayıcı olmasının onun herkesçe kabûlü için yeterli olamadığını bize oldukça
çarpıcı misâllerle göstermektedir.
Dolayısıyla
meselenin halli kelime tartışmalarının bir hayli ötesine geçmesi gereken bir
siyaset geliştirilmesini zorunlu kılmaktadır. Ancak, Cumhuriyet rejiminin bu
alanda çözüme yönelik olarak atacağı adımlar, bir anlamda, onun kendi
niteliğini, değerlerini ve ideolojisini yeni baştan tanımlamasını
gerektirmektedir ki, bunun bir ulus-devlet için ne denli zor olduğu açıktır. Bu
adımlar atılsa dahi yeni üst kimlik, bu alanda genellikle varsayılan tekel
olmadığı için, karşısında direnen milliyetçi kimliklerle rekabet etme durumunda
kalacaktır. Milliyetçi ideolojilerin yarattıkları efsâne, tarih ve en mühimi de
kimliklerden geri adım atmaları oldukça zordur. Bu kimlikler ise tıpkı son
dönem Osmanlı milliyetçi hareketleri gibi toplumsal düzeyde bir tanınmayı talep
etmektedirler.
Bu alanda
merkezileşmeye direnerek Tanzimat sonrasında devletle yeniden düzenlenen
ilişkisini reddetme tavrını Bedirhan Bey İsyânı, proto-milliyetçiliğini 1898
tarihinde Kahire’de Kürdistan mecmuasının neşrine kadar geri götüren Kürt
milliyetçiliğinin bilhassa son yirmi beş yıl içinde yeniden yarattığı tarih,
efsâne ve bunların etrafında oluşturduğu kimlikten geri adım atması da meseleye
“din kardeşliği,” “kız alıp verme” ya da “iktisadî yatırım önceliği tanıma”
düzeyinde yaklaşanların varsaydıklarından daha zordur ve yeni üst kimlik süreç
içerisinde ancak bu milliyetçi kimliğe “rağmen” benimsenebilecek, bu da
bugünden yarına gerçekleşmeyecektir. Aynı şekilde, bu konuda yeni siyasetlerin
üretilip uygulanabilmesi için demokratik açılımların ne denli gerekli olduğu açık
olmakla beraber, bunların meselenin halli yolunda sadece bir araç olduğu, bu
alandaki çözümün kuruluş ideolojisini sorgulayan bir ulus-devlet karşısında
süreç içinde kimlik yaratma alanındaki üstünlüğünü kaybedecek bir
milliyetçilikle mümkün olabileceği unutulmamalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder