14 Aralık 2015 Pazartesi

İkinci Meşrutiyet'in niteliği: Geç kalmış bir "liberal" devrim


AYKUT KANSU

 13/07/2008
Klasik bir liberal devrim modeli olarak 1789 Fransız devrimi örnek gösterilecekse, 1908 devrimi geç kalmış "libera"l bir devrimdi. 18. yüzyıl sonunda Fransa'da başlayan ve dalga dalga önce Avrupa'nın diğer ülkelerine, sonra da dünyaya yayılan özgürlükçü düşüncenin sonucu olarak ortaya çıkmış bir dönüşümün halkalarından biriydi
Bu yıl 1908 Devrimi’nin yüzüncü yıldönümü. Bundan tam yüz yıl önce‘eski’ takvimle 10 Temmuz 1324, ‘yeni’ takvimle 23 Temmuz 1908’de Türkiye’de kurulu düzen bir devrimle yıkılıyor ve yerine başka bir düzen geçiyordu. 1876 yılında, aslında kendi içinde yetersiz ve yeterince kişi hak ve özgürlüklerine yer vermeyen bir anayasa Türkiye’nin o günlerde yaşadığı kriz ortamından kurtulması amacıyla kabul edilmişti. Ancak hak ve özgürlükler konusunda çok da açılım içermeyen ve iktidarı seçilmiş siyasetçilere teslim etmeyen bu anayasa kısa süre içerisinde mutlakiyetçi çevrelerde rahatsızlık yaratmış ve Rusya ile yapılan savaş bahanesiyle anayasa rafa kaldırılmıştı.
1878 ile başlayıp 1908’de biten bu dönemi tarihçiler ‘İstibdat Dönemi’ olarak adlandırıyorlar. II. Abdülhamid’in yeni oluşturulmaya başlanan merkezî bürokrasinin tüm olanaklarını kullanarak ülkeyi sıkı bir mutlakiyetçi zihniyetle yönettiği yaklaşık otuz yıllık bu dönem, Türkiye’nin sosyal, ekonomik ve siyasal anlamda liberalleşmesinin önünü kesmeye çalışmış ve büyük ölçüde de başarılı olmuştu. 1890’lı yıllardan itibaren artan ölçüde ülkeyi saran huzursuzluk havası devlet yönetiminde daha da sert tedbirlerin alınması ile kontrol altında tutulmaya çalışılmış ve doğal olarak da sorun çözüme kavuşacağına daha da katmerlenip karmaşık bir hale gelmişti.

Hamidiye katliamları
Abdülhamid yönetiminin doğu vilayetlerindeki devlet gücünü yerel güçlerle paylaşması sonucu 1894-1896 arası Anadolu’daki asayişsizlik en sonunda tarihe ‘Hamidiye Katliamları’ya da ‘Ermeni Katliamları’olarak geçmiş ve çıkan kargaşa ortamında halktan 100 binden fazla kişinin öldüğü bir faciaya dönüşmüştü. Abdülhamid’e ‘Kızıl Sultan’ lakabının verilmesi ve uluslararası platformda Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet olarak itibarının ciddi biçimde sarsılması ile başlayan bu huzursuzluk dönemi 1908 yılına kadar devam etti. İmparatorluğun doğusunda yaşanan bu trajedinin izleri daha akıllardan silinmeden 1903 yılının Ağustos ayı başında bu defa da Rumeli’nde tarihe ‘İlinden Ayaklanması’ olarak geçen olaylar patlak verdi. Artık imparatorluktaki huzursuzluk had safhasına varmıştı. Mutlakiyetçi yönetime duyulan bu aşırı rahatsızlık doğal olarak Abdülhamid’in şahsına duyulan nefrete dönüşmüş ve 21 Temmuz 1905 günü Yıldız Sarayı’ndaki Cuma Selamlığında şahsına karşı başarısız bir suikast teşebbüsü olmuştu. Belçikalı bir anarşistin yardımlarıyla suikastı planlayan Ermeni komitacılar padişahın arabasının geçeceği yere yerleştirdikleri zaman ayarlı bombayı patlatmışlar, ancak Abdülhamid’in Şeyhülislam Cemaleddin Efendi ile protokol dışı yaptığı görüşme nedeniyle planlanan zamandan geç kalması kendisini mutlak ölümden kılpayı kurtarmıştı. Patlayan bomba ile etraftaki yirmi altı kişi hayatını kaybetmiş, elli altı kişi yaralanmıştı. Kortejdeki on yedi atlı araba havaya uçmuş, yirmi at da paramparça olmuştu.

İki vergiye itirazlar
Bu başarısız suikast girişiminin ardından yurtiçinde ve yurtdışında örgütlenmiş olan devrimciler artık yalnızca Abdülhamid’in şahsına karşı sürdürdükleri aleyhte propaganda ile yetinmeyip tüm devlet düzenini felce uğratacak ve bürokrasiyi işlemez hale getirecek başka yöntemler üzerinde düşünmeye başladılar. İlinden Ayaklanması ile eşzamanlı çıkarılan ve eskiden yalnızca koyundan alınan vergiyi tüm ehli hayvanları kapsayacak şekilde genişleten ‘Hayvanat-ı Ehliye Rüsumu’ ile 1903 yılı Ağustos ayından başlayarak, şehir ve köy halkı ayırdedilmeksizin, herkesin gelir düzeyine göre alınmak üzere konan ‘Şahsi Vergi’ adlı iki kalem vergi, ülkede hiç de hoş karşılanmamış ve genel ekonomik durumun da olumsuzlukları göz önüne alınınca bu vergiler büyük tepki çekmişti. Bu yüzden de devlet bu iki kalem verginin toplanmasını erteledi. Ancak, 1906 yılı başında mutlakiyetçi yönetim bu vergileri yeniden toplamaya kalkışınca hemen hemen tüm ülke çapında bu vergiler aleyhine ayaklanmalar çıktı.

Devletin bütçe açığını kapamak amacıyla 1906 yılı başında yeniden yürürlüğe koyduğu bu iki kalem vergi bir anlama bardağı taşıran son damla oldu. Ayaklanmalar devrimciler için kaçırılmayacak bir fırsattı. Ayaklanmaları örgütleyen varlıklı sınıfların vergiyi ödeyememekten doğan bir sıkıntıları tabii ki yoktu; ama yoksulların da bu kavgada desteğini sağlamak amacıyla, yeni vergilerin halk arasında yıkım yarattığı iddiası hiç olmazsa yoksul kitleler göz önüne alındığında gerçekliğin bir parçası olarak rahatlıkla kullanılabilirdi. Nitekim, kullanıldı da ve son derece başarılı oldu. Zaten var olan rahatsızlıklar nedeniyle kendiliğinden patlamaya hazır olan durum mutlakiyetçi rejim aleyhtarı devrimcilerin çabalarıyla kısa sürede oldukça örgütlü bir biçim aldı ve 1906 yılından 1908 yılına kadar geçen iki yıl boyunca ülkenin çok değişik yörelerinde çıkan vergi ayaklanmaları devlet mekanizmasını tam anlamıyla felç etti. Erzurum’da 1907’deki vergi ayaklanmaları sırasında halka dağıtılan bildirilerde din farkı gözetmeden herkesin mutlakiyetçi yönetime karşı birlikte hareket etmesi vurgulanırken yapılan gösterilerin nihai amacının ‘Kanun-u Esasi-Hürriyet, adalet ve Meclis’ olduğu özellikle vurgulanmaktaydı. Dolayısıyla, bu ayaklanmaları basit bir vergi ayaklanması olarak görmek çok yanlış olur. Tıpkı 1789 yılındaki Fransız Devrimi’ni tetikleyen olaylar gibi bu olaylar da yalnızca basit bir vergi sorunu olmaktan çok uzaktı. 

Fransız Devrimi’yle şekillenen devrimci söylemden ve yakın tarihlerde Türkiye’ye komşu ülkelerde yaşanan olaylardan bilinçli halk kitlelerinin haberi vardı. Fransız Devrimi’nin ideolojik söylemine ek olarak 1905 ve 1906 yıllarında Türkiye’nin komşusu olan iki ülkede, Rusya ve İran’da yaşananlar Türkiye’deki kamuoyunu çok ciddi bir biçimde etkiledi. 1905 yılı Ocak ayı başında Rusya’daki huzursuzluk mutlakiyetçi Çarlık rejimini birtakım reformlar yapmaya zorlamış ve hemen hemen tüm yıl boyu süren müzakereler ve kanlı çarpışmalar sonucu 1905 yılı sonları ve 1906 yılı başlarında temsili niteliği çok da fazla olmayan, ama mutlakiyetçi rejime ‘son veren’ yeni bir siyasal düzen kurulmuştu. Bu liberal deney, ömrü çok uzun olmasa da ve 1906 yılı içinde sonu hüsranla bitse de, komşu ülke Türkiye’de konuşulur olmuştu. Yine 1905 yılının Aralık ayında Tahran’da iki tüccarın mutlakiyetçi şah rejimi tarafından cezalandırılmasını protesto etmesiyle başlayan olaylar zinciri kısa zamanda çığ gibi büyümüş ve 1906 ortasına gelindiğinde Şah temsilî bir meclis için seçimlerin yapılmasını kabul etmek zorunda kalmıştı. 1906 sonunda yeni anayasa Şah tarafından imzalanıp meşruti monarşik düzen kurulmuştu. Zamanın yeraltı devrimci propagandasında her iki ülkedeki olaylara atıfta bulunularak Türkiye’de de devrimci bir hareketle temsili bir meclis kurulması için çaba sarf edildiğini biliyoruz.

Salt vergi meselesi değildi
Bu nedenle, 1906 yılında başlayan vergi ayaklanmaları salt vergi meselesinden çok daha önemli bir boyuta sahipti. O boyut da, siyasal temsil sorununu gündeme getirmesiydi. Artık vergi yükümlüleri, hangi sınıftan olursa olsun, hangi vergilerin konacağı kendi rızaları alınmadan, ne miktarda alınacağı kendilerince onaylanmadan ve nereye harcanacağı bilinmeden vergi vermek istemiyordu. Devlete karşı yürütülecek bir yıkım hareketinde bundan daha doğal ve etkili bir mekanizma düşünülemezdi. Eğer vergi ayaklanmaları başarıya ulaşırsa devlet aygıtının çarkları dönmez hale gelebilirdi. Pratik yönden çok anlamlı ve amaçları açısından son derece tutarlı olan bu hareketin soyut düzlemde ‘temsil sorunu’ olarak adlandırılabilecek ‘halkın yönetime katılması’ sorunu ile bağlantısı son derece açık bir biçimde ortaya atıldı. Halkı devletin adaletsiz uygulamalarına karşı ayaklanmaya çağıran bildirilerden birinde açık olarak bu ortaya konulmaktaydı: Kişiler devlet katında temsil edilmeden, yani serbest seçimler sonucu oluşturulacak bir meclis toplanmadan artık kimse vergisini vermeyecekti. Kısacası, verginin meşruiyeti özgürlükçü düşüncede son derece açık bir biçimde tartışıldığı şekliyle ortaya çıkmıştı temsil mekanizması olmadan devlet kimseden vergi toplayamazdı. Fransız Devrimi’ni ateşleyen sorunlardan biri ve belki de en önemlisi yine aynı şekilde meşruiyeti sorgulanan vergilerdi.

Klasik bir liberal devrim modeli olarak 1789 Fransız devrimi örnek gösterilecekse, 1908 devrimi bir anlamda ‘geç kalmış’ liberal bir devrimdi. On sekizinci yüzyıl sonunda Fransa’da başlayan ve dalga dalga önce Avrupa’nın diğer ülkelerine, sonra da dünyaya yayılan özgürlükçü düşüncenin sonucu olarak ortaya çıkmış bir dönüşümün halkalarından biriydi. 1905’te Rusya’daki devrimin ardından 1906 yılında İran’da gerçekleşen ve mutlakiyetçi, otokratik rejimlere karşı çıkışı simgeleyen devrim çabalarından da konjonktürel olarak hayli etkilenmiş olmasına rağmen 1908 Devrimi’nin esas ilham kaynağı 1789 Fransız Devrimi’ydi. Bu etki öylesine güçlüydü ki 1908 Devrimi’nin sloganları bile 1789’daki özlemlerin aynısıydı: “Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet” yani, “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” ya da Fransızca orijinaliyle, “Libertè, …egalitè, Fraternitè.” 

Fransız Devrimi’nin bu üç belirgin sloganına Türkiye’deki devrimciler bir de ‘Adalet’ sloganını eklemişlerdi. II. Abdülhamid dönemi istibdat rejiminin tüm hoşa gitmeyen yönleri arasında devlet bürokrasisinin özellikle yüksek kademeleri içerisinde toplumda adalet ve namus inancını sarsan haksızlık ve yolsuzluklar, üstü kolayca örtülemeyecek boyutlara ulaşmıştı. ‘Adalet’ kavramının rejim tarafından neredeyse tümüyle içinin boşaltıldığı bir ortamda halkın adalet istemesi en az özgürlük, eşitlik ve kardeşlik istemesi kadar gerekliydi.

Bu sloganlar devrimci hareketi örgütleyen İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin hazırlattığı ve Makedonya’daki devrim taraftarı her evde Devrim günü sokaklara çıkarılmak üzere saklanan bayraklara işlenmişti ve devrimcilerin neyi amaçladıklarının en açık ve seçik deliliydi. Hem devrimin ilk heyecanlı günlerinde, hem de Meclis için yapılan seçimlerde bu sloganlar yalnızca Türkler tarafından değil, bu yeni ve özgürlükçü düzende kendilerine saygın bir yer edinerek birinci sınıf vatandaşlık haklarının hepsinden yararlanmak isteyen tüm yurttaşlar tarafından büyük bir inançla tekrarlanacaktı.
http://www.radikal.com.tr/radikal.aspx?atype=haberyazdir&articleid=888179

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder