Eric Hobsbawm
I
, birinci ve ikinci sınıf temsilcilerin üçüncü sınıf temsilcilerinin meclis binasına girmesini önlediği için üçüncü sınıf temsilciler top oyunu salonuna gidip anayasanın kabul edilinceye kadar meclisi dağıtmayacağına and içti, ortada elini kaldıran kişi: Jean-Sylvain Bailly, onun sol arkasındaki kişi: Maximilien de Robespierre, onun önünde koltukta oturan kişi: Emmanuel-Joseph Sieyès, (Jacques-Louis David, Carnavalet Müzesi) https://tr.wikipedia.org/wiki/Frans%C4%B1z_Devrimi#/media/File:Le_Serment_du_Jeu_de_paume.jpg Le Serment du Jeu de paume |
Ondokuzuncu
yüzyıl ekonomisi esas olarak İngiliz Endüstri Devrimi’nin etkisi altında
şekillenmişse, siyaseti ve ideolojisi de Fransızlar tarafından
biçimlendirilmiştir. İngiltere, Avrupalı olmayan dünyanın geleneksel ekonomik
ve toplumsal yapılarında yarık açacak ekonomik dinamiti sağladı, çağın
dünyasının demiryolları ve fabrikaları için bir örnek sundu; bununla birlikte
Fransa da onun devrimlerini gerçekleştirdi, ona düşüncelerini verdi. O kadar ki
üç renkli bayraklar, yeni doğan her ulusun amblemi oldu ve 1789 ile 1917
yılları arasında siyaset, ağırlıkla 1789’un, hatta daha da tutuşturucu olan
1793’ün ilkeleri uğruna ya da onlara karşı mücadeleden ibaret hale geldi.
Dünyanın çoğu yerinde liberal ve radikal demokrat siyasetin tartışma konularını
ve sözcük dağarını Fransa sağladı. Pek çok ülkeye hukuk kurallarını, bilimsel
ve teknik örgütlenme modelini ve metrik ölçüm sistemini getirdi. O zamana kadar
Avrupalı düşüncelere direnmiş olan eski uygarlıklara, modern dünya ideolojisi
ilk kez Fransız etkisiyle sızdı. Bu, Fransız Devrimi’nin eseriydi.
Gördüğümüz
gibi, onsekizinci yüzyılın ikinci yarısı Avrupa’nın eski rejimleri ve ekonomik
sistemleri için bir bunalım çağı oldu; son on yıllarıysa zaman zaman isyana
varan çalkantılarla, sömürgelerin bazen ayrılmaya varan özgürlük hareketleriyle
doludur: Bunlar yalnızca ABD’de (1776-83) değil, aynı zamanda İrlanda (1783-4),
Belçika ve Liége (1787-90), Hollanda (1783-7), Cenevre ve hatta bazı iddialara
göre İngiltere’de de (1779) yaşandı. Siyasi huzursuzlukların üst üste gelişi
öylesine çarpıcıdır ki günümüzde bazı tarihçiler, içlerinde en heyecan verici
ve etkileri en uzun soluklu olmakla birlikte Fransız Devrimi’nin aralarından
ancak biri olduğu bir “demokratik
devrimler çağı”ndan söz etmişlerdir.
Eski
rejimin bunalımının salt Fransa’ya ait bir görüngü olmadığı düşünülürse, bu
gözlemin belli bir ağırlığı vardır. Aynı biçimde, çağımızda buna paralel bir
önemi olan 1917 Rus Devrimi’nin, yaşlı Türk ve Çin imparatorluklarına son veren
bütün benzeri hareketler öbeği içinde yalnızca en heyecan vericisi olduğu da
ileri sürülebilir. Yine de bu, nirengi noktasını kaybetmek anlamına
gelmektedir. Fransız Devrimi, başlı başına yalıtılmış bir olgu olmayabilir;
fakat zamanındaki diğer olaylardan çok daha özlüdür ve bu bakımdan çok daha
köklü sonuçları olmuştur. Her şeyden önce, Rusya’yı bir kenara bırakırsak,
Avrupa’nın en güçlü ve en kalabalık devletinde ortaya çıktı. 1789’da, her beş
Avrupalıdan biri Fransız’dı.
İkinci
olarak, kendinden önceki ve sonraki devrimler içinde kitlesel nitelikteki tek
toplumsal devrimdi ve benzeri herhangi bir başkaldırıdan çok daha radikaldi.
Siyasi sempatileri gereği Fransa’ya göç eden Amerikalı devrimciler ile İngiliz Jakobenlerin
kendilerini Fransa’da ılımlı buluvermeleri rastlantı değildir. İngiltere’de ve
Amerika’da aşırılık yanlısı olan Tom Paine, Paris’te Jirondenlerin en
ılımlıları arasında yer alıyordu. Amerikan devrimlerinin sonuçları, ülkelerin
büyük ölçüde daha önceki durumlarını sürdürmeleri oldu; sadece, üzerlerindeki
İngiliz, İspanyol ve Portekizlilerin siyasi denetimleri ortadan kalkmıştı.
Fransız Devrimi’nin sonucuysa, Madam Dubarry çağının yerini Balzac çağının
alması oldu.
Üçüncü
olarak, tüm çağdaş devrimler içinde yalnızca Fransız Devrimi dünyayı kapsama
niteliği taşıyordu. Orduları, dünyayı devrimcileştirmek için yola koyuldu ve
bunu gerçekte yapan fikirleri oldu. Amerikan devrimi, Amerikan tarihinin can
alıcı olayıydı; fakat içinde yer alan ve yanına kattığı ülkeler dışında, pek
önemli bir iz bırakmadı. Oysa Fransız Devrimi bütün ülkelerde bir dönüm noktası
oldu. 1808’den sonra Latin Amerika’nın bağımsızlığını kazanmasına yol açan
ayaklanmalara kaynaklık eden, Amerikan devriminden çok Fransız Devrimi’nin
yankılandır. Fransız Devrimi’nin doğrudan etkisi Bengal’e kadar yayıldı. Burada
Ram Mohan Roy, ilk Hindu reform hareketini oluştururken ilhamını Fransız
Devrimi’nden aldı ve modern Hindu milliyetçiliğinin babası oldu (183O’da
İngiltere’yi ziyaretinde, Fransız Devrim ilkelerine tutkunca bağlılığını
göstermek için ille bir Fransız gemisiyle yolculuk etmek istemişti). Pek güzel
dendiği gibi, Fransız Devrimi, Batı Hıristiyan dünyasında, İslam dünyası
üzerinde herhangi gerçek bir etkiye sahip olan ilk büyük fikir hareketidir ve
bu etki neredeyse dolaysızca gerçekleşmiştir. Ondokuzuncu yüzyılın ortalarında,
o zamana dek yalnızca kişinin doğduğu ya da yaşadığı yeri anlatan Türkçe ‘vatan’
sözcüğü, Fransız Devrimi’nin etkisiyle ‘patrie’ gibi bir anlama bürünmüştü.
1800’den önce, ‘köleliğin’ zıddı bir durumu anlatan esasen hukuki bir terim
olan ‘özgürlük’, yeni bir siyasal içerik kazanmaya başlamıştı. Devrimin dolaylı
etkileriyse evrenseldir; çünkü onu izleyen tüm devrimci hareketler için bir
model oluşturdu; verdiği dersler, (beğeniye göre yorumlanıp) modern sosyalizmin
ve komünizmin bünyesine katıldı.
Bu
yüzden Fransız Devrimi, çağının devrimi olarak durmaktadır ve en ünlüsü
olmasına karşın türünün tek örneği değildir. Bu bakımdan, kökenleri sadece
Avrupa’nın genel koşulları içinde değil, Fransa’nın özgül durumu içinde de
aranmalıdır. Özgüllüğü, belki en iyi uluslararası ölçekte gösterilebilir.
Fransa, onsekizinci yüzyıl boyunca uluslararası ekonomik alanda İngiltere’nin
başlıca rakibiydi. Dış ticaret hacminin, 1720 ile 1780 yıllan arasında dört kat
artması endişe uyandırdı; Batı Hint Adaları gibi belli yerlerdeki sömürge
sistemi de, İngilizlerinkinden çok daha hareketliydi. Ancak Fransa, çoktandır
dış politikası esas olarak kapitalist yayılmanın çıkarlarına göre belirlenen
İngiltere gibi güçlü bir ülke değildi henüz. Avrupa’nın yaşlı aristokratik
mutlak monarşileri içinde en güçlü ve birçok açıdan en tipik olanıydı. Bir
diğer deyişle, Fransa’da eski rejimin yerleşik çıkarları ve resmi çatısı ile
yükselen yeni toplumsal güçler arasındaki çatışma, başka ülkelerde olduğundan
çok daha şiddetliydi.
Yeni
güçler ne istediklerini az çok kesin olarak biliyorlardı. Fizyokrat İktisatçı
Turgot, toprağın daha etkin biçimde işletilmesinden, serbest girişim ve
ticaretten, tek bir türdeş ulusal toprağın etkin, standartlaştırılmış
yönetiminden ve ulusal kaynakların gelişmesinin önündeki tüm kısıtlamaların,
toplumsal eşitsizliklerin kaldırılmasından ve akılcı, adil bir yönetim ve
vergilendirmeden yanaydı. Ancak 1774-6 yılları arasında, XVI. Louis’in ilk
bakanı olarak böyle bir programı uygulama girişimi açıkça başarısızlığa uğradı.
Bu başarısızlık manidardır. Makul ölçüler içinde bu nitelikteki reformlar
mutlak monarşiler için uygun ya da hoş karşılanmayacak şeyler değildi. Tersine,
daha önce gördüğümüz gibi, egemenliklerini güçlendirdiği için, aydınlanmış despotlar
diye anılan kralların arasında yayılmaktaydı. Fakat aydınlanmış despotluğun
varolduğu ülkelerin çoğunda bu tür reformlar ya uygulanma şansı bulamadı (bu
nedenle sadece teorik olarak serpildi) ya da siyasal ve toplumsal yapının genel
niteliğini değiştirmenin uzağında kaldı; yahut diğer bazı durumlarda yerel
aristokrasinin direnişi ve başkaca yerleşik çıkarlar yüzünden başarısızlığa
uğrayıp ülkeyi önceki halinden biraz daha derli toplu bir hale getirmekle
kaldı. Fransa’da yerleşik çıkarların direnci daha etkili olduğundan, reformlar
burada başka yerlerde olduğundan çok daha hızlı bir biçimde başarısızlığa
uğradı. Ancak bu başarısızlığın sonuçları monarşi için çok daha feci oldu;
burjuva değişim güçleri, bundan atalete kapılmayacak kadar zindeydi. Sadece
aydınlanmış monarşilerden yüz çevirip umutlarını halka ya da ‘ulus’a
bağladılar.
Bununla
birlikte, böyle bir değerlendirme, ne devrimin neden o tarihte patlak verdiğini
ve neden o olağanüstü mecraya girdiğini anlamakta bize pek fazla bir mesafe
aldırmıyor. Bu bakımdan en iyisi, barut fıçısı Fransa’yı patlatan kıvılcımı
fiilen çıkaran ‘feodal tepki’yi incelemektir.
Yirmi
üç milyon Fransız içinde ulusun tartışmasız ‘birinci tabakası’ olan soylular
sınıfını oluşturan aşağı yukarı 400.000 insan, aşağı sınıfların tecavüzüne
karşı Prusya’da ya da başka yerlerde olduğu kadar iyi korunmuş olmasalar bile,
yine de yeterince güvenli konumdaydılar. Daha iyi örgütlenmiş durumdaki ruhban
sınıfı kadar olmasa da, vergiden muafiyeti de içeren pek çok önemli imtiyaza ve
feodal vergiler koyma hakkına sahiplerdi. Siyasal açıdansa durumları o kadar
parlak değildi. Ethos bakımından tümüyle aristokratik, hatta feodal
nitelikli olmasına karşın, mutlak monarşi soyluları siyasal bağımsızlık ve
sorumluluktan yoksun bırakmış ve bunların, zümre meclisleri (estate) ile
parlamentolar gibi yıllanmış temsili kurumlarını da olabildiğince
budamıştı. Krallarca, başta mali ve idari olmak üzere çeşitli gerekçelerle
yaratılan son zamanların kostüm soyluları ile yüksek soylular arasında bu olgu,
irinli bir yara gibi varlığını sürdürmekteydi. Kendilerine soyluluk payesi
verilmiş bir orta sınıf, soyluların ve burjuvazinin çifte rahatsızlığını, hâlâ
varlığını sürdüren hukuk mahkemeleri ve zümre meclisleri aracılığıyla
olabildiğince ortaya koymaktaydı. Ekonomik açıdan soyluların endişeleri hafife
alınacak gibi değildi. Maaşlılar olmaktan çok doğuştan ve geleneksel olarak
savaşçı olan ve ticaret yapma ya da bir meslek icra etmekten de resmi olarak
men edilmiş bulunan soylular, malikânelerinin gelirlerine, eğer gözde olan
büyük soyluluğa ya da saray soylularına dahilseler varlıklı evlenmelere,
mahkeme ücretlerine, hediye ve arpalıklara bağımlıydılar. Soyluluk konumunun
gerektirdiği masraflar giderek artarken, gelirlerini yönetseler bile ne de olsa
bu işi bir işadamı gibi kotaramadıklarından, gelirleri de düşüyordu. Fiyat
artışları, kira gibi sabit gelirlerin değerini azaltmaktaydı.
Bu
bakımdan, soyluların ana varlıklarını, yani zümrenin tanınmış ayrıcalıklarını
kullanmaları doğaldı. Başka ülkelerde olduğu gibi Fransa’da da soylular,
onsekizinci yüzyıl boyunca mutlak monarşinin teknik açıdan yetkin, siyasal
açıdan da zararsız olan orta sınıftan insanlarla doldurmayı yeğlediği resmi
görevlere kararlı biçimde el attılar. 1780’lere gelindiğinde orduda bir görev
satın alabilmek için dört soylu hanedandan birine dahil olmak gerekiyordu; tüm
piskoposlar soyluydu, hatta krallık yönetiminin kilit taşı durumundaki idari
makamlar dahi geniş ölçüde soylularca yeniden ele geçirilmişti. Sonuç olarak
resmi makamlarla ilgili rekabetteki başarılarıyla soylular, sadece orta
sınıfların tepesini attırmakla kalmadılar, yerel ve merkezi yönetimi ele
geçirme yönünde giderek artan eğilimleriyle devletin kuyusunu da kazdılar.
Bunlar ve bilhassa başkaca pek az gelir kaynağına sahip taşradaki küçük
soylular, gelirlerindeki düşmeyi, benzer biçimde, pek saygın feodal haklarını
kullanıp köylülerden para (nadiren de hizmet) sızdırarak dengelemeye
çalıştılar. Ömrünü doldurmuş olan bu tür hakları canlandırmak ya da
varolanların getirişini artırmak üzere başlı başına bir meslek olan ‘feodistler’
ortaya çıktı. Bu mesleğin en tanınmış simalarından Gracchus Babaeuf, 1796
yılındaki modern tarihin ilk komünist başkaldırısının lideri olacaktı. Sonuç
olarak, soylular sadece orta sınıfların değil, aynı zamanda köylülerin de
tepesini attırıyordu.
Tüm
Fransızların yaklaşık yüzde 80’ini oluşturan bu geniş sınıfın [köylülüğünJ
durumu pek parlak değildi. Aslında genellikle özgür ve çoğunlukla da toprak
sahibiydiler. Soylu malikâneleri toprağın ancak beşte birini, kilise
arazileriyse -bölgelere göre değişmekle birlikte- yüzde 6’sını kapsıyordu.
Örneğin, toprağının beşte biri ortak arazi olan Montpellier piskoposluğunda
köylüler çoktan toprağın yüzde 38-40’ına, burjuvazi yüzde 18-19’una, soylular
yüzde 15-16’sına, kilise ise yüzde 3-4’üne sahipti. Yine de büyük çoğunluk ya
topraksızdı ya da toprakları yetersizdi. Geri tekniğin büyümesine neden olduğu
bir uçurum ve nüfus artışıyla yoğunlaşan genel bir toprak açlığı söz konusuydu.
Feodal yükümlülükler, kiliseye ödenen ondalık ve diğer vergiler, köylünün
gelirinin büyük ve giderek artan bir oranını alıp götürüyor, geri kalanının
değerini de enflasyon düşürüyordu. Ancak satmak üzere hep bir artık ürünü olan
azınlık durumundaki bir kesim köylü, bu yükselen fiyatlardan yararlanabiliyor;
geri kalanlarsa şu ya da bu biçimde, bilhassa kıtlık fiyatlarının egemen olduğu
kötü hasat dönemlerinde bunun sıkıntısını çekiyorlardı. Devrimden önceki yirmi
yılda köylülerin durumunun bu nedenlerden dolayı daha da kötüleştiğine kuşku yoktur.
Monarşinin
mali sıkıntıları, bardağı taşıran son damla oldu. Krallığın mali ve idari
yapısı büyük ölçüde köhnemiş durumdaydı; daha önce gördüğümüz gibi, buna çözüm
olsun diye girişilen 1774-6 reform çabaları da Parlamentlerin (zümre
meclislerinin) başını çektiği yerleşik çıkarların direncine yenik düştü ve
başarısız oldu. Fransa, daha sonra Amerikan Bağımsızlık Savaşı’na karıştı,
İngiltere’ye karşı, mali iflas pahasına zafer kazanıldı; bu bakımdan Amerikan
devriminin Fransız Devrimi’nin doğrudan nedeni olduğu öne sürülebilir. Başarı
şansları giderek azalan türlü çarelere başvuruldu; ancak ülkenin gerçek ve
kayda değer vergilendirilebilme kapasitesini harekete geçirecek köklü bir
reform dışında hiçbir şey, giderlerin gelirleri yüzde 20 oranında aştığı ve
etkin hiçbir tasarrufun söz konusu olmadığı bir durumun üstesinden gelemezdi.
Versailles, savurganlığıyla sık sık bunalımdan sorumlu tutulmuşsa da, 1788’de
saray harcamaları, toplamın içinde ancak yüzde 6’lık bir yer tutuyordu. Savaş,
donanma ve diplomasi, harcamaların dörtte birini, mevcut borç faizleriyse
yarısını oluşturuyordu. Savaş ve borç -Amerikan savaşı ile neden olduğu
borçlar- monarşinin belini büktü.
Hükümetin
İçine düştüğü bunalım, aristokrasiye ve Parlementlere fırsat kazandırdı.
İmtiyazları genişletilmezse para vermeyi reddettiler. 1787’de hükümetin
taleplerini onaylamak üzere toplantıya çağrılan, titizlikle seçilmiş ama yine
de asi nitelikteki ‘ileri gelenler’ meclisi, mutlakıyet cephesinde açılan ilk
gedik oldu. İkinci ve asıl belirleyici gedikse, 1614’ten beri ölüme terk
edilmiş olan krallığın eski feodal meclisi, Tabakalar Genel Meclisi’nin (Etats
Généraux) toplantıya çağrılması için alman umutsuz karardı.
Böylelikle devrim, aristokrasinin devleti yeniden ele geçirme yönündeki
girişimi olarak başladı. İki nedenle yanlış hesaplanmış bir girişimdi bu: Soylu
ve ruhban sınıf dışında kalan herkesi temsil ettiği varsayılan, fakat gerçekte
orta sınıfın egemen olduğu ‘Üçüncü Tabaka’nın bağımsız niyetlerini hafife almış
ve kendi siyasi taleplerini içine saldığı derin ekonomik ve toplumsal bunalımı
gereğince değerlendirmemişti.
Fransız Devrimi,
çağdaş anlamda bir parti ya da hareketin ya da sistemli bir programı uygulamaya
girişen insanların gerçekleştirdiği, yahut öncülük ettiği bir devrim değildi.
Devrim sonrası dönemin siması Napoleon’a gelinceye dek, yirminci yüzyıl
devrimlerinin bize kanıksattığı türden lider’ler bile çıkarmadı. Bununla
birlikte, oldukça uyumlu bir toplumsal grup içinde genel fikirler üzerinde
çarpıcı bir uzlaşmanın varlığı, devrimci harekette etkin bir birlik sağladı. Bu
grup ‘burjuvazi’ idi; fikirleri de, filozoflar ve iktisatçıların ifade
kazandırdığı, farmasonluğun yaydığı ve gayrı resmi birlikler içinde gelişen
klasik liberalizmin fikirleriydi. Bu açıdan bakıldığında, ‘filozoflar’ haklı
olarak Devrim’den sorumlu tutulabilirler. Devrim, onlarsız da
gerçekleşebilirdi; ancak eski bir rejimin salt yıkılmasıyla, yerine etkin ve
hızlı bir biçimde yenisinin konması arasındaki farkı onlar yaratmıştır.
En
genel biçimiyle 1789’un ideolojisi, Mozart’ın Sihirli Flüt’ünde (1791)
olduğu gibi masumane bir yücelikte İfadesini bulan mason damgalı bir
ideolojiydi. Sihirli Flüt, en büyük sanatsal başarıların çoğunlukla
propagandayla ilgili olduğu bir çağın propagandacı büyük sanat eserlerinin ilklerinden
biriydi. 1789 burjuvasının talepleri, daha özgül olarak o yılkı ‘İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde
belgelenmiştir. Bu belge, soyluların imtiyazlarına dayanan hiyerarşik topluma
karşı olmakla birlikte, demokratik ve eşitlikçi toplumdan yana bir bildirge
değildi. İlk maddesi, ‘İnsanlar eşit ve
özgür doğar; yasalar karşısında eşit ve özgür yaşarlar’ der; fakat aynı
zamanda, ancak ortak yarar gerekçesiyle olsa bile, toplumsal ayrımların varlığını şart
koşmaktadır. Özel mülkiyet kutsal, vazgeçilmez ve dokunulmaz bir doğal haktı.
İnsanlar yasa önünde eşitti, meslekler yetenekli olan herkese eşit ölçüde
açıktı; ancak yarışın başında herkesin eşit olması kadar, yarışmacıların yarışı
birlikte bitiremeyebilecekleri de aynı biçimde önceden kabul edilmişti. Bildirge’de,
soylular hiyerarşisine veya mutlakıyete karşı olarak ‘her yurttaşın yasaların oluşumuna
katılmaya hakkı olduğu’ belirtiliyor; ancak bu hak, ‘ya şahsen ya da
temsilcileri aracılığıyla kullanılır’ deniliyordu. Yönetimin temel organı
olarak gördüğü temsili meclisin demokratik olarak seçilmiş olması veya
öngördüğü rejimin kralları bir kenara atmış olması da zorunlu değildi. Kendini
temsili bir meclisle ifade eden varlıklılar oligarşisine dayanan anayasal bir
monarşi, burjuva liberallerin çoğuna, teorik özlemlerinin daha mantıksal
ifadesi gibi görünen demokratik cumhuriyetten daha yakın geliyordu. Gerçi, bunu
da savunmaktan geri kalmamış kimseler yok değildi. Fakat, genel olarak 1789’un
klasik liberal burjuvası (ve 1789-1848 döneminin liberali) bir demokrat
değildi; ama anayasacılığa, kişisel özgürlüklerin, özel girişim güvencelerinin
bulunduğu laik bir devlete ve vergi verenlerle mülk sahiplerinin yönetimine
inanmış biriydi.
Bununla birlikte,
böyle bir rejim resmi olarak sırf kendi sınıf çıkarlarını değil, sonradan
(yapılan önemli bir özdeşleştirmeyle) ‘Fransız ulusu’ demek olan ‘halk’ın genel
iradesini ifade edecekti. Kral, artık Tanrının inayetiyle Fransa ve Navarre
Kralı olan Louis değil, Tanrının inayeti ve devletin anayasa hukuku gereğince Fransızların
Kralı olan Louis idi. ‘Tüm egemenliğin kaynağı’ diyordu Bildirge, ‘esas olarak
ulustadır.’
… belirttiği gibi, ulus da dünya üzerinde kendi çıkarından başka bir çıkar
tanımaz; ister genel olarak insanlığın, ister başka uluslarınki olsun, kendisininki
dışında bir yasayı ya da otoriteyi kabul etmezdi. Kuşku yok ki Fransız ulusu ve
onun sonraki taklitçileri, başlangıçta kendi çıkarlarını diğer halklarınki ile
çatışma halinde görmediler. Tersine, halkların genel olarak tiranlıktan
özgürleşme hareketini başlattıklarını ya da bunda payları olduğunu düşündüler.
Fakat ilk resmi anlatımını 1789 burjuvazisiyle kazanan milliyetçilikte, ulusal rekabet (örneğin Fransız işadamları ile
İngiliz işadamlarının rekabeti) ve ulusların tabiyeti (örneğin fethedilmiş ya
da kurtarılmış ulusların, büyük ulusun [la granda nationJ [Fransa’nınJ
çıkarlarına tabiyeti) örtük olarak mevcuttu. ‘Ulus’ ile özdeşleştirilmiş olan ‘halk’,
devrimci bir kavramdı; üstelik buna ifade kazandırma iddiasındaki burjuva
liberal programdan daha da devrimciydi. Ama aynı zamanda iki yanı keskin bir
niteliği vardı.
Köylüler
ve yoksul işçiler okuma yazma bilmedikleri, siyaseten iddiasız ya da toy
oldukları için ve seçim süreci dolaylı olduğundan, Üçüncü Tabaka’yı temsil
etmek üzere çoğunluğu bu damgayı taşıyan 610 kişi seçildi. Çoğu, Fransa’nın
taşra bölgelerinde önemli ekonomik rollere sahip avukatlardan, yüz kadarı da
sermayedarlardan ya da işadamlarından oluşmaktaydı. Orta sınıf, soylular ve
ruhban kadar geniş bir temsil olanağına kavuşmak için amansız ve başarılı bir
savaş verdi. Resmen halkın yüzde 95’ini temsil eden bir grup için ölçülü bir
hırstı bu. Şimdi de aynı kararlılık içinde, ‘tabakalar’ halinde toplanıp oylama
yapan, böylece soylu ve ruhban tabakaların birleşip kolayca ‘Üçüncü Tabakayı’
devre dışı bırakabildiği Tabakalar Meclisi’ni feodal nitelikte bir organ
olmaktan çıkarıp bireysel temsilcilerin tek tek oy kullandıkları bir meclise
dönüştürerek potansiyel oy çoğunluğundan yararlanma hakkı için mücadele
ediyorlardı. İlk devrimci yarma harekatı, bu sorun üzerinde gerçekleşti.
Tabakalar Genel Meclisi’nin açılışından altı hafta kadar sonra kralın,
soyluların ve ruhbanın engelleme hareketinden kaygılanan avam tabakası, kendi
şartlarını kabul ederek aralarına katılmaya hazır olan herkesle birlikte
kendini anayasayı değiştirme hakkına sahip ‘Ulusal Meclis’ olarak tayin etti. Bir karşıdevrim girişimi,
taleplerini İngiliz Avam Kamarası’nın tarzına yakın biçimde şekillendirmelerine
yol açtı. Zeki ve adı kötüye çıkmış eski soylu Mirebau’nun krala ‘Majeste, siz
bu mecliste bir yabancısınız; burada konuşma hakkına sahip değilsiniz’ dediğinde, mutlakıyetçiliğin de sonu gelmişti.
Üçüncü
Tabaka, kralın ve imtiyazlı tabakaların ortaklaşa gösterdikleri dirence karşın
başarılı oldu. Çünkü sadece eğitimli ve kavgacı bir azınlığın görüşlerini
değil, çok daha etkili güçlerin, kentlerdeki, bilhassa Paris’teki yoksul
işçilerin ve kısa süre için de olsa devrimcileşen köylülerin görüşlerini temsil
ediyordu. Zaten, sınırlı bir reform çalkantısını bir devrime dönüştüren şey,
Tabakalar Genel Meclisi’nin toplantıya çağrılmasının, derin ekonomik ve
toplumsal bir bunalımla çakışmasıydı. 1780’lerin sonları, bir dizi karmaşık
nedenden ötürü Fransız ekonomisinin hemen bütün dalları için büyük sıkıntılarla
dolu bir dönem olmuştu. 1788 ve 1789’daki kötü hasat ve oldukça sert geçen kış,
bunalımı daha da ağırlaştırdı. Kötü hasat, köylünün belini bükmekteydi; zira
kötü hasat, bir taraftan üreticilerin mahsulünü ancak kıtlık fiyatlarından
satabileceği anlamına gelirken, öte taraftan topraklan yetersiz olan insanların
çoğunun, hem de yeni hasat döneminden hemen önceki mayıs ya da haziran
aylarında tohumluk olarak ayırdıklarını yemek ya da bu fiyatlardan yiyecek
almak durumunda kalması demekti. Kötü hasatlar, ana gıdası ekmek olan kent
yoksullarının geçim masraflarını da iki kat artırdığından, kuşkusuz onları da
etkiliyordu. Kırsal kesimin yoksullaşmasıyla el imalatı ürünlerin pazarı
daraldığından ve bu da endüstride bir durgunluğa neden olduğundan, kent
yoksullarının gördüğü zarar çok daha büyüktü. Yoksul köylüler, kargaşalar ve
haydutluklar karşısında umutsuzluk ve huzursuzluk içindeydi; ama, tam geçim
masraflarının yükseldiği sırada işleri durgunlaştığı için kentli yoksulların
durumu iki kat daha umutsuzdu. Normal koşullarda körü körüne ayaklanmaktan öte
bir şeylerin ortaya çıkacağı yoktu.
Fakat 1788 ile 1789’da Krallıktaki büyük
çalkalanma, propaganda ve seçim mücadelesi, halkın umutsuzluğuna siyasi bir
ufuk kazandırdı. Bütün bunlar, soylulardan ve baskıdan kurtuluş gibi dünyayı sarsan
müthiş bir fikri gündeme getirdi. Üçüncü Tabaka temsilcilerinin arkasında,
ayaklanan bir halk duruyordu. Karşıdevrim, bir kitle ayaklanması olarak kalacak
şeyi, gerçek bir devrime dönüştürdü. Eski rejimin, ordu artık tamamıyla
güvenilir olmamasına karşın, gerektiğinde silahlı gücüyle karşılık vermesi
kuşkusuz doğal bir şeydi. (Olduğundan daha az silik ve daha az budala olsaydı,
daha az kuşbeyinli ve daha sorumlu bir kadınla evlenip o denli berbat olmayan
danışmanları dinlemeye hazır olsaydı bile, XVI. Louis’in yenilgiyi kabullenip
kendini derhal anayasal bir krala dönüştürebileceğini, ancak ayakları yere
basmayan hayalciler öne sürebilirler). Karşıdevrim zaten aç, işkilli ve
bilenmiş Paris kitlelerini harekete geçirdi. Bu gelişmenin en heyecan yaratan sonucu,
devrimcilerin silah bulmayı umdukları, kraliyet gücünün simgesi olan devlet
hapishanesi Bastille’in zapt edilmesiydi.
Devrim zamanlarında
hiçbir şey, simgelerin yıkılmasından daha etkili değildir. 14 Temmuz’u haklı
olarak Fransızların ulusal bayram gününe dönüştüren Bastille’in zaptı,
despotluğun yıkıldığını ilan etti ve tüm dünyada özgürleşmenin başlangıcı
olarak selamlandı. Kasaba sakinlerinin saatlerini ona göre ayarlayacakları
kadar düzenli alışkanlıklara sahip olan Königsbergli vakur filozof Kant’ın
dahi, haberi aldığında öğle gezintisini ertelemesinin, Königsberglileri
gerçekten dünyayı yerinden oynatan bir olayın yaşandığına inandırdığı
anlatılır. Asıl önemlisi, Bastille’in yıkılışının, devrimi taşra kentlerine ve
kırsal alana yaymış olmasıydı.
Köylü
devrimleri, geniş, biçimden yoksun, başı ayağı belli olmayan, fakat karşı
konulamaz hareketlerdir. Salgın halindeki köylü huzursuzluğunu geri
döndürülemez bir dalgaya çeviren, taşra kentlerindeki ayaklanmalar ile,
anlaşılmaz biçimde ve hızla ülkenin her yanına yayılan (1789 yılının temmuz
sonları ile ağustos başlarında ‘Büyük Korku’ [Grande PeurJ
denilen) kitlesel bir panik dalgasının birleşmesi oldu. Fransız feodalizminin
toplumsal yapısı ve krallık Fransa’sının devlet mekanizması, 14 Temmuz’u izleyen
üç hafta içinde darmadağın oldu. Devlet gücünden geriye topu topu, dağılmış bir
halde, güvenilirliği hepten kuşkulu alaylar, zorlayıcı gücü olmayan bir Ulusal
Meclis ve kısa süre sonra burjuvazinin Paris örneğine dayanarak silahlandırdığı
‘Ulusal Muhafız Birlikleri’ni kuran bir yığın belediye ya da taşra (bölge) orta
sınıf idareleri kalmıştı. Orta sınıf ve aristokrasi, kaçınılmaz olanı hemen
kabullendiler: Tüm feodal ayrıcalıklar resmen kaldırıldı; fakat siyasi durum
yerli yerine oturduğunda, bu ödünlerinin karşılığı olarak fahiş bir bedel
biçildi. Feodalizmin nihai tasfiyesi ancak 1793’te gerçekleşti. Ağustos sonuna
gelindiğinde, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’yle Devrim resmi bildirimini
kazanmış oldu. Buna karşılık kral, her zamanki budalalığıyla karşı çıktı.
Kitlesel bir başkaldırının toplumsal içerimlerinden korkan orta sınıfın bazı
devrimci kesimleri de, artık muhafazakârlık etmenin vaktinin geldiğini
düşünmeye başladılar.
Neden?
Bir bakıma, sonraki liberallerden farklı olarak o zamanın Fransız
burjuvazisinde henüz ürkütücü bir Fransız Devrimi anısı bulunmadığından.
Jakoben yönetimin, Devrimi burjuvazinin huzur ve refahının çok ötesine
götürdüğü, ılımlılara 1794’ten sonra malum olacaktı; tıpkı, 1793 güneşi eğer
bir daha doğacaksa, ancak burjuva olmayan bir topluma doğacağının devrimciler
için apaçık bir gerçek olması gibi. Öte yandan jakobenlerin radikalizmi
yürütebilmeleri, devirlerinde kendilerininkine tutarlı bir toplumsal seçenek
oluşturacak bir sınıfın bulunmamasından dolayı mümkün olabilmiştir. Böyle bir
sınıf ancak endüstri devrimi sürecinde, ‘proletarya’ ile, ya da daha açıkçası
proletaryaya dayanan hareket ve ideolojilerle ortaya çıkabilirdi. Fransız
Devrimi’nde işçi sınıfı henüz kayda değer bağımsız bir rol oynamamıştır; kaldı
ki emek güçlerini satıyor olsalar da, çoğu endüstri dışında çalışan bu kitleye
işçi sınıfı demek doğru olmaz. Açtılar, isyan ettiler, muhtemelen hayal
kurdular; ne ki, pratik hedefler söz konusu olduğunda proleter olmayan
Önderlerin ardından gittiler. Köylülüğünse, herhangi birilerine siyasal bir
alternatif sunduğu görülmemiştir; köylüler, sadece olaylar zorladığında,
neredeyse karşı konulmaz bir güç ya da yerinden oynatılamaz bir nesne olur
çıkarlar.
Burjuva radikalizminin tek alternatifi, (halk desteğinden yoksun
kaldıklarında elden ayaktan kesilen ideologların ya da militanların oluşturduğu
küçük yapıları dışarıda tutarsak) emekçi yoksulların, küçük esnafın, tüccar ve
zanaatkarların, küçük girişimcilerin vs. oluşturduğu biçimden yoksun ve çoğunlukla
kentsel bir hareket olan ‘Sansculottes’lardı [BaldırıçıplaklarJ.
Baldırıçıplaklar, bilhassa Paris’in belli ‘kesimler’inde, yerel siyasi
kulüplerde örgütlenmekteydiler ve asıl göstericiler, isyancılar, barikatların
kurucuları olarak devrimin başlıca vurucu gücünü oluşturdular. Marat ve … gibi
gazeteciler ve yerel sözcüler aracılığıyla, arkasında, (küçük) özel mülkiyete
saygıyı, zenginlere düşmanlıkla, yoksul için hükümet teminatlı işle, ücret ve
sosyal güvenlikle, aşırı eşitlikçi ve özgürlükçü yerel ve doğrudan bir
demokrasiyle birleştiren bulanık biçimde tanımlanmış ve çelişkili bir toplumsal
idealin bulunduğu bir siyasa formüle ettiler. Gerçekte baldırıçıplaklar, ‘burjuva’
ile ‘proleter’ uçlar arasında yer alan, ama ne de olsa çoğu yoksul olduğu için belki
birincisinden çok ikincisine yakın koca bir ‘küçük insanlar’ kitlesinin
çıkarlarını ifade etmeye çalışan evrensel ve önemli siyasal eğilimin bir
koluydu. Onu, Birleşik Devletler’de Jeffersonculuk, Jaksoncu demokrasi ya da
halkçılık, İngiltere’de ‘radikalizm’, Fransa’da geleceğin ‘cumhuriyetçiler’inin
ve radikal sosyalistlerinin ataları, İtalya’da Mazziniciler ve Garibaldiciler
olarak ve daha başka yerlerde de gözlemleyebiliriz. Çoğunlukla devrim sonrası
dönemlerde solda yer alan bir orta sınıf liberalizmi olarak durulmaya
meyletmiştir. Fakat ‘olda düşman olmaz’ diyen eski ilkeyi bırakmaya isteksiz
olan ve bunalım zamanlarında ‘para duvarına’, ‘iktisadi kralcılara’ ya da ‘insanoğlunun
gerildiği altın çarmıha’ başkaldırmaya da hazır bir orta sınıf liberalizmiydi
bu. Ancak yine de Baldırıcıplaklık, gerçek bir alternatif sağlamadı.
Köylülerden ve küçük esnaftan oluşan altın bir geçmiş ya da bankerler ve
milyonerlerce rahatsız edilmeyen küçük çiftçi ve zanaatkârlar için altın bir
gelecek ideali, gerçekleşemeyecek bir idealdi. Tarih bunları hiç tınmadan
ilerledi. Buna karşı tek yapabildikleri, çok çok tarihin oyununa engeller
dikmek oldu. Bunu 1793-4’te başardılar ve bu engeller o gün Fransa’nın ekonomik
gelişimine mani olmuştur. Gerçekte Baldırıçıplaklık öylesine çaresiz bir
görüngüydü ki ismi dahi büyük ölçüde ya unutulmuştur ya da ancak II. Yılda ona
önderlik eden Jakobenliğin anlamdaşı olarak hatırlanmakta
II
1789
ile 1791 yılları arasında muzaffer ılımlı burjuvazi, artık Kurucu Meclis haline
gelmiş organ aracılığıyla hareket ederek, hedefini gerçekleştirmeye, yani
Fransa'yı ussallaştırmaya ve reform yapmaya girişti. Devrimin en çarpıcı
uluslararası sonuçları olan metrik sistem ile Yahudilerin ilk özgürleşme
hareketi gibi Devrimin en kalıcı kurumsal başarılarının çoğu bu dönemin
tarihini taşımaktadır. Kurucu Meclis'in ekonomik görüşleri tümüyle liberal
nitelikteydi: Köylü politikası, ortak arazilerin ekime kapatılması, kırsal girişimcilerin
teşvik edilmesi; işçi sınıfı politikası, sendikaların yasaklanması; küçük esnaf
politikası, lonca ve esnaf birliklerinin kaldırılması oldu. Bu, sıradan halka
hiçbir somut tatmin sağlamadı. Bir tek, 1790'dan itibaren (yurtdışına göç eden
soyluların topraklarına yapıldığı gibi) kiliseye ait toprakların satılmasının
ve laikleşme sürecinin, ruhbanın güçsüzleştirilmesi, taşralı ve köylü girişimcilerin
güçlendirilmesi ve birçok köylüye
devrimci faaliyetlerine karşılık elle tutulur bir ödül verilmesi
gibi üçlü bir yararı oldu. 1791 Anayasası, olabildiğince geniş, kapsamlı tutulan
mülk sahibi 'etkin yurttaşlar'ın oy hakkına dayalı bir - anayasal monarşi
sistemiyle, aşırı demokrasiyi savuşturdu. Edilgen yurttaşlarınsa, adlarına yakışır
biçimde yaşayıp gidecekleri umuluyordu
Gerçekteyse
böyle olmadı. Bir taraftan monarşi, eskiden devrimci olan güçlü bir burjuva
hizbince kuvvetle destekleniyor olmasına karşın, yeni rejimi hazmedemedi. Saray
erkanı, yönetimdeki ayaktakımını kovmak ve Tanrı'nın kutsadığı, Fransa'nın en
Katolik kralını hak ettiği yere tekrar oturtmak için Kralın kuzenlerinin
gerçekleştireceği bir haçlı seferi hayaliyle entrikalar çevirmeye başladı.
Kiliseyi değil, Kilise'nin Roma'ya mutlak bağlılığını kaldırma yönünde bir girişim
olan 1790 tarihli Ruhbanların Sivil Anayasası, yanlış anlamalara neden oldu ve
ruhban ile inananların çoğunluğunun muhalefete geçmesine neden oldu; kralı da,
ülkeden kaçmak gibi umutsuz ve ileride görüleceği gibi intihardan farksız bir
teşebbüse sürükledi. Kralın Varennes'de yakalanmasından (Haziran, 1791) sonra,
cumhuriyetçilik kitlesel bir güç halini aldı; zira halkını bırakıp kaçan
geleneksel krallar, sadakat görme hakkını kaybederlerdi. Öte yandan ılımlıların
uyguladığı kontrolsüz bir serbest girişim ekonomisi, yiyecek fiyatlarındaki
dalgalanmayı artırdı. Bunun sonucunda özellikle Paris'deki kent yoksulları daha
da militanlaştılar. Ekmek fiyatları bir termometre kesinliğinde Paris'in siyasi
hararetini gösteriyordu. Parisli kitleler, belirleyici güçtü; Fransa’nın yeni
üç renkli bayrağının, eski krallığın beyazının, Paris'in kırmızı ve mavi renkleriyle
birleştirilerek oluşturulması boşuna değildi.
Savaşın patlaması
sorunları son raddeye getirdi; yani, ülkeyi 1792' deki ikinci devrime, II.
Yıl'ın Jakoben Cumhuriyeti'ne ve sonunda da Napoleon'a götürdü. Bir diğer deyişle,
Fransız Devrimi'nin tarihini, Avrupa'nın tarihine dönüştürdü.
Fransa'yı
genel bir savaşa sürükleyen iki güç oldu: Aşırı sağ ve ılımlı sol. Kral,
Fransız soyluları ve Batı Almanya'nın çeşitli kentlerinde toplanan
aristokratlarla kilise mensupları için, ancak bir yabancı müdahalenin eski rejimi
geri getirebileceği açıktı.[1]
Uluslararası durumun karmaşıklığı ve öteki ülkelerin görece siyasal durgunluğu
ortadayken, böyle bir müdahale öyle çok kolayca örgütlenebilecek bir şey
değildi. Yine de soyluların ve Tanrının atadığı hükümdarların gözünde, XVI.
Louis'in yeniden iktidara getirilmesinin sadece sınıf dayanışması yönünde bir
davranıştan ibaret olmayıp, Fransa'dan çıkan korkunç fikirlerin yayılmasına karşı
önemli bir güvence olduğu da giderek açıklık kazanıyordu. Sonuç olarak
Fransa'yı yeniden fethedecek güçler, dışarıda bir araya geldiler.
Aynı
zamanda ılımlı liberaller de, bilhassa Gironde bölgesinden gelen temsilciler
etrafında kümelenen siyasetçiler grubu, savaşçı bir güçtü. Bu biraz da, her
gerçek devrimin evrensel olma eğilimi taşıyor olmasından kaynaklanıyordu. Zira
dışarıda bulunan çok sayıdaki sempatizanları için olduğu kadar, Fransızlar için
de, Fransa'nın özgürleşmesi, özgürlüğün evrensel zaferinin yalnızca ilk
perdesiydi; bu yaklaşım kolayca, baskı ve tiranlık altında inleyen tüm halkları
özgürlüğe kavuşturmanın devrimin anavatanının görevi olduğu inancına yol açtı.
Ilımlı olsun, aşırı olsun tüm devrimciler arasında özgürlüğü yaymak için
gerçekten yüce ve yiğitçe bir tutku vardı; Fransız ulusunun davasını tüm tutsak
insanlığın davasından ayırmak, onlar için gerçekten olanaksızdı. Gerek Fransız,
gerekse diğer tüm devrimci hareketler, bu tarihten itibaren, ta ki 1848'e
kadar, bu görüşü kabul edecek ya da kendilerine uyarlayacaklardı. 1848'e kadar
Avrupa'nın kurtuluşuyla ilgili bütün tasarılar, Avrupa'nın gerici güçlerini
devirmek için halkların Fransızların önderliğinde hep birlikte ayaklanması
fikrinin yörüngesinde kaldı; 1830'dan sonra İtalyanların veya Polonyalıların
ayaklanmalarında olduğu gibi, diğer ulusal ve liberal ayaklanma hareketleri de
kendilerini, özgürlüklerini kazanarak diğer herkesin özgürleşmesini başlatmaya
yazgılı birer Mesih olarak görme eğilimdeydiler.
Öte
yandan daha az idealleştirilerek düşünüldüğünde, savaş ülke içinde- ki birçok
sorunun da çözülmesine yardımcı olabilirdi. Yeni rejimin, sıkıntılarını, yurtdışına
kaçmış Fransız soylularıyla yabancı tiranların komplolarına bağlaması ve halkın
hoşnutsuzluğunu bunlara yönlendirmesi, ayartıcı ve aşikar bir yoldu. Daha özgül
olarak, İş adamları, ekonominin önündeki belirsizliğin, devalüasyonun ve diğer
sıkıntıların ancak müdahale tehdidinin kaldırılmasıyla deva bulabileceğini
ileri sürüyorlardı. İş adamları ve ideologları, İngiltere'nin deneyimlerine şöyle
bir göz gezdirip ekonomik üstünlüğün sistemli bir saldırganlığın ürünü olduğunu
düşünmüş de olabilirler. Onsekizinci yüzyıl, başarılı bir işadamının hiç de
barışa gönülden bağlı olduğu bir yüzyıl değildi. Dahası, kısa zamanda
görüleceği gibi, kar amacıyla da pekala savaş yapılabilirdi. Bütün bu
nedenlerden ötürü, ufak bir sağ kanat ve yine Robespierre'in önderliğindeki
ufak bir sol kanat dışında, yeni Yasama Meclisi'nin çoğunluğu savaş çığlıkları
atıyordu. Yine bütün bu nedenlerden dolayı, savaş gelip çattığında, devrimin
fetihleri, özgürleşmeyi, sömürüyü ve siyasi sapmaları kendi içinde
birleştirecekti.
1792 yılının Nisan ayında savaş ilan edildi.
Halkın, pek anlaşılır biçimde krallığın baltalamalarına ve ihanetine bağladığı
yenilgi, radikalleşmeye neden oldu. Paris'in baldırıçıplaklarının silahlı
eylemleriyle, ağustos-eylül aylarında monarşi yıkılıp tek ve bölünmez
Cumhuriyet kuruldu; Devrimin I.Yıl olarak kabul edilmesiyle insanlık tarihinde
yeni bir çağın başladığı duyuruldu. Fransız Devrimi'nin demir ve kahramanlık
çağı, siyasal mahkumların katledilmesi, -belki de parlamentarizm tarihinin en
dikkate
değer
meclisi olan- Ulusal Konvansiyon için seçimlerin yapılması ve istilacılara
karşı toptan direniş çağrıları arasında başladı. Kral hapse atıldı; yabancı
istilası, beylik bir topçu düellosuyla Valmy'de durduruldu.
Devrimci
savaşlar, kendi mantıklarını dayatırlar. Yeni Konvansiyon'daki hakim parti,
büyük iş çevrelerini ve taşra burjuvazisini temsil eden; düşünsel bakımdan
diğerlerinden oldukça üstün, büyüleyici ve zeki parlamento hatiplerinin
oluşturduğu; ülke dışında savaşçı, içerdeyse ılımlı bir grup olan Jirondenlerdi. Siyasi alan, tümüyle olanaksız şeylerle
doluydu. Çünkü, ancak yerleşik düzenli ordularıyla sınırlı çapta seferlerde
bulunan devletler, -tıpkı Jane Austen'in romanındaki hanımlarla beylerin dönemin
İngiltere'sinde yaptıkları gibi- savaşla ülke içi sorunları birbirlerine
bulaştırmamayı umabilirlerdi. Oysa Devrim, ne sınırlı çapta savaşlar verdi, ne
de düzenli ordulara sahipti. Çünkü onun savaşı, dünya devriminin azami zaferi
ile toptan karşıdevrim anlamına gelen azami yenilgisi arasında gidip
gelmekteydi; eski Fransız ordusundan artakalan askerlerse işe yaramaz ve
güvenilmezdi. Cumhuriyet'in önde gelen generali Dumouriez, çok geçmeden düşman
saflarına kaçacaktı. Zafer, salt yabancı müdahalesini yenilgiye uğratmak
anlamına gelecek olsa bile, böyle bir savaşta, ancak görülmedik ve devrimci
yöntemler galip gelebilirdi. Gerçekten bu tür yöntemler bulundu da. Genç
Fransız Cumhuriyeti, bunalım sürecinde topyekun savaş! keşfetti, yahut icat
etti: Askere alma, karneye bağlanan ve sıkıca denetlenen bir savaş ekonomisi ve
içerde ya da dışarıda olsun askerlerle siviller arasındaki ayrımın fiilen
ortadan kaldırılması gibi yollarla bir ulusun kaynaklarının topyekun seferber
edilmesi. Bu keşfin içerimlerinin ne denli dehşet verici olduğu, ancak içinde
bulunduğumuz tarihsel çağda açıkça anlaşılır hale gelmiştir. 1792-94 devrimci
savaşı istisnai bir olay olarak kaldığından, savaşların devrimlere yol açtığı,
devrimlerinse kazanılamayacak savaşları kazandığı gözlemi dışında, ondokuzuncu
yüzyıl gözlemcilerinin çoğu bu savaşa pek bir anlam veremediler (hatta bu
gözlem bile, bolluğa ve berekete gömülmüş geç Victoria çağında unutulup gitmiştir).
Jakoben Cumhuriyet ve 1793-94 Terör dönemine ilişkin birçok şeyin, modern topyekun savaş
çabasından başka hiçbir koşulda bir anlam ifade etmediğini ancak bugün
görebiliyoruz.
Baldırıçıplaklar,
haklı olarak karşıdevrimin ve yabancı müdahalenin ancak bu yolla mağlup
edilebileceğini düşündüklerinden değil sadece, böyle bir hükümetin yöntemleri insanları
harekete geçireceği ve toplumsal adaleti daha yakınlaştıracağı için de devrimci
bir savaş hükümetini memnunlukla karşıladılar (Hiçbir etkin modern savaş girişiminin,
onca aziz tuttukları, merkezsiz gönüllü doğrudan demokrasiyle bağdaşmayacağı
gerçeğini gözden kaçırdılar). Öte yandan Jirondenler, geminden çözdükleri savaşla
kitle devriminin bir araya gelmesinin yaratacağı siyasal sonuçlardan
korkuyorlardı. Solla rekabet edebilecek donanıma sahip değillerdi. Kralı
yargılamayı ve idam etmeyi istememekle birlikte, devrimci hamiyetin simgesi
haline gelen bu konuda rakipleri
'Montagnardlar'dan (Jakobenler) geri kalmamak zorundaydılar; sonunda bu İşin şanı
Montagnardların oldu, onların değil. Öte yandan savaşı genişleterek, özgürleşme
yolunda genel ideolojik bir haçlı seferine ve büyük ekonomik rakip İngiltere'ye
doğrudan bir meydan okumaya dönüştürmek istiyorlardı. Bu amaçlarında başarılı
da oldular. 1793 Martı’na gelindiğinde Fransa neredeyse bütün Avrupa ile savaş
halindeydi, ve yabancı toprakları ilhak etmeye başlamıştı (Bu ilhaklar, yerli
icat edilen Fransa'nın 'doğal sınırları' öğretisiyle meşrulaştırılmaktaydı)
Fakat savaşın genişlemesi, üstelik kötü gitmesi, sadece solun elini güçlendirmeye
yaradı ve savaşı bir tek o kazanabilirdi. Sonunda geri çekilen ve ayak oyunlarına
başvuran Jirondenler, çok geçmeden taşrada
Paris'e karşı bir ayaklanmanın örgütlenmesine dönüşecek olan, sola karşı yanlış
yargılarla dolu saldırılara" giriştiler. Baldırıçıplaklar, ani bir
darbeyle 2 Haziran'da Jirondenleri devirdi. Böylelikle Jakoben Cumhuriyeti başlamış oldu.
III
Meslekten
tarihçi olmayan eğitimli kişiler, Fransız Devrimi'ni düşündüklerinde,
akıllarına gelen başlıca şey, 1789'daki olaylarla II. Yıl'ın Jakoben
Cumhuriyeti'dir. Resmiyet düşkünü Robespierre, babayiğit ve çapkın Danton,
soğuk devrimci zarafetiyle Saint-Just, kabadayı Marat, kamu esenliği komitesi,
devrimci yargılamalar ve giyotin, en açık seçik gördüğümüz imgelerdir. 1789'da
Mirabeau ile Lafayette arasında yer alan ılımlı devrimcilerin, 1793'ün Jakoben
önderlerininin isimleri, tarihçiler dışında ; herkesin belleğinden silinmiştir.
Jirondenler sadece bir grup olarak ve belki de Madam de Roland
veya Charlotte Corday gibi siyaseten önemsiz ama romantik kadınların onlara
gösterdiği yakınlıktan ötürü anımsanmaktadır. Uzman çevrelerin dışında kim,
Brissot, Vergniaud, Guadet ve geri kalanların isimlerini olsun bilir ki?
Muhafazakarlar, Terör döneminin,
zincirinden boşanmış isterik bir kana susamışlık ve diktatörlük olduğu yolunda
kalıcı bir imge yaratmışlardır. Oysa yirminci yüzyılın ölçütleriyle, hatta 1871
Paris Komünü sonrasındaki katliamlarda olduğu gibi, muhafazakarların toplumsal
devrimi bastırırken sergiledikleri rakamlara kıyasla, ondört ayda 17.000 resmi
infazla Devrim'in toplu kıyımları nispeten makul sayılırdı. Devrimciler,
özellikle Fransa'dakiler, Terör dönemini ilk halk cumhuriyeti ve izleyen tüm başkaldırıların
esin kaynağı olarak görmüşlerdir. Bu
nedenledir ki zaten, her günkü insani ölçütlerle değerlendirilmemesi gereken
bir çağdı o.
Bu
doğrudur. Ancak Terörün arkasında duran kararlı orta sınıf Fransızlar için, o
ne hastalıklı bir şeydi ne de kıyamet habercisiydi; en başta ve her şeyden
önemlisi ülkelerini korumanın tek etkin yöntemiydi. Jakoben Cumhuriyeti'nin
yaptığı buydu ve başarısı insanüstüydü. 1793 'ün haziranında, Fransa'nın seksen
vilayetinden altmışı Paris'e karşı ayaklandı; Alman prenslerinin orduları,
kuzeyden ve doğudan Fransa'yı işgal ediyorlardı; İngilizler, güney ve batıdan
saldırmıştı; ülke çaresiz ve tükenmiş bir haldeydi. Oysa ondört hafta sonra
bütün Fransa üzerinde denetim sağlanmış, İşgalciler kovulmuştu. Bu kez Fransız orduları
Belçika'yı İşgal etti; neredeyse kesintisiz ve zahmetsiz kazanılacak olan yirmi
yıllık bir askeri zaferler dönemine girmek üzereydiler. Oysa, 1794 martına
gelindiğinde eskisinden üç kat daha büyük olan ordu, 1793 martındaki maliyetinin
yarısıyla çekip çevrilmekteydi. Fransız parasının (ya da büyük oranda onun yerini
almış assignatların) değeri, önceleri ve sonraları olduğunun tam
tersine, hemen hemen sabit tutulmuştu.
Sıkı
bir cumhuriyetçi olmasına karşın sonradan Napoleon'un en etkili valilerinden
biri olan Kamu Esenliği Komitesi'nin Jakoben üyesi Jeanbon St André'ın,
1812-1813 yenilgileri altında kıvranan imparatorluk Fransası'nı küçümseyerek
izlemiş olması hiç şaşırtıcı değildir. II. Yıl'ın Cumhuriyeti, üstelik çok daha
az kaynakla, çok daha beter bunalımların üstesinden gelmişti. [2]
Bu
kahramanlık dönem boyunca tabanda denetimi elinde tutan Ulusal Konvansiyon'daki
çoğunluğa gelince, bu adamlar için yapılacak tercih basitti: Ya orta sınıfın
bakış açısından taşıdığı bütün kusurlara rağmen Terör'ü seçeceklerdi ya da
Devrimin yıkılmasını, ulusal devletin parçalanmasını ve muhtemelen de ülkenin
yeryüzünden silinmesini. Polonya örneği ortada değil miydi? Fakat Fransa
ümitsiz bir bunalım içinde olmasaydı, birçoğu pekala daha az sert bir rejimi ve
elbette daha denetlenen bir ekonomiyi yeğlerdi. Robespierre'in düşüşü, ekonominin
salgın bir hastalık gibi denetimden çıkmasına ve adi bir vurgunculuğa yol açtı;
dörtnala giden bir enflasyon ve 1797'deki ulusal iflasla doruğuna vardı. Ancak
en dar bakış açısından bile orta sınıf Fransızların beklentileri, birleşik,
güçlü ve merkezi bir devlete dayanıyordu. Öte yandan, çağdqş anlamlarıyla
'ulus' ve 'vatanseverlik' kavramlarını bizzat yaratmış olan Devrim, 'büyükulus'
(grande nation) fikrinden nasıl vazgeçebilirdi?
Jakoben
rejimin ilk işi, Jirondenlerin ve taşra ileri gelenlerinin muhalefetine karşı
kitle desteğini harekete geçirmek ve Paris'in baldırıçıplaklarının önceden
seferber edilmiş kitlesel desteğini muhafaza etmek oldu. Parisli
baldırıçıplakların diğer taleplerinin başa dert olacağı ileride görülecekti,
ama genel askerlik yükümlülüğü ('levee en masse') 'hainler' e karşı
terör ve genel fiyat denetimi gibi devrimci bir savaştan yana kimi talepleri, Jakobenlerin
ortak duyusuyla örtüşen taleplerdi. O ana dek Jirondenlerin geciktirdiği, az
çok radikalleştirilmiş yeni bir anayasa ilan edildi. Bu soylu ama akademik
nitelikteki belgeye göre, halka genel oy hakkı, başkaldırma, çalışma ya da
hayatını idame ettirme hakkı veriliyordu. Hepsinden önemlisi, herkesin
mutluluğunun hükümetin hedefi olduğunun ve halkın haklarının yalnızca sözde
kalan değil, kullanılır nitelikte haklar olduğunun resmi ifadesiydi. Bu.,
modern bir devletin ilan ettiği gerçekten demokratik nitelikteki ilk
anayasaydı. Daha somut olarak Jakobenler, tazminat ön görmeksizin feodal
haklardan geriye kalanları kaldırdılar; küçük alıcıların, yurt dışına kaçanların
ellerinden alınan toprakları satın alma olanaklarını artırdılar ve birkaç ay
sonra da San Domingo Zencilerinin cumhuriyet için İngiltere'ye karşı savaşmalarını
teşvik etmek üzere Fransız sömürgelerinin tümünde köleliği kaldırdılar. Alınan
bu önlemlerin uzun erimli bir sürü sonucu oldu. Bu sayede Amerika'da
Toussaint-louverture'in şahsında ilk bağımsız devrimci önderin ortaya çıkması
mümkün oldu. Fransa'daysa, o günden
Napoleon Fransası'nın Haiti'yi ele geçirmekte başarısız olması,
Louisiana Anlaşması (1803) ile A.B.D.'ye satılan geri kalan tüm Amerikan
İmparatorluğu'nun tasfiye olmasının başlıca nedenlerinden biriydi. Böylece Jakobenliğin
Amerika'ya yayılışının başka bir sonucu da, ABD'yi kıta ölçeğinde bir güç haline
getirmek olacaktı. Fransa’daysa o günden bu güne ülke yaşamına egemen olan;
ekonomik olarak geriye dönük, ancak kendilerini Devrime ve Cumhuriyete tutkuyla
adamış küçük ve orta köylü mülk sahipleri ile küçük esnaf ve dükkan
sahiplerinden oluşan zaptedilmez bir kale kuruldu. Hızlı ekonomik kalkınmanın
temel koşulu olan tarımın ve küçük yatırımın kapitalist yönde dönüşümü,
emekleyecek kadar yavaşlatıldı; onunla birlikte kentleşme hızı, iç pazarın genişlemesi,
İşçi sınıfının çoğalması, dolayısıyla proleter devriminin görünmez ilerleyişi
de yavaşladı. Fransa'da uzun süre hem büyük iş çevreleri hem de işçi hareketi,
köşebaşı bakkalları, küçük köylü mülk sahipleri ile kahvehane sahiplerinin oluşturduğu
bir denizin çevrelediği adalar gibi, bir azınlık olgusu olarak kalmaya mahkum
edildi (9. Bölümle karşılaştırın).
Jakobenlerle
baldınçıplakların yaptığı ittifakı temsil eden yeni hükümetin merkezi, bu
yüzden belirgin biçimde sola kaydı. Bu durum, hızla Fransa'nın en etkin savaş
kabinesi haline gelen, yeniden oluşturulan Kamu Esenliği Komitesi'nde yansısını
buldu. Güçlü, sefih, belki yiyici ama göründüğünden daha ılımlı olan (son
krallık idaresinde bakanlık yapmış) son derece yetenekli bir devrimciyi,
Danton'u kaybetti ve en etkili üyelerinden biri haline gelen Maximilien
Robespierre'i kazandı. Kimsenin tarafsız kalamayacağı korkunç ve görkemli II.
Yıl'ı hala şahsında somutladığı için, erdem sanki kişisel tekelindeymiş gibi aşın
bir duyarlığa sahip olan bu züppe, tez canlı, ateşli avukatın karşısında pek az
tarihçi serinkanlı olabilmiştir. Cana yakın biri değildi; bugünlerde onun haklı
olduğunu düşünenler bile, genç Saint Just'ü, yani Sparta cennetleri mimarının ışıltılı
matematik keskinliğini ona yeğleme eğilimindeler. Büyük bir adam değildi, hatta
yer yer sığ biriydi. Ancak Napoleon sayılmazsa, Devrimin kutsadığı ve hakkında
bir tapı geliştirilmiş tek kişiydi. Böyle olmasının nedeni, Jakoben
Cumhuriyet'in, tarih için olduğu gibi kendisi için de bir savaş kazanma aygıtı
değil, bir ideal olmasından kaynaklanıyordu. Tüm iyi yurttaşların ulusun
nazarında eşit olduğu ve halkın, hainlerin hakkından geldiği, adalet ve erdemin
korkunç ve görkemli hükümranlığıydı bu ideal.
Bu
gücü ona Jean-Jacques Roussea (aşağıdaki 268-70. sayfalara bakınız) ve billurlaşmış
bir haklılık inancı vermekteydi. Resmen diktatörlük yetkilerine sahip olmadığı
gibi, resmi bir görevi bile yoktu; kendisi de Konvansiyon'un -bütün yetkileri
elinde toplamasa da, en güçlü- alt komitelerinden biri olan Kamu Esenliği
Komitesi'nin bir üyesiydi sadece. Onun iktidarı, halkın, Paris kitlelerinin iktidarı;
onun terörü, halkın terörü demekti. Nitekim onu terk ettiklerinde, o da düştü.
Arkalarına
aldıkları bu desteğe yabancılaşmak zorunda kalmaları, Robespierre'in ve Jakoben
Cumhuriyet'in trajedisiydi. Rejim, orta sınıf ile emekçi kitleler arasındaki
ittifaka dayanıyordu; fakat orta sınıf Jakobenler için baldırıçıplaklara
verilen ödünler, mülk sahiplerini korkutmadan kitleleri rejime bağladığı için
ve bağladığı sürece hoş görülebilirdi; ve bu ittifakta orta sınıf Jakobenler
belirleyici konumdaydılar. Bunun yanında, savaşın gerekleri her hükümeti,
baldınçıplakların serpilip geliştiği kulüp ve kesimlerin özgür, yerel ve
doğrudan demokrasisinin, gönüllü milis birliklerinin, karşılıklı savlara
dayanan özgür seçimlerin pahasına, merkezileşme ve disiplin yönünde önlemler
almaya zorlamaktaydı. 1936-1939 İspanyol İç Savaşı sonrasında, Anarşistler
aleyhine Komünistleri güçlendiren süreç, Hébert'in baldınçıplaklarını harcamak
pahasına Saint-Just türünden Jakobenleri güçlendirdi. 1794'e gelindiğinde
hükümet ve siyaset yekpare bir hal almıştı ve dizginler, -en mission delegeler
aracılığıyla- Komite'nin ya da Konvansiyon'un doğrudan görevlendirdiği kişiler
ile Jakoben subayların ve yerel parti örgütlenmeleriyle bağlantılı resmi
görevlilerin elindeydi. Son olarak, savaşın ekonomik gereklilikleri de halk
desteğini soğuttu. Kentlerde fiyat denetimi ve karne uygulaması, kitlelerin
yararınaydı; fakat ücretlerin dondurulması onlara hayli zarar verdi. Kırsal
bölgelerde yiyeceklere sistemli biçimde resmen el konulması (bunu ilk
savunanlar kentli baldırıçıplaklar olmuştur) köylüyü yabancılaştırdı. Bundan
ötürü kitleler, bilhassa baldırıçıplakların en sözünü sakınmayan sözcülerinin,
yani Hebertçilerin yargılanıp idam edilmelerinin ardından, hoşnutsuzluğa ya da
tekinsiz ve küskün bir edilgenliğe girdiler. Bu arada, şimdi başını Danton'un
çektiği sağcı muhalefete yönelik saldırılar, rejimin daha ılımlı
destekçilerinin teyakkuza geçmelerine neden oldu.
Bu
hizip, her ne kadar sermaye birikiminin unsurları olsalar da dolandırıcılara,
vurgunculara ve karaborsa simsarlarına sığınak sağlamaktaydı ve onları bastırmak için kaçınılmaz biçimde
gündeme gelen katı bir püritenlikle haklarından gelininceye dek toplumsal
devrimlerin başlarında hep varolagelen ahlakdışı, Falstaff-vari[3]
bir hovardalık ve savurganlık bizzat Danton'un şahsında toplandığından, bu çok
daha kolay oldu. Tarihin Dantonları, Robespierrelerin ya da Robespierreler gibi
davranma iddiasıda olanların karşısında her zaman yenilgiye uğramışlardır.
Çünkü bohemliğin başarılı olamadığı yerde, sert ve dar görüşlü bir adanmışlık
başarılı olabilir ancak. Robespierre, her şeyden önce savaşan Fransa'nın
çıkarları adına çürümeyi ve yiyiciliği ortadan kaldırmakla ılımlıların
desteğini kazanmış, ama özgürlüklere ve para kazanmaya sınırlamalar getirmekle
bir o kadar da işadamlarının düzenini bozmuştu. Son olarak da, hiçbir büyük
görüş topluluğu, bu dönemin hayli düşsel ideolojik gezintilerinden
(baldınçıplakların gayreti sayesinde sistemli Hıristiyansızlaştırma
kampanyaları; Tanrıtatanımazlara karşı koyma ve mübarek jean-jacques'in ön görülerini
gerçekleştirme girişimi olarak -törenlerle de desteklenen- Robespierre'in Üstün
Varlık'a inanan yeni toplum dini gibi düşsel gezintilerinden) hoşlanmıyordu. Bu
arada giyotinin dinmek bilmeyen ıslığı, bütün siyasetçilere hiç kimsenin
gerçekten güvende olmadığını hatırlatıp duruyordu.
1794
nisanına gelindiğinde, hem sağ hem sol giyotine yollanmış, bu suretle
Robespierreciler siyasal olarak da yalıtlanmışlardı. Onları iktidarda tutan,
sadece savaş bunalımıydı. 1794 temmuzunda Cumhuriyetin yeni orduları Fleurus'da
Avusturyalıları mutlak bir bozguna uğratıp Belçika'yı işgal ederek gücünü
kanıtladığında, son da yaklaştı. Konvansiyon, devrim takviminin Dokuzuncu Thermidor'unda
(17 Temmuz, 1794) Robespierre'i devirdi. Ertesi gün, o, Saint-Just ve Couthon,
birkaç gün sonra da devrimci Paris Komünü'nün seksen yedi üyesi idam edildiler.
IV
Thermidor,
Devrimin kahramanlık dolu, herkesin anılarında yer etmiş olan döneminin
sonudur. Kendilerini Brutus ve Cato gibi gören kırmızı bereli dürüst yurttaşların,
üstü başı dökülen baldınçıplakların ve "Lyon artık yok" yada
"Onbin asker ayakkabısız. Strasbourg'daki aristokratların ayakkabılarını
alacak ve bunları yarın sabah saat beşte gönderilmek üzere karargaha
getireceksiniz gibi klasik ve tumturaklı deyişlerin, ama aynı zamanda insani deyişlerin de dönemiydi. Bu
dönem, yaşamak için pek rahat bir dönem değildi, zira çoğu insan aç ve bir çokları
da korku içindeydi; ama bu, ilk nükleer patlama kadar korkunç ve geri dönüşü
olmayan bir olguydu ve tüm bir tarihi
kalıcı biçimde değiştirdi. Yarattığı enerji, Avrupa'nın eski rejimlerinin ordularını
çerçöp gibi süpürüp atmaya yetti. Teknik açıdan devrimci olarak nitelenen
dönemin (1794-1799) geri kalanında,
Fransız orta sınıfının önünde, 1789-1791'deki özgün liberal program temelinde
siyasi istikrarın ve ekonomik ilerlemenin nasıl sağlanacağı sorunu durmaktaydı.
1870'den itibaren parlamenter cumhuriyet içinde çoğu zaman işe yarar bir formül
bulacak olsa da, bu soruna o günden beri gerektiği gibi bir çözüm bulamamıştır.
Rejimin, Direktuvar (1795-9), Konsüllük (1799-1804), imparatorluk (1804-14),
Bourbon Monarşisinin geri dönmesi
(18f5-30), Anayasal Monarşi (1830-48), Cumhuriyet (1848-51) ve İmparatorluk
(1852-70) biçimindeki hızlı değişimleri, bir yandan Jakoben demokratik
cumhuriyet ve eski rejimin oluşturduğu çifte tehlikeden sakınmak, diğer yandan
burjuva toplumunu sürdürmek yönünde girişimlerdi.
Thermidorcuların
büyük zaafı, siyasi destekten yoksun olmalarıydı kitlelerin onlara en fazla tahammül
gösterdiğinden söz edilebilir. Canlanan; aristokratik tepki ile, çok geçmeden
Robespierre'in düşüşünden pişmanlık duymaya başlayan jakoben-Baldırıçıplaklarla
Paris yoksulları arasında sıkışıp kaldılar. 1795 yılında her ikisine karşı da
kendilerini korumak üzere denge ve denet sistemi içeren ayrıntılı bir anayasa
yaptılar. Dönem dönem sağa ve sola kaymalarla kararsız bir denge tutturdular.
Fakat muhalefeti dağıtmak üzere giderek orduya dayanmak zorunda kaldılar. Bu, garip
biçimde Dördüncü Cumhuriyet'i andıran bir durumdu; sonu da ona benzedi: Bir
generalin yönetimi. Ancak Direktuvar, dönem dönem ortaya çıkan darbelerin ve
komploların (1795'deki çeşitli ayaklanma ve komplolar, Babeuf'un 1796 yılındaki
komplosu, 1797'de Fructidor, ; 1798'de Floreal, 1799'da Prairial)[4]
bastırılmasında orduya daha çok bağımlıydı. Zayıf ve halk desteği olmayan bir
rejim için eylemsizlik yegane sağlam teminattır; oysa orta sınıfın ihtiyaç
duyduğu şey, girişim ve yayılmaydı. çözümsüz gibi görünen bu sorunu ordu
halletti. Fetihlere girişti kendi giderini kendi karşıladı dahası, ganimet ve
fetihleriyle hükümete de kaynak sağladı. Zamanla ordunun en zeki ve becerikli
önderi olan Napoleon Bonaparte'ın, ordunun zayıf bir sivil rejimden tümüyle
vazgeçebileceğine karar vermesinde şaşırtıcı ne yan olabilirdi?
Bu
devrimci ordu, Jakoben Cumhuriyetin en zorlu çocuğuydu. Devrimci yurttaşların 'levée
en masse' (topluca askere alınmaları) ile ortaya çıkmış, kısa sürede
profesyonel savaşçılardan oluşan bir güce dönüşmüştü. Zira 1793 ile 1798
arasında hiçbir sefer -görev emri çıkmamış ve askerlik yapmak istemeyen ya da
yetenekli olmayanlar kitleler halinde firar etmişlerdi. Bu sayede ordu,
devrimin temel niteliklerini korumuş, bu arada yerleşik bir çıkar grubu
niteliği de kazanmıştı; tipik Bonapartist bir karışım. Devrim ona, Napoleon'un
olağanüstü generalliğiyle kullanacağı emsalsiz bir askeri üstünlük kazandırmıştı.
Ordu, her zaman için rastgele askere alımların gerçekleştirildiği bir yer
olarak kaldı; acemi erler toplanıyor, eski askerlerden eğitim ve terbiye
alıyorlardı; kurallara ilişkin klasik disiplini savsaklanabiliyordu, askerlere
adam gibi davranılıyordu; terfilerin, savaşta üstünlük göstermek anlamına gelen
liyakat esasına dayanması, yürekliliğe, dayanan basit bir hiyerarşi yaratmıştı.
Bu ve kibirli bir devrimci görev duygusu, Fransız ordusunu, alışılmış askeri
güçlerin dayandığı kaynaklardan bağımsız
kıldı. Hiçbir zaman etkin bir ikmal sistemine sahip olmadı; çünkü ordu birlikleri,
bulundukları ülkenin imkanlarıyla geçiniyorlardı. Hiçbir zaman başlıca
ihtiyaçlarını güç bela da olsa karşılayabilecek bir silah endüstrisi tarafından
desteklenmedi; çarpışmaları öylesine bir hızla kazanıyordu ki, silaha ihtiyacı
pek olmadı: 1806 yılında büyük Prusya
ordusu, içindeki bütün bir kolordunun yalnızca 1.400 büyük top atışı
gerçekleştirdiği bir ordu önünde darmadağın oldu. Generallerin
güvenebilecekleri tek şey, sınırsız bir saldırma cesareti ve hatırı sayılır
miktarda yerel yardımdı. Kuşkusuz, ordunun kendinden kaynaklanan zaafları da
vardı. Napoleon ve bir iki generalin dışında, komuta geleneği ve kurmay çalışması
zayıftı; çünkü devrimci general ya da Napoleoncu mareşal, pek büyük bir
olasılıkla kafasından ziyade cesaretinden ve önderliğinden dolayı terfi etmiş
kaba bir 'başçavuş' ya da 'bölük komutanı' tipiydi. Kahraman, ama oldukça
budala olan Mareşal Ney, bu bakımdan çok tipiktir. Napoleon, savaşları kazandı;
mareşalleriyse kaybetme eğilimindeydi. Yarım yamalak ikmal sistemi, Belçika, Kuzey
İtalya ve Almanya gibi gelişmiş, zengin ve yağmaya elverişli ülkelerde yeterli
oluyordu. Polonya ve Rusya'nın ıssız bölgelerindeyse, göreceğimiz gibi çöktü.
Sağlık hizmetlerinin hiç olmaması kayıpları
çoğalttı: 1800 ile 1815 yılları arasında Napoleon, birliklerinin yüzde 40'ını
kaybetti. Bunların üçte biri firar yoluyla olmuşsa da, kayıpların yüzde 90-98'ini
muharebe sırasında değil, aldığı yaralar, hastalık, bitkinlik ve soğuk yüzünden
ölenler oluşturuyordu. Özetle bu ordu, bütün Avrupa'yı, yalnız böyle yapabilme
yeteneğini de olduğundan değil, böyle yapmaya mecbur olduğu için, ani ve şiddetli
hamlelerle fethetti.
Öte
yandan. ordu, burjuva devriminin yetenekli kişilere açtığı diğer alanlar gibi
mesleki bir alandı; bu işte başarılı olanların da, diğer bütün burjuvalar gibi
ülkenin istikrar kazanmasında çıkarları vardı. Jakobenliğine rağmen orduyu Thermidor
sonrası hükümetlerin direği yapan ve önderi Bonaparte'ı da burjuva devrimini
sonuçlandırıp burjuva rejimini başlatmaya
uygun bir kişilik kılan işte budur. Napoleon, barbar memleketi olan Korsika
ölçülerine göre kibar bir aileden gelmiş olmakla birlikte, tipik bir kariyeristti.
1769'da doğdu; kraliyet ordusunun teknik yeterliliğin vazgeçilmez olduğu ender
dallarından birinde, topçuluk alanında yavaş yavaş yükseldi; hırslı, zor
beğenen biriydi ve devrimciydi. Devrim ve bilhassa tüm gücüyle desteklediği
Jakoben diktatörlüğü zamanında son derece önemli bir cephede yerel bir komiser
tarafından oldukça yetenekli ve gelecek vaad eden bir asker olarak fark edildi
Komiser de rastlantı eseri Korsikalıydı, ancak bu durum görüşlerini olumsuz
yönde pek etkilememiş olmalı. II. YIL onu general yaptı. Robespierre'in düşüşünden
sağ salim yakayı sıyırmayı başardı ve Paris'te işe yarar bağlantılar geliştirme
yeteneği, bu sıkıntılı günlerden sonra ona yardımcı oldu. Kendisini sivil
otoritelerden bağımsız hareket eden Cumhuriyet'in birinci asker kişisi yapacak olan
1796 İtalyan Seferi'nde şansı yaver gitti. 1799 yılının yabancı işgalleri
Direktuvar'ın güçsüzlüğünü ve kendisinin de vazgeçilmezliğini ortaya koyunca,
iktidar yarı yarıya kendisine teslim edilmiş, yarı yarıya da kendisi tarafından
ele geçirilmiş oldu. Birinci Konsül oldu; ardından ömür boyu Konsül ilan
edildi; ardından İmparatorluğa getirildi. Kendisinin gelmesiyle birlikte, sanki
bir mucize olmuş gibi, Direktuvar'ın çözülmeyen sorunları çözülür hale geldi.
Birkaç yıl içinde Fransa'nın bir Medeni Kanun'u oldu, kiliseyle anlaştı ve
hatta burjuva istikrarının en çarpıcı simgesi olan Merkez Bankası'nı kurdu.
Böylelikle dünya ilk laik mitine kavuştu.
Yaşlı
okurlar ya da eski adetlere bağlı ülkelerdeki okuyucular, Napoleon mitinin
yüzyıl boyunca nasıl yaşadığını bilirler: Orta sınıftan hiçbir ev, onun büstü
olmadan tamam sayılmazdı ve nüktedan, zeki broşür yazarları şaka yollu da olsa
onun bir insan değil, bir güneş-tanrı olduğunu ileri sürerlerdi. Bu mitin
olağanüstü gücü, ne Napoleonun zaferleriyle, ne Napoleoncu propagandayla, hatta
ne de Napoleon'un şüphe götürmez kişisel dehasıyla açıklanabilir. Bir insan
olarak iktidar onu oldukça çirkinleştirmişse de, hiç tartışmasız son derece
parlak, çok yönlü, zeki ve düş gücü olan biriydi. Bir general olarak
benzersizdi; bir yönetici olarak son derece etkili bir tasarımcı, şef, idareci,
icracı ve kendisine bağlı olanların yapmakta olduklarını kavrayıp yol
gösterebilecek çok yönlü bir zihinsel yeterliğe sahipti. Bir birey olarak etrafına
bir büyüklük duygusu saçıyor gibi görünür; ancak Goethe gibi buna tanıklık
edenlerin çoğu onu, mit çoktan
etrafını sarmışken, şanının doruklarındayken gömüştür. Hiç kuşku yok ki, büyük
bir insandı ve belki Lenin istisna tutulabilir, ama tarihin -
portreler galerisinde bugün dahi belirli bir eğitim
görmüş
insanların çoğunun (minyonluğu,
alnından öne doğru taranmış
saçı ile yarı açık yeleğine sokulu elinin oluşturduğu üçlü belirti sayesinde de olsa) derhal
tanıyacağı resimlerden biridir. Onun büyüklüğünü yirminci yüzyılın büyüklük
adaylarıyla ölçüştürmeye kalkmak, yersiz bir iş olurdu.
Çünkü
Napoleon miti, Napoleonun kendi hikmetlerine dayanmaktan çok, zamanında
biriciklik gösteren kariyerine ilişkin
olgulara dayanmaktadır. Geçmişin dünyayı sarsan büyük şöhretleri, ya İskender gibi kral olarak ya da Julius Caesar
gibi patrici olarak başlamışlardı; ama Napoleon salt kişisel yeteneği ile 'ufak
bir onbaşı’lıktan; bir kıtanın yönetimi mertebesine yükseldi (Bu tam olarak
doğru olmamakla birlikte, onun yükselişi bu betimlemeyi makul kılacak denli göz
kamaştırıcıdır). Kitaplar devirmiş, genç Bonaparte'ın yaptığı gibi iyi kötü şiir
ve roman yazmış, Rousseau'ya hayran her genç aydın, artık gökyüzünü kendi
sınırı olarak düşünebilir, adının baş harflerini defne yapraklarıyla çevrelenmiş
olarak görebilirdi. Artık her işadamının, tutkusu için bir adı vardı:
Aralarında klişeleştiği gibi endüstrinin ya da 'Mali dünyanın Napoleonu' olmak.
Sıradan insanlar, kendileri gibi sıradan
birinin kral olmak için doğanlardan daha büyük biri haline gelmesiyle karşılarına
çıkan benzersiz tablo karşısında şaşkına
dönmüşlerdi. Napoleon, çifte devrimin dünyayı insanların ihtirasına açtığı bir
anda bu hırsa kişisel bir ad verdi. Yine de o bundan fazla biriydi. Onsekizinci
yüzyılın uygar, akılcı, araştırmacı, aydınlanmış insanlarından biriydi; fakat
takipçisi olduğu Rousseau gibi o da bir ondokuzuncu yüzyıl romantiğiydi.
Devrimin insanıydı ve istikrarı getiren adamdı. Kısacası, geleneklerden kopan
her insanın rüyalarında kendini özdeşleştirebileceği bir çehreydi.
Bunların
yanında Fransızlar için çok daha basit şeyler de ifade etmekteydi: Uzun
tarihlerindeki en başarılı hükümdardı. Ülke dışında muhteşem zaferler elde etmişti;
ülke içinde de bugüne dek varlığını sürdürmüş Fransız kurumlarını kuran ya da
yeniden kuran kişiydi. Kuşkusuz çoğu fikirleri, belki de hepsi Devrim ve
Direktuvar tarafından dile getirilmişti; onun kişisel katkısı, bunları daha
muhafazakar, hiyerarşik ve otoriter kılmak oldu. Kendisinden önce gelenler
sadece düşünmüştü, o hayata geçirdi. Bütün bir Anglo-Sakson olmayan burjuva
dünyasına örnek olacak Fransız hukukunun apaçık büyük anıtları (Code'lar),
Napoleon'un eseriydi. En yukarıdan en aşağı kademesine, mahkeme, üniversite ve
okullardaki makam hiyerarşisi onun imzasını taşır. Ordu, devlet memurluğu,
eğitim, hukuk gibi Fransız kamu yaşamının büyük 'kariyerleri', hala Napoleon
dönemindeki biçimlerini korumaktadırlar. Onun yaptığı savaşlardan geri
dönemeyen yarım milyon Fransız dışında herkese istikrar ve refah getirdi;
onların akrabalarına dahi şeref kazandırdı. İngilizler, kendilerini tiranlığa
karşı özgürlük için savaşan kimseler olarak görürler; fakat 1815'de İngilizlerin
çoğu, muhtemelen 1800'de olduklarından daha yoksul ve kötü durumdaydılar. Oysa
Fransızların çoğunun durumu, hemen hemen kesinlikle daha iyiydi. Hala ihmal
edilebilir konumda olan ücretli İşçiler dışında, Devrimin sağladığı maddi ekonomik
kazanımları kaybetmiş kimse yoktu.
Bonapartizmin, Napoleonun düşüşünden sonra, siyasetle ilgilenmeyen
Fransızların, bilhassa zengin köylülerin ideolojisi olarak kalmasında
esrarengiz bir yan yoktur. 1851 ile 1870 yılları arasında ikinci ve küçük bir
Napoleon’un varlığı, bu mirası çarçur etmeye yetti.
Sadece
bir tek şeyi yıkmıştı: Jakoben Devrimi'ni; onun görkemi altında baskıyı ortadan
kaldırmak için ayaklanan halkın düşünü, eşitlik özgürlük ve kardeşlik düşünü. Onunkinden
daha güçlü bir mitti bu; çünkü onun düşmesinden sonra, onun anısı değil, kendi
ülkesinde bile bu düştür ondokuzuncu yüzyıl
devrimlerine ilham veren.
Erıc
Hobsbawm, Devrim Çağı, Dost Yayınları,
63-88, Eylül 2000, Ankara
[2] "Ne tür bir hükümet muzaffer
olmuştu biliyor musunuz?. Bir Konvansiyon hükümeti. , Kırmızı bereleri, aba
kıyafetleri, tahta pabuçları ile kuru ekmek ve kötü birayla beslenerek yaşayan
ve yorgunluktan tartışamayacak, ayakta duramayacak hale gelip toplantı salonlarına
serilen minderler üzerinde uyuyakalan tutkulu Jakobenlerin hükümeti. Fransa'yı
İşte bu tür insanlar kurtardı. Beyler, ben onlardan biriydim. Ve şimdi burada,
tıpkı girmek üzere olduğum imparatorluk
dairesinde olduğum kadar, bu gerçekle de kıvanç duyuyorum." Aktaran: J. Savant,
Les
Prefetsde Napoleon (1958),s.
III- 2.
[3] Sir john Falstaff, Shakespeare'in N
Henry ve Wındsor'un Şen Kadınlan adlı eserlerinde yer alan şişman,
şen şakrak ve ahlaksız bir şövalye tiplemesi -çn.
[4] Bunlar devrim takvimindeki ayların
isimleridir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder