Osmanlı
Arşivleri'nde, 1840-1845 yılları arasındaki döneme ait "havadis
jurnalleri" adını taşıyan bir seri belge, içerik itibarıyla son derece
özgün bir yere sahiptir. Bu yüzlerce sayfa belgede, o dönemde sıradan İstanbul
insanının kahvede, sokakta, çarşı ve pazarda ve hatta evlerinde yaptıkları
sohbet ve dedikodularına kulak kabartan hafiyelerin jurnalleri kayıtlıdır.
Jurnallere incelenmeye başlandığında ilk akla gelen sorulardan biri, Osmanlı
devletinin bu dönemde neden özel hafiyeler aracılığıyla halkın ne konuştuğuyla
bu kadar yoğunluklu bir şekilde ilgilendiğidir. Şüphesiz, bu soruya
verilebilecek en genel ve aşikar cevap, halkın daima siyasi meseleler hakkında
konuştuğu ve kendilerini yönetenleri eleştirdiği, yöneticilerin de kendileri ve
daha genel olarak devletin işleyişi hakkında halkın ne düşündüğüne hiç bir
zaman kayıtsız kalmadıklarıdır. Bunun bir göstergesi olarak yüksek devlet
ricalinin ve hatta bizzat padişahların halkı şahsen gözlemek ve ‘düzen
bozanları’ cezalandırmak amacıyla İstanbul sokaklarında tebdil-i kıyafet
dolaşmaları göz önünde bulundurulduğunda, Osmanlı devlet yöneticilerinin
sokaktaki insanın ne yaptığı ve ne düşündüğüyle ilgilenmesinde pek şaşırtıcı
bir yan olmadığı iddia edilebilir. Ancak, bu çalışmada tartışılacağı üzere,
halkın günlük sohbetlerinin bu derece sistematik bir biçimde
dinlenilmesi, kaydedilmesi ve değerlendirilmesi başlıbaşına yeni bir olgudur.
Osmanlı sıradan
insanının günlük yaşamını etkileyen siyasal ve sosyal meseleler hakkındaki
görüş ve düşüncelerini anlayabilmek ve zihniyet dünyalarını anlamlandırabilmek
açısından bu jurnaller son derece önemli bir kaynak niteliğindedir. Bu
jurnalleri okudukça, 19. yüzyılın ortalarında halkın, Tanzimat reformlarını
algılayışlarını ve tepkilerini, yeni vergi sistemi hakkında düşündüklerini,
yükselen fiyatlardan, düşen yaşam standartlarından şikayetlerini, bürokrasinin
üst kademelerindeki yeni atamalara dair dedikodularını, Mısır'da, Balkanlar'da
ve İmparatorluğun diğer bölgelerinde meydana gelen ayaklanmalar ve bağımsızlık
hareketlerine dair görüşlerini, ve Osmanlı İmparatorluğu'nun diğer devletlerle
olan ilişkilerine dair düşündüklerinin neler olduğu hakkında önemli ipuçları
elde edebiliriz. Dolayısıyla bu raporların kapsamlı bir içerik analizi kendi
başına son derece önemli bir çalışma alanı olmakla birlikte, bu yazıda
raporlardaki genel temalara sadece bir nebze değineceğim.
Takibeden
sayfalarda daha ayrıntılı tartışacağım üzere, sosyal kontrol ve gözetleme (surveillance)
mekanizmalarındaki değişimleri, yalnızca siyasal iktidarın yönetim
uygulamalarına dair teknik bir problem değildir. Bunlar, siyasal iktidarın
meşruiyetinden, toplumsal hak ve özgürlüklere varıncaya değin kapsamlı bir
değişim ve dönüşüme dair ortaya konulabilecek sorunsalların temelinde yer
almaktadır. Dolayısıyla, bu yazının amacı, en genel ifadeyle, Osmanlı
devletinin böylesine sistematik ve ayrıntılı bir sosyal kontrol ve gözetleme
faaliyetinin, 19. yüzyılın ortalarına doğru Osmanlı İmparatorluğu’nda
devlet ve toplum ilişkilerini düzenleyen ilkelerin yeniden formülasyonu
açısından öneminin altını çizmekdir.
Jurnal faaliyeti
hakkında detaylı bilgiden şimdilik maalesef yoksunuz.2 Söz gelimi, bu
faaliyetin ne zaman başladığı, ne kadar yaygın olduğu, jurnallerin nasıl
hazırlandığı veya hafiyelerin kimler olduğu gibi sorulara kesin bir cevap
vermek pek mümkün değil. Bu konularda yapacağımız kestirimlerin pek çoğu, ancak
bu jurnallerin satır aralarından çikarabildiklerimize ve az sayıda arızî delile
dayanıyor. Eldeki en erken tarihli jurnal 1840 yılına aittir. Bununla birlikte,
1820'lerin sonu veya 1830'lara ait benzer jurnallerin bulunması da olasılık
dahilindedir. Hafiyelerin kimler olduğu sorusunu aşağıda daha ayrıntılı bir
biçimde ele almak üzere şimdilik bir kenara bırakırsak, jurnallerin hazırlanma
sürecine ilişkin biraz daha kesinlikli tahminlerde bulunabiliriz. Jurnallerdeki
el yazılarının göreli olarak çok fazla çeşitlilik göstermemesi, bu jurnallerin
bizzat hafiyeler tarafından değil, bu işle görevli kâtipler tarafından kağıda
geçirildiği düşüncesini uyandırmaktadır. Daha da önemlisi, 1844 yılına ait,
dönemin Emniyet Müdürlüğü olan Seraskerliğe bağlı ve jurnal faaliyetinden
sorumlu olduğu anlaşılan Tomruk'a ait bir maaş bordrosunda "haber çalmakla
görevli" hafiyelere ve kâtiplere ayrı ayrı ödeme yapıldığı açıkça
belirtilmektedir (Cevdet-Zaptiye 2076). Muhtemelen, hafiyeler duydukları
haberleri sözlü olarak kâtiplere aktarıyorlar, kâtipler de bunları yazıya
dökerek ilgili makamlara iletiyorlardı.
Jurnal faaliyeti
hakkında emin olduğumuz bir olgu ise, bu jurnallerin Osmanlı hükümet
kademelerinde son derece önemli bir yere sahip olduğudur. Bir kısım jurnallerin
farklı elyazılarıyla yazılmış kopyalarının arşivde farklı tasniflerde
bulunması, jurnallerin farklı birimlere ayrı ayrı sunulup
değerlendirildiklerini göstermektedir.3 Ancak daha da
önemlisi bu raporlar dönemin padişahı Sultan Abdülmecid'e (1839-1861) kadar
gitmekteydi. Jurnallerin kapak sayfalarında belirtildiği üzere, her hafta Seraskerlik'ten
ve 1845 yılından sonra Seraskerliğin yerini alan Zaptiye Müşirliği'nden
Sadrazam’a iletilen jurnaller, Sadrazam tarafından başkent halkının halet-i
ruhiyesinin yazılı ifadeleri olarak, okunmak üzere padişaha sunuluyordu.
Jurnallerde sözü
geçen yerler 19. yüzyıl ortalarında İstanbul'daki gündelik yaşam mekanlarına
dair önemli ipuçları da vermektedir. İstanbul'da sıradan insanın neler
konuştuğuna kulak kabartmak için kahvehanelerden daha uygun bir mekan hayal
etmek zordu. Dolayısıyla hafiyeler, jurnallerde geçtiği biçimiyle,
"havadis çalmak" için en çok kahvehanelerde konuşlanmışlardı. Kabaca
bir hesapla, kahvehane muhabbetleri elimizdeki jurnallerin 2/3’ünü
oluşturmaktadır. Bu anlamıyla kahvehaneler tartışmasız en önemli gündelik
yaşam mekanı olarak adlandırılabilir. Bununla birlikte, kahvehanelerin
yanısıra, sohbetin olduğu heryerde hafiyeleri görmek mümkündür: berber
dükkanları, camiler, sokaklar, hamamlar, kayıklar, mezarlıklar, hatta han
odaları ve evler.
Hafiyeler günlük
konuşmaları son derece dikkatle dinleyip ezberlemekle yükümlü idiler.
Hafiyelerin yazdırdığı bu jurnallerin amirleri tarafından dikkatle gözden
geçirildikten sonra padişahın bilgisine sunulduğu anlaşılıyor. Böylece
hafiyenin muhtemel bir dikkatsizliği anında farkedilip düzeltilebiliyordu.
Örneğin, havadis jurnallerinin birisinde, Balatalimanı'nda bir kahvehanenin
yanındaki kalafatçı dükkanında, o civarda bulunan terkedilmiş bir fırından söz
edilmektedir. Ancak hafiye burada yanlışlıkla Baltalimanı diye yazdırmıştır.
Zira Baltalimanı’nda kalafatçı dükkanı bulunmadığı ve bu yanlışlığın amir
tarafından farkedilip Baltalimanı’nın Yeniköy olarak düzeltilmiş olduğunu,
hafiyenin ilk raporuna iliştirilen başka bir rapordan anlıyoruz.
(İrade-Dahiliye 3218)
Jurnal raporlarının
en çok göze çarpan özelliklerinden birisi anlatım üslûbundaki tekdüzelikdir.
Raporlarda anlatılan her bir dedikodu benzer bir anlatımla yazılmıştır.
Örneğin, "Firuzağa'da Veli'nin kahvesinde gece bekçisi Hasan Ağa'nın
nakli" türünden bir anlatımla başlayan paragraf ardından
"naklin" kendisi ile sürer ve en son olarak "söylediği işitilmiş
olduğu" ile biter. Raporların kompozisyonunda hafiyelerin herhangi bir
yorumu yok gibidir; bütün sözler sanki o sözleri söyleyen kişiden doğrudan
alıntılanmış bir biçimde yazılmıştır. Bazı sohbetler ise diyalog biçiminde
yazılmıştır; öyle ki bu raporları okuyan kişi bundan 150 sene önce İstanbul'da
kahvehanede, sokakta veya birinin evinde geçen sohbetlere kulak kabartıyormuş
hissine kapılabilir. Sanki hafiye hiç bir yorum yapmadan, yalnızca duyduğunu
yazmakla yükümlu bir stenograf görevini üstlenmiş gibidir. Bununla beraber
hafiyelerin her zaman pasif dinleyici durumunda olduklarını düşünmemek
gerekir. Arada sırada hafiyeler ya bizzat sohbeti yapan kişilerden birisi
olarak veya süregiden sohbeti belirli sorularla yönlendiren kişiler olarak
karşımıza çıkar. Süphesiz bu soruları kendi meraklarını tatmin etmek için
yapmıyorlar, kendilerine tenbih edildiği üzere, halkın belli konular hakkında
nabzını yokluyorlardı. Bu anlamda, hafiyeleri kamuoyu yoklaması yapan modern
anketörlere benzetmek herhalde fazla abartılı olmaz.
Raporları okudukça
söz konusu sohbetlerin yapıldığı yerler ve sohbeti yapan kişiler hakkındaki
bilgi hayret edilecek derecede ayrıntılıdır. ‘Halk şöyle düşünüyor, şöyle diyor’
türünden genel referansların sayısı parmakla sayılacak kadar azdır. Raporlar
öylesine ayrıntılıdır ki, raporda yer alan herhangi bir sözün nerede ve kim
tarafından söylendiğine ek olarak, bazı durumlarda hangi ay, hangi gün ve hatta
hangi saatte o sözün söylenildiği dahi yazılmıştır. Sözü söyleyen kişilerin
yalnızca isimleri değil, eğer varsa ünvanları, meslekleri, hangi mahallede
oturdukları, çoğu zaman evli olup olmadıkları, veya söz konusu kişi taşradan
İstanbul'a ticaret veya başka bir amaçla geçici olarak gelmiş ise nereden
geldiği ve hangi handa kaldığı gibi ayrıntılar titizlikle not edilmiştir.4
Raporların bu
özelliği iki önemli soruyu gündeme getirmektedir. Pek çoğu siyasi sohbet veya
Osmanlı yöneticilerinin deyişiyle "devlet sohbeti" olarak
tanımlanabilecek olan bu "dedikoduları" yapan kişilerin bu tür
muhabbetleri nedeniyle cezalandırıldığına dair herhangi bir işaret yoktur.
Diğer deyişle, bu kişiler hakkındaki böylesi ayrıntılı bilgi hiç bir şekilde
bunları ihbar etmek ve ardından cezlandırmak amacı gütmüyordu. Belki bazı
durumlarda ‘çizgiyi’ aştığı düşünülen birkaç kişinin cezalandırılması söz
konusu olmuş olsa bile, böylesi bir uygulama genel bir kuraldan çok bir istisnaya
işaret etmiş gibi görünüyor.5 O halde sorulacak
ilk soru neden bu raporların kişiler hakkında bu kadar detaylı bilgileri
içerdiğiyle ilgilidir. Buna bağlı olarak akla gelen ikinci bir soru ise, halk
arasındaki söylenti ve dedikoduları dinleyip kaydetmekle yükümlü hafiyelerin
dinledikleri insanlar hakkında bu kadar ayrıntılı bilgilere nasıl sahip
olduklarıdır.
Hafiyelerin
gerçekte kimler oldukları, bu iş için nasıl devşirildikleri gibi sorulara kesin
bir cevap vermek eldeki veriler ışığında pek mümkün gözükmemektedir. Bu
nedenle, hafiyelerin bu kadar ayrıntılı bilgiyi nereden ve nasıl edindiklerine
ilişkin söyleyebileceklerimiz sınırlı ve spekülatifdir. Söz gelimi, bu
hafiyeler polis kadrolarının içerisinden mi seçilmişlerdir yoksa halktan
insanlar arasından mı devşirilmişlerdir? Örneğin 18. yüzyıl ortalarında
Paris'te bu tür hafiyelerin toplumdaki sosyal ilişki ağlarının derinlerine
nüfuz etme yeteneği açısından, sıradan insandan çok daha uyanık olabilecek olan
dilenci, serseri ve suçlu geçmişi bulunan ‘marjinal’ gruplar arasından
seçildiği bilinmektedir (Farge, 1995: 20).
Osmanlı jurnal
raporlarına dair bazı göstergeler de hafiyelerin sıradan insanlar arasından
devşirildiği fikrini destekler niteliktedir. Raporlar, hafiyelerin sohbetlerini
kaydettiği kişilerle tanışık ve hatta arkadaş olduğunu gösteren yüzlerce
örnekle doludur. Hatta hafiyelerin en azından bir bölümünün bizzat kahvehane
sahipleri arasından seçildiği de çok büyük bir ihtimaldir. 19. yüzyılda
İstanbul'u ziyaret eden seyyahlar arasında gözlemlerine en çok
güvenilebileceklerden birisi olan Charles White İstanbul kahvehanelerinden söz
ederken şöyle demektedir:
Burada mahallenin dedikoduya ve herşeyi bilmeye meraklı
olanları hem özel hem de kamu meselelerini konuşmak üzere biraraya gelir. Bu
yüzden kahvehaneler polis tarafından gözlenir; ve hatta birçok durumda
kahveciler maaşlı hafiyelerdir (White, 1845: Cilt 1, 282).
Aşağıdaki örnek de, bir kısım hafiyelerin kahveciler arasından devşirilmiş olabileceği fikrini kuvvetlendirmektedir.
Tuncana'da Kara Cehennem'in kahvesinde Ömer Efendi'nin
nakli: Kara Cehennem Ali Ağa'yı sadrazam çağırtmış, birbuçuk saat kadar
oturmuşlar sonra Kara Cehenneme sual ettim kapuya seni niçün çağırtmışlar deyu,
oldahi dışarudan gelen onikibin sekban askerine beni başbuğ edip boğaza ta’yin
edecekler deyu söylediği işidilmiş olduğu (Cevdet-Dahiliye 12159).
Sadrazamın bir kahveciyle ne işi olabilir? Kesin olarak söylemek zor, uydurma mı, onu da bilemeyiz. Ama bu görüşmede ve verilen sözde bir gerçek payı varsa, sebebini tahmin etmesi o kadar da güç değil. Boğaz'da komutan olmak, herhalde kahvesine gelen müşterilerin neler konuştuğunu rapor etmenin bir ödülü olsa gerek.
Raporlarda adı
geçen kişiler hakkında neden bu kadar ayrıntılı bilgi bulunduğu sorusuna
geçmeden önce, bu aşamada raporların içeriğine biraz daha dikkatli bakmak
gerekiyor. Şüphesiz halk arasında konuşulan konuların bire-bir biçimde
hafiyelerin raporlarına yansıdığını düşünmek doğru bir yaklaşım olmaz. Her ne
kadar raporlarda kelimenin en geniş anlamıyla siyasi sohbet şeklinde
tanımlanabilecek olan birbirlerinden çok farklı konulara yer verilimiş ise de,
belli temalar daha yoğunlukla göze çarpmaktadır. Bu temalar arasında halkın
padişah, İstanbul ve taşradaki yöneticiler ve rakip devletler hakkında
söyledikleri en sık değinilen konulardır.
Raporlarda padişah
hakkında halkın düşüncelerine çok büyük bir sıklıkla yer verilmesi, jurnal
sisteminin en büyük amaçlarından birisinin padişah hakkındaki popüler
duyarlılıkları ortaya çıkarmaya yönelik olduğunu düşündürmektedir. 1840 tarihli
aşağıdaki örnek, padişah hakkında halkın hâlet-i ruhiyesine dair jurnal
memurunun yorum ve gözlemlerini de içermesi açısından çarpıcıdır.
Bir mah mukaddem herkesin hâl u tarz u tavrından Mehmed
Ali tarafına her ne kadar soğukluk ve teneffür (nefret) anlaşılmış ise de bu
defa peyder pey meserretler vuku bulduğundan cem-i nas Mehmed Ali tarafına
külliyen nefret ve taraf-ı devlet-i aliyyeye teveccüh ederek Mehmed Ali'nin
muzmahill (çökmüş) ve perişan olmasına an-ı semim el-kalb (kalplerinin en
derinlerinden) dua eylediklerini ve hatta dün gece meserret-i velâdet-i hümâyûn
(padişahın doğum günü) i'lan ve işhaat henminde endaht olunan (atılan) topları
kahvelerde ve sair mahallerde işittikleri gibi kimisi inşâ-ı teâlâ Mısır alındı
ve kimisi İbrahim Paşa tutulup geldi deyu şâd ve handân olduklarını memur
kulları işitmiş oldukları (İrade-Dahiliye 1210).
Gerçekte raporlar halkın padişah hakkındaki olumlu sözleriyle doludur: “Allah padişahımıza tükenmez ömürler ihsan eylesin,” “Padişaha isyan eden Allah’a da isyan etmiştir. Mehmed Ali Müslüman değildir,” vb. Padişaha atfen sarfedilen sözler aşağı yukarı hep bu mealdedir. Müslüman olsun olmasın, herkes sanki ağız birliği etmişcesine padişaha dualar etmekte, onu göklere çıkarmakta, ona karşı gelenleri ise lanetle anmaktadır. Bütün bu kayıtlardan jurnal memurlarının İstanbul’da padişaha dair olumsuz söz söyleyen tek bir kişiye dahi rastlamadığını mı düşünmeliyiz? Bu soruya kesin olarak cevap verebilmek elbette mümkün değil, ancak bu aşamada en azından iki olasılığın varlığına işaret edebiliriz. İlk ihtimal olarak, eğer hafiyelerin sıradan halk arasından seçildiği savımız doğruysa ve raporlarda söylentileri kaydederken bunu söyleyen kişiyi de zikretmek gibi bir mecburiyetleri oldukları da gözönünde bulundurulursa, hafiyelerin pek çok durumda gayet iyi tanıdıkları belli olan bu kişileri korumak amacıyla ya bilinçli olarak söylenenlerin içeriğini değistirmiş olabilecekleri veya bu muhaliflere raporlarında hiç yer vermedikleri düşünülebilir.
İkinci olasılık
ise, raporların hafiyeler tarafından herhangi bir biçimde değiştirilmediği ve
halkın gerçekten de padişah hakkında son derece olumlu düşünceler
taşıdıkarıdır. Tabii ki kapsayıcı bir yargıda bulunmak zor, ancak modernlik
öncesi dönemde popüler kültürün en önemli ögelerinden bir tanesi tebânın genel
olarak hükümdara “bu dünyanın dışındalığı”yla gelen doğa üstü güçler atfetmesi
sıklıkla karşılaşan bir durumdur. (Burke, 1978) O yalnızca bir insan değildir;
iktidarını ve otoritesini Tanrı’dan alan ve sıradan insanın anlayamacağı
meziyetlerle donatılmış doğa üstü bir varlıktır. Elimizdeki raporlarda bu
türden bir popüler bilince işaret eden pek çok örnek vermek mümkündür:
İbrahim Paşa hamamı civarında Şekerci sokağında sakin
İsmail ağa'nın Aksaray'da Katib camii ittisalinde kahvede nakli: yeni çıkan
Takvim’i [Takvim-i Vekâyi] okudum Allah zevâl vermesin şevketmahab efendimize
çok yerler almış. Padişahlar ile başa çıkılmaz, onlar keramet sahibidir ve
onların nefesi dağı taşı eritir. Sultan Beyazıd Veli Hazretleri cami yaptırır
iken bir kraldan elçi gelip sefer istiyor, git kralına söyle, şöyle
parmaklarımı uzattığımla iki gözünü birden çıkarırım deyup kralın anında
gözleri çıkıyor. İşte padişahlar böyle keramet sahipleridir (İrade-Dahiliye
1232).
Ancak yine de, popüler kültürün hükümdarı algılayışından hareketle, raporlarda padişah hakkında doğrudan, olumsuz tek sözün bulunmamasını ‘halk gerçekten de öyle düsünüyor’ noktasında yorumlamamak gerekir. Popüler kültürün hükümdar hakkında ikircikli ve çelişik hissiyatını kabul etsek bile, bu yine de raporlardaki hükümdarı sürekli öven anlatımın daha çok hafiylerin veya belki de amirlerinin bir tahrifatı olmuş olabileceği yargısını güçlendirmektedir. Zira, bırakın sözlü eleştiriyi, padişaha taş atan, Cuma namazı çıkışı yolunu kesip “seninle dava’yı şerrim vardır” diye tehdit savuranların olduğunu bildiğimiz gibi (Cabi Tarihi, 1992: 105), Karagöz oyunlarında, meddah hikayelerinde padişah eleştirisi hiç de eksik değildi.
George Rudé'nin
(1980: 31) “halk bildiği şeytanı bilmediğine tercih eder” dediğini
ispatlarcasına, jurnal raporlarında, gerek İstanbul’daki gerekse taşradaki
devlet yöneticilerine ilişkin olarak olumlu bir yorum bulmak ise neredeyse
imkansızdır. Sadrazam’dan taşradaki vergi tahsildarlarına kadar hemen herkes bu
eleştiri ve şikayetlerden payına düşeni alır. Filanca yerdeki valinin halktan
nasıl rüşvet aldığını, falanca yerdeki vergi tahsildarının köylüden nasıl zorla
mal topladığını raporların bir çok yerinde görmek mümkündür.
Jurnal memurlarının
en çok ilgilendikleri gruplardan biri de istanbul ile Avrupa ve Akdeniz
limanları arasında ticaret yapan Avrupalı tüccarlardır. Hem Avrupa ve
Akdeniz’deki genel iktisadi durum, hem de bu tüccarların kendi ülkelerindeki
siyasi duruma yönelik gözlem ve yorumlarının raporlarda neden sıklıkla
yeraldığını anlamak güç değil. Bu tüccarların Osmanlı’nın en çok başını ağrıtan
İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya-Macaristan ve Mehmed Ali isyanının en
tepede olduğu dönemde Mısır’dan olması bu açıdan anlamlıdır. Bu aşamada hemen
belirtelim ki, raporların hepsi Türkçe - ki saray dilinin ağdalı ve gösterişli
üslubundan uzak, o dönemin günlük konuşma dilini yansıtır bir üslupla -
yazılmış olmakla birlikte, kimi zaman jurnal memuru kulak kabarttığı sohbetin
orijinal dilini de belirtmiştir. İstanbul’da o dönemde farklı cemaatlerce
yaygın olarak konuşulan Rumca, Bulgarca, Ermenice, Sırpça yanında Arapça,
Farsça, Rusça, İngilizce, Fransızca, Almanca ve Romence sohbetlerin de
hafiyelerin ilgisine mahzar olduğu anlaşılıyor. Hiç şüphesiz bu kadar farklı
dilde yapılan sohbetler İstanbul’un çok renkli kültürünü yansıtmakla beraber,
bu çok renkliliği yansıtabilecek kadar geniş tabanlı bir hafiye kitlesine sahib
olunmayı ve o dönemdeki jurnal faaliyetinin boyutlarına da işaret ediyor.
Hafiyelerin bu
'söylentileri' toplarken söyleyen kişilere dair oldukça seçici olduklarını da
belirtmek gerekir. Anlatılan olaylar veya olgular söyleyenin ya kişisel
deneyimleridir veya ilk elden öğrendikleridir. Örneğin, filanca köyde geçen bir
olayı anlatan kişi oradan İstanbul’a geçici olarak gelmiş, kendi gördüğünü
anlatan kişidir, veya falanca paşa’nın azledilmesinin nedenine dair dedikoduyu
bizzat paşa’nın arabacısı nakletmektedir. Bu da bir anlamda, raporlarda sözü
geçen söylentileri ve dedikoduları aktaran kişiler hakkında neden bu kadar
ayrıntılı bilgi verildiğine dair yukarıda ortaya koyduğumuz soruya cevap
vermekte ve jurnal faaliyetinin söylentilerde belirli bir doğruluk veya en
azından inanılırlık aramakta olduğuna işaret etmektedir. Diğer bir deyişle,
raporlarda kaydedilen söylenti ve dedikodular devlet yöneticileri nezdinde
yalnızca halkın halet-i ruhiyesinin göstergeleri değildir. Devletin gözünde,
jurnallerde anlatılanlar artık kişiden kişiye aktarılan, doğruluğu bilinmeyen
anonim söylentiler değil, kaynağı bilinen, doğruluğu tesbit edilen haberlerdir.
Söylentinin nasıl
habere dönüştüğü, popüler söylemin siyasi içeriğinin nasıl meşrulaştığı ve
dolayısıyla Osmanlı devleti nezdinde nasıl böylesine bir statü atladığını
anlayabilmek için daha önceki dönemlerde popüler söylemin nasıl algılandığının
ve buna uygun toplumsal kontrol mekanizmalarının hangi minvallerde cereyan
ettiğine kısaca bir göz atmak gerek.
1840’dan Önce Sosyal
Kontrol
Fesât ve şeytan ruhlu takımının icad edip yaydıkları
yalan ve uydurmaları hayr ve şerrini bilmez ve yarar ve zararını farkeylemez
ahmakân ve eblehân gürûhı dahı kahvehânelerde ve berber dükkânlarında
birbirlerine rivâyet iderek had ve vazîfelerinden hâric ve Devlet-i Aliyye'ye
dair kelimât söylemeye cesâret eyledikleri ihbâr olundığına binâen o türlü
kelâm söylemeye cesâret olundığı tashîh olunan kahvehâne ve berber dükkânları
kapatılıp yıkılarak, gerek dükkân sâhibleri ve gerek faydasız ve boş laf
söylemeğe cüret idenler yakalanıp ve cezalandırılıp ve sürülmek lâzim gelüp,
ancak bir defa eyicek tenbîh ile îkâz itdirilmek merhametle hükmedene uygun
olmağla bu defa cümleye tenbîh ve îkâz içün o türlü dükkânlardan en kötü
şöhretli olanlar kapatılıp yıkılarak ve sâhibleri sürülüp ve her semtün
hakimler ve zâbitlerine başka başka fermân-ı âlî ile tenbîh olunmağla bundan
sonra kahve ve berber dükkânlarında ve diğer dükkanlarda ve halkın toplandığı
yerlerde ve ricâl-i Devlet-i Aliyye dâ’irelerinde ve hademe ve katipler
arasında vazîfesi olmayan devlet işlerine dâir söz söylemeye cesâret ider her
kim olur ise yanında bulunanlarla beraber yakalanıp ve diğerlerine ibret için
cezalandırılıp ve hükm-i siyâset icrâ kılınmak içün taraf taraf mahsûs tebdîller
[hafiyeler] ve tebdîl oldığı bilinmeyecek âdemler ta‘yîn [olunsun]
(Cevdet-Zaptiye 302 - metin kısaltılmış ve dili sadeleştirilmiştir).
1798 yılına, III. Selim dönemine ait bu ferman, o dönemde devletin kahvehanelere bakışı ve sokaktaki sözü algılayışı ile yukarıda özetlemeye çalıştığımız 19. yüzyılın ortalarına doğru popüler siyasal söylemi algılayışı arasında nasıl bir zıtlık olduğunu ana hatlarıyla ortaya koymaktadır. Bu farklılığın altını çizerken, 19. yüzyıl ortalarına kadar devletin sözü ve bu sözün hayat bulduğu kamusal alanı düzenlemeye ve kontrol etmeye yönelik uygulamalarının sürekli ve hiç değişmez bir biçimde tezahür etmiş olduğunu kastetmiyorum. Zira burada kullandığım anlamıyla kamusal alan kavramı ne tümüyle devletten bağımsız bir alan, ne de yalnızca devletin bir disiplin ve kontrol alanıdır. Kamusal alanı ete kemiğe büründüren ve dinamik kılan öge, bu alanın devlet ve toplum arasındaki mücadele, pazarlık ve uzlaşmaların yansıma alanı olmasından kaynaklanmaktadır.6 Devletin kamusal alan üzerinde uyguladığı sosyal kontrol ve gözlem mekanizamalarının tarihsel olarak değişim ve dönüşümleri, bu mücadele ve uzlaşmaların ve genel olarak devlet ve toplum arasındaki ilişkileri düzenleyen ilkelerin ana hatlarının çizilmesinde turnusol kağıdı işlevi görebilir. Örneğin Osmanlı devletinin, toplumsal ve gündelik yaşamın hiç çekinmeden en önemli kamusal mekanı olarak tanımlanabilecek olan kahvehanelere ilişkin değişmez bir siyaset izlediğini iddia etmek mümkün değildir. 16. yüzyıl ortalarında İstanbul’a girişinden 17. yüzyıl ortalarına kadar, kahvehanelerin sıklıkla toptan kapatılması, kahveye ilişkin Ebussuud efendinin verdiği olumsuz fetvalar bilinen olgular. Ancak bu katıksız tepkinin neden 17. yüzyıl ortalarından itibaren kesintiye uğradığı ve bu dönemden itibaren - 1826’da yeniçerilerin ortadan kaldırılmalarının ardından gelen kısa süreli kapatmaları saymazsak - neden kahvehanelerin ciddi bir toptan kapanma tehlikesi yaşamadığının açıklanması gerekmektedir. Toplumsal kontrolü sağlamaya yönelik olarak devletin ‘modernleşmesi’ ve dolayısıyla zaman içerisinde daha az şiddete başvurması veya kahvehanelerin devlet gözünde daha olumlu mekanlar haline gelmesi, ya da tarih literatürünün sık sık başvurduğu gibi psikolojik yaklaşımların (IV. Murad’ın fevriliği veya III. Selim’in munisliği gibi) herhangi bir açıklama gücü bulunmamaktadır.
Bu önemli olguyu
açıklayabilmek için, yukarıda verdiğimiz fermana geri dönüp, “ancak bir defa
eyicek tenbîh ile îkâz itdirilmek merhametle hükmedene uygun olmağla bu defa
cümleye tenbîh ve îkâz içün o türlü dükkânlardan en kötü şöhretli olanlar
kapatılıp yıkılarak” ifadesi üzerine düşünmemiz gerekmektedir. Görüldüğü gibi
devlet 16. yüzyılda olduğu gibi 18. yüzyılın sonlarında da kahvehanelere
‘tehlikeli yerler’ olarak bakmaya devam etmiştir. Ancak bu ‘tehlikeyi’ önlemek
için toptan kapatmak ve yıkmak yerine, 17. yüzyılın ortalarından itibaren hep
diğerlerine ‘ibret olsun’ bâbında tek tek bazı kahvehaneleri kapatarak bir tür
yıldırma politikası izlemeye başlamıştır.7
'İbret olsun' türü
bir cezalandırma yöntemi büyük bir ihtimalle devletin yalnızca kahvehanelere
özgü bir uygulamasını değil, diğer muhalefet kaynaklarına karşı uyguladığı
genel bir yaptırım ve cezalandırma yönteminin bir örneği gibi
gözükmektedir. 17. ve 18. yüzyıl boyunca sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun
değil Avrupa devletlerinin de gittikçe artan bir biçimde 'ibret olsun' türü bir
cezalandırma ve yaptırım siyasetine (exemplary punishment) başvurmaları
Avrupa tarihçilerinin altını çizdikleri bir olgudur. Örneğin Tilly (1990: 101),
yoğun toplumsal muhalefete karşı devletlerin böylesine bir cezalandırma
yöntemine başvurmalarını, devletin, toplumun muhalif kesimiyle bir uzlaşma
arayışı içinde olmasının bir ifadesi olarak değerlendirir. Bu da oldukça
yerinde bir tesbit gibi görünüyor, zira 19. yüzyıldan önce devletlerin gücünü
fazla abartmamak ve toplumsal muhalefetle başa çıkma olanaklarının son derece
sınırlı olduğunun altını çizmek gerek.
Tekrar yukarıdaki
fermana dönersek; "merhametle hükmedene uygun" ifadesi Osmanlı
devletinin İstanbul’daki toplumsal muhalefete karşı iktidarının sınırları
hakkında da fikir verici niteliktedir. 17. yüzyılın ortalarından itibaren
Osmanlı hükümdarlarının kahvehanelere karşı ‘merhameti’ doğrudan doğruya
yeniçeriler eliyle kahvehanelerdeki muhalefetin yoğunluğuyla ilgilidir. 19.
yüzyıl başlarında İstanbul’da Eyüp ve Hasköy mahallelerinde yaklaşık 1.000 ve
Boğaz’ın Avrupa yakasında Dolmabahçe’den Rumeli Kavağına kadar olan bölgede
yine yaklaşık 1.000 dükkanlık bir esnaf yoklama defterinden öğrendimize göre, o
dönemde ortalama her 7 dükkandan bir tanesi kahvehanedir (Başmuhasebe 42648).
Çok büyük bir bölümü Müslüman olan kahvehane sahiplerinin ünvanlarına
baktığımızda her üç kahvehane sahibinden bir tanesinin bostani, beşe, odabaşı,
vb. yeniçeri ünvanları taşıdığını görüyoruz. Yine bu defterden, kahvehane
sahibi yeniçerilerin, diğer yeniçeri esnafa oranına bakacak olursak sonuç daha
da çarpıcıdır. Esnaflıkla uğraşan her iki yeniçeriden bir tanesi kahvehane
sahibidir. 17. ve 18. yüzyıllara dair elimizde benzer bir veri olmamakla
beraber, yeniçerilerin o dönemlerde de kahvecilikle yoğunlukla ilgilendikleri
bilinmektedir. Padişahları tahttan indiren, tahta çıkaran, toplumun marjinal
sayılabilecek göçmen nüfusunu yönlendirme gücüne sahip bu ‘başıbozukların’ son
derece önemli bir toplumsal güç oluşurdukları aşikardır. Böylece 17. yüzyılın
ortalarından itibaren neden kahvehanelerin toptan kapatılmadığı ve dolayısıyla
kahvehanelere karşı devletin ‘merhameti’ daha iyi anlaşılabilir.
Söylentinin Gücü
Söylenti ve bu
söylentilerin hayat bulduğu kahvehanelere karşı tahammülsüzlük elbette yalnızca
Osmanlı devletine özgü bir tutum değildi. 17. yüzyıldan itibaren kahvehanelerin
Avrupa’da da boy göstermesiyle beraber, kahvehane söylentilerinin sosyal düzene
karşı bir ‘tehdit’ oluşturduğu Avrupa devletlerinin de sıklıkla üzerinde
durdukları bir konudur.8 Kahvehanelere
karşı devletin olumsuz tutumu elbette bu mekanların kendilerinden menkul
gücünden değil, halk tarafından bu mekanların kullanılma biçiminden
kaynaklanmaktadır. Bir başka deyişle, bu mekanlarda gelişen söylenti, dedikodu
ve bunların siyasi içerikleriyle ilintilidir. Hem Osmanlı devletini hem de
değişik coğrafyalarda hüküm süren başka devletleri de içine alabilecek genel
bir yaklaşım geliştirecek olursak, söylenti ve dedikoduya yönetenlerin neden bu
kadar tahammülsüz olduklarını birbiriyle ilişkili iki faktöre bağlayabiliriz.
Bunlardan birincisi, modern dönem öncesi toplumsal ilişkilerde
söylentinin en önemli medya olması ve dolayısıyla halkı yönlendirme kapasitesi,
ikincisi ise, mutlakiyetçi rejimlerde siyasetin algılanış biçimidir.
Okuma yazma
oranının çok düşük olduğu ve dolayısıyla yazı yolu ile haber yayma
kapasitesinin son derece düşük olduğu topumlarda, toplumsal iletişim ve haber
yayımı büyük ölçüde söylenti yolu ile gerçekleşiyordu. 1789 yılındaki köylü
ayaklanmaları üzerine çalışmasında Lefevbre (1973) haber yayımında söylenti ve
dedikodunun gücünü ve köylü ayaklanmalarında ne kadar önemli bir yer tuttuğunu
vurgular. Halkı yönlendirme kapasitesi, devlet için söylentiyi kontrol ve baskı
altında tutmak için en önemli nedeni oluşturur. Lefevbre’nin (1973: 73) de
vurguladığı gibi “hükümet ve aristokrasi için bu tür bir haber yayımı basın
özgürlüğünden daha tehlikelidir.” Bu ‘tehlike,’ söylentinin belirsiz ve
anonimliğinden ve dolayısıyla kontrol edilemez karakterinden kaynaklanmaktadır.
Devletin kamusal
mekanlara ve söylentiye karşı tahammülsüzlüğü aynı zamanda, mutlakiyetçi
rejimlerin siyaseti kavrayış tarzıyla da tam olarak uyum içindedir. Siyasi
pratikleri birbirinde ne kadar ayrı düşerse düşsün, değişik coğrafyalardaki
mutlakiyetçi rejimler hükümdar ve tebâları arasındaki ilişkiyi düzenleyen temel
bir prensipten hareket etmişlerdir: siyaset hükümdarın tekelindedir.
Dolayısıyla halkın siyasete katılımı, siyasi meseleler üzerinde yorum ve
düsüncelerini de dışlayacak bir biçimde kabul edilemez bir olgudur.
Siyasetin
hükümdarın tekelinde olması olgusu, iktidarın kapanması veya başka bir deyişle
hükümdarın görünmezliği ilkesi ile de kendini gösterir. İstanbul’un fethinden
kısa bir süre sonra II. Mehmet (Fatih) tarafından kurumsallaştırılan padişahın
görünmezliği ilkesi, farklı derecelerle de olsa yüzyıllar boyunca titizlikle
uygulanmıştır (Necipoğlu, 1991: 16). Sefer veya av amacıyla kısa süreli Edirne
ziyaretlerini saymazsak, 1830 yılında II. Mahmud’a kadar hiç bir padişah
Istanbul’u terketmemiştir (Özcan, 1991). İstanbul içinde dahi padişah
sınırlı ve seremonik birkaç etkinlik dışında padişah kimliğiyle halka görünmez:
İstisnalar ise yeni sultan tahta çıktığında Eyüp’te kılıç kuşanmaya gitmesi,
Cuma namazı dönüşünde halkın arzuhallerinin toplandığı Cuma selamlığı ve
Ramazan ayında hırka-ı şerif gibi kutsal ziyaretleri ile sınırlıdır. Padişah’ın
padişah kimliğiyle halka görünmesinin altını çizmemiz gerekir, zira bu
saydığımız nedenlerin dışında padişahın arada sırada ‘düzen bozanları’
cezalandırmak amacıyla şahsen tebdil-i kıyafet İstanbul sokaklarında gezdiğini
biliyoruz. Ancak tebdil-i kıyafet dolaşması onun görünmezliğine halel getirmez,
aksine bu görünmezliğiyle halkı şahsen kontrol eder. Öte yandan, prensipte
siyaset tekeli padişahda olduğu için siyaset olgusu da padişahın kendisi gibi
gizemli, bilinmez ve anlaşılamaz bir olgudur. Nasıl ki padişahın maddi varlığı
dokunulmaz, bilinir ama görünmez bir olguysa, siyasetin kendisi de böylesi bir
gizeme sahiptir. Bu yüzden halkın ‘devlet sohbeti’ yapması padişaha dokunmakla,
onun varlığına ihanet etmekle eş bir durum olarak görülmektedir.
Kamuoyunun Keşfi
Buraya kadar
söylediklerimizi özetleyecek olursak, 1840’larda örneklerini gördüğümüz jurnal
faaliyeti ve sosyal kontrol sisteminin Osmanlı devletinin daha önceki sosyal
kontrol mekanizmalardan9 biçim, amaç ve
uygulama açısından üç önemli farklılığı vardır. İlk olarak, 1840’lardan önceki
biçimiyle Osmanlı devletinin sosyal kontrol uygulamalarında bir süreklilikten
söz etmek mümkün değildir. Bu dönemde, toplumsal disiplini sağlamakda caydırıcı
unsur, tebdil-i kıyafet dolaşan devlet görevlilerine veya bizzat hünkâra çatmanın
tesadüfiliğine ve bunun yaratacağı korkunun içselleştirilmesi amacına
yöneliktir. Ancak 1840’lardan sonraki jurnallerde gördügümüz gibi, artık
kontrolde tesadüfilik ögesi ortadan kalkmış, bir süreklilik ve kapsayıcılık
egemen olmuştur. İkincisi, önceki uygulamarda amaç ‘tehlikeli’ söz ve ‘düzen
bozucu’ davranışları cezalandırmaktır. Hünkâra veya yüksek devlet ricaline
çatan bu bahtsızların sayısı az olmasa gerek, ancak genel olarak bu sistemin
sosyal tabakanın derinliklerine fazla nüfuz edemediğini de düşünmek lazım. Zira
sokaktaki, kahvedeki insanlar, tebdil memuru olduğundan şüphelendikleri
yabancıların varlığına karşı son derece uyanık yöntemler de geliştirmişlerdi.
Örneğin, kahvehanelerde “devlet sohbeti” yapanların, sohbetleriyle ilgilenen
sıradan kıyafetli, ama oturuşundan ve duruşundan hiç de sıradan olmadığı belli
olan yüksek devlet ricâlinden birisinin varlığını hissetliklerinde,
anladıklarını belli etmeden nasıl hemen konu değiştirip, sohbeti devletten
beklediklerini anlatan bir arzuhal forumuna dönüştürmeleri Cabi tarihinde
birden fazla örnekte anlatılır. 1840’larda ise sosyal kontrolün amacı,
cezlandırmak ve korkuyu içselleştirmek değil, toplumsal dokunun içine
kesintisiz bir şekilde nüfuz ederek, halkın nabzını yoklayıp bilgi edinerek ve
bu bilgiler ışığında toplumsal muhalefetin mecralarını kontrol altına almaya
yönelikdir. Üçüncüsü, daha önce bu sistemin amilleri tebdil memurları, yüksek
devlet ricali ve hatta padişah iken, bu sistemde sosyal kontrol çok büyük
ihtimalle sıradan halk arasından devşirilmiş maaşlı hafiyeler eliyle
yürütülmeye başlanmıştır.
Bu farklılıkları
belirtirken altı çizilmesi gereken nokta, 19. yüzyılın ortalarına doğru
geliştirilen bu sosyal kontrol mekanizmalarının yalnızca yönetime dair teknik
bir mesele olarak algılanmaması gerektiğidir. Zira, Osmanlı devletinin bu
dönemde giriştiği böylesi kapsamlı ve ayrıntılı bir jurnal faaliyetinin ardında
yatan zihniyeti sorgulamak, hem bu dönemde devlet-toplum ilişkilerinin yeniden
yapılanmasına ve Osmanlı iktidarının yeni yönetim anlayışına dair belli
sorulara cevap verebilir.
Halkın siyasi
sohbetlerinin dinlenilmesi, bunların belgelenmesi, raporların devletin en üst
kademelerinde değerlendirilmesi ve siyasi sohbet yapanların ve sohbet yapılan
yerlerin kovuşturmaya uğramaması, herşeyden önce Osmanlı siyasal sisteminde
daha önce gördüğümüz ‘resmi gerçek’ ve ‘popüler yalan’a dair ayrımın hem siyasi
pratikler hem de söylemsel düzeyde yıkılmasına işaret eder. Diğer bir deyişle
‘popüler yalanların’ ‘haber’ statüsü kazandığı bir siyasal sistemde bu bir
anlamda ‘kamuoyu’nun keşfidir.10
Kamuoyunun keşfi,
siyasal iktidarın temsilinde ve meşruiyet arayışındaki farklılıklarda da
kendini göstermiştir. Halkın siyasi sohbetlerinin iktidarın gözünde meşruiyet
kazanmasına paralel olarak, siyasetin padişahın tekelinde olması ve
görünmezliği arasında yukarıda değinilen ilişkinin de bu dönemde çözülmeye
başladığı öne sürülebilir. Bu noktada II. Mahmud’un ‘görünürlüğünü’ ve yurt
gezilerini özellikle vurgulamak gerekmektedir. II. Mahmud, kendisinden önceki
padişahlardan farklı olarak,11 “halkın
yaşayısını” görmek amacıyla 1830 ve 1839 yılları arasında beş yurt gezisine
çıkmıştır (Özcan, 1991). Bütün bu gezilerin amacı halk ve hükümdar arasındaki
yabancılaşmayı ortadan kaldırmak amacına yöneliktir. Yurt gezilerinde
ziyafetler yerine gemicilerle zeytin salatası yemek, Cuma namazlarından sonra
sorguçlu fesi ve setreli pantolunuyla halk arasında dolaşmak ve hal hatır
sormak bu yeni meşruiyet arayışının ve dolayısıyla devlet ve toplum arasında
yeni bir mutabakat arayışının göstergesidir. II. Mahmut son Rumeli gezisini
kendi iktidarı döneminde yayınlanmaya başlayan Takvim-i Vekayi’de
bastırmıştır. Hatta padişahın bu gezisini kaleme alan devrin vaka-nüvisi Mehmed
Esad Efendi gezi notlarını Takvim-i Vekayi’de yayınlamadan önce padişaha
sunduğunda Sultan Mahmud’un cevabı, hükümdar ve tebâsı arasındaki yabancılaşmayı
azaltmaya yönelik yeni meşruiyet arayışlarını göstermesi açışından dikkate
değer. “Vâkıâ pek güzel ve san’atlı kaleme alındığına diyecek yok ise de, bu
misillü umûma neşr olunacak şeylerde yazılacak elfazın herkesin anlayabileceği
surette olması lâzımdır. Öyle ‘çetr-gerdûne’ ve ‘tevsen’ gibi şeylerin Türkçe
olarak tashîhi muktezîdir (Lütfi: 1302, V-90). Bunun yanında 1835 yılından
itibaren II. Mahmud’un portrelerinin askeri kışlalara, devlet dairelerine ve
okullara asılmaya başlanması, iktidarın yeni meşruiyet arayışlarının diğer
önemli bir göstergesidir (Lütfi: 1302, V-50-2; Heyd, 1961: 70; Baykara, 1992:
51-59).
Öte yandan, halk ve
kamuoyunun iktidar tarafından keşfi ve jurnal raporlarında görüldüğü üzere,
iktidarın sokaktaki insanın günlük yaşamını, ev içi sohbetlerine kulak misafiri
olacak kadar kapsayıcı bir biçimde gözlem ve kontrol altına alma çabası aslında
aynı sürecin iki farklı yönünü oluşturmaktadır. Bu kapsamlı kontrol ve gözlem
faaliyeti İstanbul ile sınırlı kalmamış, imparatorluğun taşra vilayetlerini de
içine alacak şekilde yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. 1840’lı yıllarda taşrada
kontrol o kadar sıkılaştırılmıştır ki bir tür yurt içi pasaport niteliği
taşıyan mürur tezkereleri ile herhangi birisinin yaşadığı mahalden ayrılması
izne bağlanmıştır. Her ne kadar iç güvenliğin sağlanması ve büyük kentlere
göçün önlenmesine yönelik olarak mürur tezkeresi uygulaması 16. yüzyıla kadar
uzanmakla beraber, (Çadırcı, 1993) merkezi yönetimin, özellikle 17. yüzyıldan
itibaren pratikte yerel ayanlar tarafından kontrol edilen taşra üzerindeki
hakimiyeti sınırlı olduğundan oldukça etkisiz bir sistem olmuştur Büyük
şehirlere ve özellikle İstanbul’a göçü önlemek için merkezi idarenin uyguladığı
yöntem genel olarak şehrin giriş bölgelerinde kontrol noktaları oluşturarak
tezkeresiz kimseleri şehre almamak üzerine yoğunlaşmıştı.
Taşrada kontrolün
etkin bir biçimde sağlanması için 19. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren
İmparatorluk dahilindeki her bir kazaya bir veya iki jurnal memuru atanmaya
başlandı. Bu memurların görevi bir yandan bulundukları kazada merkezi hükümetin
bilmesini gerekli gördükleri olayları İstanbul’a rapor etmek, öte yandan da
kazaya gelen ve gidenlerin niçin gelip gittiği, ne kadar süreyle kaldığı gibi
bilgilerin ayrıntısıyla defterini tutmakdı.12 1842 yılında bu
sistem, jurnal memurlarının “verimsizliği” nedeniyle kaldırılıp, memurların
işlevlerinin yalnızca gelen-gidenin kaydını tutmakla sınırlandırıldığı
anlaşılıyor. (İrade-Meclis-i Vâlâ 573). Ancak 1845 yılında Zaptiye
Müşirliği’nin kurulmasıyla beraber yerel kontrol sisteminin yeniden
canlandırıldığını ve özellikle 1864 yılında vilâyet düzenlemesiyle beraber
“resmi ve gayri resmi yollardan yararlanarak, devlete ve halka ait bilmeleri
gerekli bilgilerin derlenerek zamanında iletilmesi” amacıyla Teftiş
Memurlarının İmparatorluk kazalarına atandığını görüyoruz (Çadırcı, 1991: 322).
Böylece en küçük idari birimden başlayarak, başkent İstanbul’a kadar bütün
nüfusun etkin bir biçimde gözetim ve kontrol altına alınması öngörülüyordu.
Bu noktada hem
taşrada hem de İstanbul’da ki jurnal faaliyetinin zamanlamasının özellikle
altının çizilmesi gerekir. Bir yandan Yunan bağımsızlığı ve Balkanlar’da
ayaklanmalar, öte yandan Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa isyanının yarattığı
siyasal kriz gözönünde bulundurulmalıdır. Bununla beraber İstanbul’da kapsamlı
bir jurnal faaliyetinin ve taşranın böylesine sıkı kontrol altına alma
girişiminin daha önceki dönemlerde uygulama şansının pek de fazla olmadığını
belirtmekte fayda var. 17. yüzyıldan itibaren başlayan, 18. yüzyıl boyunca
iktidarlarını pekiştiren ve 19. yüzyılın başına gelindiğinde 1808 yılında
Sened-i İttfak’ı dayatarak resmen iktidara ortak olan ayanların yönetimi
altında taşra halkının, merkezden etkin bir biçimde kontrol edilmeye yönelik
girişim ancak Sened-i İttifaktan sonra, II. Mahmud’un kademeli olarak ayanları
tasfiyesinin ardından mümkün olabilmiştir. Öte yandan, benzer şekilde, başkent
içerisinde 1826’dan önce yeniçerilerin kamusal mekanlar üzerindeki etkin
kontrolü nedeniyle böylesi bir jurnal faaliyetinin uygulanma şansı çok fazla
olmasa gerek. Ortalama her üç kahvehanenin bir tanesinin bizzat yeniçeriler
tarafından işletildiği, yeniçerilerin toplumsal muhalefetin ateşleyicisi olduğu
ve yine aynı yeniçerilerin güvenliği sağladığı bir kent yaşamında, jurnal
faaliyetinin kendi amacını dışlayan bir sistem olmaya mahkum olması kaçınılmaz
gibi görünüyor. Özetle söyleyecek olursak, ancak taşrada ayanların ve
İstanbul’da yeniçerilerin aynı dönemde ortadan kaldırıldığı, diğer bir deyişle,
bütün eski toplumsal mutabakatların devlet eliyle tek taraflı fesh edilmesinin
ardından böylesine kapsamlı bir sosyal kontrol mekanizması geliştirilmesi
gündeme gelebilmiştir.
Yeni Yönetim
Zihniyeti
18. yüzyılın
sonundan itibaren ve 19. yüzyılda artan bir yoğunlukla, Avrupa
devletlerinin idari kaynaklarının önemli bir bölümünü, yönettikleri
halklara dair bilgi toplamak ve halkın faliyetlerini gözetlemek amacıyla
kullandıkları Avrupa tarihinde oldukça iyi işlenmiş konulardır.13
Yönetmek-için-bilmek anlayışıyla, günlük yaşamın her alanına yapılan bu
görünmez müdahele ve buna mukabil büyüyen bürokrasi, artan dökümantasyon
faaliyeti, ayrıntılı nüfus istatistikleri ve hepsinden önemlisi, askeri
yapılanmanın dışında kurulan merkezi polis örgütleri, Foucault’nun (1979b)
kavramını kullanırsak, modern devletin “yönetim-zihniyetini” (governmentality)
sergiler. Diğer bir deyişle, bu “yönetim-zihniyeti,” asli hedefi nüfus ve bu
nüfusa dair bilgi edinme kaygısı, asli örgütü de polis ve bu örgüt yoluyla
toplumsal disiplin ve kontrol olan bir yapılanmaya işaret eder.
Bu noktada, Avrupa
tarihsel deneyiminde vatandaşlık olgusunun anlaşılmasında da devletin bu
genişleyen müdahele ve sosyal kontrol mekanizmalarının altının özellikle
çizilmesi gerekir. Liberal siyasal söylemin iddia ettiği gibi her ne kadar 19.
yüzyıl boyunca bireysel siyasi haklar genişlemişse de, bu söylemin
aksine, genişleyen haklar pahasına devletin küçülmesiyle değil, tam tersine
gittikçe daha fazla gündelik yaşama müdaheleci ve toplumsal yaşamın her alanını
kapsayıcı bir devlet haline gelmesiyle sonuçlanmıştır. Böyle bir süreç
içerisinde ‘vatandaşlık’ olgusu doğmuştur, ama aynı zamanda birbiri ardına
polis teşkilatları kurulmuş ve polis faaliyetleri hiç olmadığı kadar
yoğunlaşmıştır.
Tarihsel olarak,
Batı Avrupa’da doğrudan kontrol mekanizmalarının gelişimi ve devletin günlük
yaşamın her alanına yaptığı müdahele kapasitesi ile bireysel siyasal hakların
gelişiminin eşzamanlılığı olgusunun Osmanlı devlet-toplum ilişkilerinin 19.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren yeniden biçimlenmesine dair önemli ipuçları
içerdiğini ve Tanzimat dönemine ilişkin alternatif yorumlar getirebileceğini
düşünüyorum.
1839 yılında
Gülhane Hatt-ı Hümayûnu’nun ilanıyla resmileşen Tanzimat’ın kurumsal, idari ve
hukuksal alanda hayata geçirdiği reformların Osmanlı tarih yazımında, 19.
yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nun (ve hatta hakim tarih yazımının sirayet
ettirdiği Türkiye’nin) tarihi sürecinde ne kadar önemli ve tanımlayıcı bir yer
işgal ettiğine dair savları bilinen bir olgudur. Ancak Tanzimat reformlarına
dair bu başat tarih yazımıyla vurgulanan Batı’dan ‘ithal’ edilen kurumsal,
idari ve hukuki değişikliklerin bu süreci anlamakta ne kadar önemli bir yer
tuttuğu şüphe götürür. Zira metodolojik açıdan batı merkezli kurumsal
değişikliklerin üçyüz yıldır zaten bir ‘gerileme’ içinde olduğu varsayılan
Osmanlı’nın geleneksel siyasal ve toplumsal yapısını yıkarak, modern tarzda bir
değişime yol açtığı düşüncesi, 1950’lerde ortaya çıkmış, kurumsal değişimin
önemini vurgulayan ve “durağan” bir toplumda sosyal değişimin ön koşulunun batı
modellerini benimsemek olduğunu öne sürerek Batı’nın “Batı olmayana” müdahelesini
haklı çıkartmaya yönelik ‘modernleşme’ teorilerinden kavramsal dayanağını
almıştır. Bununla beraber, yine Tanzimat döneminde hayata geçirilen yeni sosyal
kontrol, gözetleme ve denetleme mekanizmalarının varlığına hiç işaret
edilmemiştir. Oysa yukarıda Batı Avrupa’nın tarihsel deneyimine dair örnek
verilen sosyal kontrol ve bireysel siyasal hakların eşzamanlılığı gözönünde
bulundurulursa, 19. yüzyılın ortalarına doğru Osmanlı’da yaşanan siyasal
dönüşümlerin açıklanmasında, modernleşmeci tarih yazınının, tabir yerindeyse,
arabayı ata koştuğu görülecekdir. Hatta iddia edilebilir ki, bu kapsamlı jurnal
faaliyeti ve yeni sosyal kontrol mekanizmaları Tanzimat’la getirilen Osmanlı
tebâsının eşitliği ve diğer bir takım bireysel özgürlüklerin gerçekleşmesi için
gerekli bir ön koşul olmuştur.
Bu yazıda ileri
sürüldüğü üzere özellikle yeniçerilerin ve ayanların ortadan kaldırılmalarından
sonra oluşan siyasal boşluğun ardından, II. Mahmud’un yurt gezilerinde,
portrelerini okullara devlet dairelerine astırmasında ve Müslüman ve
gayrımüslim teba arasındaki görünüşdeki farklılıkları ortadan kaldırmaya
yönelik 1829 tarihli kıyafet reformunda sembolik olarak ifadesini bulan yeni
meşruiyet arayışları, öte yandan ilk defa 1830’da ve bir diğeri 1844’de yapılan
ayrıntılı nüfus sayımlarında (Aydın 1990) ve halkın siyasi sohbetlerine dair
jurnal raporlarında kendini gösteren yönetmek-için-bilmek anlayışı, Osmanlı’nın
yeni yönetim zihniyetinin göstergeleridir.
Tabii ki Avrupa
tarihine göndermeler yapmak Osmanlı’nın Avrupa’nın tarihsel deneyimini aynen
yansıttığını söylemek anlamına gelmez. Öte yandan bu, Tanzimat ile sağlanan
haklarla Osmanlı toplumunda Avrupa’daki oluşuma benzer bir vatandaşlık
kavramının ortaya çıkmış olduğu gibi bir fikri öne sürmek de değildir. Çünkü
yukarıda da değindiğimiz gibi eğer vatandaşlık kavramı devlet ve toplum
arasındaki ilişkilerin belirli bir tarihsel konjonktüründe ortaya çıkmış bir
nosyon ise, bunun aynı şekilde Osmanlı toplumunda ifadesini bulacağı anlamına
gelmez. Ancak halka siyasi konularda söz söyleme hakkının zımnen tanınmasının,
herşeyden önce kamusal alanın bizatihi siyasal bir alan olarak tanımlanmasının
ve yukarıda ‘kamuoyu’nun keşfi olarak ifade etmeye çalıştığımız gelişmenin,
Osmanlı siyasâsının gündemine çok daha sonraları giren Batı Avrupa temelli
‘vatandaşlık’ olgusundan çok daha önemli olduğunu düşünüyorum.
Öte yandan,
tarihsel olarak toplumsal hakların gelişimini buna mukabil genişleyen siyasal
iktidarla beraber düşünmek ve bu gelişimleri devlet ve toplum arasındaki bir
mutabak arayışı olarak görmek gerekiyor. Bu nedenle Tanzimat’ı, 19. yüzyılın
ikinci yarısında Osmanlı devlet ve toplum ilişkilerini, kısacası Osmanlı
modernleşmesini düşünürken bu modernleşmenin ‘karanlık’ yüzünü de gözönünde
bulundurmak gerekiyor.
"Kahvehaneler ve Hafiyeler: 19. Yüzyıl Ortalarında Osmanlı’da Sosyal Kontrol", Toplum ve Bilim 83 (2000),
Dipnotlar
* Bu makale Ocak
2000'de, Toplum ve Bilim dergisinin "Osmanlı Tarihi" temalı
83.
sayısında yayımlanmıştır.
sayısında yayımlanmıştır.
1 Burada
jurnal kelimesiyle yalnızca "havadis jurnalleri"ni kastediyorum. Bu
kelime, 19. yüzyılın ortalarına doğru Osmanlı yönetimin diline girmiş ve
“rapor” anlamında kullanılmıştır. Bununla beraber, istatistik jurnalleri,
tahaffuz jurnalleri, nüfus jurnalleri, ihtisab jurnalleri vb. gibi arşivde
sıkça karşılanan jurnal türleri vardır.
2 Her ne kadar II.
Abdülhamit (1876-1909) döneminde son derce yaygın ve sıkı bir gözetleme
faaliyeti bulunduğu bilinmekle beraber, popüler tarih ve anı edebiyatının bu
konu hakkında söylediklerinin ötesinde fazla bir bilgiye sahip değiliz.
Ancak Sultan Abdülmecit döneminden kalan 1840’lı yıllar a ait bu
jurnallerle, Abdülhamit’in kendi döneminden 40-50 yıl önce başlatılan bir
uygulamayı devralıp daha yoğunlukla sürdürdüğü anlaşılıyor. Bu arada
belirtmekte fayda var; 19. yüzyılın ikinci yarısına ait zaptiye arşivleri henüz
araştırmacıların kullanımına açılmadı. Zaptiye arşivlerinin açılmasıyla bu
jurnal faaliyetinin ileriki aşamalarına dair şu an karanlıkta olan pek çok
nokta aydınlığa kavuşabilir.
3 Bu farklı el
yazılarıyla yazılmış kopyalar Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nin Cevdet Dahiliye ve
Zaptiye tasniflerinde yer almaktadır. Bu tasniflerde yer alan jurnaller
tarihsiz ve imzasızdır, ancak içeriklerinden 1840’lara ait olduğu
anlaşılmaktadır. Ancak her halukarda Cevdet tasnifinde yer alan jurnallerin,
daha çoğu 1310 Öncesi İradeleri arasında bulunan jurnallerin bir parçası olduğu
anlaşılıyor. Bu yazı için kullanılan jurnallerin listesi yazının sonundaki
kaynakça bölümünde verilmiştir.
4 Osmanlı
jurnal raporlarının bu karakteristiği benzer ancak daha erken tarihli
Avrupa’daki jurnal raporlarından önemli bir farklılık göstermektedir. Örneğin
18. yüzyıl ortalarında Fransa’daki jurnal raporlarında mekanların ve kişilerin
anonimliğine dair bkz. Farge (1993) ve Farge (1995).
5 Zira,
raporlarda yalnızca bir kez böyle bir duruma rastladım, o da siyasi değil âdi
bir vakaya ait: bir fahişe için süvari askerini elinden vuran bir kavasın,
askerle birlikte cezalandırılması için darüşşûra-ı askeriye’ye havalesini
emreden, rapora iliştirilmiş bir not.
6 Bu
mücadelenin dilini oluşturan hukuk sisteminin bu açıdan Osmanlı bağlamında
değerlendirilmesi için bkz. İslâmoğlu-İnan, 1993: 19-33.
7 Bu örnekleri
çoğaltmak mümkün. Örneğin III. Selim’in tahttan indirilmesinin ardından
iktidara gelen IV. Mustafa’nın kahvehanelere ilişkin tutumunda da benzerlik
vardır. “Kaimmakam paşa; Bazı kahvelerde devlet lakırdısı ederlermiş. Birkaç
tane öyle kahvelerden kapatasın (Hatt-ı Hümayûn 53975).
8 1685 yılında
Fransa kralının bir bakanı Paris polis şefine gönderdiği yazıda, "Kahve
içilen yerlerde her türden insanın ve özellikle yabancıların toplandıkları
Krala bildirildi. Bunun üzerine majesteleri, bu insanların bundan sonra
biraraya gelmelerinin nasıl önlenebileceğini size sormamı emretti"
(Leclant, 1979: 91) demektedir.
9 Sosyal
kontrol mekanizmaları derken, dar bir anlamda, yani devletin doğrudan kontrol
mekanizmalarını kastediyorum. Zira sosyal kontrol çok geniş bir kavram ve
doğrudan uygulanan mekanizmaların çok ötesinde uygulanma biçimleri var. Bu geniş
kullanımda, özellikle de 1840’lardan önce, sosyal kontrolun en önemli
işleyişini dolaylı ve enformel kanallarda aramak lazım. Özellikle bu konuda
kefâlet sisteminin önemine değinmek gerekir. Esnafın komşu esnafa, işverenin
yanında çalışana, han sahibinin müşterilerine, mahalleninin birbirine kefil
olmak zorunda olduğu bir sistemin doğrudan sonucu her ne kadar bir dayanışma
örüntüsü olarak görülebilse de, gerçekte herkesin birbirinin gözü kulağı olması
gereken bir sistemin varlığına işaret eder ki, bunun sosyal kontrolun işleyişi
açısından son derece önemli sonuçları vardır. Bu açıdan gündelik yaşamın pek
çok alanını ve özellikle de Osmanlı kent mahallelerini, André Raymond’un da
(1995) altını çizdiği üzere, birer dayanışma alanı olarak görmekten çok, birer
çatışma alanı olarak görmek daha uygun olabilir. Örnegin, Özer Ergenç’in (1984)
16. yüzyıl Ankara’sı için verdiği, mahallelinin birbiri için kefil olma
zorunluluğu, istenmeyen kişileri mahalleden çıkarabilme hakkı ve mahallede
işlenen faili meçhul suçlardan tüm mahallenin sorumlu tutulmasına dair verdiği
örneklerin 17. 18. ve hatta 19. yüzyıllarda İmparatorluğun geniş coğrafyasında
birbirine benzer biçimlerde uygulandığını göstermektedir. Osmanlı’da kefâlet
uygulaması için (Saydam, 1997), Ayrıca bu çerçevede mahalle yaşamından örnekler
için bkz. Raymond (1995) ve Marcus (1989).
10 Bu noktada
'kamuoyu' kavramının kullanımı üzerine bir açıklama yapmaya mecburuz. Burada
"kamuoyunun keşfi" ile kastetmeye çalıştığımız,
"kamuoyu"nun varlığını ya da yokluğunu vurgulamak değil, devletin
bunu algılayışındaki değişimi vurgulamakdır. Kamu ve kamuoyu (public opinion)
kavramlarının son zamanlarda Avrupa tarih yazımında ele alınış biçimi oldukça
sorunludur. Özellikle Habermas’ın Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü (1989)
kitabının, Avrupa tarihçileri üzerindeki derin etkisinden sonra, kamu ve
kamuoyu kavramları demokrasi ve vatandaşlık kavramlarıyla içiçe kullanılır
oldu. Habermas’ın tartıştığı biçimiyle devlet ve kamuoyu ilişkisi özünde
antagonistik bir ilişkidir. Habermas’dan etkilenerek, Avrupalı tarihçiler - ki
bunlar arasında özellikle 18. yüzyıl Fransa’sı üzerine çalışan revizyonist
tarihçiler baş sırayı almaktadır - Batı Avrupa’da 18. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren artan okuma-yazma oranları, gazete vb gibi yazılı
materyalin çoğalması ve insanların siyaset hakkında artan ilgileri ile
karakterize edilen bir "kamuoyu" nosyonunun ortaya çıktığında
neredeyse hemfikir gözükmektedirler. Bu tarih yazınında vurgulandığı biçimiyle,
devlet ve kamuoyu arasındaki antagonistik ilişkiden bir siyasal/toplumsal
bilinçlilik ortaya çıkmış ve kurulu düzeni devrim veya güçlü reform
hareketleriyle dönüştürmüştür. Kamuoyu kavramının bu şekilde kullanımı hem Avrupa’da
demokrasi ve vatandaşlık kavramının anlaşılmasında hem de bu kavramların
Osmanlı siyasal kültürü ile ilişkilendirmekte oldukça ciddi anakronizmler
yaratmaktadır. İlk olarak, kavramın kendisi bir kere “okuyan kamu” düşüncesi
ile ilişkilendirildiği için, böyle bir bağlantı içinde, sözgelimi, Osmanlı
toplumunda kamuoyunun varlığı gibi bir tartışma zımnen dışlanmış olacaktır.
İkinci olarak, “kamuoyu” düşüncesini çerçeleveyen tartışma, genel olarak
"kamuoyunun" doğuşu ile Avrupa’daki mutlakiyetçi rejimlere karşı
yükselen direnişi eş tutma eğilimindedir. Siyasal sistemin eleştirisi ve daha
özel olarak hükümdarın eleştirisi konusunda sıradan insanın günlük dilindeki
eleştiri öğesini görmezden gelmek, kamuoyu düşüncesinin ortaya çıkışını,
aslında olduğundan çok daha geç bir zamanda göstermek ile sonuçlanmıştır.
Kamuoyu kavramının “ilk” olarak Fransa’da mı yoksa İngiltere’de mi ortaya
çıktığı üzerine neredeyse milliyetçi diye yorumlanabilecek iki örnek için bkz.
Ozouf (1988) Gunn (1983).
11 II.
Mahmut’un ‘görünürlüğü’nün, ardından gelen Sultan Abdülmecid (1839-1861)ve
Sultan Abdülaziz (1861-1876) iktidarı dönemlerinde de sürdürdüğünü, ancak II.
Abdülhamid döneminde (1876-1909) iktidarın tekrar kapandığını görüyoruz. İkinci
Abdülhamid’in saraya kapanması ile ilgili son zamanlarda ilgi çekici makaleler
yayımlanmakta, bkz. Deringil (1993) ve Georgeon (1997) Ancak II. Mahmud’un
‘görünürlüğü’ ve bunun iktidarın temsiliyeti ve meşruiyet arayışına ilişkin
anlamı henüz gereğince incelenmiş bir konu değildir.
12 Bu kontrol
faaliyetinin boyutlarına örnek teşkil edebilecek bir jurnal defteri [Kastamonu
Jurnal Defteri (1252-1253 / 1836-1837)] yakınlarda yayımlandı; bkz.
Abdulkadiroğlu, vd., 1998. Bu yayına dikkatimi çeken Nadir Özbek’e teşekkür
ederim.
13 Bu konuda
iki yararlı özet için, bkz. Giddens (1985) ve Tilly (1990). Bu konudaki
çalışmalarda en önemli ilham kaynağı Foucault (1979a) olmaya devam etmektedir.
Kaynakça
Arşiv Kaynakları
- Havadis
Jurnalleri (Başbakanlık Osmanlı Arşivi)
Cevdet-Dahiliye:
12037, 12077, 12159, 15573 (Tamamı tarihsiz)
Cevdet-Zaptiye:
315, 556, 1542, 1747, 1833, 2474 (Tamamı tarihsiz)
İrade-Dahiliye:
1210 (18 N 1256 / 13 Kasım 1840), 1232 (25 N 1256 / 20 Kasım 1840), 1776 (21 S
1257 / 14 Nisan 1841), 1802 (29 S 1257 / 22 Nisan 1841), 2438 (15 Za 1257 / 29
Aralık 1841), 3281 (14 B 1258 / 21 Ağustos 1842), 3662 (5 Ra 1259 / 5 Nisan
1843), 4191 (21 M
1259 / 11 Şubat 1844), 4207 ( 28
M 1259 / 18 Şubat 1844), 4312 (25 Ra 1260 / 14 Nisan
1844), 4398 (8 C
1260 / 25 Haziran 1844), 4463 (11 B 1260 / 27 Temmuz 1844).
- Diğer
Başmuhasebe (DBŞM):
42648 (Tarihsiz)
Cevdet-Zaptiye:
2076 (15 Z 1259 / 6 Ocak 1844), 302 (27 Z 1212/12 Haziran 1798).
Hatt-ı Hümayûn:
53975 (1223 / 1808)
İrade-Meclis-i
Vala: 573, (19 Z 1257 / 1 Şubat 1842).
Kitap ve Makaleler
Abdulkadiroğlu,
Abdulkerim, vd. (1998) Kastamonu Jurnal Defteri (1252-1253/1836-1837),
Metin ve Tıpkı Basım, Ankara: Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü
Yayınları.
Aydın, Mahir (1990)
"Sultan II. Mahmud Döneminde Yapılan Nüfus Tahrirleri," Sultan II.
Mahmud ve Reformları Semineri: 28-30 Haziran, Bildiriler, İstanbul:
Edebiyat Fakültesi Basımevi, s. 81-106.
Baykara, Tuncer
(1992) Osmanlılarda Medeniyet Kavramı ve Ondokuzuncu Yüzyıla Dair
Araştırmalar, İzmir.
Beyhan, Mehmed Ali
(1992) Cabi Tarihi: Tarih-i Sultan Selim-i Salis ve Mahmud-ı Sani, Tahlil ve
Tenkidli Metin, Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi.
Burke, Peter (1978)
Popular Culture in Early Modern Europe, Londra.
Çadırcı, Musa
(1993) "Tanzimat Döneminde Çıkarılan Men'-i Mürûr ve Pasaport Nizamnameleri",
Belgeler, 15: 19, s. 169-181.
Çadırcı, Musa
(1991) Tanzimat Döneminde Anadolu Kentleri’nin Sosyal ve Ekonomik Yapıları,
Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Deringil, Selim
(1993) “Abdülhamid Dönemi Osmanlı İmparatorluğu’nda Simgesel ve Törensel Doku:
‘Görünmeden Görmek’,” Toplum ve Bilim, 62, s. 34-55.
Ergenç, Özer (1984)
"Osmanlı Şehrindeki Mahalle'nin İşlev ve Nitelikleri Üzerine" Osmanlı
Araştırmaları, (4), s. 69-78.
Farge, Arlette
(1995) Subversive Words: Public Opinion in Eighteenth-Century France,
çev. Rosemary Morris, Pennsylvania.
Farge, Arlette
(1993) Fragile Lives: Violence, Power and Solidarity in Eighteenth-Century
Paris, çev. Carol Shelton, Cambridge, Mass.
Foucault, Michel
(1979a) Discipline and Punish: The Birth of the Prison, çev. Alan
Sheridan, New York.
Foucault, Michel
(1979b), "On Governmentality," I&C, 6, s. 5-22.
Georgeon, François
(1997) "Le sultan caché. Réclusion du souverain et mise en scène du
pouvoir à l’époque de Abdülhamid II (1876-1909)," Turcica, 29, s.
93-124.
Giddens, Anthony
(1985) The Nation State and Violence, Berkeley ve Los Angeles.
Gunn , J. A. W.
(1983) Beyond Liberty and Property: The Process of Self-Recognition in
Eighteenth-Century Political Thought, Kingston and Montreal.
Habermas, Jurgen
(1989) The Structural Transformation of the Public Sphere, çev. Thomas
Burger, Cambridge, Mass.
Heyd, Uriel (1961)
“The Ottoman Ulema and Westernization in the Time of Selim III and Mahmud II,” Scripta
Hierosolymitana: Studies in Islamic History and Civilization, 9, s. 63-96.
İslâmoğlu-İnan,
Huri (1993) "Mukayeseli Tarih Yazını İçin Bir Öneri: Hukuk, Mülkiyet ve
Meşruiyet," Toplum ve Bilim, 62, s. 19-31.
Leclant, Jean
(1979) "Coffee and Cafés in Paris, 1644-1693," Food and Drink in
History: Selections from the Annales, E.S.C. Cilt: 5 içinde, (der.) Robert
Foster and Orset Ranum, çev. Elborg Forster and Patricia M. Ranum, Baltimore.
Lefebvre, Georges
(1973) The Great Fear, Londra.
Lütfi, Ahmed (1302)
Lütfi Tarihi, İstanbul.
Marcus, Abraham
(1989) The Midle East on the Eve of Modernity: Aleppo in the Eighteenth
Century, New York.
Necipoğlu, Gülru
(1991) Architecture Ceremonial and Power: The Topkapı Palace in the
Fifteenth and Sixteenth Centuries, Cambridge, Mass.
Ozouf, Mona (1988)
"'Public Opinion' at the End of the Old Regime," Journal of Modern
History, 60, ek. S1-S21.
Özcan, Abdülkadir
(1991) "II. Mahmud'un Memleket Gezileri", Prof. Dr. Bekir
Kütükoğlu'na Armağan içinde, İstanbul, s. 361-79.
Raymond, André
(1995) Osmanlı Döneminde Arap Kentleri, çev. Ali Berktay, İstanbul.
Rudé, George
(1980), Ideology and Popular Protest, Londra.
Saydam, Abdullah
(1997) "Osmanlılarda Kefâlet Usûlü," Tarih ve Toplum, 164, s.
4-12.
Tilly, Charles
(1990) Coercion, Capital and European States, Cambridge ve Oxford.
White, Charles
(1845) Three Years in Constantinople; or, Domestic Manners of the Turks in
1844, Londra, 3 Cilt.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder